armi
Tue 29 December 2009, 04:59 pm GMT +0200
Hatırların Taksimi Ve İsimlerinin Açıklaması
Hatırların toptan olarak isimlendirilme sine baktığımızda kalpten iyi istikamette geçen hatırlara ´İlham´, kötü istikamette geçen hatırlara da (Visvas=Vesvese´, korku ve endişeler babında geçen hatırlara ´Hisas´, iyiliği takdir ve ona ümitlenme istikametinde geçen hatırlara ´Niyet´, mubah işleri tasarlamak, onlar için umutlanma şeklinde geçen hatırlara ´Emel ve Ümniye=Umuntu´, ahireti, cennet ve cehennemi hatırlama babında geçen hatırlara ´Tezkîr ve Tef-kîr=Hatırlama ve düşünme´, gaybın ayne´l-yakin olarak temaşa edilmesi meyanmda geçen hatırlara ´Müşahede´, kişinin geçim, işlerini çekip çevirme babında geçirdiği hatırlara ´Hemm=Tasa´, alışkanlıklar ve şehvetlerin dürtülerinin tahrikiyle doğan hatırlara da ´Lemem=Küçük günahlar denildiğini görüyoruz.
Bunların tamamına birden ´Havâtır=Hatırlar´ yani akla, hatıra gelen şeyler denilmiştir. Çünkü bunlar, esas olarak nefsin tahriki, şeytanın hasetle telkini veya meleğin fısıltısı gibi hususlardan uzak olmazlar.
Kalbe tesir eden gayb hazinelerinden doğan hatırların tertib ve sıralamasın baktığımız zaman, altı esasta toplandıklarını ve bunlardan üçünün hoşgörülebilir, üçünün de talep edilir olduklarını görürüz. Bunlar, izhar edilen şeyin sınırlarını teşkil ederler.
Bu esasların ilki Himmet´tir. Himmet, bir şey hakkında nefsin vesvesesinden ortaya çıkan şeydir. Kulun hisleri vasıtasıyla şimşek gibi karşı karşıya kaldığı durumdur.
Kul, bunu zikir ile savarsa yokolup gider. Eğer gaflete dalarak başıboş bırakırsa kul için tehlikeli olabilir. Çünkü bu, şeytanın süsleyeceği bir hatırdır. Kul bu hatırı reddederse kaybolup gidecektir. Eğer ondan yüz çevirirse, o vakit güçlenerek vesvese halini alabilecektir.
Vesvese, nefsin şeytan ile konuşmaya ve onu dinlemeye başlaması halidir. Şayet kul bu vesveseyi Allah Teala´mn zikriyle dışlarsa şeytan gizlenecek nefs de zikre meyledecektir. Bu üçü Allah Teala´mn merhameti sayesinde hoşgörülecek ve kul, bunlardan dolayı hesaba çekilmeyecektir.
Kul, nefsin şeytanla konuşmasına müsaade eder, nefs de onunla konuşma ve onu dinleme işini uzatırsa, o zaman vesvese güçlenecek ve niyet halini alacaktır. Eğer kul, bu niyeti hayırlı bir niyet ile değiştirirse istiğfarda bulunup tevbe etmesi gerekir.
Aksi halde bu niyet daha da gelişip güçlenecek ve bir ´Akit´ yani ısrarlı karar halini alacaktır. Eğer bu akdi tevbe ile bozarsa bozulmuş olur.
Eğer tevbe etmezse o vakit akit daha da güçlenecek ve azim halini alacaktır ki bu da fiilin ifasına yönelme halidir. Kalbi amellerden olan bu üç hal, kul açısından ahiret hesabına maruz bıraktıracak hallerdir.
Kul, bu amellerinden dolayı mesul tutulacaktır. Eğer son safhada Allah Teala kulun yardımına yetişmezse, o zaman azim daha da sağlamlaşarak fiili talep ve gayret sarfetme noktasına ulaşacaktır. Neticede gayb ve melekut hazinelerinde varolan bir fikir, buradan çıkarak uzuvlar tarafından icra edilen bir işe dönüşerek mülk ve şehadet aleminin hazineleri arasındaki bedenin fiillerinden biri haline gelecektir.
Bu işlerin de bir kısmı iyilik, bir kısmı ise kötülük dairesinde ifa edilecektir. Bunlar arasında iyilik babından görülenler; himmet, niyet ve azim gibi derecelerinde bulunabilirler ki bunlar ´Niyetler´ dairesinde değerlendirilerek kul için ilahi irade nezdinde hasenat arasında görülür ve buna göre sevaplanırlar.
Kalbi ameller arasında niyet, akit ve azim merhalesinde olanlar da kul için sorgu sebebi ve günah kazanma vesilesi olurlar. Günaha ve kötü amellere dönük olarak teşekkül etmiş bu nevi niyet ve akitler, kulun mesul tutulacağı kötülüklerdendir. Nefs için hiçbir şey, şeytan kadar dost ve uyumlu bir yoldaş olamaz.
Allah Teala da vesvese babında o ikisini birlikte zikretmiştir: "O sinsi vesvesecinin şerrinden..". (Nas/4); "Ve nefsinin verdiği vesveseyi biliriz". (Kaf/16) Allah Teala´nm yarattığı bütün varlıkların bir benzeri, bir de zıddı vardır. Nefsin benzeri şeytan, her ikisinin zıddı ise ruhtur. Uzuvlardan sadır olan ameller Taat ve Masiyet türleriyle sevap ve ağırlık bakımından herşeyden daha ağır ve fazladırlar. Zira her iki tür amel de ya Tevhid şehadetinin, ya da şüphe, küfür ve itikadi bidatların etkisiyle bedenden sadır olurlar.[67]
Başka Bir Beyan Ve Açıklama:
Bir de kalpte günah ve masiyete yönelik belirip kaybolan tahrikler vardır. Belirdikten bir müddet sonra değişiveren bu hisler, şeytandan kaynaklanan dürtmelerdir. Kalpte kalıcı, devamlı veya uzun ömürlü olarak varolan heva ve sıkıntı gibi haller ise, nefs-i emmare´den sadır olan hallerdir. Nefs bunları, ya tabiatı icabı veya kötü alışkanlığı gereği ister. Kulun günah işleme istikametinde kalbine doğan istek ve bundan duyduğu hoşnutsuzluğa gelince, bunların ilkinin şeytandan kaynaklandığım, ikincinin ise imandan sudur ettiğini görürüz. Aynı şekilde kulun bir günah ve masiyet için şevk ve istekle dolması, ardından da buna karşı kendini engellemesi hallerinden ilkinin nefs-ten, ikincinin ise melekten sadır olduğunu söyleyebiliriz.
