- Hadis Tenkidi Kriterleri

Adsense kodları


Hadis Tenkidi Kriterleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 8 March 2013, 05:53 pm GMT +0200
HADİS TENKİDİ KRİTERLERİ

           Sahih bir hadisin isnadında aranan vasıf: ravilerinin adil (islama uygun yaşayan) olması, zâbıt (rivâyetini sağlam taşıyan), senedinin ise muttasıl (kesintiye uğramayan)
olmasıdır. Şüzûz’dan (daha üstün râvîlere muhâlefetten) ve illetden (gizli bir kusurdan)
arınmışlığı ise metninde aranan vasıflardır.Bir hadis, isnâd bakımından sağlam oluşuyla
sahîhu’l-isnâd adını alır..  gerçek anlamda “sahîh hadis”, diğer iki vasfıda kendinde bulundurandır.. İlk muhaddisler, ellerinde mevcut hadis malzemesini gelecek
nesillere aktarmak için oluşturdukları külliyât içerisine, bu beş şartı taşıyan hadisleri
almaya gayret etmişlerdir..

    Babanzâde Ahmed Naim,"muhaddisin vazifesi rivayetleri öncekilerden sonrakilere nakletmektir. râvî ve sened tenkîdi ile meşgul olarak hadisin kavîsini zayıf olanından ayırdetmek metinlerin çelişki ve farklılıklarını göstermek onların işi değildir" demiştir.

      Osmanlı ulemâsından Muhammed Zahid Kevseri ise bu konuda şöyle diyor: muhaddisler çoğunlukla sened yönünden hadis tenkîdiyle yetinmişler, seneddeki ızdırâba (problemlere) verdikleri önem kadar, hadis metnindeki ızdırâba önem vermemişlerdir.Goldziher yandaşlarının dâhilî tenkîd dedikleri metin tenkîdini, fıkıh ve istinbât ehli yerine getirmiştir. Ve böylece iki grup (hadisçi ve fıkıhçılar) hadis tenkîdini paylaşmışlardır”

        Senedlerinde adı geçen râvîlerin tümünün sika olmasına rağmen, herkesin göremeyeceği bir illet-i kâdiha (sıhhat bozucu gizli sebep) ile ma’lûl olabilmektedirler. Bu nedenle, çok geniş bir sahayı kapsayan ilelü’l-hadîs (hadis problemleri), bazen o hadisin rivâyet hakkını elinde tutan râvînin veya musannifin ilmini aşabilmekte ya da gözünden kaçabilmektedir. Bu tür rivâyetleri tenkîd ve gerekirse red işi, -eğer muhaddis aynı zamanda fakîh değilse- çoğunlukla fukahâ ve şârihlere kalmaktadır. hemen bir dipnot düşmek istiyorum  ma’lûl :  Görünüşte, sahih olan, ancak aslında sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusur taşıyan hadise denir..kökü hastalanmaktan geliyor.

    Yukarda bahsettiğimiz fikirleri kabul edenlerden bazıları: Tâhir el-Cezâirî ,Muhammed Reşid Rızâ, Muhammed Zübeyr Sıddîkî ve Muhammed Gazâlî.

  Dirâyetü’l-hadîs ilminin konusu; râvî ile mervî(rivayet edilen söz) nin halleridir. Râvî ile sened, mervî ile metin kastedilir. Metni gözardı ederek varılan sonuçlar, hadis ilmi açısından değer ifade etmezler. Hadisleri değerlendirmede metnin rolü senedden büyüktür. Bir hadisin sahîh ya da hasen oluşu kesin değildir. Bu hüküm senedine mi, yoksa metnine mi aittir, açıklanması gerekiyor. Bir haberin mütevâtirliği metinle alâkalı bir durumdur. Benzer biçimde, sahîh-hasen-zayıf arasında müşterek olan ıstılahların bir kısmında sadece metnin durumuna bakılır.
     Hadis Usûlü/Mustalahu’l-hadîs ilmine dair derli toplu ilk eserin sahibi olan Hâkim en-Nîsâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs’in 27 ve 28. nev’lerini İlelü’l-hadîs ve Şâzz’a ayırmıştır.Orada şöyle der: “Bir hadis bir çok yönden kusurlu olur ki bunlarda (râvî ile ilgili) cerhin herhangi bir dahili yoktur. Zira mecrûh râvînin hadisi zaten değersizdir. İllet ise, çoğunlukla sika râvîlerin  hadislerinde olur. Onlar illetini bilemedikleri bir hadisi rivâyet ederler, böylece hadis ma’lûl olur.dipnot: hadis ilminde ta'n (suçlama, itham) sebeplerinden herhangi biri ile tenkid edilen râviye mecrûh denir.

