hafiza aise
Tue 21 December 2010, 04:06 pm GMT +0200
7. Hadîsin Muteber Bir Mânâyı Vermemesi
Alimin, hadîsin mânâsını anlamaması burada sözkonusu değildir. Ancak sözkonusu olan doğru veya yanlış görüşte olması bir yana âlime göre hadîsin muteber bir mânâyı taşımamasıdır. Meselâ "mefhum-u muhalife" ve "tahsis edilmiş âmm"ın hüccet olmadığı kanısında olması, ya da âlimin "âmm" bir kelimeyi sebebine indirgemesi, ya da "mutlak emr"in fevriyeti (anında olması) veya vücubiyeti ifade etmediği ve "lam"la muarraf kelimenin veya "muktazi"nin umumiyeti ifade etmediği kanısında olması. [16]
8. Alimin, Hadîsin Delalet Ettiği Düşünülen Manasının, Bunu Kast Edilmediğini Gösteren Başka Bir Hadîsle Çeliştiği Kanısında Olması
Örneğin "âmm" bir hadîsin "hâs" bir hadîsle, "mutlak" bir hadîsin "mukayyed" bir hadîsle "emr"in vucubiyetini reddeden bir "nas" ile ve hakikî mânâyı ifade eden bir hadîsin mecazî mânâsını gösteren başka bir hadîsle çelişmesi, lafızların delaleti birbirleriyle çelişmesi ve bir delaleti diğerine tercih etme konusu çok geniş bir konudur. Burada tafsilatına giremiyoruz. [17]
9. Ve 10. Hadîsin, Nesh Edildiğini Yahut Zayıf Ve Müevvel Olduğunu Gösteren Başka Bir Nass İle Çelişmesi
Alim, nesh edilmeye, zayıf ve müevvel olmaya maruz olan hadîsleri araştırırken, yanlış neticelere varabilir. Örneğin nesh meselesinde birbirleriyle çelişen iki hadîsin hangisinin önce ve hangisinin sonra söylendiği hususunda önce söylenenin sonra söylendiği zannedildiği takdirde, nasih hadîsi mensuh olarak alması; müevvel bir lafza kabullenemeyeceği bir mânâyı yanılarak yükleyebilmesi; birbirleri ile çelişen, sened veya metin açısında aynı güçte olmayan nasslardan birisini diğerine tercih ederken, râcihi mercuh şeklinde alması...
Aynı yanılma bir meselede icmanın bulunduğu iddiası için de sözkonusudur. Çünkü icma iddiası genelde verilen hüküm hakkında muhalif görüşün bilinmemesinden ibarettir. Bu yüzden belirgin bazı âlimler bir mesele hakkında muhalif görüşte olan kimseyi bilmedikleri zaman o meselede icma vardır demeyi âdet edinmişlerdir. Bilmedikleri bir konu hakkında icmanın varsayımı nedeniyle görüş belirtmekten kaçınmışlardır. Görüş belirttikleri takdirde hep ihtiyatlı davranarak şöyle diyorlardı: "Şayet meselede icma varsa, doğrusu ben ona uyarım, icma olmadığı takdirde benim görüşüm budur" Örneğin:
a- Bazı âlimler "Kölenin şehadetini kabul eden kimseyi bilmiyoruz" demişlerdir. Oysa, Alî, Enes ve Şurayh'ten "Kölenin şehadeti kabul olunur" şeklinde ifade olunan rivayetler bizce sabittir.
b- Bir grup âlim, "Mubaad olan köle (bir kısmı hür, diğer kısmı köle) varis olmaz hükmü hakkında icma vardır" naklinde bulunmuşlardır. Oysa Alî ve İbn Mes'ud'dan "Mubaad köle varis olur" şeklinde rivayetler tesbit edilmiştir.