Kulun, dünyanın akıbeti veya kendi halinin çekip çevrilmesine dair düşündükleri akıldan kaynaklanır. Korku, haya, vera´ gibi ahi-rete dair meselelerdeki halleri ise imandan sudur eder. Kalbin şahit olduğu, tazim, iclal, Allah Teala´dan çekinme ve yakınlık gibi haller ise Yakin´den sadır olur ki, imanın ziyadesi çerçevesinde değerlendirilir. "İş tamamıyla O´na döner. Öyleyse O´na ibadet et ve O´na tevekkül et". (Hud/123) Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahım, Sen´den Sana sığınırım"[68] Bunlar, sadece sınırların açıklaması, mekanın izharı ve ilmin teyidi içindir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Biz herşeyi açık bir şekilde açıkladık". (İsra/12); "Andolsun ki ayetleri ilmeden bir kavim için açıkladık". (En´am/97)
Tevhid ve müşahedede tefekküre yer yoktur. İşarette ayanlık olmadığı gibi kudret-i ilahide de hesaplama yoktur. Ama tafsile, yani ayrıştırmaya ihtiyaç vardır. Ama bu tafsil, yani ayrıştırma ilmi, tevhidden yapılamaz. Tafsil,,sert lisana göre çokların arasını ayırmak, tefrik etmektir. Çünkü ancak bu şekilde tarikler açığa çıkarılıp yollar aydınlatılır ve sülük sahipleri yollarını bilerek amel sahiplerinin tertibi yapılır. Allah Teala´nm şu buyruğu da bu şekilde tahakkuk etmiş olur: "Ta ki helak olan, açık bir delili gördükten sonra helak olsun. Sağ kalanlar da bu açık delilden sonra yaşasın". (Enfal/42) Allah Teala işinde mutlaka galib olandır.
Ulemadan bir zat, kulların amellerini tafsil edip bunları emir ve irade başlıkları altında tefrik etmiş ve şöyle demiştir: Kulların amelleri şu üç esas dışında kalamaz: Farz, fazilet ve masiyet. Deriz ki: Farz, Allah Teala´nm emri, muhabbeti ve iradesinin konu olduğu amellerdir. Bu üç esas farzlarda birarada bulunurlar.
Faziletler, yani nafileler ise Allah Teala´nm emriyle yapılmış ameller değildir. Çünkü O, bu amelleri farz kılmamış ve terkeden-leri cezalandırmamıştır. Ama bunlar da O´nun muhabbet ve iradesine mazhar olan amellerdir. Çünkü Allah Teala bunları meşru ve mendub kılmıştır.
Masiyete gelince o da, Allah Teala´nm yasağı gereği yapılmayan amellerdendir. Çünkü O, bu gibi amelleri gönderdiği peygamberlerin dilleriyle meşru kılmamıştır. Bunlarda Allah Teala´nm muhabbeti de mevcut değildir. O bunları, emretmediği ve mendub kılmadığı için çirkin görmüştür. Ama bunlar da O´nun iradesiyle tahakkuk ederler. Çünkü mevcudat aleminde hiçbir şey O´nun ilminin dışına çıkamadığı gibi hiçbir fiil de O´nun iradesi dışında cereyan edemez.
İrade ve Meşi´et, aynı manayı ifade eden kelimelerdir. Netice itibarıyla kainatta hiçbir şey Allah Teala´nm ilmi haricinde kalmadığı gibi hiçbir fiil de O´nun iradesi olmaksızın sadır olamaz. Allah, kulunun murad ettiği şeyi bilir. Bu, O´nun sabık ilminde mevcuttur. Yine O, bildiği şeyi murad da eder. Böylece O´nun iradesi, sabık ilmini açığa çıkarmış olur. Gayb ilmi de O´nun görülür iradesinin zuhuruyla açığa vurulmuş olur. O, gayb alemini de, kullar tarafından görülebilir olan şehadet alemini de bilendir. Gayb O´nun ilmi, şehadet ise malûmu ve bildirdiğidir. Malûm, ilme nasıl muhalefet edebilir? Çünkü o, onun icrasından ibarettir. İrade de ilmi, halkın malumlarında yürürlüğe koyar. İşte bu da tevhidin farzıdır.
Hükümlerin tafsil ve açıklamasıyla helal ve haramın beyanı babında nafileler emir dairesinin dışında kaldığı gibi masiyetler de muhabbet dairesinin dışında yeralırlar. Ancak hiçbir masiyet, O´nun iradesi dışında cereyan edemez. Allah Teala buyurdu ki: "Büyük küçük herşey yazılıdır". (Kamer/53) Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Herşey kaza ve kader iledir. Acz ve zeka bile".[69]
Bir alimimiz Allah Teala´nm verme ve engellemesi noktasında vasıta teşkil eden iki arazı zikrettikten sonra emir ve irade arasında çok ince bir ayrım yapmıştır: Dostlarımızdan biri bana şöyle bir hadise nakletti: Bir defasında kendisine ´İblis´e, Adem´in önünde secde etmesinin emredildiği (Bakara/34) ayeti hakkında şu soru sorulmuştu: Allah Teala, şeytandan bunu murad etti mi yoksa etmedi mi? O da şu cevabı vermişti: Hem etti, hem de etmedi. Yani şe^i olarak ve hükmünü izhar edip İblis´i mükellef kılma babında murad etmişti. Ancak secdenin gerçekleşmesi ve olması noktasında murad etmemişti. Çünkü Allah Teala´nm murad ettiği bir şey kesinlikle gerçekleşir ve O´nun olmasını dilediği bir şey de muhakkak olurdu. O´nun fiil olarak tahakkuk etmesini dilediği fiil de mutlaka gerçekleşecektir. Bu meyanda O´nun şu buyruğuyla karşılaşmaktayız: "Bir şey murad ettiğinde O´nun emri sadece ´Ol´ demektir hemen olur". (Yasin/82)
Burada İblis´in ona secde etme fiili gerçekleşmediğine göre, Allah Teala´nm bunu murad etmediği ortaya çıkmaktadır. Her iki emir birlikte, O´nun mükellef kılma ve kullukta bulunma iradesiyle İblis´in secde etmemesini murad edişini ihtiva etmekteydi. Netice itibarıyla İblis, ona secde etmeme iradesinden imtina etmeye güç yetiremediği için secde etmedi. Aynı İblis, mümin olmaktan imtina etmeye de güç yetiremediği için mümin olarak kalmıştır.
Benzer bir durumu, Allah Teala´nm Adem´e (as) yönelik ağacın meyvasmdan yemeyi yasaklamasında görmekteyiz. Allah Teala bu yasağı koyarken onun meyvayı yemesini hem murad etmiş, hem de etmemiştir. Yani onun ağaçtan yemesini gerçekleşme ve olma bakımından murad etmiştir. Bu da yukarıdaki "Bir şey murad ettiğinde O´nun emri sadece ´Ol´ demektir hemen olur". (Yasin/82) buyruğu gibidir. Ama öte taraftan bu fiilin gerçekleşmesini şe^i olarak ve emir bakımından murad etmemiştir. Çünkü ona bunu emretmediği gibi meşru da görmemiştir. Şu halde her iki emir birlikte O´nun iradesini teşkil etmektedir.