  Maklûb hadis, bir yönüyle, metinde meydana gelen değişimin karşılığıdır. Lafzî-mânevî
şevâhid(şahitler) ile mütâbeâ’da, metinlerin birbirlerine uygunluğu aranır.Mevzû hadislerin
alâmeti sayılan bütün deliller metinle ilgilidir. bu arada mevzu hadis;söylemediği halde çeşitli sebeblerle sahabe ve Tabiine izafe edilerek uydurulmuş sanatlı sözlerdir.maklub hadis  ise âvîsi, metni ya da senetleri değiştirilmiş hadise denir..Örneğin İbn Kayyimi’l-Cevziyye, mevzû hadisleri tanıma yollarını ve ne tür hadislerin mevzû olduklarını 19
madde halinde ve örneklerle anlatmıştır ki, hemen hepsi metni ilgilendiren hususlardır.Ayrıca Hatîb-i Bağdâdî, Usûl’ünde, “Münker ve Müstahîl Hadisleri Atmanın Vacip Oluşu” başlığı altında, mevzû olduklarına işaret ederek beş adet hadis zikretten sonra, gireceği yeni konuya şöyle başlık atmıştır: “Akla, Kur’ân’ın sâbit ve muhkem hükmüne, ma’lûm Sünnete, Sünnetin aktığı mecrâda deverân eden fiile ve her kesin delîle ters düşen haber-i vâhid kabul edilmez”

    Muhtelifü’l-hadîs ve Müşkilü’l-hadîs ilmi,konularını bütünüyle metne tahsis etmişlerdir.Muhtelifü’l-hadîs birbirine zıt iki sahîh hadisin, cem’, tercîh ve nesh metodlarından biri uygulanarak açıklığa kavuşturulması demektir. Müşkilü’l-hadîs ise Akıl,
his, ilim ve dînin kesin kâidelerine ters görünen sahîh bir hadisin te’vîli demektir.

 Senedi bir hedefe varmak için kullanan muhaddislerin rivâyet edende titiz
davranmalarının, rivâyet edilenin sıhhatini meydana çıkarmaya yönelik olduğunu; dış
görünüşe aldanılmadığı takdirde, muhaddislerin senedden çok metin üzerinde
durduklarını ya da en az sened kadar metne de eğildiklerini kabul etmemiz gerekir.Hz.
Peygamber (s.a.v)’in “Ateş’te oturacağı yeri hazırlamakla” tehdit ettiği zümreye dâhil
olmamak ve ona yalan isnâd etmemek için, hadisin lafzen edâsında senedden çok metin
üzerine çevrilmiştir. İlk muhaddislerden (Hz. Ebû Bekr’in torunu) el-Kâsim b. Muhammed ve yine tâbiûndan Recâ b. Hayve ile Muhammed b. Sîrîn, rivâyet ettikleri hadislerin her kelimesinde çok büyük titizlik göstermişlerdir.

Oryantalistlerin İddiaları

   Batı dünyasında hadis üzerine çalışan araştırmacıların büyük çoğunluğu, muhaddislerin
metin ve içeriğine hiçbir önem vermediklerini iddia etmişler.Reinhart P. A. Dozy (Hollandalı, 1883), Alois Sprenger (Avusturyalı, 1893), Ignaz Goldziher (Macar, 1921) ve daha sonra Leone Caetani (İtalyan, 1935), Joseph Schacht (Alman, 1969), Gaston Wiet (Fransız, 1971) gibi hadis ilmindeki araştırmalarıyla meşhur olan şarkiyatçılar, senedle metni birbirinden ayırarak değerlendirmişler, bir hadisin metninin sıhhatini tespit için senedden başka bir yol olmadığını savunmuşlardır. Bu fikirlerinin kaçınılmaz neticesi olarak; muhaddislerin hadis tenkîdini isnâda hasredip, metni terkettikleri iddiasını ortaya atmışlardır.Onların bu görüş ve yaklaşımları, Ahmed Emîn, Mahmûd Ebû Rayye esSeyyid Sâlih Ebû Bekr ve Zâkir Kâdirî Ugan gibi bazı müslüman araştırmacılar
tarafından da benimsenerek devam ettirilmiştir.

