- Hakimiyet ve Hilafet Tasavvurları

Adsense kodları


Hakimiyet ve Hilafet Tasavvurları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Fri 1 October 2010, 01:53 pm GMT +0200


Hakimiyet ve Hilafet Tasavvurları


İslâm'da hakimiyet tasavvuru, bütün meselelerin üs­tünde en mühim bir mahiyet arzeder. Çünkü gerçek ola­rak Hâkim olan bu sonsuz kâinatın Halikı (yaradanı Allahu Taalâ'dır. O, Hâkim-i âlâdır. İktidar-ı âlâ: (En yük­sek iktidar) O' nun hakkıdır, insan ise, durumu ve vaziyeti bakımından bu Hakim-i âlâ'nın halifesi, mümessili ve bir nevi vazifeli me­murudur. Her şeyde olduğu gibi, siyasî nizamda da bu Hâkim-i âlâ'nın kanunlarına tâbi olması lâzımdır. Halifenin vazifesi ise, Hâkim-i âlâ'nın kanunla­rını asıl kaynağa uygun bir şekilde yürütmek ve infaz etmektir.

Hâkimiyet mevzuunu en güzel şekilde ifade eden şu ayet-i kerimedir:

"Ey benim hapishane arkadaşlarım, çeşitli ilahlar mı iyidir yoksa bir ve tek bulunan Kahhar Allah mı? Ondan gayrı sizin ibadet ettiğiniz şu şeyler, kendinizin ve baba­larınızın uydurup isim taktıklarınızdan başka bir şey de­ğillerdir. Halbuki Allah bunlar için bir delil göndermemiştir. Elbette ki Hüküm ancak ve ancak Allah'a aittir. O, ancak kendisine — kendisinden başkasına değil — ibadet edil­mesi için emir vermiştir. İşte sağlam din budur. Fakat halkın çoğu düşünemezler."

(Yûsuf: 39-40)

Bu cümleler Hazret-i Yûsuf (A.S.) un beyanatından bir parçadır. Bu cümleler tevhîd ve İlahî hâkimiyet hak­kında en güzel anlatış şeklidir. Burada Hazret-i Yûsuf (A.S.) din mefhumunu öyle bir tarzda ileri sürmüştür ki, ehl-i hak ile ehl-i bâtıl tamamen biribirinden ayrılmıştır. Yâni Tevhid ile şirk arasındaki fark tamamiyle belirtilmiş­tir. Sonra bu fark öyle isabetli ve makul bir şekilde ifade edilmiştir ki, alelade bir zekâya sahip bir kimsenin bile benimsiyeceği bir şekildedir. Bu mesele bir başka husu­siyet de arzetmektedir. Bu sözlerin muhatabı olan insan­lar, o zamanlar, fikirleri ve düşünceleri itibariyle karanlık­lar içinde idiler. Nitekim o zaman bu sözleri söyleyen yüce insan da, kaderin bir hikmeti olarak, bir köle idi. Arkadaşları da O'nun vaziyetine benzer bir vaziyette idi­ler. Gayet açık ve kesin bir şekilde aynı zamanda herke­sin anlıyacağı bir üslûpla hitap etmişti:

"Acaba bir efendiye köle olmak mı iyidir, yoksa çeşit çeşit efendilere köle olmak mı iyidir?" Bu sözler, orada bulunanların kalblerinin tâ içine kadar işlemişti. Ve yine aynı şekilde konuşmuştu: Bütün dünyanm mâliki bulunan bir efendiye mi kölelik etmek iyidir, yoksa kölenin kölesi bulunan bir efendiye mi kölelik etmek iyidir? Hazret-i Yû­suf (A.S.) arkadaşlarına doğrudan doğruya şöyle bir teklif yapmış değildi: "Siz kendi dininizden vaz geçin ve benim dinime girin." O, hikmet kaynağı peygamberlik vasfı ile, mukaddes daveti en bilge bir tarzda ve her biri bir kelime incisi olan şu sözlerle zım-nî olarak yapmıştı: Allah'ın fazl-ü keremine bakınız! Acaba bizden başka kimseyi kendisine kul etmiş midir? Fakat halk O'na şükretmiyor, bu hususu anlıyamıyor, kendileri kalkıp kendileri için Rabb'ler uyduruyorlar; bu Rabb'lere de kul oluyorlar. Sonra Hazret-i Yûsuf (A. S.) bu defa onların dinlerini tenkid etmiş, makul bir şekilde, gönüllerini incitmeden dinlerinin her türlü fenalıklarını açıklayıp ortaya koymuş­tur: Şu mabudumuz dediğiniz nesne, kimseye bir şey vermemiştir, kimsenin velinimeti değildir, hiçbir yerin ve hiç bir ülkenin de mâliki değildir. Siz ona servet sahibi yahut da sağlık ve hastalık veren kimse diyorsunuz ama, bu dediklerinizin hepsi boş sözlerden ibarettir. Bunlar hep uydurma sözlerdir. Uydurduğunuz bu isimlerin içinde hiç bir velinimetlik ve Rabb'lık yoktur. Halikiyet (yaradanlık) ve Rububiyet mevcut değildir. Asıl hakikî mâlik Allahu Taalâ'dır. Bu Allahu Taâlâ hem bizim hem de bütün kai­natın Hâliki ve Rabb'ıdır. Bu hakikati kabul etmek lâzım­dır. Siz de bunu kabul edin, buna teslim olun. O'ndan başka kimsenin ne Rububiyete ne de Mâbudluğa hakkı yoktur. Hüküm vermek, emir buyurmak tamamiyle O'na aittir. Bütün yetki ve salâhiyetlerin hakkı da O'na aittir. O'nun da hükmü şudur ki, kendisinden başka hiç bir kim­seye ve hiçbir nesneye ibadet etmemektir.[49]

B. Firavun dedi ki: "Ey saray halkı! Ben sizin için kendimden başka bir İlâh olduğunu bilmiyorum."

(El – Kasas: 38)

Bu sözlerden Firavunun ne demek istediği anlaşılır. Firavun demiyordu ki: "Ey saray halkı! Ben sizin, yerin ve göklerin yeretıcısıyım". Nitekim böyle bir sözü değil Fira­vun, ağzına zincir vurulması lâzım gelen bir deli bile zor söyliy­e­bilir. Firavunun bu beyanatından, "Ey saray halkı! Benden başka sizin herhangi bir mabudunuz yoktur." şeklinde bir mâna çıkarılmaz. Çünkü, Mısır halkının inançlarına ve akidelerine göre, daha bir sürü mâbud vardı. Bu bir sürü mabuda ibadet edilirdi; hattâ Firavunun kendisi bile bu mâbudlara ibadet ederdi. Firavunun mâbud olması ve mâbudluk makamına yükselmesinin sebebi ise şu idi: Onu güneş ilâhı olarak kabul ediyor­lardı. Bu hususta en büyük delil de yine Kur'an-ı Ke-rim'in âyetlerinde mevcut bulunmaktadır. Firavun kendisi de ilâhlara ve hattâ ilâhcıklara da ibadet ederdi. Bu ilâhların ve ilâhcıkların dahi bir nevi bakıcısı ve koruyucusu İdi.