Buna göre kulu Adem (as) hem emredilmiş, hem de mükellef kılınmış olmasına rağmen O´nun iradesi, yemesi istikametinde olduğu için neticede iradesi tahakkuk etmiş ve yasak ağacın meyvasım yemiştir. Allah Teala´nm emrettiği ve murad ettiği şeylerin tamamı için aynı durum geçerlidir. Allah Teala, kulları için emir ve yasaklar murad etmek suretiyle onların mükellef ve kul olmalarını murad etmiştir. Ama O, bu emir ve yasaklara gönülden bağlı kalmak istemeyenler için bunların tahakkuk etmesini murad etmemiştir. Çünkü O, zatı hakkında "Bir şey murad ettiğinde O´nun emri sadece ´01´ demektir hemen olur". (Yasin/82) buyurmaktadır.
O, bir şeyin olmasını dilediğinde veya birşeyi oldurduğunda anlaşılan odur ki onun böyle olmasını murad etmiştir. O´nun emirleri günahkarlar tarafından tatbik edilmediği zaman da bilinmelidir ki Allah Teala bu kullarının o emirlere uymalarını dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı, olması zaruri olurdu. Aynı durum yasakları için de geçerlidir. Eğer O, bu yasakların çiğnenmesini dilememiş olsaydı, bütün kulları yasaklara karşı çekimser olurdu. Şu halde bir şeyin oluşu, Allah Teala´nm o istikametteki iradesinin varlığının delilidir.
İlahi irade, emir ve yasak istikametinde olabilir. Bu emir ve yasaklara saygılı omaları noktasında bütün kulları mükellef kılınmıştır. Ama bu fiillere bağlılık kulların tamamında görülmemektedir. Çünkü O, kulların hepsinin emir ve yasaklara bağlı olmalarını murad etm. niştir. Eğer murad etmiş olsaydı, öyle olurdu. İşte kulların maruz oldukları imtihanın temel esası ve kulların imtihanlarının neticelerini ortaya çıkarma iradesinin tezahürü budur. Allah Teala bir şeyi emrederken, onun zıddımn gerçekleşmesini murad edebilmektedir. Aynı şekilde bir şeyi yasaklarken de onun yapılmasını murad etmiş olabilmektedir.
Ebu´l-Hasan (ra), emir ve hayır ilmi, imtihan ve zorlama mevzularında bugün çoklarınca ulaşılamayan ve insanlar tarafından sorulmayan hakikatlara işaret etmişti. Ona göre, emir terk ile, ne-hiy yapmak ile tezahür edebilmekteydi. Allah Teala imtihanın gerçekleşebilmesi için hükümleri izhar etmekte, kulların imtihana maruz kalabilmeleri için de uzuvları kendi iradesi istikametinde zorlamaktaydı.
Bu ilimde imamımız olan Hasan el-Basri (ra) ise, ondan daha Önce ilmin varlığına göre azap edilmesi ile, emirlere muhalefet sebebiyle azap edilmesi hallerini birbirinden ayırmıştı.
Bu ayrımı yapma sebebi ise, bugün Mutezile´nin imamı olup geçmişte Hasan´m meclisini paylaşan ve ondan ayrılmalarına sebep olan husus kendisine isnad edilen Amr b. Ubeyd´in zikrettiği bir görüşü duymuş olmasıydı. Amr şöyle demekteydi: Allah Teala birşey için önceden hüküm verip ardından onun için azapta bulunmaz. Hasan ona şunu söyledi: Vah senin fikrine! Allah Teala, kullarına haklarında önceden verilmiş hükümlerden dolayı değil emrine muhalefet ettikleri için azap edecektir. Bunun tefsiri şöyledir: Allah Teala kula münferiden hükmettiği, emir ve nehiy koymadığı bir hususta azap etmez. Çünkü böyle bir hususta kul için onu yapma veya şehvet duyma istikametinde bir müdahale isteği varetme-miştir. O´nun kulu hakkında hükmettiği hususlar onun kasıt ve şehvetle müdahil kılındığı hususlardır ki bundan dolayı da kula azap edecektir. Bunlar da nefsin kötülüğü ve halkın ifsadından ibarettir. Nefs bir şeye sokulduğu zaman, onun şerrine çevrilir.
Ümmet, ´Maşaallah´ yani ´Allah´ın dilediği gibi olsun´ sözü üzerinde müttefiktirler. İslâm ümmetine göre bunun manası, Allah dilemedikçe hiçbir şeyin olmayacağıdır. Yine ümmet, ´La havle vela kuvvete illa billah´ sözü üzerinde de müttefiktir. Bu söz de, bazı şeylerle sınırlı olmayıp her şey için umumi olarak kullanılan bir sözdür. ´Havi´ kelimesi, sözlükte hareket manasına gelir. Araplar uzakta beliren ve bir insan olduğu gibi bir ağaç veya bir kaya da zannedilebilecek bir siluet için şöyle derlerdi: Ona dikkatle bakın eğer hareket ediyorsa (=havl), insandır. ´Kuvvet´ ise, hareketten sonra gelen sebat halidir. Sebat, Allah Teala´nm verdiği güçle fiilin zuhur etmesi için yaşanan sabır halinin başlangıcıdır. Allah Resulü (sav) bunu tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmaktan O´nun ismeti dışında çeviren (=havl eden) yoktur. Allah Teala´ya itaatta da O´nun yardımı dışında kuvvet verecek yoktur". Hükümler hakkındaki bu tafsilat ve açıklamalar, ilmin zahiri, kaderin farzı, vahiy ve şeriatın muhtevasıdır.
Cebr yani zorlama hakkı, mülkün yegane sahibi ve Cebbar olan Allah Teala´ya aittir. O, kullarını dilediği gayeler için yarattığı gibi, dilediği ve murad ettiği şeylere de zorlayabilir. Onları dilediği şekilde yarattığı gibi dilediği şekle de sokabilir. Hüküm, yüce, büyük, tek ve Kahhâr olan Allah Teala´ya aittir. O, kullarına dilediği şekilde baskı uygulayabilir ve onlar üzerinde dilediğim icra edebilir.
