- Hayatı ve çağı 2

Adsense kodları


Hayatı ve çağı 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Thu 16 September 2010, 07:52 pm GMT +0200
Hayatı ve çağı 2

30-O Rivayet İlmi Yanı Sıra Diraye Fıkhını Da Bilirdi:


Durum böyle olunca, kabul etmemiz gerekir ki, Ahmed b. Han­bel, rivayet ilmi yanısıra fıkıh ve ahkâm istinbat! ilmini de öğrenmiştir, bunları da biliyordu. Buniarı İmam Şafiî´den ve diğerlerinden almıştır. Hattâ biz, onun Ehli re´y-Dirâye ilmi âlimlerinin kitaplarını ezberle­miş olduğuna dair söylenenleri dahi kabul etmekteyiz. Ancak onları ezberlemiş olması, onları alması, kabul veya reddetmesi demek değildir. Onları bilir, fakat iltifat etmezdi. Talebesi Hallal şöyle demiştir: «İmam Ahmed, ehli re´yin kitaplarını yazmış ve onları ezberlemişti, fakat sonra onlara itilaf etmedi.[23]

Bu nakil, makul ve makbul bir şeydir. Bunun delâlet ettiği üzere. İmam Ahmed, fıkıh ilmi, re´y. kıyas ve isfinbat yollan üzerine ders alırken itina gösterirdi. Ebû Hanife ve talebeleri gibi Irak re´y fukaha-sının yazdıklarında, onun susuzluğunu gidermek veya onun esere bağlı tutumuna uyacak birşey bulamadı ise de. yine her halde fıkıh ile meş­guldü. Ancak bazı fukahanın tuttuğu yolu beğenmiyordu.


31- O Hadis Ve Fıkıh İlmini Birleştiren Bir Alimdir:


İmam Ahmed, fıkıh ilmini talep etmekle beraber, asıl Hadis ilmine itina gösterir, âsâr rivayete son derece önem verirdi. Böyle olunca Hadisleri kuru bir rivayet halinde bırakmaz, onların gayelerini ve meramlarını anlar, fıkhı maksat ve mânalarını araştırırdı. Ashab-ı Kî-ram´ın fetvalarını toplar, tesbit ederdi. Müsned kitabında her bir sa-habinin büyük bir bölüm tutan fıkıh ve fetvalarını buluyoruz. Müsned-i Ömer kısmında, büyük fakih Hz. Ömer´in vermiş olduğu fetvalardan büyük bir kısmı var. Müsned-i Ali, Müsned-i Osman, Müsned-i Abdullah b. Mes´ud ve diğerleri de böyle, onların fetvalarından, verdikleri hüküm ve kazalardan büyük bir miktar yer almakta.

Fıkhı tetkike itina ile ashabın bu fetvalarını nakletmek, işte dirayetli bir fıkıh âlimi bundan oluşur. Böylece İmam Ahmed´de Hadis ile fıkıh birleşip kaynaşır. Bu suretle Hadis âlimi olan Ahmed, aynı zamanda fıkıh âlimidir. İmam A´zam Ebû Hanife şöyle demiştir: «Yalnız Hadis talebinde bulunup da fıkıh bilmeyen kimse, şöyle bir eczacıya benzer: İlâçları toplar, fakat hangi derde derman, hangi hastalığa ilâç olduğunu bilmez. Bunu ancak doktor tarif eder. Hadis talep eden de böyledir, elindeki Hadisinin neye yaradığını bilemez, fakih gelir, onu o bilir.»[24]

İmam Ahmed, Hadis ile fıkıh arasını bulup birleştirmede, her iki­sinde de imam sayılmasında, İmam Malik gibidir. Ancak İmam Ma-lik´in fıkıh yönü daha açıktır. Bu biraz izaha muhtaçtır. Ahmed´in fıkıh ve hadisinden ileride söz açtığımız zaman, bunu açıklayacağız ve bu konuda onunla Malik arasında bir karşılaştırma yapacağız.


32- Çağındaki Sapık Fırkalar Hakkındaki Bilgisi:


Burada bir noktaya daha değinelim: Acaba Ahmed b. Hanbel, Hadis, fıkıh ve ulum-u Arabiyyeden yani lugattan başka ilimleri de tahsil etti mi? Galip olan zanna göre o. bunlardan başka bir ilim tahsil etmedi. Kelâm ilmi, felsefe okumadı, halbuki o sağken bunlar meydana çıkmış, tercüme işleri başlamıştı. Bunun sebebi şu olsa gerek; O Hadis ve Kur´an ilimlerinden başkalarını itinaya lâyık bir ilim olarak görmüyordu. Onlar Ulum-u Arabiyye gibi. din ilimlerini anlamaya vasıta olanlardan da değildi.