Bu noktadan düşünürsek, Firavunun o zamanki dav­ranışı alelade bir hükümet başkanın tutumundan pek de farklı değildir. Nitekim, hükümet ve devlet başkanlarının çoğu da Allah'a ve O'nun Peygamberine inanmakla be­raber, O'nun kanununu unutmuş görünüp bir tarafa bı­rakmışlardır. Kendi kendilerini de birçok şeyi yapabilecek bir seviyede görürler. Allahu Taalâ'nın mümtaz şeriatın­dan ayrı kanun uydurur ve kendilerini söz sahibi sayar addeder, siyasî ve kanuni hâkimiyeti ellerinde bulundu­rurlar. Böyle bir zihniyetin iddiacısı ilan idareci ister padi­şah olsun, ister halkın rızası ile güya seçilmiş birisi olsun. Bu sınıfa mensup kimseler, yeryüzünde Allah ve Resulü­nün kanunlarını değil de, kendi kanunlarını yürürlüğe koymuşlardır. İş bu neticeye vardıktan sonra, Firavunla bu adamcağızların arasında ne gibi bir fark olabilir?

Şimdi başka bir meseleye gelelim; bu da bahsimiz içinde ayrı bir bölümü teşkil eder: Halkımızın bilgiden yoksun bir zümresi, durmadan Firavuna lanet yağdırırlar. Fakat bu lanet "okuyanların kendileri Firavun hükümetine benzer hükümetlerin taraftarlığını yaparlar. Hakikati ken­dilerine meslek edinenler ve böyle kıymetli bir yükü yük­lenmiş bulunan şahıslar ise, sözün ve İstılahların mâna­sına ve ruhuna bakarlar, yalnız lâfızlara ve kullanılan kelimelere değil... Bu bakımdan Firavunun kendisine ilâh demesi ve böyle bir iddianın mânası ancak hâkimiyet anlamına gelir. Bu hâkimiyetten gaye ise, istediğini ya­pabilen bir hâkim demektir. Ve sahip çıktığı bu hâkimlik sıfatını ilan etmektedir. Burada ilâh kelimesi istilâh olarak kullanılmıştır. [50]

C. "O kimse ki, yerin ve göklerin mülkü O'nundur. Hiçbir oğul edinmemiştir, mülk'de O'nun hiç bir ortağıda olmamıştır. Her şeyi O yaratmış ve her şeyin takdirini mukadder kılmıştır."

(El – Furkân: 2).

Burada kullanılan "mülk" kelimesi Arapçada padi­şahlık, hükümdarlık, kırallık, iktidar-ı âlâ: en yüksek ikti­dar ve hâkimiyet: (Sovereignty) demektir. İstenen şudur ki, Allahu Taalâ bütün kâinata Mutlak Muhtar, ihtiyar seçme hakkı sahibi, ferman veren, buyruk buyuran'dır. Bu seçmede bu fermanda hiçbir şeyin zerre kadar bir hakkı yoktur. Bu gerçek de kendiliğinden şu meseleyi gerektirir. O'ndan başka, herhangi bir mâbud kabul edi­lemez. İnsan, Mâbud diye kabul ettiği şeyden, her türlü menfaat veya zarar geldiğine inanır. Hiçbir şeye yaramıyan, hiçbir işe gücü yetmeyen aksine kendileri korunmaya muhtaç olan nesnelerin mâbudluğuna, en ahmak veya en budala bir insan öyle inanmaz. Şimdi siz, Hak Taalâ Celle Şanühu'dan başka kâinatta hiç bir varlı­ğın elinde kudret olmadığını kesin bir şekilde anlamış olsanız, şüphesiz ki O'nun karşısında boyun büker, acz ile niyaz ile baş eğerseniz. Bu kesin idrâk ve imandan sonra, ne herhangi bir el O'ndan başkası için adak getirir, ne de herhangi bir dil O'ndan başkasına hamdeder. Ne de kimse O'ndan gayrısına dua edip, şükranlarını bildirir. Ne de dünya yüzünde ahmaktan daha ahmak birisi çıkıp da gerçek Rabb'i Zülcelâli bırakıp, O'ndan başkası için kul olmak yolunu tutar. Ve yahut da herhangi bir kimse­nin hüküm vermek hakkına mâlik oldu­ğunu kabul eder. Bu meselenin teyidi için yukarıdaki âyetlerle birlikte şu âyet-i kerimenin işaret ettiği hükmüde gözönüne alalım: Bu âyet-i kerime de yerin ve göklerin mutlak hükümdarlı­ğının Allahu Zülcelâle ait olduğunu bildirmektedir:

D. "Göklerde ve yerde ne varsa ne yoksa, hep Al­lah'a aittir. Siz, kendi kalbinizde neyi açıklarsanız, neyi de gizlerseniz elbetteki Allah ondan dolayı sizi hesaba çekeçektir. Ve sonra, istediğini gufrana ulaştırır (afeder) istediğini de azaba çarptırır. İşte o Allah herşeye kadir Allah'tır."

(El – Bakara: 284).

Bu âyet-i kerimenin üzerinde düşünürsek, şunu an­lamış olacağız. Din'in ilk temeli ve esas akidesi Hakimi­yet'in Allahu Taalâ' ya mahsus olduğunu belirtmektir. Allah'ı Taalâ'nın göklerin ve yerin mutlak mâliki olması ve göklerle yerin arasında bulunan kâinatın da mutlak sahibi bulunması, her şeyin O'nun mülkü olması, öyle bir temel hakikattir ki, insan için bundan başka türlü hareket etmek ve başka türlü düşünmek imkânı yoktur. Bunun dışında hareket etmek veya düşünmek sahih ve doğru olamaz ve olmıyacaktır. İnsan, ancak Allahu Taalâ'nın karşısında boyun eğip, ancak ona itaat eder. Yine bu âyet-i kerime­nin medlûlunda daha bir çok mânalar mevcuttur. Bir kere mesuliyet mefhumu açıkça görünmektedir. Yâni herhangi bir iş ister açık olsun, ister gizli, Hak Taalâ'dan gizli de­ğildir. Hak Taalâ her işlenen fiile vâkıftır. Ve işlenen her fiilin hesabı sorulacaktır. Neden ve niçin böyle yaptınız, yahut da böyle düşündünüz diye sorguya çekecektir. İşte bu şekilde her insan tek tek yaptıklarından Allah'a karşı mesuldür. Yaptıklarından dolayı Muhakeme-i Kübrada hesap verecektir. Allahu Taalâ ister gizli (gayb) isterse açık (şehade) nin ilmini elinde tutmaktadır. Hattâ kalblerin bir köşesinde saklanmış bulunan en ufak bir şeyi dahi bilmektedir. Kafalarda, zihinlerde, düşüncelerde neyin geçip geçmediğinden elbette ki haberdardır. Hiçbir şey O'na gizli ve kapalı değildir. Âyet-i Kerime'nin son kısmında yine Hak Taalâ'nın her şeye mutlak olarak kadir olduğunu bildirmektedir. O, kimsenin kanununa tâbi ol­madığı gibi kimsenin nizamına da bağlı değildir. O kim­seyi dinlemeğe de mecbur değildir. O mâliki mutlaktır. İstediğine ceza verir ve istediğini de bağışlar; küllî ve tam seçme hakkı O'nun elindedir. Her şey O'nun yarattığı bir nesne olup ve her şey O'na karşı bir yok hükmündedir.[51]