En büyük delil, en ezici izzet, en etkili irade ve sabık dileme; Rubûbiyet ve Cebrîlik vasıflan gereği O´nun hakkıdır. Kullara düşen ise kulluk vasfı gereği; teslimiyet, bağlanma ve itaat sergileyerek gönüllü veya gönülsüz olarak O´nun rızası istikametinde gayret sarfetmektir. Malikiyet hakkının neticesi olarak Allah Teala sizleri azdırmayı dilerse bunu da yapar. "Eğer onlara azap etmek istersen (edersin), çünkü onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Yol Allah´a götürüyorsa tutulur. Ama sapmış yollar da vardır. Allah di-leseydi hepinizi hidayete iletirdi. Önünde de, sonunda da emir Allah´ındır.[70]
[1] Buharı, Tefsir-i Suret-i 48/2; Nesa´î, Kıyamü´l-Ieyl/17; îbni Mâce, İkamet/200; İbni Han-bel, IV/251
[2] Buharı, İlim/10; Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/32; İbni Hanbel, V/196
[3] Tafsilat için b. Tirmizî, TaharefllO; îbni Mâce, Taharet/90.
[4] Benzer hadisler için b. Müslim, İlim/7; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Hanbel, 1/386
[5] Müslim, Sıyam/159 Nikah/105; Tirmizî, Savm/63; İbni Mâce, Sıyam/47; Dârimî, Savm/31; îbni Hanbel, 11/242, 507
[6] Buharî, Tevhid/22; Müslim, İman/288; Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 33/9, 10, 11; İbni Hanbel, VI/241, 266
[7] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 305-324.
[8] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, Ahkam/21 Bed´ü´l-halk/11 ftikfill, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; İbni Mâce, Sıyam/65; Dârimi, Rikak/66; îbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337
[9] İbni Hanbel, 111/17
[10] İbni Hanbel, 11/212 IV/158 V/259.
[11] Tirmizî, İman/8; İbni Hanbel, V/221, 226, 227
[12] İbni Hanbel, III/198
[13] Buharî, Cihad/112, 156 Temenni/S; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cihad/89; Tirmizî, Da´avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimî, Siyer/6; İbni Hanbel, 1/4, 11
[14] İbni Mâce, Et´ime/50; Tirmizî, Et´ime/37
[15] İbni Mâce, İkamet/174
[16] Benzer hadisler için b. Buharı, Rikak/23; Müslim, Zühd/5O; Tirmizî, Zühd/10; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta´, Kelam/6; İbni Hanbel, 11/221, 297, 334, 355, 402 523
[17] Tirmizî, Zühd/11
[18] İbni Hanbel, VI/126, 207
[19] Ebu Davûd, Edeb/35; Tirmizî, Kıyamet/51; İbni Hanbel, VT/189
[20] Benzer hadisler için b. Tirmizî, Birr/23; Dârimî, Rikak/6; Muvatta´, Kelam/10; İbni Hanbel, 11/384, 386
[21] Tirmizî, Zühd/63.
[22] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 325-341.
[23] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/
[24] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 342-346.
[25] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 346-352.
[26] Buharı, Tefsir-i Suret-i 31/2 İman/37; Müslim, İman/57; Ebtı Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbrıi Hânbel, 1/27, 51, 53, 319.
[27] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 352-355.
[28] Müslim, Birr/56, 57; Dârimî, Siyer/72; İbni Hanbel, 11/92, 106, 136, 137, 156, 159, 191,195, 431 IÎI/323.
[29] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Zühd/37; Tinnizî, Zühd/37; İbni Hanbel, 11/196 III/324
[30] Ehu Davûd, Edeb/25, 98; İbni Hanbel, 11/432, 446, 453, 481, 484.
[31] Bu manada bir hadis için b. İbni Hanbel, 111/61
[32] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 355-362.
[33] Tirmizî, Zühd/59
[34] Buharı, Kader/5 Rikak/33; Tirmizî, Kader/4; İbni Hanbel, V/335.
[35] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 362-366.
[36] Ebu Davûd, Edeb/116; İbni Hanbel, V/194 VI/450
[37] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 366-369.
[38] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 369-373.
[39] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 374-384.
[40] Bu manada hadisler için b. Nesa´î, Cihad/19; ibni Hanbel, III/483.
[41] tbni Hanbel, IV/216.
[42] İbni Mâce, Taharet/48; ibni Hanbel, V/136
[43] Buharı, Ahkam/21 İ´tikaf/ll, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; îbni Mâce, Sı-yam/65; Dârimî, Rikak/66; tbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337.
[44] Müslim, Münafikun/69, 70; Tirmizî, RadaV17; Nesa´î, Nisa/4; Dârimî, Rikak/25, 66; İbni Hanbel, 1/257, 397, 401, 460 m/309
[45] Bu manada bir hadis için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 2/25
[46] Bu manada hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 4/6; İbni Mâce, Zühd/29; İbni Hanbel, 11/297 III/495.
[47] tbni Hanbel, 111/17
[48] İbni Hanbel, IIT/17
[49] Dârimî, Buyu´/2; îbni Hanbel, IV/227, 228.
[50] İbni Hanbel, IV/228.
[51] Bu manada bir hadis için b. îbni Hanbel, 1/215, 271.
[52] Buharî, Mevakit/28, 29; Müslim, Mesacid/161, 165; Ebu Davûd, Salat/152; Tirmizv, Sa-lat/23, 197 Cıım´a/25; Nesa´î, Mevakit/11, 28 Cum´a/41; Dârimî, Salat/22; Muvatta´, Cum´a/13, 15; İbni Hanbel, 11/241, 254, 265, 271, 280, 376.
[53] Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, îlim/19; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/29; İbni Hanbel, V/196.
[54] ibni Mâce, Züh.d/24
[55] İbni Hanbel, IV/403.
[56] İbni Hanbel, 11/175 IV/44 V/151, 155
[57] Buharı, Vudu´/lO; Müslim, FezaİIu´s-sahabe/138; İbnİ Hanbel, 1/266, 314, 328
[58] Tirmizî, Tefeir-i Suret-i 15/6
[59] Tirmizî, Dua/128
[60] Buharî, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27 51 53, 3X9 11/107, 426 IV/129, 164.
[61] Buharı, Fezailu´s-sahabe/6
[62] Buharı, Eyman/3 Kader/14 Tevhid/11; Tinnizî, Nüzur/13; Nesa´î, Eyman/1, 2; İbni Mâce, Kefarat/1; Dârimî, Nüzur/12; Muvatta´, Nüzur/15; İbni Hanbel, 11/26, 67.
[63] Tirmizî, Kader/7 Da´avat/89, 124; İbni Mâce, Dua/2; İbni Hanbel, IV/182, 418 VI/91, 251, 294, 302, 315
[64] İbni Hanbel, IV/182 VI/91
[65] İbni Hanbel, IV/419.
[66] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, Kader/2; Tirmizî, İman/18; Ibni Mâce, Mukaddime/10; îbni Hanbel, H/176, 197
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/385-428.
[67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/428-430.
[68] Müslim, Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da´avatf 112; Nesa´î, Taharet/119 Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118 150 VI/58, 201.
[69] Müslim, Kader/18; Muvatta´, Kader/4; İbni Hanbel, 11/110.