Bu durumun nedenini şöyle açıklayabiliriz: O devirlerde âlim ancak yaşadığı bölgede bulunan müctehidlerin görüşlerinden haberdar olabilirdi. Ayrıca son devir âlimlerin bir kısmı sadece Medine veya Kûfe'de yaşayan âlimlerin ya da mezhep âlimlerinden iki veya üçünün görüşüyle yetinerek icmayı iddia ederlerdi. Bu yüzden diğer görüşleri icma dışına bırakırlardı. Kulaklarına her ne kadar muhalif hadîsler geldiyse de delillerin en güçlüsü olan temaya muhalefet etme korkusuyla kabul etmekte güçlük çekerlerdi.
İşte bazı hadîsleri terk ederken çoğu insanların gerekçeleri budur. Fakat bir kısım insanlar gerçekten mazurdurlar. Diğer bir kısmı ise bir açıdan mazur, başka açıdan mazur değiller. Çünkü bazen âlîmin sahih hadîse muhalefeti gerçek muhalefet sayılmaz. Örneğin bazı Küfe âlimleri zahiri umum olan âyetlerle amel edip hadîsi bırakmışlardır. Çünkü zahiri umum olan âyet hadîsten daha güçlüdür. Bu yüzden âyeti tercih etmişlerdir.
Ayrıca nasslar, delalet açısından çok yönlü olduğu için, âlim delaleti zahir olmayan bir nassı bazan zahir olarak algılar. Örneğin, davacının şahit getirmesi ile birlikte yemin de etmesi hususunda varid olan hadîsleri reddetmişler ve bu husustaki âyetleri zahir olarak kabul etmişler. Oysa başka âlimler, "Kur'an-ı Kerim'de davacının şahit getirmesiyle birlikte yemin etmesini men eden birşey yoktur ve olduğu takdirde de sünnet onu açıklar" şeklinde görüşlerini açıklamışlardır. "Sünnetin Kur'an'ı açıklaması" kaidesiyle ilgili İmam Şafiî'nin malum sözleri vardır, İmam Ahmed de sünnetin açıklamasına gerek duymadan, Kur'an-i Kerim'in zahiri ile yetinir diyenlere reddiye olarak meşhur risalesini yazmıştır. Âyetin umumunu tahsis, mutlakını takyid eden ya da ziyade getiren hadîsleri reddetmek bunun birkaç örneğidir.
Ayrıca Medine âlimlerinden bîr grup, Medine halkının icmaı ile çelişen sahih hadîsi terk edip, kendilerince sahih hadîsten daha güçlü olan Medine halkının icmaı ile amel etmişlerdir ve "Hiyâru'I-meclis" ile ilgili hadîsleri hüccet olarak almamışlardır. Oysa Medine halkının da bu meselede ihtilaf ettikleri belirlenmiştir. Buna benzer durumlarda, Medine halkı bir mesele hakkında icma etmişse ve başkaları onların icmaına muhalefet etmişlerse, bizim için hüccet olarak kabul olunacak tek delil sünnettir.