E. "Benden önce gönderilmiş bulunan Tevratı tasdik ederek geldiğim halde, size haram edilmiş bulunan bazı şeyleri helâl kılmak için Rabb'ınızdan âyetler getirdim. İşte O'ndan çekininiz ve bana itaat ediniz. Elbette ki, Al­lah benim de sizin de Rabb'ınızdır. İşte O'na ibadet edin. Bu. en doğru yoldur."

(Al-i İmrân: 50 - 51)


Buradan anlaşıldığına göre, Hazret-i İsa (A.S.) dave­tinin de esası diğer peygamberlerin davetlerinin esası gibi üç nokta üzerinde toplanmıştır:

Birincisi: İktidarı âlâ'nın Hak Taalâ elinde bulunduğu­dur. O'nun rızası için kulluk yolu tutulacak, O'na tam ola­rak itaat edilecek; ahlâk ve medeniyetin bütün nizamları O'nun isteğine göre tanzim kılınacaktır. Yalnız, Allah'a boyun eğilecek ve yalnız O'na kulluk edilecektir.

İkincisi: Kudreti âlâ sahibinin mümessili olan pey­gam­bere de mümessillik vasfı ile itaat edilecektir.

Üçüncüsü: insan kendi yaşayışında helâl ve haram; caiz, gayrı - caiz şeylere bağlı bulunması hakkında yalnız Hak Taalâ'nın kanununu takip edecektir. Kanun ve gü­venlik nizamı yalnız Allah'a mahsustur. Beşere ait düzme kanunlar hükümsüzdür.

Buna göre, hakikatte Hazret-i Musa (A.S.), Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in ve diğer bütün peygamberler de hep aynı heyetlerle gelmişlerdir. Bu mukaddes vazife İle mükellef peygamberler hep aynı gayenin rehberliğini yapmışlardır. Risalet bakımından aralarında en ufak bir fark yoktur. Muhtelif peygamberlerin muhtelif şekillerde geldiklerini iddia edenler, onların maksat ve gayeleri ara­sında ayrılık düşünenler, büyük bir hatâya saplanmış ve yanlış yol tutmuşlardır. Malik -ül - mülk indînde, O'nun memuru olarak gelmiş bulunan kimselerin gelişlerinden ve memuriyetlerinden maksat nasıl ayrı ayrı olabilir ki. Onlar geldikleri toplumları, kafa tutmaktan ve kendi ba­şına buyruk kesilmekten alıkoyup, kendilerini serbest sayıp şirk yoluna gitmelerine mâni olsunlar diye vazifeli kılınmışlardır. Bütün insanlığa, iktidar-ı âlâ'ya karşı hiç kimseyi veya bir otoriteyi, her ne hususta olursa olsun hiç bir şekilde ortak tanımamalarını öğretmek amacıyla mü­cadele sahasına atılmışlardır. Hakiki mâlike kulluk vazi­fesini yerine getirmenin yüksek faziletiyle mücehhez ol­maları, itaatin ehemmiyetini kavramaları, vefakârlığın haysiyetine ulaşmaları esas tutularak, ilâhî davete mu­hatap edilmişlerdir,

Ne yazık ki elimizde mevcut bulunan İncillerde Haz­ret-i. Mesih (A.S.) in heyeti tam ve açık bir tarzda beyan edilmemiştir. Kur'an-ı Kerim'deki gibi sarih, vazıh ve toplu halde anlatılmamıştır. Yukarıda söz edilen üç mesele, dağınık işaretler seklinde birbirine karıştırılarak anlatıl­mıştır. Meselâ, İncildeki şu âyetten, Hazret-i Mesih (A.S.)'ın yalnız Allah'a kulluk yoluna davet ettiği anlaşıl­maktadır:

"Zira yazılmıştır ki, Rabb Allah'ına, secde ve yalnız O'na ibadet eyleyesin."[52]

Bu cümleden yalnız, Hazret-i Mesihin Allah'ın vah­daniyetine ve yalnız O'na ibadet edileceğine kaîl olduğu anlaşılmaz; O'nun bütün çalışmasını ve gayretini hep bu yolda sarfettiği anlaşılır. İsâ (A.S.), Allah'ın emr-i şer'îsine tam mânasiyle itaat edilmesini sağlamak için büyük gay­retler sarfetmiştir. Meselâ:

"Melekûtun gelsin, muradın gökte nice kılınırsa yerde dahi böyle kılınsın."

(Mettâ Bab, 6. fıkra: 10, Sahife: 7.)

Hazret-i Mesih (A.S.), kendi kendini semavî hükü­metin mümessili sıfatı ile ileri sürmüş ve halkı bu yolda kendi ita­a­tına davet ettiği bir vakıadır. Bu husus, O'nun muhtelif sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hazret-i İsa (A.S.), kendi memleketi bulunan Nasıra'da mukaddes davete başlayınca, orada ilk önce kendi ya­kınları ve hemşehrileri tarafından muhalefetle karşılandı. Bu hususta, Mettâ, Markos ve Luka (İncili tertip edenler) her üçü de müttefiktirler. Bu kimselerin üçünün de riva­yetleri hemen hemen birbirlerinin aynıdır.

"Nebi kendi ülkesinde kabul edilmedi."

Ne zaman ki, bu büyük peygamberin öldürülme ha­zırlıkları başladı; bu sefer halk: "Buradan çekil, gizlice git." Dediler. O, öteler habercisi peygamber de bu tavsi­yelere şu cevabı verdi:

"Bir Nebi bu şartlar altında çekilip gitmez. Buna im­kân yok."