Fakat Ahmed´in: Hariciler, Şia, Cehmiyye, Mutezile ve başkaları gibi muhtelif İslâm fırkalarının görüş ve inançlarından haberi olmadığını söyleyemeyiz. Çok kuvvetli bir zan olarak; Ahmed bu fırka­larla meşgul oldu, onları tanıdı diyebiliriz. Onun hayatı ve olaylar buna müsaittir. Buna aykırı birşey yoktur. Meselâ o, Hadis talebi için Bas­ra´ya beş defa gitti, orada altı ay kadar kalırdı. Basra ise bu fırkaların kaynaştığı bir yerdi. Mûtezile´nin ocağı orası. Hariciler ora çölünde yuva kurmuş, etrafı kasıp kavuruyor. Cehmiyenin. Mürcienin orada ve Kü­le´de cemaatleri vardı. Araştırıcı olan âlim. aralarında yaşadığı etrafında bulunan ve temas ettiği kimselerden birçok şey öğrenir, bilgi sahibi olur. Bu fırkaların haberleri her tarafta dolaşıyor, meclislerde kimisi beğene­rek, kimisi yererek onlar konuşuluyordu. Lehte, aleyhte bir çok şeyler söyleniyordu. İlim sahipleri de bazı red, bazısı kabul mahiyetinde görüş­lerini ortaya döküyorlardı. Ahmed bunların içinde yaşıyordu. Ona göre bu fırkaların hepsi bid´atcıydılar ve Selef-i Salihin´in yolundan çok uzaktılar. İmam Ahmed gibi aklı başında, fikri yerinde olan bir kişi, haklarında bir bilgisi olmadan kalkıp da bu gibi insanlar için boşuboşuna böyle lâf etmez, onlara kuru iftira atmaz. Onlar hakkında bilgisi olmak gerekir. Çünkü birşey hakkında olumlu, olumsuz, beğenerek veya yere­rek hüküm vermek, lehte veya aleyhte konuşmak için o hususta bilgi ´ sahibi olmak icabeder. Ezbere konuşmak, karanlığa taş atmak olur. Sonra diğer bakımdan, İmam Ahmed, kendilerinden Hadis ve ilim aldığı kimselerin, onun görüşüne göre, dinden uzak saydığı bu gibi konulardan, bu sapık sözlerden uzak kalmış olmaları, bu dalalet çuku­runa dalmamış olmaları gerekirdi. Bu hükmü verebilmek için onların ne gibi şeyler olduğunu, bu konuda bilgi sahibi bulunması icabeder, onun gibi bir âlim rastgele konuşmaz.

Bütün bunları gözönünde tutarak, kesinlikle yakın bir kanaatle diyoruz ki, Ahmed b. Hanbel, bu fırkalar hakkında bilgi sahibidir. Onların mahiyetini biliyordu. Keza çağındaki ilimlerin bir kısmına vakıftı. Ancak onların tesirinde kalmış, ruhuna onlar işlemiş değildi. Çünkü onlar onun eğilimiyle barışmıyor- Onun arzu ve kanatlerine uymuyordu. Onun için kendini onlara kaptırmadı.

Buraya kadar söylediklerimizden, Ahmed m o ilimleri bütün tefer-ruatiyle tam ve kâmil bir surette bildiği, o fırkaların içyüzüne tamamiyle vâkıf olduğu neticesi çıkarılmasın, biz bu hususta umumi bilgisi oldu­ğunu söylüyoruz. Yoksa inceden inceye araştırıp da bilgi edinmiş demek istemiyoruz. O bir âlim sıfatiyle, çevresinde olup bitenlerden haberdardı, çağındaki tıkır cereyanlarına vakıftı, ona bu kadarı da yeter.


33- İmam Ahmed´in Farsça Bildiği:


İmam Ahmed´in hadis ve fıkıh ilimlerinden başka şeyler bildiği hakkındaki kuvvetli zannımızı te´yid eden bir şey de şudur: Onun farsça bildiğini ve bu dili konuştuğunu öğrenince, bu zan yakîn derecesine Yükselir. Konuştuğu kimse arapçayı iyi bilmiyorsa onunla farsca konuş-uğu bilinen bir şeydir. Bu sahih olarak naklolunan haberle sabittir. ağındaki kimselerle münasebeti, çevrede farsçanın konuşulması, ona şrapçadan başka bir dil bilmesini gerektirirdi. Nasıl ki beğendiği, başka-jarını sakındırdığı.halde, küçük düşmemek için çağındaki geçerli ilimleri öğrenmek lüzumunu hissetmiştir.

Onun farsça bildiğine dair haber sahihtir ve şöyledir: Hafız Zehebi´nin tarihinde naklettiğine göre: Horasandan tey­zesinin oğlu gelmiş ve ona misafir olmuş. Yemek yenmiş, bu esnada \hmed Horasan´dan ve halkından malumaî almak için bazı şeyler îormuş. Akrabalarından orada kimler kalmış, bunları öğrenmek iste-niş. Misafiri arapçayı iyi arılamayınca Ahmed onunla farsça konuş-nağa başlamış. Bu haberi nakleden İmam Ahmed´in torunu Züheyr )lup, o esnada orada bulunduğunu ve bunu gözüyle gördüğnü söyler. Bu haberi reddeden bir başka delil yoktur. Râvisı mevsuk olan bir Ihaber, delilsiz, gelişi güze! reddolunamaz, onun için bu haberi kabul ederek farsça bildiğini söylüyoruz.

Ancak Ahmed farsça bilmekle beraber fıkhında bundan faydalanmış değildir. Onun fıkhı, bilindiği üzere. Hadise dayalı eserci, rivayetle beslenmiş bir fıkıhtır. Onda felsefe, mantık yoluyla işlenmiş birşey yok­tur. Ondan rivayet olunan mes´elelerde fars fikrinin tesirini gösteren birşey yoktu. Her ne kadar bazen çevrenin tesiri görülürse de, bu ancak hükmün esası: Kıyas, Maslahat, Şeddi zerai* olduğu zamandır, esas nass olduğu zaman değil. Şu da kesindir ki, zaten Ahmed kıyası çok az kullanır. Maslahat delilini de eşyada asıl olan mubah olmaktır, esasına göre nass olmıyan yerde alır. Fakat maslahatın, itibar edilme­sine dair bir nass bulunursa o zaman almaz. Böyle bir delil bulunmayın­ca, maslahat aslı üzere mubah olduğunu gösterir. Onun fıkhından bahsederken bu husus etraflıca anlatılacaktır,


34- Derse Hazırlık: Hadis Okutmaya Başlaması, Fetva Vermesi:


İmam Ahmed, Hadis âlimlerinden Hadis ilmini öğrendi, onlar­dan duyduklarını yazıp topladı. Yazdıklarını büyük bir dikkat ve itina ile belledi, coşkun istekle ezberledi. İlk zamanlarda yalnız Bağdad ulema­sından almakla yetiniyordu, camileri dolaşıp ulemâyı dinliyordu, o zaman camiler âlimlerle dolup taşıyordu. İçlerinde hıfzı kuvvetli, bilgisi çok, takvası üstün olanlar vardı. Sonraları, diğer İslâm ülkelerini dolaştı. Basra´ya, Kûfe´ye. Hicaz´a gitti, tâ Yemen´e kadar uzandı. Nerede bir âlim duydu ise, oraya gidip onu gördü, ancak ölümün araya perde gerdikleri müstesna. İmam Malik´ten´ ders. alamadı, zira Ahmed Hadis talebine başiadsğı ilk yıllarda o hakkın rahmetine kavuşmuştu. Abdullah İbn-I Müfearek´ten de ders dinleyemedi. Çünkü onun Bağdad´a son defa geüşi, Ahmed´ip Hadis şerif talebi için diğer İslâm ülkelerine seyahaîa çıktîğı yıla rastlar, bu yüzden onunla görüşmek nasip olmadı.

Bu gibi büyük âlimlerle görüşememenin elemini hissederdi. Fakat ALLAH Teâlâ diğer bazılarıyla görüşmeği nasip edince bu elemi biraz hafifledi. Onun için şöyle derdi: «İmam Malik ile görüşmek nasip olmadı, fakat ALLAH Teâla ona bedel Süfyan b. Uyayne ile görüşmeyi nasip kıldı, Hammad fo« Se^d ile görüşemedim, onun yerine İsmail b. ASiyye ile görüştüm."[25]

Asrındaki ulemadan Hadis topladı. Zamanının fikir cereyanları öğrendi. Dinle ilgili bütün ilimleri bilirdi. Bazılarında derinleşti, ve ihtisas sahibi oldu. Artık ekdiklerini biçmek günü yaklaşmıştı. Yıllarca dikkatle özenerek suladığı bu ilim ağacının tatlı meyvelerini verme zamanı gel­mişti. Ağaç kuvvetlenmişti. Kökleri toprağın derinliklerine dalmış, dalları gökyüzüne doğru uzanmış, yüklü meyvelerle uçları aşağı doğru sark­mıştı. Artık onları devşirmek lâzımdı. İnsanlar bunu gördüler, beğendiler hoşlarına gittiğinden etrafını sardılar.


35- 40 Yaşma Geldikten Sonra Ders Okutmağa Başladı:


İş, işte böyle olgunlaşınca Ahmed Ibn-i Hanbel, Hadis okut­mak üzere ders halkasını kurdu, fetva vermeğe başladı. İbn-i Cevzi diyor ki, İmam Ahmed, ancak kırk yaşına bastığında kendini ders ve fetvaya lâyık gördü ve ondan sonra derse oturdu. Söylendiğine göre, 203 Hicri yılında bazı kimseler gelerek ondan Hadis okutmasını istedi­ler. Fakat o bunu kabul etmedi. Abdurrazzak b. Hümam ile görüş­mek üzere Yemene gitti. Sonra 204 Hicri yılında Bağdad´a döndü ve ders okumağa başladı. Halk etrafına toplanıp dinledi.»[26]

Demek oluyor ki, Ahmed b. Hanbel, 40 yaşına basmadan önce Hadis okutmağa ve vâki olan mes´eleler hakkında fetva vermeğe baş­lamadı, olgun yaş sayılan 40 yaşına gelmeden, kendisini bu işe lâyık görmedi. Hadis ve fetva ders halkasını kurmadı. Bunun sırrı acaba nedir? Biliyoruz ki diğer bazı fukaha bu yaşa gelmeden, önce ders okutmaya başlamışlardır. Meselâ İmam Şafiî bu yaşa gelmeden Mekke´de ders okutmaya ve fetva vermeğe başladı. İmam Malikin keza bu yaşa gelmeden ders okutmağa başladığı tercihen kabul olunur. (Ancak İmam A´zam Ebû Hanlfe de 40 yaşında başlamıştır.) ken­disi bunu şöyle açıklar: Üstadlanndan bazılarının sağlığında bu işe başlamayı uygun bulmadığını söylemektedir. Şöyle ki, çağdaşlarından birisi, kendisine Abdurrazzak´tan rivayet etmekte olduğu, bir Hadis yazdırmasını ister, Abdurrazzak sağ olduğundan onu yazdırmak istemez.

Bana göre, İmam Ahmed sünneti şerife son derece bağlı idi. Ondan hiç şaşmazdı. Hz. Peygamberin işlediğini işler, işlemediğini yapmazdı. Hattâ bir defa kan aldırdı ve kan alana bir dinar verdi. Çünkü Hz. Peygamber kan aldırdığı zaman bir dinar verdiği rivayeti var. Keza tabiatı icabı böyle şeyden hoşlanmadığı halde câriye edindi, Çünkü Hz. Peygamber bunu yapmış diye yaptı. Bu hususta eşinden müsaade istedi, o da müsaade edince, bunu yaptı.

En küçük şeylere ait isterde biie sünnete uymaya bu kadar dikkatli ve meraklı olan İmam Ahmed´in, en mühim ve en önemli işlerden olan bu büyük işde, yani irşad işinde sünnete uymaya son derece itina göstermesi elbette en uygun olandır. Peygamberlerin (ALLAH´ın selâmı cümlesine olsun) vazifesi olan irşad görevi ders, fetva vermek halinde devam ediyor. Hz. Peygamber Aleyhisselâm 40 yaşında pey­gamber olarak gönderildi. ALLAH´ın risaletini bu yaşta insanlara tebliğ etmeğe başladı. ALLAH Teâlâ onu insanlara rahmet olarak bu yaşa geldiğinde gönderdi. İşte Ahmed de, sünnete uyan bu âlim, 40 yaşına gelmeden Hadis ve fetva dersine oturmağa utandı, cismi ve ruhu tam tekâmül ettikten sonra derse başladı. Bize göre onun 40 yaşına gelme­den ders okutmağa, fetva vermeğe başlamamış olmasının sebebi budur. Elimizdeki kaynaklarda buna delâlet eden açık bir nass bulama-diksa da onun umumi ahval ve harekatından çıkan netice budur.