Bir grup Küfe âlimi "kıyas-ı celi" ile amel ederek "küllî kaideleri" etkilemeyen hadîslere muhalefet etmişlerdir. Ve bazı âlimlerin hadîse muhalefet etmelerinin daha nice gerekçeleri vardır. Çünkü âlim bizim fark etmediğimiz başka bir delile dayanarak hadîse muhalefet etmiş olabilir. Kaldı ki âlim bazen delilini göstermiyor; gösterdiğinden, bize ulaşmıyor; ulaştığında doğruluk veya yanlışlığı bir yana, istidlal yerini idrak edemiyor olabiliriz. Ancak konu hakkında sahih hadîs varken, yanında bu hadîsi reddedecek bir hücceti var ihtimaline dayanarak, bir âlimin sıradan bir sözüne yönelmek asla doğru olmaz. Çünkü şer'î deliller, âlimlerin görüşleri hataya maruz olduğu şekilde bir hataya maruz değildir. Şer'î delil bütün insanlar için hüccettir; âlimin görüşü ise öyle değil... Şer'î deliller birbiri ile çelişmediği sürece yanlış olması akıl dışıdır. Oysa âlimin görüşü hataya daima maruzdur. Hadîs var iken âlimin görüşünü alacak isek, delillerin bir mânâsı olmaz. Neticeden maksadımız olan şu gerçeğe değinmemiz lazım: âlim, hadisin birine muhalefet edildiği zaman şüphesiz onun geçerli bir mazereti vardır. Ancak o hadîsin sıhhati bize açıklandığında, âlimin görüşünü bırakıp hadîse yöneldiğimizde biz de mazeretliyiz ve gerekçemiz vardır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar geçmiş birer ümmettir, kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sîzedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz." [18] "Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız, onun durumunu Allah'a ve Resulüne bırakın" [19]
Hiç kimsenin Resulullah'ın hadisine muhalefet edip herhangi bir âlime uyması asla doğru olmaz. İbn Abbas, kendisine soru soran birisine hadis ile cevap verdiğinde soru soran: "Ebubekir ve Ömer başka şekilde demişlerdir" deyince, İbn Abbas "Neredeyse gökten başınıza taşlar yağacaktır. Ben 'Resulullah (s.a.v.) buyurdu' diyorum, siz 'Ebubekir ve Ömer şöyle dediler' diyorsunuz" dîye cevap verdi.
Bu sıraladığımız gerekçelerden birisine dayanarak sahih hadîse muhalefet eden âlimler için "Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kıldılar veya Allah'ın dini ile amel etmediler veya falan iş imübah kılan âlîm ve ona uyanlar, şu veya bu âyetin tehdidi kapsamına girerler" diye söylemek ve bu inançta olmak apaçık bir yanlışlıktır ve neredeyse ümmet bu gerçek üzere icma etmiştir. Fakat Mûrisî ve benzeri bazı Bağdat Mu'tezilîleri, müctehidin hatası üzere cezalandırılacağı inancına sahip çıkmışlardır. Oysa bir kimsenin hatasından dolayı bir tehdidin kapsamma girmesi, onun o şeyin haram oluşuna cezayı engelleyen sebeplerin olmamasına ve öğrenme imkanına sahip olmasına bağlıdır. Bu yüzden helallığına dair hiçbir serî delile dayanmadan haddi gerektiren birşeyi bilmeyerek işleyene had uygulanmaz ve mazur sayılır; hadîs kendisine ulaşmayan ve şer'î bir delile dayanmış olan kimsenin hatasından dolayı mazur olması daha evladır. Bu nedenle âlim içtihadı üzere mükafatlanır ve övülür. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken biz onların hükmüne şahittik. Davud'a bu meselenin hükmünü anlatmıştık. Her birine hüküm ve ilim verdik"[20] Cenab-ı Allah'ın bu âyetle ilk başta sadece Hz. Süleyman'ı "anlamak"la övdükten sonra, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı bilgi ve hikmetle övmesi bu gerçeğe bir işarettir.
Buhari ve Müslim, Amr bin el-Âs'tan Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: "Alim ictihad eder de doğruyu bulursa, Allah katında onun için iki ecir vardır. Âlim ictihadında hata ederse onun için bir ecir vardır." Şüphesiz bu, ictihaddaki hatanın affedildiği demektir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "O dinde sizin için zorluk kılmamiştir" [21] "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." [22] Resulullah (s.a.v.), Beni Kurayza savaşında sahabîlere: "Beni Kurayza'ya ulaşıncaya kadar ikindi namazı kılmayın" dediğinde, sahabilerden bir kısmı "hitabın umumuna" dayanarak vaktinden çıksa bile namazın kılınamayacağı ictihadına vardılar. Diğer kısmı ise "hitabı umumundan" çıkartarak, maksat acele edip bîr an evvel orada olmaktır, ictihadına vardılar ve namazlarını yolda kıldılar. Resulullah (s.a.v.)'e bu olay anlatıldığında, kimseyi, niye böyle yaptın, diyerek kınamadı. Bu olay meşhur "umumu kıyasa tahsis etme" kaidesinin kapsamına giriyor.