(Luka, Bab: 19, Fıkra: 38).

Son defa Urşelim'e geldiği zaman, O'nun bağlıları yüksek sesle şu sözleri haykırdılar:

"Dediler ki, Rabbîn isminde gelen Melik mübarek ol­sun."

(Luka, Bab: 19, Fıkra: 38)

Bu sözler: duyan Yahudi âlimleri gücendiler. Hazret-i Mesih (A.S.) a: "Bu kimseleri sustur." dediler. Peygam­berleri de:

"Ol dahi cevap verip onlara dedi ki, ben size derim ki: Eğer bunlar sükût ederler ise taşlar çağıralar."

(Luka, Bab: 19, Fıkra: 40)

Yine aynı masum peygamber şöyle buyurmuşlardır:

"Ey cümle yorgun ve yüklü olanlar! Bana gelin ve ben size rahat vereyim. Boyunduruğumu üzerinize alın ve benden ki halim ve alçak gönüllülüğü öğrenin ve can­larınıza rahat bulasınız."

(Metta, Bab: II, Fıkra: 28 - 29, Sahife: 14)

Hazret-i Mesih (A.S.) da diğer peygamberler gibi, in­sanların yapıp uydurdukları kanunlar yerine İlahi kanun­ların yürürlükte olması yolunda çalışıyordu. Metta ve Markos'un rivayetlerinden apaçık bir şekilde bu nokta anlaşılmaktadır. Her iki İncil'in de rivayetlerinin hülâsası şöyledir: "Yahudi uleması, senin talebelerin, büyüklerin ve ileri gelenlerin rivayetleri zıddına ellerini yıkamadan nasıl yemek yerler diye itirazda bulundular. Bunun üze­rine Hazret-i Mesih buyurdu ki: Riyakârların hâli böyledir; onlar vaktiyle sair peygamberlerin sözlerine de itiraz et­mişlerdi. Bu ümmetin dili bana hürmet ediyor, fakat gö­nülleri benden uzaktır." Ve bu itiraz edenlere şu şekilde insanî ahlâkı öğretmişlerdi:

Siz de Allah'ın hükümlerini iptal edip, kendi tarafınız­dan uydurduğunuz kanunları yürürlüğe koymaktasınız. Allah, Tevrat'ta ana, babaya hürmet edilmesini emir bu­yurmuştur Her kim ana ve babasına fena bir şey söylerse o kimse öldürülsün diye hüküm vermiştir. Şimdi siz kalk­mış diyorsunuz ki, birisi kendi anasına ve babasına diye­bilir ki, benim size karşı yapmakta olduğum hizmetler sizin işinize yaramıyorsa, ben onları Allah'a adarım. Bu verdiğiniz hükümden, baba ve anaya hizmet etmemek caiz olmuyor mu?

(Metta, Bab: 15, Fıkra: 3-9 ve Markos, Bab: Fıkra: 5 - 13)[53]

F. "İşte Rabbiniz O Allahtır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra da kendi makamında sağlam olarak karar buldu. Ardı arkası kesilmeden geceyi takip eden gündüze, gecenin perdesi örtüldü. Güneş de, ay da, yıl­dızlar da hep O'nun fermanına boyun bükerler. Dikkat! halk etme (yaratma) ve emr (hükümetime) ona aittir. Bü­tün âlemlerin Rabbı bulunan Allah ne mübarektir."

(El - A'raf: 54).


Hak Taalâ, isteva ale'1-arş: "makamında sağlam olarak karar buldu.", cümlesinin etraflıca şerhi ve açık­lamasını anlamak bizim için pek zordur. Şu kadar var ki. Allahu Taalâ, kâinatı yarattıktan sonra, kendisinin şu hudutsuz saltanatına, herhangi bir makamda bir merkeze karar verdi. İşte bu merkezde tecelliyâtını yoğunlaştırdı kıldı. Ve bu tecelliyatın yoğunlaştırıldığı makamın ismi de Arş'dır. Oradan bütün âlemlerin üzerine feyz ihsan eyler. Oradan bütün kâinatın idaresini düzenleyip, emir buyu­rur. Şu cihet de mümkündür ki, bu âyet-i kerime'deki Arş kelimesinden maksad, iktidar ve hüküm sahîbi bulun­maktır. "Arş üzerinde karar bulmak" tan maksad da, Hak Taalâ kâinatı yarattıktan sonra, onun idaresini de eline aldı demektir.

Her ne ise, istevâ al'el arş'ın mânası ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu mevzuyu ele alarak, Hak Taalâ'nın yalnız kâinatın Halikı olmayıp, aynı zamanda kâinatın mutlak idarecisi ve yöneteni olduğu hakikatini en güzel şekilde insan zihnine yerleştirmektedir. O, dünyayı yok­tan var ettikten sonra dünya ve yarattığı bütün mahlû­kattan alâkasını kesmediği gibi, yarattığı şeyleri de kendi başınbırakmamıştır. Amelen ve bilfiil, bütün âlemin her cüz'ünün ve küllî âlemin idaresi ve saltanatı bizatihi o sonsuz kudrettedir. Fiili olarak. Her şeyin, her varlığın ve her zerrenin takdiri O'nun hükmüne bağlıdır.

Kur'an-ı Kerim, bu şekilde, esasa ait yanlış anlayışın önüne set çekmek yolunu tutmuştur. Böyle olunca, hiçbir şekilde insan şirk'in sapık yoluna saplanmaz ve kendisini de muhtar ve başıboş saymak dalaletinin sevdasına kaptırmaz. Kâinatın nizam ve düzeni ile Hak Taalâ'nın alâkasız olduğunu zannetmenin gerektirdiği netice şudur ki, insan, kendisini yahut da diğerlerinin mukadderatını Allah'dan başka birisinin elinde olduğu kanaatine sahip olur. Böyle düşünen mahlûk karşısında da boyun eğmek yolunu tutan, yahutta kendi mukadderatını kendi tayin ettiği zehabı ile şahsını serbest zanneder.

Burada üzerinde durulacak bir nokta daha vardır. Kur'­an-ı Kerİm'de. Hak Taalâ'nın yaratma ve idare işle­rine ait kullanılan kelimeler ve ıstılahlar, ister hakikî mâ­nada olsun, ister mecaz ve istiare mânasına alınmış bu­lunsun, ekseriya saltanat, hükümet ve padişahlığa ait kelime ve ıstılahlar kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim'in bu beyan tarzı o kadar açık bir şekildedir ki, herhangi ale­lade anlayışlı birisi Kur'an-ı Kerim'i okuduğu zaman, bundan başka bir şey anlamaz ve hissetmez.

