hafiza aise
Tue 15 November 2011, 05:04 pm GMT +0200
Hayâ imandan gelir
Mayıs 2008 32.SAYI
Güzel ahlak ve hayâ imandan gelir. İmanın bir şubesidir. Hayâsını kaybetmiş bir insan, zamanla diğer dini hasletlerini de kaybeder. Çünkü bir Müslüman için hayâ, Müslümanlığın en temel göstergelerinden biridir.
İnsanın toplum tarafından beğenilip takdir görmesi, kıyafetinden yeteneklerine ve hatta vücuduna kadar her şeyini büyük bir “cesaretle” teşhir etmesi, başkalarını geride bırakarak öne geçebilmek için hak hukuk tanımadan her fırsatı değerlendirmesinin özendirildiği bir devirde yaşıyoruz. Böylece nefsin arzu ettiği her şeye kolayca ulaşılıyor. Ve hayâsızlıkla, arsızlıkla öne geçenler topluma “örnek” olarak gösteriliyor.
Talebenin hocadan, küçüğün büyükten, gencin yaşlıdan, kadının erkekten hayâ etmesinin utanılacak bir davranış gibi görüldüğü bir hayatta, tabiatıyla yaratılanın Yaratıcı’dan hayâsı da söz konusu olmayacaktır. Zira güzel ahlak ve hayâ da imandan gelir. İmanın bir şubesidir. Hayâsını kaybetmiş bir insan, zamanla diğer dini hasletlerini de kaybeder. Çünkü bir Müslüman için hayâ, Müslümanlığın en temel göstergelerinden biridir. Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu gerçeği; “Her dinin bir ahlakı vardır. İslâm’ın ahlakı da hayâdır.” (İbn Mâce, Muvatta) buyurmak suretiyle dile getirmiştir.
Hayâ nedir?
Günlük dilde genellikle “utanma” anlamında kullanıldığı halde, “hayâ”nın bundan çok daha geniş ve derin bir anlamı var. Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v), “Allah’tan hakkıyla hayâ edin” buyruğuna sahabenin (Allah onlardan razı olsun), “Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a hamdolsun; biz Allah’tan hayâ ediyoruz” demesi üzerine şu çarpıcı ifadeyi kullanması hayânın gerçek anlamını açıkça göstermektedir: “Kastettiğim bu (sizin anladığınız) değil… Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî) Bu hadis-i şerifte insana Allah Teala’nın bahşettiği el, ayak, göz, kulak, dil gibi maddi vücut organları ve akıl, kalp, tefekkür gibi manevi hassaların tamamı kastedilmektedir.
Müslümanca hayatın temeli
Peygamberimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur: “İlk nübüvvet sözlerinden insanlığa ulaşan öğütlerden biri şudur: Eğer hayân yoksa, dilediğini yap!” (Buharî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel, Taberanî, İbn Hibban) Ulema bu hadisi açıklarken şöyle der: “Gerçek hayâ, Allah Teala’dan utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak şeylerden kaçınmakla elde edilir. Bunun aslı da İslam’a göre değerli olmayan şeyleri (malayaniyi) terk ve anlamlı, değerli şeylerle iştigal etmektir. Kim bu söyleneni yerine getirirse, Allah Teala ona gerçek hayâya ulaşmayı kolaylaştırır. Hayânın birçok mertebesi vardır. En üst mertebesi, kişinin, zahirde ve batında Allah Teala’dan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşahede makamı kazandıracak olan murakabe makamıdır.
Hayâ peygamberlerin sünnetindendir
Bu anlamdaki bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel) Şu halde hayâ, peygamberlerin insanlığa kadim bir mirasıdır. Ve ancak onlara inananların şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak görünür. Efendimiz’in (s.a.v), “bütünüyle hayır” olarak nitelendirdiği hayâ duygusunun canlı bir timsali olarak, kendisinin de yüksek bir hayâ duygusuna sahip olduğunu (Buharî) ve evinde oturan bir genç kızdan daha hayâlı olduğunu görüyoruz. (Buharî, Müslim)
Hayâ timsali olmakla diğer sahabîlerden ayrılan Hz. Osman (r.a), bu özelliği sebebiyle Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) özel itinasına mahzar olmuştur. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) yanına girdiğinde normal oturuşunu değiştirmediği halde, Hz. Osman (r.a) yanına girdiğinde toparlandığını görenler, bunun sebebini sorduğunda şöyle buyurmuştur: “Meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden benim hayâ etmemem doğru olmaz.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Utangaçlık hayâ mı?
Acaba hayâ duygusu insanın bir kişilik özelliği olarak yaradılışında mı mevcuttur, yoksa ona dinin kazandırdığı bir haslet midir? Bu soruya cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Her ne kadar bazı insanlar yaratılış olarak utangaç iseler de, onlardaki bu duygu, dinimizin çizdiği sınırlar çerçevesinde olmadıkça makbul değildir. Dinin makbul saydığı hayâ, sadece insanlar karşısında değil, Allah Teala’ya, meleklere ve diğer mahlukata karşı da yaşatılması gereken bir duygudur.
Şu halde dinimizin itibar ettiği hayâ, imana, niyete ve bilgiye dayalı olmalıdır. Nefsiyle baş başa kaldığında hayâ duygusuyla bağdaşmayan işler yapabilen bir kimsenin utangaçlığı, hayâdan değildir.
İçinde bulunduğumuz zamanda toplumları derinden etkileyen her türlü bunalımın ve küresel felaketin temelinde, çıkarcı, fırsat düşkünü, utanmaz ve uslanmaz insanların bulunduğunu görüyoruz. Özellikle kadınların bedeni her türlü hile, sahtekarlık ve ahlaksızlığın maşası olarak kullanılıyor. Bunlara karşı olduğunu söyleyen ve tesettür emrine riayet ettiğini zannedenlerin birçoğu da moda ve benzeri yabancı etkilerle, yabancı erkeklerin dikkatini çekecek şekilde süslü, dar ve çekici kıyafetlerle ortalıkta dolaşmaktan rahatsız olmuyorlar. Sonuçta bilenler bildikleriyle, cahiller cehaletleriyle hayâyı hayattan kovuyor. Çünkü bu hayatta var olmanın, fırsatçılıkla, yırtıcılıkla ve “medeni cesaret”le mümkün olduğu söyleniyor. Böyle bir ortamda güzellikten, faziletten, esenlikten ve huzurdan söz etmek mümkün değildir.
Efendimiz’in buyurduğu gibi; “Edepsizlik ve çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği yeri güzelleştirir.” (Tirmizî) Bu durumda Allah’tan, meleklerden ve hak dostlarından utanan; kadın erkek herkes niyetini kontrol etmeli. Dinimizin bu konuda emir ve yasaklarını iyice öğrenip, hem zahiri, hem de batıni olarak hayatlarını güzelleştirme gayreti içinde olmalıdır.
M. Saki EROL