- Hazret-i Yusuf Aleyhisselam ve Devlet İdaresi

Adsense kodları


Hazret-i Yusuf Aleyhisselam ve Devlet İdaresi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Fri 1 October 2010, 06:07 pm GMT +0200
Hazret-i Yusuf Aleyhisselam ve Devlet İdaresi

Bu gerçekler anlaşılıp zihne yerleştikten sonra, ikinci delilin kuvveti de kendi kendine ortadan kalkmış olur. Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, eğer hakikaten Allah ta­rafından gönde­rilmiş bir peygamber idiyse, elbette ki, onun da yaşayışının şekli, hak olarak gel­miş bulunan diğer peygamberlerin yaşa­yışlarının şeklinden, başka bir şekilde olmayacaktı ve ola­mazdı. Yani, Allah'ın dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak, bu dinin tutunması ve ayakta durması için çalış­mak.

Bu bir aslî hakikattir ki, bütün peygamberlerin birleş­tiği bu umumî kaideyi gözönünde bulun­duruyoruz. Haz­ret-i Yûsuf Aleyhisselâm kendi hüküme­ti devrinde, Mı­sır'da Allah dini yerine Melik'in (Mısır Kıralı) dinini nüfuzlu ve geçerli kılmak istemiş olsaydı, o zaman Yûsuf-u Sıddîk ile, bildiğimiz ve iyi tanıdığımla

Sir İskender ve Fazl-ül-Hakk[16] arasında usul bakı­mın­dan bir fark kalırmıydı? Yazık ki, bu işte de halk, işin as­lından çok uzakta bulunuyor. Onlar gerçeğe uygun olarak Haz­ret-i Yûsuf Aleyhisselâm kıssasının aslını da bilmiyorlar. Bu kimselerin zannına göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, o dev­rin Melikine şöyle demişti:

"Yeryüzünün bütün hazinelerini bana bırak." (Yûsuf: 85)[17]

Bu sözler, Hazret-i Yûsuf tarafından iltizam (gerekli­lik) babın­da bir istekti. Bu istek, Melik'in sarayında kabul ola­cak­tı. Hazret-i Yûsuf da mevkisini elde etmiş buluna­caktı Bu mevki, orada, o zaman en büyük mevki ve ma­kam idi. Ancak oradaki hal ve vaziyet tamamen başka türlü idi.

Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm da, mukaddes vazife­si­nin başlangıcından beri, diğer peygamberlerin takip et­tikleri yoldan gitmişti. Her peygamber, umumî olarak önce halkı, ilâhî gerçeği kabule davet etmişti. Aydından da bu daveti kabul edenleri terbiye etme safhası başla­mış­tır. Son kademe ise, İlâhî gerçeklerle yetişmiş olan mü'minler gurubu ile bütün cemiyetin kuşatılması ve fethi başarılmıştır. Bu kudsî dâva, her seferinde olduğu gibi, böyle başlamış ve böyle bitmiştir.

Yûsuf Aleyhisselâm'ın da ilk davetlerine ait Sûre-i Yusuf'un beşinci rüku'unda, vaaz ve nasihatlere ait eşsiz ör­nekler mevcuttur. Fakat büyük neticeye gidebilmek için daha önemli hareketlere girişmek icabediyordu. Zu­hur eden hâdise­ler, O'nu çevresine daha yakından tanıt­ma­sına sebep olmuştu. Nitekim, Mısır Aziz'inin karısı ve nedimelerinin tavır ve hare­ketleri sonunda Yûsuf Aleyhisselâm'ın peygamberlere mahsus olan müstesna ismet ve ahlâkı hemen hemen herkes tarafından bilinmiş oldu. Ve bu yüce peygamberin derin bilgisi, aynı za­manda rü­ya yorumuna mahsus olan vukufu O'na Mısır Meliki'­nin hürmet ve itimadını kazandırmış oldu. Yûsuf Aleyhisselâm, nübüvvet vazifesini memleket çapında bir satha ya­yabilmek niyetiyle, Mısır Meliki'nden hükümdarlık selâhiyetlerini talep edince, bu isteği şükranla karşılandı ve iktidara ait bütün selâhiyetler kendisine verildi.