36- Daha Önce Fetva Vermiş Olması ûa Yerindedir:


Durum böyle olmakla beraber bu yaşa gelmeden kendisine bildiği birşey sorulduğu zaman, bildiği halde onu söylemezdi, bir Hadisi riva­yet etmekten çekindi, bunu demek istemiyoruz, belki biz bunun aksini iddia ediyoruz. Çünkü o bildiği halde söylemezse, o zaman ilmi gizleyen­lerden olur, Peygamberin Hadisinin yayılmasına engel olmuş sayılır. Halbuki Peygamber aleyhisselâm ilmi gizlemekten nehyetmiştir, din, hadisi şerifi yaymayı, neşri icabeder. Bazı haberler bu görüşümüzü doğrulamaktadır. 198 yılında Hayf mescidinde fetva verdiği rivayet olunmaktadır, o zaman 34 yaşındaydı.

Öyleyse bu iki görüşün arasını nasıl birleştireceğiz. Bu habere göre 34 yaşında derse ve fetvaya oturduğu ileri sürülüyor! Şöyle diyebiliriz: İcabında fetva vermek, bilen her kişiye vacib olur. O da bildiği hususta fetva vermiştir. Derse oturmanın durumu ise başkadır. Çünkü ders dinleyen ilim almak, öğrenmek ve icabında ona başvurmak ister. İşte, Ahmed; Bağdad´da ders boşluğu vardı, onu doldurdu ve peygamberlik yaşı olan 40 yaşına gelmiş bulunduğundan Hadis ve fetva dersine artık lâyık olmuştu. Doğrusunu ALLAH bilir.

İmam AhrneeS, olgunluk yaşına gelip kemale eriştikten sonra ders okutmağa, fetva vermeğe başladı. İnsanlar arasına, onun şöhreti yayılmıştı. Salih ve takva sahibi bir kimse olduğunu, zühdü, insanların elindekine asla göz dikip tama´ etmediği, iffet ve nezaketi, Hadisi şerif ile meşgul olup bu uğurda bir çok zahmetlere katlandığa, Hadis öğren­mek için her çileye göğüs gerip ulemayı arayıp bulduğu herkesçe duyulmuştu.

Gariptir, insanlar kendileri fazilet sahibi olmasalar da, fazilet sahibi olanları severler, onları takdir ederler, onların haberleri, halk arasında çabuk duyulur ve yayılır. Âhmed´e dair haberler de öyle oldu, dilden dile dolaştı. Onun fazileti, dindarlığı, daha derse oturmadan önce her jarafa yayılmıştı. Hattâ San´ada Abdurrazzak ile görüşmek üzere raıen´e gitmeden önce, onun zühd ve takvası, doğruluğu, ilmi ve vizı haberleri oraya ulaşmıştı, kendi varmadan önce haberleri varmıştı.

Şu da varki, o insanlar kendisine Hadis ve fetva sormak için sık sık müracaat etmeğe başladıktan sonra ancak ders okutmak ve fetva vermek üzere Mecliste kürsüye çıktı. Onlara cevap vermek için mec­liste oturmağa mecbur oldu. Bundan sonra şöhreti çoğaldı. İnsanlar [onun faziletlerini gördü. Valilere, emirlere karşı iffetli tutumunu, Müslümanları nasıl koruyup saydığını öğrendiler, onu daha çok sevdiler. Sonra Haik-ı Kur´an mes´elesi dolayısıyle sınava uğradı. Bu olay onu potasında eritip daha da temizledi, onun sabır ve metanetini, celâdet ve cesaretini gösterdi. Belâlar birbirini kovaladı. Buniar onun sânını yük­seltti, namını arttırdı, ALLAH nezciinde, insanlar arasında derecesi yük: seldi. Sonra sonderece tevazu göstermesi, şöhretten kaçması, bütün bunlar halk gördü ve onu öğerek namı dillere destan o!du. Resûlüllah´ın halifesi Ebu Bekir?is Sıddık?ın dediği gibi: Ö şereften, şan ve şöh­retten kaçdıkça, şan ve şeref onu takip ediyordu.


37- Derslerinde Talebesinin Çokluğu :


Ahmet camide ders okutmağa, fetva vermeğe başlamadan önce, bütün İslâm diyarında nam ve şöhreti duyulmuş olduğundan, dersine hücumun fazla, talebesinin çok olması tabiî bir şeydir. Bazı raviler onun meclisine gelip ders dinleyenlerin sayısının 5.000 kadar olduğunu, dersini yazıp not tutanların ise 500 civarında bulunduğunu söylerler.[27] Şüphesiz bu kalabalığı alacak kadar yer, Bağdad´da Mescid´il Camide idi. Biz derse gelenlerin hakkında verilen bu rakamın ince bir istatistiğe dayandığını, kesin olduğunu söylemiyoruz, ancak bu sayı, derse gelenlerin çokluğunu ifade eden bir rakamdır. Bu sayı yarıya, hattâ beşte bire inse yine çoktur ve bu da, Bağdadlılar nezdinde Ahmed´in mevkiini göstermektedir. Gerçekten bu büyük bir şeref, yüksek bir mevki. Camide dersine gelenlerin çokluğu, fıkhını ve Hadislerini rivayet edenlerin çok olmasına sebep olmuştur, ileride onun fıkhından bahsederken bunu anlatacağız.