Hz. Bilal, iyi hurmadan bir sa'ı, düşük iki sa'a değiştirdiğinde, Peygamber (s.a.v.) ona hurmaları sahibine geri vermesini emretti ve Resululiah (s.a.v.) Bilal'e faiz yiyenlere yönelik tehdit ve lanetleri yüklemedi. Çünkü Bilal, bunun faiz olduğunu bilmiyordu.
Adiyy bin Hatem ve bazı sahabiler Bakara sûresinde "el-haytu'l-ebyadu mine'l-hayti'l-esvedi" âyetindeki "hayt" kelimesini normal siyah ve beyaz ip olarak anladıklarından, Peygamber (s.a.v.) Adiyy bin Hatem'e "O ancak gecenin karanlığı, fecrin aydınlığıdır" diye açıkladıktan sonra kafasının kalın olduğuna işaret ederek "Öyleyse yastığın çok geniştir" diye latifede bulundu ve ictihadlarından dolayı, Adiyy ve arkadaşlarına Ramazan'da orucunu bozanlara yapılan zemmi yüklemedi -ki Ramazan'da orucu bozmak büyük günahlardan sayılır-.
Yalnız soğuk havada kafasından yaralı bir cünüb hakkında yıkanması vaciptir diye fetva verenler ise, bu yükümlülüğün altına girdiler ve Resululah (s.a.v.) onlar için "Onu katlettiler. Allah onları katletsin. Bilmediklerinde bilenlere neden sormadılar? Cehaletin şifası ancak sormak iledir" dedi. Çünkü onlar ilim ehli olmadıkları halde fetva vermişler, dolayısı ile hataları ictihaddan kaynaklanmamıştır.
Katlı haram olduğu halde "La ilahe İllallah" diyen kişiyi öldürmesi ile Usame (r.a.) hiçbir şeyle yargılanmadı. Çünkü Usame, İslâm'ı kabul etmediği, ancak korkusundan kelime-i şehadet getirdiği içtihadına vararak öldürmenin helal olduğu inancında idi.
Selef ve fukahadan cumhur, öldürme ve savaşmaları haram olduğu halde, yalnız geçerli bir te'vile dayanarak bagilerin döktükleri ehl-i hakkın kanlarına karşı kısas veya diyet veya kefaret ile muhatap olmadıkları hükmü üzere ittifak etmiştir. Biraz önce, kişinin bir tehdit kapsamına girmesi için onun o şeyin haram olduğunu bilmesini şart koşmuştuk. Fakat bu şart herşey için geçerli değildir. Örneğin toplumda haramlığı yaygınlaşmış, yerleşmiş şeyler bu şartın kapsamına girmez. Allah'ın vaad ettiği mükafat da genel değildir. Ancak halis niyet ve amelleri bozan "riddet"in hasıl olmayışına bağlıdır. Tevbe, istiğfar, kötülükleri gideren iyilik, sadaka, dünya belaları, musibetler, şefaat ve Allah'ın rahmeti bütün bunlar kişinin tehdit kapsamına girmesine birer engeldir. Bu engeller ancak devenin sahibinden kaçtığı gibi Allah'tan kaçanlar için geçerli olmayabilir ve onlar tehdidin kapsamına girer. Tehditi şu iş bu cezaya sebep olur demektir. Birşey hakkındaki tehdit o şeyin olmasını gerektiriyor, ama haram işleyen kişinin illâ ki belirlenen cezayla cezalandırılacağı ise şüphesiz bâtıldır. Çünkü, biraz önce belîrtiğimiz gibi, o ceza ile cezalandırılması bazı şartların bulunmasına ve engellerin olmamasına bağlıdır. [23]
[16] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 22.
[17] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 23.
[18] Bakara: 2/134.
[19] Nisa: 4/59.
[20] Enbiya: 21/78-79.
[21] Hac: 22/78.