İşte bu sebeplerden dolayı, Melik'den:

"İc'alniy alâ hazâ'in el - arz: Bana yer yüzünün bü­tün hazinelerini teslim et." Diye iktidarı istemişti.

Yâni yeryüzünün bütün vasıtalarını benim elime tes­lim et, demişti.

Yûsuf Aleyhisselâm, halktan çoğunun zannettiği gibi alelade bir maliye nazırlığı makamını talep etmemişti. O, her türlü yetkiyi elinde bulunduran tam bir iktidar iste­mişti. Bu mevki ile çok etkin bir durum kazanmış olu­yordu. Böyle bir makam günümüzde İtalya'daki Mussolini'nin eline geçmiş[18] bulunuyor. Şu farkla ki, İtalyadaki

Kral Mussolini'ye itimad ettiğinden değil, ancak, Fa­şist partisinin kuvveti karşısında, boyun eğmek zorunda kal­mıştı. Fakat Mısır Meliki, Yûsuf Aleyhisselâm'ı ciddî bir şe­kilde severek, hürmet ederek, itimad ediyordu.[19]

Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın iktidarının eşsiz şa­hidi bizzat Hak Tealâ'dır:

"İşte, biz bu şekilde Yûsuf'u yeryüzüne yerleştirdik, orada istediği gibi barınır."

(Yûsuf: 56)


Yâni, o ülkenin bütün iktidarını onun eline verdik.

Bu âyet-i kerimelerden başka, Sûre-i Ma'ide'de, bu­nu teyid eder mahiyettedir. Hazreti Musa Aleyhisselâmın kendi kavmine verdiği beyanatta:

"Ey! Benim kavmim; Allah'ın size bahsetmiş olduğu nimetleri hatırlayın, hatırlayın ki, sizin içinizden nebiler or­taya çıkardı; sizi hükümdar kıldı. Alemlerin halkından kim­seye vermediklerini de size verdi."

(El-Mâide: 20)

Her şüpheden uzak bir şekilde anlaşılıkyor ki, Haz­ret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın elde ettiği iktidar, Mısır'da büyük deği­şiklikler meydana getirmişti. Firavunların ye­rine Benî israil, hükümeti ele almış ve bütün idarî kade­melere yerleşmeye mu­vaffak olmuşlardı. Hiç bir kavim için onlarla rekabet edecek bir imkân kalmamıştı.

Dinî bakımdan da Hazret-i Yûsuf'un hükümeti hak­kında, yine Sûre-i Mâide'nin şehadet ettiğini görüyoruz. Adı geçen sûrede Hazret-i Musa Aleyhisselâm, kendi çağ­daşı bulu­nan Firavun'a hitap ederken, Eski Kıbtî (Mı­sırlı) kavmin ima­nından bahsetmiştir.

"Bundan Önce, Yûsuf, delillerle size geldi, fakat size gelmiş bulunan bu şeyler hakkında tereddüt ettiniz. An­cak, ölüp gidince dediniz ki, Allah ondan sonra, bir daha Pey­gamber göndermez."

(Mü'min: 34).

Yani, siz dediniz ki, bundan böyle bu peygamber gibi bir peygamber gelmeyecektir.

Hazreti Yusuf aleyhisselâm hakkındaki bu en yüksek merci ve makamın şahadetinden sonra, gayrı İslâmî hü­kü­mete hizmet etmenin doğru olabileceğini kim iddia ve is­tidlal edebi­lir? Ve hak üzerine gelmiş bulunan bir pey­gam­ber de böyle yapmıştır diye halkı bu mesnetsiz ifti­ralarla şaşırtmaya ve al­datmağa kim cür'et edebilir?

Âyet-i kerime şu şekilde devam ediyor:

"Kardeşini, melik'in dinine göre alıkoyamazdı."