Burada şunu da kaydedelim ki, onun dersinde hazır olanların hemen hepsi de onun ilminden istifade etmek maksadıyla gelenler değildi, içlerinden bazısı teberrüken onun dersinde bulunuyordu, bir kısmı onun dersinden öğüt alıp vaaz niyetiyle dinliyordu, bir takımı da bu garip adamın halini görüp öğreneyim, onun´ ahlâk ve doğruluğunu göreyim diye geliyordu. İbn-i Cevzi´nin Menakıbında kaydettiğine göre onun çağdaşlarından biri şöyle demiştir: «Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel´in dersine 12 yıl devam ettim. O Müsned kitabını çocuklara okurdu. Ben ondan tek bir Hadis bile yazmadım! Ben onun ahlâkına, doğruluğuna, edeb ve nezaketine hayrandım.»[28]


38- Biri Mescid´de, Biri Ev´de Olmak Üzere İki Ders Halkası:


Öyle anlaşılıyor ki iki ders halkası vardı. Birinci özel mahiyetteki, olup bunda hususi talebelerine ve kendi çocuklarına ders verirdi.

İkincisi Mescid´de olup buna halktan dileyen ve umum talebeleri gelirdi. Yukarıda bazılarına göre, onun dersine gelenlerin sayısının 5.000 olduğuna dair rivayetler gördük, bunlardan ancak 500´ü yazı­yormuş. Yani derste bulunanların onda biri yazıyor, onlar Hadis rivayetiyle meşgul, Bunlar onun özel talebesi demek oluyor. Bunların içinde de daha özel olanlar evine gidip çocuklarıyla birlikte Hadis okuyanlar oluyor.

Zehebi Tarihinin kaydettiğine göre mescid´deki ders ikindiden sonraydı, belki de bu vakti seçmesi; gündüzün sıcağı biraz azalıp gece [karanlığı henüz çökmemiş bir vakit olmasındandır. Diğer yandan insan-1ların çoğunun istirahat saati sayılır, işini bitirenin derse gelmesi kolayla­şır. Sonra bu saat dünya meşguliyetlerinin nisbeten biraz azaldığı, I işlerin bittiği bir vakittir. Hadis nakli ve fetva için daha müsaittir. Böyle I.sakin bir havada verilen ders daha tesirli ve faydalı olur.


39- Onun Dersinde Ciddiyet, Vakar, Huzur ve Sükûn Hakimdi:


İmam Ahmed´in dersinde üç husus göze çarpar ki, bunların ruh üzerinde güzel tesiri görülür; onlar da şunlardır:

Onun meclisinde vakar, sükun, ciddiyet, tevazu vardı, şaka, mizah, alay ve lehiv diye birşey yoktur. Lehiv, zaten aslında batıldır, mizah, ise aklın bir nevi püskürük atmıştır. Boşboğazlık nasıl kötüyse şaka da bazen kaka olur. Onunla tanışıp görüşenler onun bunları sevmediğini bilirlerdi. Gerek ilim meclisinde, gerek onun dışında başka bir mecliste onun yanında asla mizah yapmazlardı. Hattâ onun üstadlan bile onun bu halini bildiklerinden onun önünde mizahtan kaçınırlar­dı. İbn-i´Nuaym, Halef b. Salim´den nakil eder, o şöyle demiş: «Yezîd b. Harun´un meclisindeydik. Yezıd mizah yaptı. A hm e d b. Han-bel´de öksürdü, bunu anlayan Yezid, eliyle alnına vurarak Ahmed´in burada olduğunu bildirsenizde mizah yapmasaydım, dedi.»

Ciddilik ruhu, vakar ve sekinet bir gölge gibi onun meclisinin üze­rine kanat gerip hâkim olurdu. Zira Hz. Resulü Ekrem´in Hadis şeriflerinin sünnetin rivayet olunduğunu, Ashabın ve Selef-i Şali-hin´in asarının nakil edildiği bir meclise yakışan budur. Vakar ve huzu­run bir faydası da sözün kalbine işleyip yerleşmesini sağlar. Ruhta tesirini arttırır. Lâtife, melali, yorgunluğu biraz giderir, fakat onun çok­luğu ilmin celâl ve ciddiyetini zedeler, parlaklığını, ihtişamını gölgeler. Ahmed mizahtan tamamiyle sakındı. Çünkü Hadîs ve Sünnet riva­yeti, ona göre bir nevi ibadettir. İbadet vakti mizah yapılmaz. Mizah buna aykırı düşer. Mizah yorgunluğu gidermek için olduğundan Hadisin ve Sünnetin rivayetiyle ibadet etmekte olan kimse de, yorulmayacağtna göre, mizaha gerek yok. Yoruldu denemez, çünkü ibadetten yorulan kimseden hayır gelmez.


40- O, Sormadan Söylemez, Kitaba Bakmadan Nakletmezdi:


İkinci olarak onun dersinin bir özelliği de şudur: O, istek olmadan, sormadan ders vermezdi. Biri bir mevzua dair rivayet olunan bir Hadis sorar, o da hadislerin toplanıp yazılmış olduğu kitapları getirir, öyle cevap verirdi. Kitaplarda aramadan birşey demezdi. İkinci olarak da bir Hadisi şerif nakledeceği zaman, onu ancak kitaptan söylerdi. Nakil doğru olsun, mümkün olduğu kadar hata zannından uzaklaşmak için böyle yapardı. Çok nadir hallerde, kitaba müracaat etmeden Hadisi şerif naklettiği de olmuştur, ama bu sayılacak kadar azdır, hattâ Hadis okuttuğu sürece kitaba müracaat etmeden kaç defa Hadisi naklettiğini sayanlar olmuştu ki bu 100 Hadisi geçmez.

40 sene kadar Hadis okuttuğu halde, uzun müddet devam eden bu nakil ve rivayet süresinde kitaba bakmadan hafızasından söyledikleri bu kadar azdır.