[22] Bakara: 2/185.
[23] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 23-28.
Alimin, hadîsin mânâsını anlamaması burada sözkonusu değildir. Ancak sözkonusu olan doğru veya yanlış görüşte olması bir yana âlime göre hadîsin muteber bir mânâyı taşımamasıdır. Meselâ "mefhum-u muhalife" ve "tahsis edilmiş âmm"ın hüccet olmadığı kanısında olması, ya da âlimin "âmm" bir kelimeyi sebebine indirgemesi, ya da "mutlak emr"in fevriyeti (anında olması) veya vücubiyeti ifade etmediği ve "lam"la muarraf kelimenin veya "muktazi"nin umumiyeti ifade etmediği kanısında olması. [16]
8. Alimin, Hadîsin Delalet Ettiği Düşünülen Manasının, Bunu Kast Edilmediğini Gösteren Başka Bir Hadîsle Çeliştiği Kanısında Olması
Örneğin "âmm" bir hadîsin "hâs" bir hadîsle, "mutlak" bir hadîsin "mukayyed" bir hadîsle "emr"in vucubiyetini reddeden bir "nas" ile ve hakikî mânâyı ifade eden bir hadîsin mecazî mânâsını gösteren başka bir hadîsle çelişmesi, lafızların delaleti birbirleriyle çelişmesi ve bir delaleti diğerine tercih etme konusu çok geniş bir konudur. Burada tafsilatına giremiyoruz. [17]
9. Ve 10. Hadîsin, Nesh Edildiğini Yahut Zayıf Ve Müevvel Olduğunu Gösteren Başka Bir Nass İle Çelişmesi
Alim, nesh edilmeye, zayıf ve müevvel olmaya maruz olan hadîsleri araştırırken, yanlış neticelere varabilir. Örneğin nesh meselesinde birbirleriyle çelişen iki hadîsin hangisinin önce ve hangisinin sonra söylendiği hususunda önce söylenenin sonra söylendiği zannedildiği takdirde, nasih hadîsi mensuh olarak alması; müevvel bir lafza kabullenemeyeceği bir mânâyı yanılarak yükleyebilmesi; birbirleri ile çelişen, sened veya metin açısında aynı güçte olmayan nasslardan birisini diğerine tercih ederken, râcihi mercuh şeklinde alması...
Aynı yanılma bir meselede icmanın bulunduğu iddiası için de sözkonusudur. Çünkü icma iddiası genelde verilen hüküm hakkında muhalif görüşün bilinmemesinden ibarettir. Bu yüzden belirgin bazı âlimler bir mesele hakkında muhalif görüşte olan kimseyi bilmedikleri zaman o meselede icma vardır demeyi âdet edinmişlerdir. Bilmedikleri bir konu hakkında icmanın varsayımı nedeniyle görüş belirtmekten kaçınmışlardır. Görüş belirttikleri takdirde hep ihtiyatlı davranarak şöyle diyorlardı: "Şayet meselede icma varsa, doğrusu ben ona uyarım, icma olmadığı takdirde benim görüşüm budur" Örneğin:
a- Bazı âlimler "Kölenin şehadetini kabul eden kimseyi bilmiyoruz" demişlerdir. Oysa, Alî, Enes ve Şurayh'ten "Kölenin şehadeti kabul olunur" şeklinde ifade olunan rivayetler bizce sabittir.
b- Bir grup âlim, "Mubaad olan köle (bir kısmı hür, diğer kısmı köle) varis olmaz hükmü hakkında icma vardır" naklinde bulunmuşlardır. Oysa Alî ve İbn Mes'ud'dan "Mubaad köle varis olur" şeklinde rivayetler tesbit edilmiştir.