[70] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/430-435.
Hatırların toptan olarak isimlendirilme sine baktığımızda kalpten iyi istikamette geçen hatırlara ´İlham´, kötü istikamette geçen hatırlara da (Visvas=Vesvese´, korku ve endişeler babında geçen hatırlara ´Hisas´, iyiliği takdir ve ona ümitlenme istikametinde geçen hatırlara ´Niyet´, mubah işleri tasarlamak, onlar için umutlanma şeklinde geçen hatırlara ´Emel ve Ümniye=Umuntu´, ahireti, cennet ve cehennemi hatırlama babında geçen hatırlara ´Tezkîr ve Tef-kîr=Hatırlama ve düşünme´, gaybın ayne´l-yakin olarak temaşa edilmesi meyanmda geçen hatırlara ´Müşahede´, kişinin geçim, işlerini çekip çevirme babında geçirdiği hatırlara ´Hemm=Tasa´, alışkanlıklar ve şehvetlerin dürtülerinin tahrikiyle doğan hatırlara da ´Lemem=Küçük günahlar denildiğini görüyoruz.
Bunların tamamına birden ´Havâtır=Hatırlar´ yani akla, hatıra gelen şeyler denilmiştir. Çünkü bunlar, esas olarak nefsin tahriki, şeytanın hasetle telkini veya meleğin fısıltısı gibi hususlardan uzak olmazlar.
Kalbe tesir eden gayb hazinelerinden doğan hatırların tertib ve sıralamasın baktığımız zaman, altı esasta toplandıklarını ve bunlardan üçünün hoşgörülebilir, üçünün de talep edilir olduklarını görürüz. Bunlar, izhar edilen şeyin sınırlarını teşkil ederler.
Bu esasların ilki Himmet´tir. Himmet, bir şey hakkında nefsin vesvesesinden ortaya çıkan şeydir. Kulun hisleri vasıtasıyla şimşek gibi karşı karşıya kaldığı durumdur.
Kul, bunu zikir ile savarsa yokolup gider. Eğer gaflete dalarak başıboş bırakırsa kul için tehlikeli olabilir. Çünkü bu, şeytanın süsleyeceği bir hatırdır. Kul bu hatırı reddederse kaybolup gidecektir. Eğer ondan yüz çevirirse, o vakit güçlenerek vesvese halini alabilecektir.
Vesvese, nefsin şeytan ile konuşmaya ve onu dinlemeye başlaması halidir. Şayet kul bu vesveseyi Allah Teala´mn zikriyle dışlarsa şeytan gizlenecek nefs de zikre meyledecektir. Bu üçü Allah Teala´mn merhameti sayesinde hoşgörülecek ve kul, bunlardan dolayı hesaba çekilmeyecektir.
Kul, nefsin şeytanla konuşmasına müsaade eder, nefs de onunla konuşma ve onu dinleme işini uzatırsa, o zaman vesvese güçlenecek ve niyet halini alacaktır. Eğer kul, bu niyeti hayırlı bir niyet ile değiştirirse istiğfarda bulunup tevbe etmesi gerekir.
Aksi halde bu niyet daha da gelişip güçlenecek ve bir ´Akit´ yani ısrarlı karar halini alacaktır. Eğer bu akdi tevbe ile bozarsa bozulmuş olur.
Eğer tevbe etmezse o vakit akit daha da güçlenecek ve azim halini alacaktır ki bu da fiilin ifasına yönelme halidir. Kalbi amellerden olan bu üç hal, kul açısından ahiret hesabına maruz bıraktıracak hallerdir.
Kul, bu amellerinden dolayı mesul tutulacaktır. Eğer son safhada Allah Teala kulun yardımına yetişmezse, o zaman azim daha da sağlamlaşarak fiili talep ve gayret sarfetme noktasına ulaşacaktır. Neticede gayb ve melekut hazinelerinde varolan bir fikir, buradan çıkarak uzuvlar tarafından icra edilen bir işe dönüşerek mülk ve şehadet aleminin hazineleri arasındaki bedenin fiillerinden biri haline gelecektir.
Bu işlerin de bir kısmı iyilik, bir kısmı ise kötülük dairesinde ifa edilecektir. Bunlar arasında iyilik babından görülenler; himmet, niyet ve azim gibi derecelerinde bulunabilirler ki bunlar ´Niyetler´ dairesinde değerlendirilerek kul için ilahi irade nezdinde hasenat arasında görülür ve buna göre sevaplanırlar.
Kalbi ameller arasında niyet, akit ve azim merhalesinde olanlar da kul için sorgu sebebi ve günah kazanma vesilesi olurlar. Günaha ve kötü amellere dönük olarak teşekkül etmiş bu nevi niyet ve akitler, kulun mesul tutulacağı kötülüklerdendir. Nefs için hiçbir şey, şeytan kadar dost ve uyumlu bir yoldaş olamaz.
Allah Teala da vesvese babında o ikisini birlikte zikretmiştir: "O sinsi vesvesecinin şerrinden..". (Nas/4); "Ve nefsinin verdiği vesveseyi biliriz". (Kaf/16) Allah Teala´nm yarattığı bütün varlıkların bir benzeri, bir de zıddı vardır. Nefsin benzeri şeytan, her ikisinin zıddı ise ruhtur. Uzuvlardan sadır olan ameller Taat ve Masiyet türleriyle sevap ve ağırlık bakımından herşeyden daha ağır ve fazladırlar. Zira her iki tür amel de ya Tevhid şehadetinin, ya da şüphe, küfür ve itikadi bidatların etkisiyle bedenden sadır olurlar.[67]
Başka Bir Beyan Ve Açıklama:
Bir de kalpte günah ve masiyete yönelik belirip kaybolan tahrikler vardır. Belirdikten bir müddet sonra değişiveren bu hisler, şeytandan kaynaklanan dürtmelerdir. Kalpte kalıcı, devamlı veya uzun ömürlü olarak varolan heva ve sıkıntı gibi haller ise, nefs-i emmare´den sadır olan hallerdir. Nefs bunları, ya tabiatı icabı veya kötü alışkanlığı gereği ister. Kulun günah işleme istikametinde kalbine doğan istek ve bundan duyduğu hoşnutsuzluğa gelince, bunların ilkinin şeytandan kaynaklandığım, ikincinin ise imandan sudur ettiğini görürüz. Aynı şekilde kulun bir günah ve masiyet için şevk ve istekle dolması, ardından da buna karşı kendini engellemesi hallerinden ilkinin nefs-ten, ikincinin ise melekten sadır olduğunu söyleyebiliriz.