Zehebi Tarihinde, Ahmed´in arkadaşı Mervezi´den şunu nakleder. O, Ahmed´in meclisini şöyle anlatır: «Ebû Abdullah Ah­med´in meclisinde fakir en aziz tutulduğu kadar başka yerde tutuldu­ğunu görmedim. Yoksulları korurdu, dünyaya tapanlardan hoşlanmaz­dı. O son derece şefkatliydi. Aceleci değildi. Çok mütevazi idi. Sekinet ve vakar sahibiydi. İkindiden sonra ders meclisine oturur. Sorulmadan birşey söylemezdi.»[29]

.Bu rivayetten de görülüyor ki, o sorulmadan söylemezdi. Çünkü beyan, talebe göre olmalıdır. Şu da anlaşılıyor ki, o Müsnedîni yazar­ken onu çocuklarına ve hususi talebelerine, talep olmaksızın yazdırmış­tır. Halbuki diğerlerinde böyle değildir, sormadan söylemez ve yazdırmazdı.

İbn-i Cevzi, Ebû Hatem Râzi´den naklen şunu kaydeder: 213 yılında ilk karşılaştığımızda Ahmed b. HanbePe geldim. Namaza gelir­ken yanında Eşrube kitabını, İman kitabını da getirmiş. Namazı kıldı. Kimse birşey sormayınca onları eve iade etti. Diğer bir gün geldim, yine o iki kitabı çıkardı. Bana öyle geldi ki, bu iki kitabı getirmekle sevap umuyor. Çünkü İman kitabı dinin aslıdır. Eşribe kitabı da insanları serden korur. Çünkü her kötülüğün başı sarhoşluktur.»[30]

Bu nakil gösteriyor ki, İmam Ahmed, mescide çıkarken yanında kitap bulundururdu. İnsanlar ona birşey sorarlarsa bakıp Hadisle cevap verecek, O, Hadise ait kitaplardan İman kitabını yanında götürüyor. Çünkü çeşitli inançların ortada çalkandtğı, dalâlet yollarının çoğaldığı bir sırada İmana ait sorular da artar, insanlar bunları çok sorar. Keza Eşribe kitabını yanında bulunduruyordu. Zira çeşitli milletlerin bulun­duğu o yerlerde, haram içkiler çoğaldı, türlü içkiler türedi, takva sahibi olanlar, bilmeyerek, farkına varmadan harama düşmekten korktukla­rından bu konuda çok sorarlardı. ALLAH´ın hela! kıldığı şeylerden sapıpta habîs içki kullanmış olmak korkusu, onları sormağa sevkederdi. Bu sebepten Ahmed bu iki kitabı yanında bulundururdu.

Bütün bu haberler bize gösteriyor ki, Ahmed b. Hanbel, konu ile ilgili bir hadis sorulmadıkça, hadisi nakil ve rivayet etmiyordu. Ve bir de kitaptan nakil etmeden ezbere cevap vermiyordu. Halbuki kendisi mevsuk ve kuvvetli bir Hadis hafızı idi. Bütün Hadis âlimleri, zamanında onun kadar çok Hadis ezberlemiş, mevsuk, emin bir kimse bulunmadı­ğını ittifakla söylerler. Buna rağmen ihtiyatlı davranır, kitaptan naklederdi.

Oğlu Abdullah şöyle demektedir: «Babamın kitaba bakmadan îzberden hadis rivayet ettiğini görmüş değilim. Ancak yüzden az Hadis böyle rivayet etmiştir.»[31]

Talebelerini ve arkadaşlarını da buna teşvik ederdi. Belki yanılırlar korkusiyle onları kitaba bakmadan, hadis rivayetinden nehyederdi. İRivayet olunur ki, Ali b. Medînî ancak kitaptan rivayet ederdi,kitaba (bakmadan Hadis nakletmezdi. Sebep sorulunca: Üstadım Ahmed b. İHanbel´bana ancak kitaptan Hadis rivayet etmemi, emir etti, dedi.»

İmam Ahmed´in kendisine böyle emir ettiğini söyleyen bu Ibn-i Medl-Ini: Bizim arkadaşlar içinde, Ebu Abdullah Ahmed´den daha kuvvetli ve daha çok hadis ezbere bilen yoktur, der.


41- Dersleri, Biri Hadis Dersi Diğeri Fıkıh Dersi Olarak İki Nev´idir:


Üçüncü olarak onun dersinin bir özelliği de şudur: Dersleri konu itibariyle iki kısımdır.

Birisi Hadisi şerif rivayet ve nakli olup bunları talebesine kitaptan yazdırırdı, görüldğü üzere, nâdir haller dışında, hıfza dayanmazdı.

İkinci ders halkası fıkıh ve fetva dersi olup bunlara bazen yeni hüküm çıkarmak, istinbat etmek zorunda kalırdı, bunları talebesinin yazmasına müsaade etmez, ondan nakil etmelerine de izin vermezdi. Ancak Hz. Peygamberin (O´na şalat ve selâm olsun) Hadisi şerifle­rini yazmayı caiz görürdü. Onun re´yine, kanaatına göre: Din ilmi kitap ve sünnettir, Kur´an ve Hadistir. ALLAH´ın kitabının ve Resulünün sünnetinin yanına din hakkında insanların görüşlerini yazmak bid´attır. Onun en hoşlanmadığı, kızdığı şey, kendi fetvalarının bir kitaba toplanıp yazılmış olduğunu görmektir. Talebesinin onun fetvalarını nakletmele­rini de hiç istemezdi. Bunların kendisine nisbetini inkâr ederdi, çünkü söylediği şey iyice bilinmemiş olabilir. Onun için bu onun görüşünce caiz değildir.