Metni Tenkîd Etmenin Anlamı

   ilk devir muhaddisleri hadis metnini aktaran taşıyıcılara (râvîlere) ayrı bir önem vermişler, bir habere sahîh ya da sakîm (zayıf) damgasını vurabilmek için, öncelikle haberciye bakmışlardır.bunu yaparken metni tamamen gözardı ettikleri de söylenemez. Zira
amel edilmesi gerekli hüküm ve kâide metnin içindedir. Dolayısıyla senedler, metinlere
götüren bir vâsıta, bir vesîledir. İsnad zincirini oluşturan râvîlerin tetkîk ve tahlîli sona
erdiğinde dikkatler metne çevrilmiş, hadisin sıhhatini bozacak bir kusurun bulunup
bulunmadığı araştırılmıştır. Gerek sahâbe ve gerekse tâbiûn metin tenkîdi yapmışlar,
muâraza, mukârane ya da mukâbele denilen karşılaştırma metodunu kullanmışlardır.Karşılaştırma metodu başlıca altı şekilde kullanılmıştır

1. Birkaç sahâbînin Hz. Peygamber (s.a.v.)’den aktarmış olduğu rivâyetlerin, birbiriyle
karşılaştırılması. (Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Abdullah b. Ömer bunu bizzat uygulamışlardır).
2. Muhaddisin rivâyetinin, farklı zamanlarda kendisinden dinlenerek kontrol edilip,
karşılaştırılması. (Sahâbeden Hz. Âişe bunu tatbîk edenlerdendir).
3. Bir şeyhin farklı talebelerinin kendisinden aldıkları rivâyetlerin birbiriyle
karşılaştırılması.
4. Ders esnâsında muhaddisin rivâyet ettiği bir haberin, talebeleri tarafından onun akrânı
olan diğer râvîlerinki ile karşılaştırılması.
5. Hadis rivâyetinin bulunduğu kitabın hâfızada olanla, ya da başka bir kitapta olanla
karşılaştırılması.
6.Rivâyetin Kur’ân âyetleriyle karşılaştırılması. (Hz. Ömer, Hz. Âişe ve Ebû Eyyûb el-Ensârî, ashâb arasında bunu ilk kez uygulayanlardır).

    İlk kez sahâbe tarafından başlatılan metin tenkîdi, başlıca beş sebebe dayanıyordu:
a) Hadîsin Kur’ân’la çelişmesi,
b) Sahâbînin naklettiği rivâyet ya da verdiği fetvânın Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
sünnetine muhâlif oluşu,
c) Hadisin metnini nakilde hatâ yapılmış olması,
d) Hadîsin sahâbî tarafından yanlış anlaşılmış olması,
e) Sîret-i Nebeviyye ile ilgili bir haberin (yani târihî bir meselenin) naklinde hataya
düşülmesi.
    Bu durumda özellikle ashâbın ileri gelenleri, o hadisi Kur’ân’a ya da sâbit ve mahfûz
olan Sünnete veya târihî mâlûmâta arz etmek sûretiyle düzeltme yoluna gitmişlerdir.Ashâb-ı kirâmın yolunu takip eden muhaddisler de aynı metodlar uygulamışlar, metni gözardı etmemişlerdir.

     son devir araştırmacılarının hadislerin tenkîdi için kriter kabul ettikleri diğer bir mesele de, hadislerle aklî verilerin çatışmasıdır. Hadis âlimleri, bir metnin aklın muktezâsına (mantıksal çıkarımlara, tecrübe ve kıyâsa) muhâlif oluşunu mevzûluk/uydurulmuşluk alâmeti sayarken, buna te’vîle müsâit olmama kaydını da ilâve ederler.Te’vîl’den maksat; menkûl ile ma’kûl’ün arasını bulmaktır. Yani aslında te’vîl; hadisin akla uygun olup olmadığını araştırmaktır.Akıl-nakil teâruz ettiğinde (çatıştığında) kabul edilebilecek en genel kâide, aklî olana değil kat’î olana öncelik tanımaktır. Zira naklî verilerde olduğu gibi, aklî veriler içinde de zannî olanlar vardır.