Kulun, dünyanın akıbeti veya kendi halinin çekip çevrilmesine dair düşündükleri akıldan kaynaklanır. Korku, haya, vera´ gibi ahi-rete dair meselelerdeki halleri ise imandan sudur eder. Kalbin şahit olduğu, tazim, iclal, Allah Teala´dan çekinme ve yakınlık gibi haller ise Yakin´den sadır olur ki, imanın ziyadesi çerçevesinde değerlendirilir. "İş tamamıyla O´na döner. Öyleyse O´na ibadet et ve O´na tevekkül et". (Hud/123) Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahım, Sen´den Sana sığınırım"[68] Bunlar, sadece sınırların açıklaması, mekanın izharı ve ilmin teyidi içindir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Biz herşeyi açık bir şekilde açıkladık". (İsra/12); "Andolsun ki ayetleri ilmeden bir kavim için açıkladık". (En´am/97)
Tevhid ve müşahedede tefekküre yer yoktur. İşarette ayanlık olmadığı gibi kudret-i ilahide de hesaplama yoktur. Ama tafsile, yani ayrıştırmaya ihtiyaç vardır. Ama bu tafsil, yani ayrıştırma ilmi, tevhidden yapılamaz. Tafsil,,sert lisana göre çokların arasını ayırmak, tefrik etmektir. Çünkü ancak bu şekilde tarikler açığa çıkarılıp yollar aydınlatılır ve sülük sahipleri yollarını bilerek amel sahiplerinin tertibi yapılır. Allah Teala´nm şu buyruğu da bu şekilde tahakkuk etmiş olur: "Ta ki helak olan, açık bir delili gördükten sonra helak olsun. Sağ kalanlar da bu açık delilden sonra yaşasın". (Enfal/42) Allah Teala işinde mutlaka galib olandır.
Ulemadan bir zat, kulların amellerini tafsil edip bunları emir ve irade başlıkları altında tefrik etmiş ve şöyle demiştir: Kulların amelleri şu üç esas dışında kalamaz: Farz, fazilet ve masiyet. Deriz ki: Farz, Allah Teala´nm emri, muhabbeti ve iradesinin konu olduğu amellerdir. Bu üç esas farzlarda birarada bulunurlar.
Faziletler, yani nafileler ise Allah Teala´nm emriyle yapılmış ameller değildir. Çünkü O, bu amelleri farz kılmamış ve terkeden-leri cezalandırmamıştır. Ama bunlar da O´nun muhabbet ve iradesine mazhar olan amellerdir. Çünkü Allah Teala bunları meşru ve mendub kılmıştır.
Masiyete gelince o da, Allah Teala´nm yasağı gereği yapılmayan amellerdendir. Çünkü O, bu gibi amelleri gönderdiği peygamberlerin dilleriyle meşru kılmamıştır. Bunlarda Allah Teala´nm muhabbeti de mevcut değildir. O bunları, emretmediği ve mendub kılmadığı için çirkin görmüştür. Ama bunlar da O´nun iradesiyle tahakkuk ederler. Çünkü mevcudat aleminde hiçbir şey O´nun ilminin dışına çıkamadığı gibi hiçbir fiil de O´nun iradesi dışında cereyan edemez.
İrade ve Meşi´et, aynı manayı ifade eden kelimelerdir. Netice itibarıyla kainatta hiçbir şey Allah Teala´nm ilmi haricinde kalmadığı gibi hiçbir fiil de O´nun iradesi olmaksızın sadır olamaz. Allah, kulunun murad ettiği şeyi bilir. Bu, O´nun sabık ilminde mevcuttur. Yine O, bildiği şeyi murad da eder. Böylece O´nun iradesi, sabık ilmini açığa çıkarmış olur. Gayb ilmi de O´nun görülür iradesinin zuhuruyla açığa vurulmuş olur. O, gayb alemini de, kullar tarafından görülebilir olan şehadet alemini de bilendir. Gayb O´nun ilmi, şehadet ise malûmu ve bildirdiğidir. Malûm, ilme nasıl muhalefet edebilir? Çünkü o, onun icrasından ibarettir. İrade de ilmi, halkın malumlarında yürürlüğe koyar. İşte bu da tevhidin farzıdır.
Hükümlerin tafsil ve açıklamasıyla helal ve haramın beyanı babında nafileler emir dairesinin dışında kaldığı gibi masiyetler de muhabbet dairesinin dışında yeralırlar. Ancak hiçbir masiyet, O´nun iradesi dışında cereyan edemez. Allah Teala buyurdu ki: "Büyük küçük herşey yazılıdır". (Kamer/53) Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Herşey kaza ve kader iledir. Acz ve zeka bile".[69]
Bir alimimiz Allah Teala´nm verme ve engellemesi noktasında vasıta teşkil eden iki arazı zikrettikten sonra emir ve irade arasında çok ince bir ayrım yapmıştır: Dostlarımızdan biri bana şöyle bir hadise nakletti: Bir defasında kendisine ´İblis´e, Adem´in önünde secde etmesinin emredildiği (Bakara/34) ayeti hakkında şu soru sorulmuştu: Allah Teala, şeytandan bunu murad etti mi yoksa etmedi mi? O da şu cevabı vermişti: Hem etti, hem de etmedi. Yani şe^i olarak ve hükmünü izhar edip İblis´i mükellef kılma babında murad etmişti. Ancak secdenin gerçekleşmesi ve olması noktasında murad etmemişti. Çünkü Allah Teala´nm murad ettiği bir şey kesinlikle gerçekleşir ve O´nun olmasını dilediği bir şey de muhakkak olurdu. O´nun fiil olarak tahakkuk etmesini dilediği fiil de mutlaka gerçekleşecektir. Bu meyanda O´nun şu buyruğuyla karşılaşmaktayız: "Bir şey murad ettiğinde O´nun emri sadece ´Ol´ demektir hemen olur". (Yasin/82)
Burada İblis´in ona secde etme fiili gerçekleşmediğine göre, Allah Teala´nm bunu murad etmediği ortaya çıkmaktadır. Her iki emir birlikte, O´nun mükellef kılma ve kullukta bulunma iradesiyle İblis´in secde etmemesini murad edişini ihtiva etmekteydi. Netice itibarıyla İblis, ona secde etmeme iradesinden imtina etmeye güç yetiremediği için secde etmedi. Aynı İblis, mümin olmaktan imtina etmeye de güç yetiremediği için mümin olarak kalmıştır.
Benzer bir durumu, Allah Teala´nm Adem´e (as) yönelik ağacın meyvasmdan yemeyi yasaklamasında görmekteyiz. Allah Teala bu yasağı koyarken onun meyvayı yemesini hem murad etmiş, hem de etmemiştir. Yani onun ağaçtan yemesini gerçekleşme ve olma bakımından murad etmiştir. Bu da yukarıdaki "Bir şey murad ettiğinde O´nun emri sadece ´Ol´ demektir hemen olur". (Yasin/82) buyruğu gibidir. Ama öte taraftan bu fiilin gerçekleşmesini şe^i olarak ve emir bakımından murad etmemiştir. Çünkü ona bunu emretmediği gibi meşru da görmemiştir. Şu halde her iki emir birlikte O´nun iradesini teşkil etmektedir.