Kendisine bazı Horasan talebesinin ondan bir takım mes´eleler nakil ve rivayet edip bunları Horasan´da neşrettiği haberi ulaştı. Bunu duyunca: «Şahid olun, ben o mes´elelerin tümünden rücu1 ettim.» dedi. Horasanlı bir adam gelip yanında birşeyler yazıyordu. Yazdıklarına baktı, yazılanlar içinde kendi sözü olduğu gözüne çarptı, buna kızdı, kitabı elinden alıp attı.

Bu yalnız kendi görüşleri hakkında değildir. Başkalarının fıkha dair sözlerine nisbetle de bu böyledir. Adamın biri ona: Re´y ve dirâye kitaplarını yazar mısın? diye sordu. Hayır, dedi. Adam ona: Abdullah İbn-i Mübarek yazardı, dedi. Buna karşılık Ahmed:

 İbn-i Mübarek gökten inmediya, biz ilmi ancak yukarıdan almakla emir olunduk, dedi.[32] O, Hadis âlimlerini, İmam Şafiî´nin, Ebû Sevrin kitaplarını yazmaktan bile nehyederdi. Halbuki onun nez-dinde İmam Şafii üstaz derecesindedir, çok büyük mevkii vardır. Böyle şeyleri nehyeden Ahmed´in bütün rivayetleri sonra kalın ciltler halinde toplandı ve insanlar onlara bakıp faydalandı. İleride fıkhından söz eder­ken bu konuya döneceğiz.


42- O, Selef-i Salibin Yolundaydı:


İmam Ahmed´in dersleri hakkındaki sözü kesmeden önce, onun hayatının akışını anlatırken, burada önemli bir şeye işaret etmek isteriz: Ahmed (ALLAH ondan razı olsun) önce Hadis ve fıkıh talebi peşinde koşarken, sonrada hadis ve fıkıh okuturken, bu her iki devrede çok temiz ve halis bir selef hayatı yaşardı. Çağının karışık gürültülerinden, dalaşmalardan, fikrî, siyasî, içtimai ve harbî cereyanlarından uzak, tam bir muttaki mümin yaşantısı içindeydi. O ruhunun bütün safvetiyle, bir sahabe ve tabiîn havası içinde uçardı. Sahabe ve tabiinden sonra geten ve onların izinden giden Selef-İ Salihin´in yolunuseçmiş, onların izine koyulmuştu. Onun için onun ilmi de, fıkhı da sünnetti, onun dışında başka bir şeye dalıp karışmazdı. Ancak ashabın o işe daldıklarını bilirse, o zaman onların re´yini alıp ona uyar, başkalarını reddederdi. Eğer sahabenin o işi kurcaladıklarına dair bilgisi yoksa, ondan el çeker, karışmaz, sakınarak çekingen kalırdı, bilmediği bir şeyin peşinden git­mezdi. Onun ana yolu böyleydi. Bu ana caddeden sapmak, selefin çığırından sapmak olurdu, ALLAH´ın dinini tanımamak demekti. Aklî ve felsefî mes´elelerde çok derinliğe dalmağa çalışmak, aklın hududunu aşmak olur. O sarp ve dikenli yolda salimen kurtulsa bile kendini boşuna yormuştur, fikrini faydasız yere meşgul etmiştir, akıl herşeyi çözemez. Boş şeylerle uğraşmak kişiyi, ALLAH zikrinden alıkor, kalbi katılaştı, ibadet yolundan uzaklaştırır.


43- Abbasiler Devrinde Kültür Çalışmaları:


İmam Ahmed neden Selefi Salih yolunu tuttu, neden bu çığıra girdi? Bu soruya cevap verebilmek için, onun çağını beyanı, ileride bahsimizin münasip yerine bırakarak, burada onun yaşadığı zamana şöyle kısaca bir değinmek gerekir.

İmam Ahrned´in yaşadığı devirde, İran tesiri, Arap tesirine üstün gelmiş, galebe çalmıştı. İran medeniyeti, daha umumî tabirle, I Arap olmayan antiarabik bir medeniyet, İslâm toplumuna hâkim ol­mağa başlamıştı. İslâm şehirleri birbirine uymayan muhtelif milletlerle dolup taşıyordu. Çeşitli fikir akımlarıyla çalkanıyordu. Süryaniden, yu-nancadan ve diğer dillerden felsefe ve bazı ilimler tercüme olunuyordu. Türlü medeniyetler birbirine karışmış, kültürler birbiriyle çarpışıyordu. Böyle niza´ların çoğaldığı, muhtelif medeniyetlerin birbiriyle sür­tüşmesinin çalkandığı bir asırda, pek tabiî olarak, elbet eğri görüşler belirecek, sapık ahlâk başgösterecek, sakat fikirler çoğalacak, içtimai bozukluklar, çarpık düşünceler meydana çıkacaktır, Öyle ki, çarpık ve sakat şeyler ekseriyette olacak, alışılmış olan iyi,garip kalacak!

Bütün bu işler Abbasî Devletî devrinde oldu. İran kılıçlarıyla kurulan bu devlet, yerleşip istikrar sağlanınca, bunlar meydana çıktı. Halife Mansur, kuvvetli idaresiyle bunları önledi. Fakat Halife Mehdi gelince, kılıca dayanan fitneler, isyanlar çıktı. O da kuvvetle onları bastırmayı başardı. Harun Reşit halife olunca, bu niza´ları kaldırmak istedi. Kılıç kuvvetine başvurmadan harbsiz, sadece fikrin hâkim olduğu bir İslâm topluluğu, İslâm cemiyeti haline getirmeyi dü­şündü. Ulemayı, fukahayı, hadis âlimlerini kendine yaklaştırdı. Onun devleti zamanında bu sınıfın yüksek mevkii oldu, başta gelen bir züm­reydiler. Fakat Me´mun ki, İranlıların yardımıyla kardeşi Emin e galip gelip halife olmuştur. O başa geçince Arap olmayan unsurlar kuvvet buldu, mevkileri arttı. Felsefe ve yeni ilimler için Me´mun´dan daha çok yardımcı olan olmadı.