Aklı noksan bazı tenkîtçiler, kendi akıllarının noksan­lığını hesaba katmıyarak hep tersinden düşünüp şu neti­ceyi çıkarmak istemişlerdir: Güya bu Kitap telif edildiği zaman, insanın zihninde hükümet ve saltanat nizamının hâkim olduğu fikrini ileri sürerek bu kitabın müellifi (Bu sersem kafalılara göre, Hazret-i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) neüzübillâh Hak Taalâ'ya sözüm ona padişahlık izafe ederek ortaya çıkarmak istemiştir. Halbuki işin esasında Kur'an-ı Kerim'in ileri sürdüğü daimî ve ebedî hakikat, bu düşüncesiz kafaların iddialarından veya anladıklarının tamamen aksinedir. En büyük ve tek gerçek şudur ki, şu yeryüzünde ve sonsuz göklerin saltanat ve padişahlığı ancak bir "zat" a aittir. Hâkimiyet (sove­reignty) diye isimlendirilmiş olan husus da yine O'nun Zat'ına mah­sustur. Bu kâinat nizamı da bir merkezî nizamı kâmildir ki, bu nizamda bütün seçme hakkı yine o Zatın elindedir. İşte bundan dolayıdır ki, bu nizam'da herhangi bir kimse, şahıs veya zümre cüz'î veya küllî olsun, her ne şekilde olursa olsun hâkimiyet iddiasında bulunursa, kendisini korkunç bir şekilde aldatmış ve feci bir yalana saplamış olur. Ve yine bu nizamı düzene koymuk için de O'nun gösterdiği yoldan başka herhangi bir yol doğru değildir- Şurası da yine doğru ve değişmez bir gerçektir ki, dinî ve mezhebi bakımdan ibadet edilen Mâbud'a, siyasî ve me­denî hükümdarlığı (Sovereignty) da teslim etmek lâzım­dır.

"Lehü'l - halk ve'l - emr: Halk etme (yaratma) ve emr (hüküm verme) O'na mahsustur." Cümlesinin şerhine gelince, (İstevâ al'el - arş) cümlesinin şerhinde etraflı olarak açıklanmış oldu Bu mesele hakkında demiştik ki, Allah Taalâ yalnız Halik değil, aynı zamanda emir veren ve hüküm buyurandır. O kendi mahlûkatını yarattıktan sonra, onların işlerini başkalarına bırakmamış ve cümle mahlûkatının üzerinde hükmünü icra kılmağa devam etmiştir. Halk ettiklerinden hiç birisini de kendi başına bırakıp, onları kendi başına buyruk sahibi kılmamıştır. Yaratılmış olanlar istedikleri gibi hareket edemezler. Amelî ve fiilî olarak bütün kâinatın ideresi Hak Taala'nın elindedir. Geceyle gündüzün biribirini takip etmeleri de kendi başlarına olmayıp Allah'ın hükmü iledir. Allah is­terse, bunları istediği gibi değiştirir ve istediği şekle so­kar. Onları istediği bir nizamla yeniden tertipler. Güneş, ay ve yıldızların da kendilerine mahsus bir iradeleri yok­tur; Bu büyük nesnelerin de her türlü işleri Hak Taala'nın elindedir. Yalnız Cenab-ı Hak'kın fermanına boyun bü­kerler. Bunlar da mahkûm ve mecbur birer köledirler.

G. "Elbette ki, Allah istediği gibi hükmeder."

(El – Mâide: 1)

Allahu Taalâ mutlak hâkimdir ve bütün küllî irade yalnız kendisine mahsus bulunmaktadır. Dilediği gibi hükmeder; kullarından hiç bir kimsenin O'nun hükümle­rine karşı söz söylemek, niçin ve nasıl demek hakkı yoktur. Elbetteki bu ilâhî hükümlerin hepsi derin birer hikmete, sonunda mutlaka hayır olan bir maslahata da­yanır. Fakat Müslüman bir kul, bu hükümlere itaat eder­ken, bu kudsî hükümlerin hikmet ve maslahatı nedir diye peşin bir araştırmaya girmez. Ancak hüküm sahibi böyle hüküm vermiştir diye itaat eder. Hüküm sahibi bir şeyi haram kılmışsa o haram olan şey ne olursa olsun ve niçin olursa olsun mutlak surette haramdır. Helal olan şey de yine ne şekilde olursa olsun helâldir. Niçin ve ne sebepten helâl olmuştur diye araştırmak bize düşmez. Zira, Hak Taalâ her şeyin yegâne mâliki olduğuna göre, bu şeyleri kullarına ya haram kılmıştır, yahut da müsaade vermiştir. İşte bunun için Kur'an-ı Kerim nimetlerin helâl­liği ve haramlığı hakkında Mâliki Hakikinin müsaadesinin veya olmamasından başka hiçbir araştırma yapılmasına lüzum olmadığım bildirmektedir. Yine aynı şekilde, kulla­rın yapacakları işlerin caiz veya gayrı caiz olmasının da esası bundan başka bir şeye dayanmaz. Hak Taalâ'nın caiz kıldığı câizdir. Caiz kılmadığı da asla caiz değildir.[54]

H. "Kendi dilinizle tavsif edip yalan uyduraraktan, bu helâldir ve şu haramdır demeyin. Böyle olursa Allah'a yalan iftira atmış olursunuz. Elbette Allah'a yalan iftira atan kimseler asla felah bulmazlar."

(En – Nahl: 116).

Bu âyet-i kerime gayet açık bir şekilde, helâl ve ha­ramın değerlendirilmesinde ancak Cenab-ı Hak'kın yetki sahibi olduğunu bildirmektedir. Başka bir tabirle şöyle ifade edilebilir ki, Kanun koyoco yalnız Allah'tır. Herhangi bir kimse, kendi bildiğine göre, beşerî hâdiseleri değer­lendirip bu fiillerin caiz ve gayrı caiz olduğunu ileri sü­rerse, böyle bir adam, haddini aşmış ve kulluk vazifesini çiğnemiş olur. İnsanlar yalnız, İlâhî kanuna dayanarak bu örnek hükümlerden sonuç çıkararak, falan umumî ka­nuna muvacehesinde şu hususî şey de helal veya ha­ramdır; yine aynı şekilde filan umumî kanuna göre şu fiili yapmak, caiz veyahut da caiz olmadığının söylenmek, Hak Taalâ'ya yalan isnad edip, iftira atmaktır. Böyle çirkin bir iş iki sebepten dolayı işlenebilir. Ya ileri sürülen bu hüküm, tek dayanak olan İlâhî Kitap dikkate itibara alın­madan verilmiştir; yani kitabın caiz kıldığını o kimse, gayrı caiz saymış, caiz kılmadığına da caiz demiştir. Ve­yahut da Hak Taalâ, helâl kılmak, haram kılmak işini in­sanın eline vermiş, insanı da yaşayışında serbest kılıp, "Sen kendin için bir şeriat meydana getir" demiş olmalı­dır. İşte bu şeklin her ikisi de yalan uydurarak Allahu Taalâ'ya iftira atmak demektir.[55]

İ. Söyle: "Allah'ın size göndermiş bulunduğu rızık hakkında hiç düşünmediniz mî? Bunlardan helâl kıldığı da var, haram kıldığı da. Söyle, acaba Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı atarsınız?"