Bu durumun nedenini şöyle açıklayabiliriz: O devirlerde âlim ancak yaşadığı bölgede bulunan müctehidlerin görüşlerinden haberdar olabilirdi. Ayrıca son devir âlimlerin bir kısmı sadece Medine veya Kûfe'de yaşayan âlimlerin ya da mezhep âlimlerinden iki veya üçünün görüşüyle yetinerek icmayı iddia ederlerdi. Bu yüzden diğer görüşleri icma dışına bırakırlardı. Kulaklarına her ne kadar muhalif hadîsler geldiyse de delillerin en güçlüsü olan temaya muhalefet etme korkusuyla kabul etmekte güçlük çekerlerdi.
İşte bazı hadîsleri terk ederken çoğu insanların gerekçeleri budur. Fakat bir kısım insanlar gerçekten mazurdurlar. Diğer bir kısmı ise bir açıdan mazur, başka açıdan mazur değiller. Çünkü bazen âlîmin sahih hadîse muhalefeti gerçek muhalefet sayılmaz. Örneğin bazı Küfe âlimleri zahiri umum olan âyetlerle amel edip hadîsi bırakmışlardır. Çünkü zahiri umum olan âyet hadîsten daha güçlüdür. Bu yüzden âyeti tercih etmişlerdir.
Ayrıca nasslar, delalet açısından çok yönlü olduğu için, âlim delaleti zahir olmayan bir nassı bazan zahir olarak algılar. Örneğin, davacının şahit getirmesi ile birlikte yemin de etmesi hususunda varid olan hadîsleri reddetmişler ve bu husustaki âyetleri zahir olarak kabul etmişler. Oysa başka âlimler, "Kur'an-ı Kerim'de davacının şahit getirmesiyle birlikte yemin etmesini men eden birşey yoktur ve olduğu takdirde de sünnet onu açıklar" şeklinde görüşlerini açıklamışlardır. "Sünnetin Kur'an'ı açıklaması" kaidesiyle ilgili İmam Şafiî'nin malum sözleri vardır, İmam Ahmed de sünnetin açıklamasına gerek duymadan, Kur'an-i Kerim'in zahiri ile yetinir diyenlere reddiye olarak meşhur risalesini yazmıştır. Âyetin umumunu tahsis, mutlakını takyid eden ya da ziyade getiren hadîsleri reddetmek bunun birkaç örneğidir.
Ayrıca Medine âlimlerinden bîr grup, Medine halkının icmaı ile çelişen sahih hadîsi terk edip, kendilerince sahih hadîsten daha güçlü olan Medine halkının icmaı ile amel etmişlerdir ve "Hiyâru'I-meclis" ile ilgili hadîsleri hüccet olarak almamışlardır. Oysa Medine halkının da bu meselede ihtilaf ettikleri belirlenmiştir. Buna benzer durumlarda, Medine halkı bir mesele hakkında icma etmişse ve başkaları onların icmaına muhalefet etmişlerse, bizim için hüccet olarak kabul olunacak tek delil sünnettir.