Buna göre kulu Adem (as) hem emredilmiş, hem de mükellef kılınmış olmasına rağmen O´nun iradesi, yemesi istikametinde olduğu için neticede iradesi tahakkuk etmiş ve yasak ağacın meyvasım yemiştir. Allah Teala´nm emrettiği ve murad ettiği şeylerin tamamı için aynı durum geçerlidir. Allah Teala, kulları için emir ve yasaklar murad etmek suretiyle onların mükellef ve kul olmalarını murad etmiştir. Ama O, bu emir ve yasaklara gönülden bağlı kalmak istemeyenler için bunların tahakkuk etmesini murad etmemiştir. Çünkü O, zatı hakkında "Bir şey murad ettiğinde O´nun emri sadece ´01´ demektir hemen olur". (Yasin/82) buyurmaktadır.
O, bir şeyin olmasını dilediğinde veya birşeyi oldurduğunda anlaşılan odur ki onun böyle olmasını murad etmiştir. O´nun emirleri günahkarlar tarafından tatbik edilmediği zaman da bilinmelidir ki Allah Teala bu kullarının o emirlere uymalarını dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı, olması zaruri olurdu. Aynı durum yasakları için de geçerlidir. Eğer O, bu yasakların çiğnenmesini dilememiş olsaydı, bütün kulları yasaklara karşı çekimser olurdu. Şu halde bir şeyin oluşu, Allah Teala´nm o istikametteki iradesinin varlığının delilidir.
İlahi irade, emir ve yasak istikametinde olabilir. Bu emir ve yasaklara saygılı omaları noktasında bütün kulları mükellef kılınmıştır. Ama bu fiillere bağlılık kulların tamamında görülmemektedir. Çünkü O, kulların hepsinin emir ve yasaklara bağlı olmalarını murad etm. niştir. Eğer murad etmiş olsaydı, öyle olurdu. İşte kulların maruz oldukları imtihanın temel esası ve kulların imtihanlarının neticelerini ortaya çıkarma iradesinin tezahürü budur. Allah Teala bir şeyi emrederken, onun zıddımn gerçekleşmesini murad edebilmektedir. Aynı şekilde bir şeyi yasaklarken de onun yapılmasını murad etmiş olabilmektedir.
Ebu´l-Hasan (ra), emir ve hayır ilmi, imtihan ve zorlama mevzularında bugün çoklarınca ulaşılamayan ve insanlar tarafından sorulmayan hakikatlara işaret etmişti. Ona göre, emir terk ile, ne-hiy yapmak ile tezahür edebilmekteydi. Allah Teala imtihanın gerçekleşebilmesi için hükümleri izhar etmekte, kulların imtihana maruz kalabilmeleri için de uzuvları kendi iradesi istikametinde zorlamaktaydı.
Bu ilimde imamımız olan Hasan el-Basri (ra) ise, ondan daha Önce ilmin varlığına göre azap edilmesi ile, emirlere muhalefet sebebiyle azap edilmesi hallerini birbirinden ayırmıştı.
Bu ayrımı yapma sebebi ise, bugün Mutezile´nin imamı olup geçmişte Hasan´m meclisini paylaşan ve ondan ayrılmalarına sebep olan husus kendisine isnad edilen Amr b. Ubeyd´in zikrettiği bir görüşü duymuş olmasıydı. Amr şöyle demekteydi: Allah Teala birşey için önceden hüküm verip ardından onun için azapta bulunmaz. Hasan ona şunu söyledi: Vah senin fikrine! Allah Teala, kullarına haklarında önceden verilmiş hükümlerden dolayı değil emrine muhalefet ettikleri için azap edecektir. Bunun tefsiri şöyledir: Allah Teala kula münferiden hükmettiği, emir ve nehiy koymadığı bir hususta azap etmez. Çünkü böyle bir hususta kul için onu yapma veya şehvet duyma istikametinde bir müdahale isteği varetme-miştir. O´nun kulu hakkında hükmettiği hususlar onun kasıt ve şehvetle müdahil kılındığı hususlardır ki bundan dolayı da kula azap edecektir. Bunlar da nefsin kötülüğü ve halkın ifsadından ibarettir. Nefs bir şeye sokulduğu zaman, onun şerrine çevrilir.
Ümmet, ´Maşaallah´ yani ´Allah´ın dilediği gibi olsun´ sözü üzerinde müttefiktirler. İslâm ümmetine göre bunun manası, Allah dilemedikçe hiçbir şeyin olmayacağıdır. Yine ümmet, ´La havle vela kuvvete illa billah´ sözü üzerinde de müttefiktir. Bu söz de, bazı şeylerle sınırlı olmayıp her şey için umumi olarak kullanılan bir sözdür. ´Havi´ kelimesi, sözlükte hareket manasına gelir. Araplar uzakta beliren ve bir insan olduğu gibi bir ağaç veya bir kaya da zannedilebilecek bir siluet için şöyle derlerdi: Ona dikkatle bakın eğer hareket ediyorsa (=havl), insandır. ´Kuvvet´ ise, hareketten sonra gelen sebat halidir. Sebat, Allah Teala´nm verdiği güçle fiilin zuhur etmesi için yaşanan sabır halinin başlangıcıdır. Allah Resulü (sav) bunu tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmaktan O´nun ismeti dışında çeviren (=havl eden) yoktur. Allah Teala´ya itaatta da O´nun yardımı dışında kuvvet verecek yoktur". Hükümler hakkındaki bu tafsilat ve açıklamalar, ilmin zahiri, kaderin farzı, vahiy ve şeriatın muhtevasıdır.
Cebr yani zorlama hakkı, mülkün yegane sahibi ve Cebbar olan Allah Teala´ya aittir. O, kullarını dilediği gayeler için yarattığı gibi, dilediği ve murad ettiği şeylere de zorlayabilir. Onları dilediği şekilde yarattığı gibi dilediği şekle de sokabilir. Hüküm, yüce, büyük, tek ve Kahhâr olan Allah Teala´ya aittir. O, kullarına dilediği şekilde baskı uygulayabilir ve onlar üzerinde dilediğim icra edebilir.