(Yûnus: 59).

Urdu lisanında rızk: (rızık) kelimesi halk arasında umumiyetle yiyecek, içecek gibi şeylere denir. Bu keli­meye verilen bu basit mâna ile, yemek sofrasını dikkate alan halkımız, dinî hurafeler, gelenekler ve merasimler gibi şeylerin üzerinde dururlar. İşaret ettiğimiz bu yanlış anlayış, doğrudan doğruya câhil halk tabakasının işi ol­mayıp, ulema unvanlı bir zümrenin yetersiz ve gelişi gü­zel çalışmalarının bir neticesi olduğu gayet açıktır. Hal­buki Arapçada rızk kelimesi yalnız yiyecek ve içeceğe münhasır değildir. Belki, "in'âm", "ihsan", "hediye", "atiye" ve "bahşiş" ve her verilen şey demektir. Bu ke­limenin mânası geniş ve umumîdir. Hak Taalâ, dünyada in­sana ne vermiş ise, bunların hepsi de rızkdır. Hatta çoluk ve çocuk bile "rızk" dır.

Meşhur adamlar ansiklopedilerinde: "esma'ür- ri-cal" kitaplarında, bir çok râvilerin isimlerine rastlıyoruz. Bunlar hususla ilgili olarak rızk, kûzeyk ve rızkullah isimlerine de tesadüf ediyoruz. Bunların hemen hemen mânaları bir­birlerinin aynı ve Urduca "Allah verdi" demektir. Meşhur duayı hatırlayalım:

Allahümme erinâ'l - hakka ve erzuknâ ittibâ'ah. "Ya Rabbi, bize hakkı göster ve bize ona tabi olmayı nasib et."

Umumî konuşmalarda söyle bir tâbir kullanılır: "Ru­zi­ka ilmen: falan adama ilimden nasib verildi, Hadis-i Şerif'de şöyle buyurulmuştur;

"Hak Taalâ her hâmile kadının karnındaki çocuk için bir melek gönderir, bu melek, çocuk var olur olmaz, onun bütan ömrü boyunca rızkını hazırlamakla mükelleftir."

Bu Hadis-i Şerif'de kullanılmış olan "rızk" kelimesin­den maksat sadece yiyecek, içecek değildir. Çocuğun bir ömür boyunca elde edeceği sadece yiyecek, içecek de­ğildir. Buradaki "rızk" tan maksat, çocuğun dünyada yaşadığı müddet içinde ihtiyacı bulunan herşeydir.

Kur'an-ı Kerim buyurur ki:

"Ve mimmâ rezakna - hum yünfikun":

Onlara verdiğimiz rızıktan, başkalarına, da verirler.

Görülüyor ki "rızık" kelimesinden, yalnız yiyecek, içecek ve yemek sofrasında bulunan şeyleri düşünme­mek gerekir- Allahu Taalâ sadece yiyecek, içecek üze­rinde durmuş olduğu, diğer hususlarda insanı serbest bıraktığı şeklinde yanlış bir düşünceye kapılmamak ge­rekir. Böyle bir sakat anlayışa saplanmak, alelade bir hata olmayıp, muazzam ve çok mühim bir iman zaafıdır. Halbuki Allah'ın dini, hayatın her dalını ve her şubesini kuşatan emsalsiz bir sistemdir. Diğer bir hatalı düşünüş de, "Din ilmi" olarak bir şeyin haramlığını bilmek, sadece bu mevzu üzerinde çalışıp ömür tüketmeği anlamışlardır. Onların medeniyet anlayışına göre, insan kendi işinin idaresi için, kendisi hudud tayin eder. Yaşama tarzına istikamet veren usuller kararlaştırır. Allah'ın kitabına ihti­yaç hissetmeksizin kendi başına kanun koymaya da kal­kar. Bu fahiş hata ve gerçekten kopup uzaklaşmış zihni­yet, ne yazık ki, yalnız halkın bilgisiz tabakasına mahsus bir keyfiyet değildir. Bu topluluk içinde, din uleması, yü­zeysel ve kısır bilgi sahib müftüler, idraksiz Kur'anı Kerim müfessirleri ve hadis şeyhleri gibi etiket sahibi yığın yığın şahsiyetin, dine böyle bir anlayış merceği ile bakmanın bizzat dinî parçalamak ve bölmek olduğunu bilmelerine imkân yoktur. Böyle bir düşünceye sahip olduktan sonra ve İlâhî Şeriatı yalnız yiyecek ve içecek mevzuunda hü­küm veren bir müessese haline getiren bu kimselere şöyle bir sual yöneltilebilir: Böyle bir düşünceye sahip olmanızın, ne kadar büyük bir günah ve cürüm olduğunu biliyor musunuz? Rızkın Allah'tan geldiği gibi, siz kendi­niz de Allah'ın değil misiniz? O zaman nasıl olur da, Alla­nın mülkünde istediğiniz gibi tasarrufta bulunabiliyorsu­nuz? Keyfinizin istediği şekilde hududlar ve usuller tayin ediyorsunuz?

Herhangi bir hizmetkâr, herhangi bir uşak, ben kendi efendimin, patronumun veya ağamın sahibi olduğu bir malına, istediğim gibi tasarruf etmek ve dilediğim gibi bu malın tasarrufu hakkında usuller koyabilirim iddiasında bulunsa; efendimin, patronumun ve ağamın da sözünü dinlemem hususunda bir sebep yoktur dese, böyle bir uşak hakkında ne gibi bir hüküm verirsiniz? Evinizdeki hizmetçiniz, yahut da iş yerinizdeki hademeniz, evinizde veya iş yerinizde, "her şeyi ben bildiğim gibi, keyfimin istediği şekilde kullanırım; mevcut eşyalardan istediğim gibi faydalanırım diyerek bir nevi muhtariyet iddiasına yeltendiği takdirde acaba siz bu uşağınıza ne gibi bir muameleyi reva görürsünüz?