Bir grup Küfe âlimi "kıyas-ı celi" ile amel ederek "küllî kaideleri" etkilemeyen hadîslere muhalefet etmişlerdir. Ve bazı âlimlerin hadîse muhalefet etmelerinin daha nice gerekçeleri vardır. Çünkü âlim bizim fark etmediğimiz başka bir delile dayanarak hadîse muhalefet etmiş olabilir. Kaldı ki âlim bazen delilini göstermiyor; gösterdiğinden, bize ulaşmıyor; ulaştığında doğruluk veya yanlışlığı bir yana, istidlal yerini idrak edemiyor olabiliriz. Ancak konu hakkında sahih hadîs varken, yanında bu hadîsi reddedecek bir hücceti var ihtimaline dayanarak, bir âlimin sıradan bir sözüne yönelmek asla doğru olmaz. Çünkü şer'î deliller, âlimlerin görüşleri hataya maruz olduğu şekilde bir hataya maruz değildir. Şer'î delil bütün insanlar için hüccettir; âlimin görüşü ise öyle değil... Şer'î deliller birbiri ile çelişmediği sürece yanlış olması akıl dışıdır. Oysa âlimin görüşü hataya daima maruzdur. Hadîs var iken âlimin görüşünü alacak isek, delillerin bir mânâsı olmaz. Neticeden maksadımız olan şu gerçeğe değinmemiz lazım: âlim, hadisin birine muhalefet edildiği zaman şüphesiz onun geçerli bir mazereti vardır. Ancak o hadîsin sıhhati bize açıklandığında, âlimin görüşünü bırakıp hadîse yöneldiğimizde biz de mazeretliyiz ve gerekçemiz vardır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar geçmiş birer ümmettir, kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sîzedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz." [18] "Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız, onun durumunu Allah'a ve Resulüne bırakın" [19]
Hiç kimsenin Resulullah'ın hadisine muhalefet edip herhangi bir âlime uyması asla doğru olmaz. İbn Abbas, kendisine soru soran birisine hadis ile cevap verdiğinde soru soran: "Ebubekir ve Ömer başka şekilde demişlerdir" deyince, İbn Abbas "Neredeyse gökten başınıza taşlar yağacaktır. Ben 'Resulullah (s.a.v.) buyurdu' diyorum, siz 'Ebubekir ve Ömer şöyle dediler' diyorsunuz" dîye cevap verdi.
Bu sıraladığımız gerekçelerden birisine dayanarak sahih hadîse muhalefet eden âlimler için "Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kıldılar veya Allah'ın dini ile amel etmediler veya falan iş imübah kılan âlîm ve ona uyanlar, şu veya bu âyetin tehdidi kapsamına girerler" diye söylemek ve bu inançta olmak apaçık bir yanlışlıktır ve neredeyse ümmet bu gerçek üzere icma etmiştir. Fakat Mûrisî ve benzeri bazı Bağdat Mu'tezilîleri, müctehidin hatası üzere cezalandırılacağı inancına sahip çıkmışlardır. Oysa bir kimsenin hatasından dolayı bir tehdidin kapsamma girmesi, onun o şeyin haram oluşuna cezayı engelleyen sebeplerin olmamasına ve öğrenme imkanına sahip olmasına bağlıdır. Bu yüzden helallığına dair hiçbir serî delile dayanmadan haddi gerektiren birşeyi bilmeyerek işleyene had uygulanmaz ve mazur sayılır; hadîs kendisine ulaşmayan ve şer'î bir delile dayanmış olan kimsenin hatasından dolayı mazur olması daha evladır. Bu nedenle âlim içtihadı üzere mükafatlanır ve övülür. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Davud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken biz onların hükmüne şahittik. Davud'a bu meselenin hükmünü anlatmıştık. Her birine hüküm ve ilim verdik"[20] Cenab-ı Allah'ın bu âyetle ilk başta sadece Hz. Süleyman'ı "anlamak"la övdükten sonra, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı bilgi ve hikmetle övmesi bu gerçeğe bir işarettir.
Buhari ve Müslim, Amr bin el-Âs'tan Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: "Alim ictihad eder de doğruyu bulursa, Allah katında onun için iki ecir vardır. Âlim ictihadında hata ederse onun için bir ecir vardır." Şüphesiz bu, ictihaddaki hatanın affedildiği demektir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "O dinde sizin için zorluk kılmamiştir" [21] "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." [22] Resulullah (s.a.v.), Beni Kurayza savaşında sahabîlere: "Beni Kurayza'ya ulaşıncaya kadar ikindi namazı kılmayın" dediğinde, sahabilerden bir kısmı "hitabın umumuna" dayanarak vaktinden çıksa bile namazın kılınamayacağı ictihadına vardılar. Diğer kısmı ise "hitabı umumundan" çıkartarak, maksat acele edip bîr an evvel orada olmaktır, ictihadına vardılar ve namazlarını yolda kıldılar. Resulullah (s.a.v.)'e bu olay anlatıldığında, kimseyi, niye böyle yaptın, diyerek kınamadı. Bu olay meşhur "umumu kıyasa tahsis etme" kaidesinin kapsamına giriyor.