En büyük delil, en ezici izzet, en etkili irade ve sabık dileme; Rubûbiyet ve Cebrîlik vasıflan gereği O´nun hakkıdır. Kullara düşen ise kulluk vasfı gereği; teslimiyet, bağlanma ve itaat sergileyerek gönüllü veya gönülsüz olarak O´nun rızası istikametinde gayret sarfetmektir. Malikiyet hakkının neticesi olarak Allah Teala sizleri azdırmayı dilerse bunu da yapar. "Eğer onlara azap etmek istersen (edersin), çünkü onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Yol Allah´a götürüyorsa tutulur. Ama sapmış yollar da vardır. Allah di-leseydi hepinizi hidayete iletirdi. Önünde de, sonunda da emir Allah´ındır.[70]
[1] Buharı, Tefsir-i Suret-i 48/2; Nesa´î, Kıyamü´l-Ieyl/17; îbni Mâce, İkamet/200; İbni Han-bel, IV/251
[2] Buharı, İlim/10; Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/32; İbni Hanbel, V/196
[3] Tafsilat için b. Tirmizî, TaharefllO; îbni Mâce, Taharet/90.
[4] Benzer hadisler için b. Müslim, İlim/7; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Hanbel, 1/386
[5] Müslim, Sıyam/159 Nikah/105; Tirmizî, Savm/63; İbni Mâce, Sıyam/47; Dârimî, Savm/31; îbni Hanbel, 11/242, 507
[6] Buharî, Tevhid/22; Müslim, İman/288; Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 33/9, 10, 11; İbni Hanbel, VI/241, 266
[7] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 305-324.
[8] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, Ahkam/21 Bed´ü´l-halk/11 ftikfill, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; İbni Mâce, Sıyam/65; Dârimi, Rikak/66; îbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337
[9] İbni Hanbel, 111/17
[10] İbni Hanbel, 11/212 IV/158 V/259.
[11] Tirmizî, İman/8; İbni Hanbel, V/221, 226, 227
[12] İbni Hanbel, III/198
[13] Buharî, Cihad/112, 156 Temenni/S; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cihad/89; Tirmizî, Da´avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimî, Siyer/6; İbni Hanbel, 1/4, 11
[14] İbni Mâce, Et´ime/50; Tirmizî, Et´ime/37
[15] İbni Mâce, İkamet/174
[16] Benzer hadisler için b. Buharı, Rikak/23; Müslim, Zühd/5O; Tirmizî, Zühd/10; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta´, Kelam/6; İbni Hanbel, 11/221, 297, 334, 355, 402 523
[17] Tirmizî, Zühd/11
[18] İbni Hanbel, VI/126, 207
[19] Ebu Davûd, Edeb/35; Tirmizî, Kıyamet/51; İbni Hanbel, VT/189
[20] Benzer hadisler için b. Tirmizî, Birr/23; Dârimî, Rikak/6; Muvatta´, Kelam/10; İbni Hanbel, 11/384, 386
[21] Tirmizî, Zühd/63.
[22] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 325-341.
[23] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/
[24] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 342-346.
[25] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 346-352.
[26] Buharı, Tefsir-i Suret-i 31/2 İman/37; Müslim, İman/57; Ebtı Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbrıi Hânbel, 1/27, 51, 53, 319.
[27] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 352-355.
[28] Müslim, Birr/56, 57; Dârimî, Siyer/72; İbni Hanbel, 11/92, 106, 136, 137, 156, 159, 191,195, 431 IÎI/323.
[29] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Zühd/37; Tinnizî, Zühd/37; İbni Hanbel, 11/196 III/324
[30] Ehu Davûd, Edeb/25, 98; İbni Hanbel, 11/432, 446, 453, 481, 484.
[31] Bu manada bir hadis için b. İbni Hanbel, 111/61
[32] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 355-362.
[33] Tirmizî, Zühd/59
[34] Buharı, Kader/5 Rikak/33; Tirmizî, Kader/4; İbni Hanbel, V/335.
[35] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 362-366.
[36] Ebu Davûd, Edeb/116; İbni Hanbel, V/194 VI/450
[37] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 366-369.
[38] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 369-373.
[39] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 374-384.
[40] Bu manada hadisler için b. Nesa´î, Cihad/19; ibni Hanbel, III/483.
[41] tbni Hanbel, IV/216.
[42] İbni Mâce, Taharet/48; ibni Hanbel, V/136
[43] Buharı, Ahkam/21 İ´tikaf/ll, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; îbni Mâce, Sı-yam/65; Dârimî, Rikak/66; tbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337.
[44] Müslim, Münafikun/69, 70; Tirmizî, RadaV17; Nesa´î, Nisa/4; Dârimî, Rikak/25, 66; İbni Hanbel, 1/257, 397, 401, 460 m/309
[45] Bu manada bir hadis için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 2/25
[46] Bu manada hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 4/6; İbni Mâce, Zühd/29; İbni Hanbel, 11/297 III/495.
[47] tbni Hanbel, 111/17
[48] İbni Hanbel, IIT/17
[49] Dârimî, Buyu´/2; îbni Hanbel, IV/227, 228.
[50] İbni Hanbel, IV/228.
[51] Bu manada bir hadis için b. îbni Hanbel, 1/215, 271.
[52] Buharî, Mevakit/28, 29; Müslim, Mesacid/161, 165; Ebu Davûd, Salat/152; Tirmizv, Sa-lat/23, 197 Cıım´a/25; Nesa´î, Mevakit/11, 28 Cum´a/41; Dârimî, Salat/22; Muvatta´, Cum´a/13, 15; İbni Hanbel, 11/241, 254, 265, 271, 280, 376.
[53] Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, îlim/19; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/29; İbni Hanbel, V/196.
[54] ibni Mâce, Züh.d/24
[55] İbni Hanbel, IV/403.
[56] İbni Hanbel, 11/175 IV/44 V/151, 155
[57] Buharı, Vudu´/lO; Müslim, FezaİIu´s-sahabe/138; İbnİ Hanbel, 1/266, 314, 328
[58] Tirmizî, Tefeir-i Suret-i 15/6
[59] Tirmizî, Dua/128
[60] Buharî, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27 51 53, 3X9 11/107, 426 IV/129, 164.
[61] Buharı, Fezailu´s-sahabe/6
[62] Buharı, Eyman/3 Kader/14 Tevhid/11; Tinnizî, Nüzur/13; Nesa´î, Eyman/1, 2; İbni Mâce, Kefarat/1; Dârimî, Nüzur/12; Muvatta´, Nüzur/15; İbni Hanbel, 11/26, 67.
[63] Tirmizî, Kader/7 Da´avat/89, 124; İbni Mâce, Dua/2; İbni Hanbel, IV/182, 418 VI/91, 251, 294, 302, 315
[64] İbni Hanbel, IV/182 VI/91
[65] İbni Hanbel, IV/419.
[66] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, Kader/2; Tirmizî, İman/18; Ibni Mâce, Mukaddime/10; îbni Hanbel, H/176, 197
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/385-428.
[67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/428-430.
[68] Müslim, Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da´avatf 112; Nesa´î, Taharet/119 Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118 150 VI/58, 201.
[69] Müslim, Kader/18; Muvatta´, Kader/4; İbni Hanbel, 11/110.
[70] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/430-435.