(Yusuf Sûresi)

Bu âyet-i kerimeden Hazret-i Yûsuf'un, Firavunun ka­nunlarına tabi olduğuna dair bir mana çıkarılmak isten­miştir. Evet âyet-i kerimenin mâna ve mefhumundan bu­na benzer bir şey anlaşılmaktadır. Ancak, yine bahsedi­len mefhumun tam olarak anlaşıldığını da kabul edeme­yiz. Asıl dikkati çeken husus, Yûsuf Aleyhisselâm'ın, böyle bir meseleyle, kendi hü­kümetinin başlangıcında ve ilk sene­lerinde karşılaştığı anlaşılı­yor. Nitekim, Mısır'da iktidara geçtiklerinden bir kaç sene sonra meşhur kıtlık başla­mıştı. İşte bu sırada kardeşleri de hububat temin edebil­mek için uğraşıyorlardı. Bu vak'anın cere­yan ettiği sene­lerde, Mısır'daki idare ve inzibat kanunları da daha de­ğişmemişti. Devlet işlerini kökünden değiştirmek, el­bette ki bir zamana muhtaçtı. Yavaş yavaş ve tedricî bir su­rette yapılabilirdi. Dünyada gelmiş ve gelecek olan en büyük ve gerçek inkılâbı yapmış olan, Hazreti Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Arabistandaki ananevi kanunları da an­cak on seneden ziyade bir zamanda değiştirebilmişlerdi.

Miras kanunu üç veya dört senede değişti. Nikâh ve ta­lâk (boşanma) kanunu, hicretten beş altı sene sonra kemâl seviye­sini buldu. Askerî ve harp kanunları da an­cak sekiz se­nede tamamlandı. İslâmî hayat tarzı ve ticarî muameleye ait kanunlar da dokuz senede son şeklini aldı. Şarabın içilmesinin kat'î olarak menedilmesi, hicrî sekizinci sene­de tamamlanmış oldu. Tefeciliğin ticarî hayattan tamamiyle kaldırılması dokuz sene sürdü.

Aynı şekilde, Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın da Mısırda bir hayli kanunu değiştirmesi icabediyordu. Bu kanunla­rın da değişmesi pek tabiî olarak bir zamana muhtaçtı. Cemiye­tin yeni bir istikamete çevrilmesi şüphesiz kî, anî ve kısa bîr sürede olmasına imkân yoktu. Bu değişim dev­rinde elbetteki eski kanunlar mecburî olarak kullanılacaktı. Hal böyle iken, bir Allah Peygamberi başkaları­nın cahilce kanunlarını tecviz edip, bu kabil kanunlara uymuş olma­sının, nasıl bir delil olarak ka­bul edildiği doğrusu oldukça üzüntü vericidir?

3 — Üçüncü delil, gerçek olarak bir delil değil bir Özür­dür. Bunun cevabını da daha Önce vermiş bulunu­yoruz. Bu bakımdan, burada yalnız bir hadis-i şerif-î ha­tırlat­mak kâfi­dir. Hazret-i Resûl-ü Ekrem'in bu hadisini Ebu Dâvûd, şöyle nakleder:

Zat-ı Saadetleri buyurdular ki:

 "Cihad, benim Peygamber olarak gönderilmem­den itibaren, bu ümmetin son zümreleri, Deccal ile dövüşe­cekleri zamana kadar geçerli olacaktır... Herhangi bir zali­min zulmü, bunu iptâl edemediği gibi, herhangi bir adilin aleti de bunu iptal edemiyecektir.

(Ebu Davud)

Yâni, cihadı, hiçbir özür ve hiçbir bahane ortadan kaldı­ramıyacaktır. Bizim üzerimize, en şiddetli zâlimler de saldırsalar, yine cihad ortadan kalkmış olmıyacaktır.

Bu gibi şiddet hareketleri, cihad etmemek için ba­hane olamıyacağı gibi hükümetin modern kâfirlerin elinde ol­ması, görünürde ve iğreti bir cemiyetin kuruluşu, toplum hayatına ilişkin işleri asri (çağdaş) müşriklik icaplarına göre yürürlüğe konması da müslümanları aldatacak bir sebep olamaz. Eğer bir müslüman ülkesi esas islâmî hü­viyette bir hükümet ve iktidara kavuşmuş olsa dahi, di­ğer müslüman ülkelerde, zulüm, zorba­lık, fesad ve fitne hü­küm sürse, istiklâl sahibi müslümanlar kendi ülkesin­de rahat rahat oturup, dışarda olup bitenlere se­yirci ka­la­maz. O tarafla da ilgilenmeleri ve olup bitenlere karşı gözlerini açmaları gerekir.