Hz. Bilal, iyi hurmadan bir sa'ı, düşük iki sa'a değiştirdiğinde, Peygamber (s.a.v.) ona hurmaları sahibine geri vermesini emretti ve Resululiah (s.a.v.) Bilal'e faiz yiyenlere yönelik tehdit ve lanetleri yüklemedi. Çünkü Bilal, bunun faiz olduğunu bilmiyordu.
Adiyy bin Hatem ve bazı sahabiler Bakara sûresinde "el-haytu'l-ebyadu mine'l-hayti'l-esvedi" âyetindeki "hayt" kelimesini normal siyah ve beyaz ip olarak anladıklarından, Peygamber (s.a.v.) Adiyy bin Hatem'e "O ancak gecenin karanlığı, fecrin aydınlığıdır" diye açıkladıktan sonra kafasının kalın olduğuna işaret ederek "Öyleyse yastığın çok geniştir" diye latifede bulundu ve ictihadlarından dolayı, Adiyy ve arkadaşlarına Ramazan'da orucunu bozanlara yapılan zemmi yüklemedi -ki Ramazan'da orucu bozmak büyük günahlardan sayılır-.
Yalnız soğuk havada kafasından yaralı bir cünüb hakkında yıkanması vaciptir diye fetva verenler ise, bu yükümlülüğün altına girdiler ve Resululah (s.a.v.) onlar için "Onu katlettiler. Allah onları katletsin. Bilmediklerinde bilenlere neden sormadılar? Cehaletin şifası ancak sormak iledir" dedi. Çünkü onlar ilim ehli olmadıkları halde fetva vermişler, dolayısı ile hataları ictihaddan kaynaklanmamıştır.
Katlı haram olduğu halde "La ilahe İllallah" diyen kişiyi öldürmesi ile Usame (r.a.) hiçbir şeyle yargılanmadı. Çünkü Usame, İslâm'ı kabul etmediği, ancak korkusundan kelime-i şehadet getirdiği içtihadına vararak öldürmenin helal olduğu inancında idi.
Selef ve fukahadan cumhur, öldürme ve savaşmaları haram olduğu halde, yalnız geçerli bir te'vile dayanarak bagilerin döktükleri ehl-i hakkın kanlarına karşı kısas veya diyet veya kefaret ile muhatap olmadıkları hükmü üzere ittifak etmiştir. Biraz önce, kişinin bir tehdit kapsamına girmesi için onun o şeyin haram olduğunu bilmesini şart koşmuştuk. Fakat bu şart herşey için geçerli değildir. Örneğin toplumda haramlığı yaygınlaşmış, yerleşmiş şeyler bu şartın kapsamına girmez. Allah'ın vaad ettiği mükafat da genel değildir. Ancak halis niyet ve amelleri bozan "riddet"in hasıl olmayışına bağlıdır. Tevbe, istiğfar, kötülükleri gideren iyilik, sadaka, dünya belaları, musibetler, şefaat ve Allah'ın rahmeti bütün bunlar kişinin tehdit kapsamına girmesine birer engeldir. Bu engeller ancak devenin sahibinden kaçtığı gibi Allah'tan kaçanlar için geçerli olmayabilir ve onlar tehdidin kapsamına girer. Tehditi şu iş bu cezaya sebep olur demektir. Birşey hakkındaki tehdit o şeyin olmasını gerektiriyor, ama haram işleyen kişinin illâ ki belirlenen cezayla cezalandırılacağı ise şüphesiz bâtıldır. Çünkü, biraz önce belîrtiğimiz gibi, o ceza ile cezalandırılması bazı şartların bulunmasına ve engellerin olmamasına bağlıdır. [23]
[16] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 22.
[17] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 23.
[18] Bakara: 2/134.
[19] Nisa: 4/59.
[20] Enbiya: 21/78-79.
[21] Hac: 22/78.
[22] Bakara: 2/185.
[23] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 23-28.