Bu uşağın yahut da odacının tutumu o zaman baş­kalaşmış olur; yani bu uşak veya odacı efendisini tanımı­yor ve kendi başına buyruk kesilerek aynı zamanda hiz­met ettiği yerin malına da sahip çıkıyor demektir. Böyle bir uşak veya odacı o zaman haddi aşan ve gasb edici durumuna düşmez mi? Artık bu uşak hakkında şöyle bir durum oluşur: Uşağın kendisi uşak olduğunu bildiği halde, uşak olduğunu kabul ettiği halde, çok iyi biliyor ki, mal ve eşya kendine ait olmayıp uşaklık ettiği kimsenin­dir. Bunlara rağmen, yani bile bile, sonra da kalkıp mallar hakkında istediğim gibi tasarruf etmek, istediğim gibi kullanmak hususunda usuller koyacağım, kanunlar yapa­cağım, diyor. Malların tasarrufu hakkında usul koymak ve kanun yapmak da benim hakkımdır diye iddiaya kalkışı­yor. Hem de efendisine bir şey sormak lüzumunu duy­madan ben istediğimi yaparım diye ortaya atılmaktan çekinmiyor..

Nihayet netice olarak şöyle bir vaziyet ortaya çıkar: Bu efendi, bu ağa kendisi uşağına, malını kullanmak hakkını vermiştir. Bu bakımdan, malların tasarrufu için nizam ve kanun yapmasına da müsaade etmiştir. Bu hak kendisinin iken, uşağına vermekte mahzur görmemiştir. Böyle bir iddianın sahibi olan uşağa, senin bu iddian ne gibi bir şeye dayanıyor diye bir sual tevcih edilebilir. Yoksa bu sözleri sen kendi kafandan mı uyduruyorsun diye uşak itham altında tutulabilir. Eğer birinci şekil ge­çerliyse, yani uşağın malları kullanması için hakikaten efendisi emir vermişse, o zaman mesele yoktur. Aksi takdirde, yani- ikinci şekle göre, uşak herhangi bir daya­nak göstermekten mahrumsa, bu uşak yalancı ve iftiracı­dan başka bir şey olamaz. Cürmün de en büyüğünü iş­lemiş bulunur.[56]

J. "Allah'ın gönderdiği ile hüküm vermeyen kimse-ler kâfirdirler, zâlimdirler, fasıktırlar.."

(Maide: 44, 45, 47).


Bu âyet-i kerimede, Allahu Taalâ, kendi gönderdiği kanun gereğince işleri çözmeyen ve bu Örnek kanuna uygun bîr şekilde hüküm vermeyenler hakkında Üç şekil buyurmuştur: Kâfir.. zâlim.. fâsık...

Gerçek açık şekilde anlaşılmıştır ki, insan, Allah'ın hükmü ve O'nun göndermiş bulunduğu ulvî kanunu bıra­kıp da, kendi uydurduğu veya başkalarının uydurup or­taya attıkları kanun. ile, işlerin halli yoluna gider ve içti­maî hayatı tanzime yönelirse, yukarda sayılı olan şu üç suçu işlemiş olacaktır.

Evvelâ böyle bir tutumun ilk kademesi, Allah'ın kanun­lanrını inkâr etmiş olmaktır. Allah'ın hükmü inkâr edilince böyle meş'um bir fiilin faili kâfir olur. Sonra böyle bir iş adalet ve insanlık vasıfları ile bağdaşamaz. Çünkü adaletin en doğrusu Allah'ın koymuş olduğu adalettir. Allah'ın lütfettiği adalet hükmünü bırakıp kendi bildiği gibi, yahut da başkalarının koydukları kanunla hüküm vermek zulmün tâ kendisi olur. Bunu yaparı da zâlim olur. Üçüncü sıfat da şöyle bir mânayı ifşa etmektedir: Böyle bir kul, kul olduğu halde, kul olduğunu bildiği halde kendi mâlikinin, kendi sahibinin kanununu bırakarak ve bu ka­nundan kaçınarak; kendisinin yahut da herhangi bir kim­senin uydurduğu kanunu câri kılmak yoluna giderse, hakikatde kulluk ve itaat dairesinin dışına çıkmış olur. Bu da "Fısk" demektir. Küfür de, zulm de, fısk da bu her zehirli sıfatın üçü de Allahu Taalâ' dinleme­menin isimle­ridir. Her nerede Hak Taalâ'nın hükdinlememe­nin isimle­ridir. Her nerede Hak Taalâ'nın hükmünün dışına çıkılı­yorsa, orada bu üç şeyden üçünün de bir arada olmama­sına imkân yoktur. Mutlaka bu üç mezmum sıfat bir arada bulunur. Ancak İlâhî fermana karşı gelmenin, Hak'kın hükmüne karşı diretmenin de dereceleri ve şe­killeri vardır. O zaman bahsâ geçen bu üç fena işin de azlığı ve çokluğu bakımından dereceleri olacaktır. Me­selâ, Allah'ın emrettiği kanunum hîlafına işleri tedvir et­meğe yeltenen birisi, Allah'ın o en güzel hükümlerinin yanlış ve insanların uydurduğu kanunların doğru oldu­ğunu ileri sürecektir. Bu şahıs tam mâ­nasiyle hem kafir, hem zâlim ve hem de fâsık olur. Fakat baş­ka bir kimse, İlâhî hükümlerin doğruluğuna inanıp, amelî bakımdan ve fiiliyatta Allah'ın kanunu ile değil de insanların uydurduk­ları sözde kanunlarla işleri yürütmeğe yeltenirse; bu adam İlahi hükme itikad ettiğinden dolayı akîde bakımın­dan kâfir olmaz ve İslâm ümmetinin dışında kalmaz; fa­kat böyle bir kimsenîn imanı, küfür fısk ve zulmün karı­şımından bir şey olur. Her kim, hayatını tanzim eden bütün iş ve gücünde İlâ­hî hükümden ayrılmış olup, başka bir tarafa saparsa, tam ve katıksız bir kâfir ve aynı za­manda fâsık ve zâlim demektir. Fa­kat bazı işlerinde Al­lah'ın kanununa tâbi olup da bazısına da tâ­bi olmazsa, böyle bir akide sahibinin imanı, küfr zulüm ve fısk ile ka­rışık bir hal almış demektir. Bu kimsenin vaziyeti ba­zı yerde kâfirine olur, bazı yerde olmaz. Bu şahsın küfr, fısk ve zulüm derecesi yaptığı işlerin mahiyetine göre ayarla­nır.

Bir kısım müfessirler, bazı âyetleri kasıtlı olarak tevil edip, ehli kitabın Önüne sermek için çalışırlar. Fakat aslında İlâhî Kelâm'da bu tevil için herhangi bir uygun durum bulunmaz. Bunun gibi tefsircilere, bu tarz bir işe ve bu şekilde bir tevile en iyi cevabı Hazret-i Huzeyfe (R.A.) vermiştir. Bir ara bir zat gelerek Hazret-i Huzeyfe'ye şöyle bir sual sordu; "Beni israil hakkında söylenmiş bulunan bu üç âyet-i kerime'de, Yahudilerin. Allah'tan nazil olan ahkâmı bırakarak, bu ahkâmın hilâfına işlerini kendi bildikleri gibi çözme yoluna gittikleri beyan edilmektedir. Bu kavim, bu âyet-i Kerime'ye göre kâfir, zâlim ve fasık mıdır?   