Bozguncular, kurnaz bölücüler çoğaldı, İslâm toplumunda yıkıcılar, perde arkasında oynayan fesadcılar aldı yurdu. İslâm düşüncesine uymayan garip görüşler ortaya çıktı. Bu durum karşısında gerçek müs~ lümanlar iki gruba ayrıldı. Bir kısmı bunlara karşı bir mukavemet cep­hesi kurup onlarla mücadele etti. Bir kısmı da bu niza´ın dışında kalıp karışmamak yolunu tuttu. İmam Ahmed bu ikinci gruptandır, o sakin tabiatı gereği, Selef-i Salihin´in semalarında uçarak ruhu onlarla yaşadı. Hatta çağdaşlarından biri onu şöyle nitelemiştir: «O zamanın­dan geç kalmış büyük bir tabiidir!»


44- Dalâlet Ehline Sükûtla Cevabı Önerirdi, Sefihe Cevap Sükûttur:


İmam Ahmed, (ALLAH ondan razı olsun), Selef-i Salih´den nakle­dilmeyen, me´sur olmıyan şeylerle uğraşanlarla alâkayı kesmiş, hattâ onlar reddetmeye bile tenezzül etmiyordu, ölünceye kadar bu hal devam etti. Bir adam ona mektup yazarak kelâm ehlite münazarayı sordu. İmam Âhmed (ondan ALLAH razı olsun) ona şu mektupla cevap verdi:

«ALLAH sonunu hayırlı kılsın. Bizim eskilerden duyduğumuz, kendi­lerine yetişdiklerimizden işittiğimiz şudur: Onlar ilm-i kelâmdan hoş­lanmazlardı, sapık fırkalarla oturup konuşmazlardı. Mühim olan şudur: ALLAH´ın kitabında olana teslim olup ona dayanmaktır. Sen bunu geçme. Kitap yapmak, bid´atçılarla oturmak gibi hep sonradan çıkma bid´attan hoşlanmamakta İnsanlar hep devam etmektedirler.»[33]

Ahmed b. Hanbel, insanları ilm-i kelâmdan nehyederdi. Kelâm ilmi, İslâm inancından felsefî bir yolla bahseder. Kelâm âlimleri, isabetli (de konuşsalar, onları zemmederdi! ALLAH Teâlâ´nın isimlerinde ve sıfat-arında tetkik-i nazardan nehyederdi.

Bu nehinin sebebi, selef bu yolu tutmamış olmasıdır. Sonra bu bir defa doğruya götürürse, bazen dalâlete düşürebilir. Akıl bu alanda dolaşırken şaşırabilir. Kurtuluş olmayınca, dalalette kalır.


45- Fazilet Timsali Bir Alim.


Ahmed b. Hanbel, ders okutmaya başladı. Derslerinde saf mümin­lerin havasında yaşayan bir huzurlu ve samimi iman sahibi vakarı vardı. Kendisi sahabe ve tabiîn zamanlarında yaşıyormuş gibi sâfdı. Talebe­sini kendi izinden gitmeye, çığırına uymaya çağırıyordu. Bunu hem sözüyle, hem fiiliyle yapıyordu. O tam manasiyle takva sahibi selef-i salih adamının canlı bir örneğiydi, mü´mini kâmil timsaliydi. Bu hu­susta onların yaşadığı gibi yaşayanların çığırından giderdi. Meselâ Süfyan Sevrî, Abdullah îbn-i Mübarek ve diğerleri bu mübarek kafilenin başında gelenlerdendir. İleride yeri gelince bunlardan söz edeceğiz.

Bu takva sihibi ve mübarek zatın, evinde ve me.scidde sükûn ve huzur içinde güven altında yaşamak en tabii hakkıydı. Onu kimsenin rahatsız etmemesi, huzurunu bozmaması lâzımdı. Fakat kader böyle değilmiş, talihi yokmuş. Durgun, temiz bir göl gibi sakin ve sessiz yaşayan bu ilim gölüne iftira taşları attılar, onun sükun ve huzurunu bozdular. İnanç ve imanından dolayı onu incittiler. Bu büyük ve değerli imam, kanaati uğrunda en çetin sınava uğradı. Hem vücudu hırpalandı, hem ruhu şiddetle sarsılmak istendi. Vücuduna inen kırbaçlardan derisi yara-bere içinde kaldı. Elleri kelepçeli, zincire bağlı, bir yerden .başka yere götürüldü, demirler içinde sürüklendi. Bütün bunlar niçindi, bilir misiniz? Selef-i Salih´in dalmadığı bir mes´eleye katılmak istemediğin-dendi. Me´mun ve onun yanını tutan bazı âlimler Kur´an mahlûktur, diyorlardı.. Ahmed bunu demiyordu. İşte bu yüzden başına neler geldi, bu iş nasıl başladı, neler oldu, nasıl bitti, aşağıdaki satırlar bunu anlata­cak. 34)
 


[23] Bak: Zehebl Tarihi. Ahmed maddesi.

[24] Ebû zehra, Ebû Hanife, s.26. 42

[25] Ibn-i Gevzi, Menâktb, 31.

[26] Ibn-i Cevzi, Menakıb, s.118.

[27] İbn-i Cevzi, Menâkıb, 210.

[28] Aynı Kaynak, Aynı Yer.

[29] Zehebî, Ahmed b. Hanbel´in Hayatı, Müsned´in Ahmet Şakir tetkikiyle yapılan Tab´ı Mukaddi­mesi.

[30] Hılyet´ül-Evliya, C?1, s.165.

[31] Gızâul-Elbâb, 5.159.

[32] Bak: fbn-i Cevzi, Menakıb, 198-193.

[33] Hafız Zehebi, Ahmed Maddesi, Müsned Mukaddimesi, Maarif Tab´ı, Kahire.