Huzeyfe (R.A.) bu suale şu şekilde cevap verdi:

"Bütün acılar Beni İsrailin, tatlılıklar da sizin olsaydı, şu Beni İsrail size ne iyi kardeş olurlardı. Hayır, böyle değil, Allah'a yemin ederim ki, siz de onlara gittikleri yolu adım adım takip ediyorsunuz; o yoldan gidiyorsunuz."[57]

Hâkimiyetin bu temel usûlü, Kur'an-ı Kerim'in muhte­lif yerlerinde anlatılmıştır. Allah'tan başka her kim bir nesneyi yahut da bir kimseyi mutlak tarcih sahibi olarak kabul ederse, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ıstılah karşılığı olarak bu nesne "Tağut" tur. Böyle yapan da Tâğut'a kulluk etmiş bulunur, O da Allah'a kulluk et menin tam tersinedir.

K. "Her kim Tağut'u bırakıp da Allah'a iman ederse, işte o, hiç kopması imkânı olmayan sağlam bir tutanâğa sarılmıştır. Elbette Allah duyan ve bilendir."

(El - Bakara: 256)


Burada Tâğut kelimesi, lügat noktayı nazarından; haddi­ni bilmeyen, aşırı giden, haddini aşan, herhangi bir şahsa de­­­nir. Kur'an-ı Kerim ıstılahına göre Tağut'dan maksat, aşan, kulluk haddini tecâvüz eden, kendisini efendi ve patron ko­yan; Allah'ın kullarını da kendisine kul yapmak istiyen kimsedir.

Bir kimsenin Allah karşısında boyun eğmekten ka­çın­ma­sı, isyan etmesi, aşırı gitmesi, haddini bilmemesi üç şekilde olur.

Birinci şekil: Kul esâs itibariyle boyun eğmektedir. Hakkı kabul edip, Hakka teslim olmaktadır. Fakat iş amele gelince, fiiliyatta bu usulden uzaklaşır; ya kendisini şahsen serbest kılmaya yeltenir, yahut da başka birisinin kulluğuna boyun eğmiş olur. İşte bu "fısk" dır.

İkinci şekil: Kul Hak Taalâ'nın emrine boyun bükmek hususunda usulen sapar, ya kendisini muhtar kılmaya yeltenir, yahut da başka bir kimsenin kulluğuna girmek yolunu tutar. Bu vasıftaki bir insanın durumu da "küfr" dür.

Üçüncü şekil: Bu kul, Mâlikine karşı gelir, haddini aşar, Mâlikinin mülküne sahip çıkmaya kalkışır, O'nun ebaasına hükmetmeye yeltenir. İşte bu üçüncü şeklin ismi de Tâ­ğut­tur. Aslında herhangi bir kimse Tağut'u bı­rakıp, Tâğutu inkâr etmedikçe Allah'a iman etniş sayıl­maz, mümin durumunda değildir.[58]

Başka bir âyet-i kerime'nin üzerinde de düşünelim:

"Sana nâzil kılınmış bulunana ve senden evvel de nâil kılınmış olana iman ettiklerini sananları görmedin mi? İstiyorlardı ki, işlerini Tâğut yolu ile halletsinler;" hal­buki onlara bundan vaz geçmeleri için hüküm verilmişti.

(Nisa: 60).

Bu âyet-i kerime'de Tâğut'tan maksat, açık olarak bi­linmektedir ki, Allah kanunundan başka bir kanundur. Ki böyle bir kanunla işlerin hal ve faslı yolu ihtiyar edilmek­tedir. Allah Taalâ'nın yüce iktidarının koyduğu nizamın dışındaki gayrı meşru bir nizamdır. Allah'ın kitabına da­yanmayan bir kanundur. Bunun için de bu âyetin manası şu şekilde bir açıklığa kavuşmaktadır: Adalet yolunda Allah'ın kanununu bırakıp da Tâğut'a tâbi olmak ve cemi­yet sistemini bu Tâğut kanunu ile yürütmek, imâna aykı­rıdır gereği. Allah'ın ve O'nun kitabına imân etmenin ikti­zası şudur ki: İnsanın, adalet diye ortaya atılmak istenen Tâğutî nizam ve kanunları temelinden reddetmesi ge­rekmektedir. Kur'an-ı Kerim'e göre de Allah'a imân et­mekle, Tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani Tâğut reddedilmedikçe Allah'a iman, tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiçbir zaman birarada bulunamaz. Allah'a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda Tâğut'a tabi olmamak demektir.[59]

Yukarıdaki bahiste, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği hâki­miyet tasavvuru açık bir şekilde açıklanmış oldu. Bu ta­savvura göre, hâkimiyet hususunda insanın herhangi, bir şekilde, hakkı olmadığı belirtilmiştir. Bunun için, Kur'an-ı Kerim insanı yeryüzünde Hak Taalâ'nın halifesi ve vekili olarak vazifelendirmiştir. Bu vekilliğin de heyeti ve evsafı şu şartları gerektirmektedir: Bu nâib, kendisini nâib tâyin etmiş bulunanın, yani hakiki mâlikin emrine ve hükmüne göre hayatı tanzim etmesi lâzımdır. Aşağıdaki âyet-i ke­rime bu hususu işaret etmektedir:

"Senin Rabbin, meleklere, ben yeryüzünde bir halife kılacağım dediği zaman..."

(El - Bakara; 30)

Halife, o kimseye denir ki, herhangi bir mülkte her-hangi bir yerde, kendisine muayyen bir serbestlik verilir ve mülkün hakikî mâlikinin emrine göre, o da bu mülkün işlerine bakar. Yani mülkün sahibi bulunan Mâlik'in yerine geçer ve onun vekili olur. Bu halifenin yahut da naibin elindeki bu serbeslik kendisine ait değildir; kendinden gelmemiştir; onu vekil yapan, onu bu işin başına getiren Zattan çıkmıştır; bu kimseye yetki, onu bu makama tâyin etmiş bulunan tarafından verilmiştir. Eğer bu, kimse, kendisini mâlik bilmeye yeltenirse ve kendisine emanet edilmiş olan bu serbestlıği gerektiği gibi kullanmazsa, asıl Malik'e değil de herhangi türedi birisine teslim etmeye kalkışırsa, bu uydurma mâlike tabi olursa, gaddarlığın ve zulmün en büyüğünü işlemiş olur.