HADİS TENKÎDİNDE AKIL-NAKİL ÇATIŞMASI

Sahîh ve sağlam bilgiye ulaştıran iki önemli delîlin çatışma halini mercek altına alan, bir başka deyişle aklın nakle göre durumunu inceleyen İbn Teymiyyenin filozof ve kelâmcılara karşı öne sürdüğü deliller, öğrencisi İbn Kayyimi’l-Cevziyye tarafından 51 madde hâlinde özetlenmiştir.
     Bâkıllânî (403), Gazâlî (505) ve Fahruddîn Râzî (606) gibi filozof-kelâmcıların el-Kânûnü’l-Küllî adını verdikleri kaide şudur: “Akıl ile naklin çatışması hâlinde aklın takdîmi vâciptir. Çünkü akıl, naklin esâsıdır. Naklin takdîm edilmesi, aklın da naklin de bâtıl olmasını/iptalini gerektirir”
İbnü’l-Kayyim bu kaideyi tağut olarak nitelendiriyor..bunlara itiraz ettiği maddelerden bazıları şunlardır:

•   Sem’î ya da aklî olan iki delil kendi aralarında, veya sem’î ve aklî olanlar birbiriyle üç durumda çatışırlar: Ya her ikisi de kat’îdir, veya her ikisi de zannîdir, ya da biri kat’î diğeri zannîdir. Eğer iki kat’î olan birbirine muârız olmuşsa ikisinin arasını cem’ etmek (birleştirmek) lâzımdır. Eğer biri kat’î ise, sem’î olsun aklî olsun o kat’î olan öne geçer. Eğer her ikisi de zannî iseler, tercîh yapılır
•   “Akıl ve nakil çatıştı” denildiğinde iki kat’î delilden bahsedilmekte ise, biz burada teâruzu mümkün görmüyoruz. Eğer iki zannî delil kastedilmişse, tercih edilen kesinlikle diğerine takdîm edilir. Yoksa aklî olanın mutlak olarak naklî olanın önüne geçirilmesi yanlıştır. Aklî olan sadece kat’î olduğunda diğerine takdîm edilir; sırf aklî oluşu yeterli bir sebep değildir.
     3. Naklin sahîh olup olmadığına şahitlik eden akıldır, denilerek aklın öne alınması da yanlıştır. Bu durum, aklın takdîmini gerektirmediği gibi, iptâlini de gerektirmez. Meselâ; insanlar bir adamın tıpta uzman olduğuna şehâdet etseler, sonra da aralarında bu konuda tartışma çıksa, kendisine şehâdet edilenin (meşhûdün leh) sözünün, şehâdet edenlere (şuhûd) takdîmi vâciptir. Onlar: “Senin lehine şehâdet eden seni tezkiye eden biziz, senin ehliyetin bizim şehâdetimizle sâbit oldu. Bizimkine değil de senin sözüne öncelik tanınması, senin sözünün kendisiyle sâbit olduğu aslı (ana kaynağı) zedeler.” derlerse o da şöyle der: “Sizin değil benim bu işe ehil olduğumu bilginizle onaylayan sizsiniz. Bu konuda sizin değil benim sözüm makbuldür. Zira ihtilâf ettiğimiz konuda kendi sözlerinizi benimkinin önüne geçirmeniz sizin şehâdetinizi ve ilminizi zedeler ki, bu benim sizden daha bilgili olduğumu kabul etmek demektir.
•   Aklın şer’e takdîmi, aklın konumunu düşürür. Çünkü akıl, şerîatin ve vahyin kendisinden daha bilgili olduğunu kabul etmiştir. Bunlar birbiriyle kıyas bile edilemez.Zira vahye nisbetle aklın ilim ve marifetleri, dağ yanında hardal tanesi kadardır. Buna rağmen akıl -sırf akıl olduğu için- vahye takdîm edilirse, onun evvelki şehâdeti zedelenmiş olur. Ve şehâdeti bâtıl olanın sözü de kabul olunmaz.
5. (Akıllıların hakkında şüphe etmediği) sarîh aklın, şerîate muârız olması elbette düşünülemez. Bazı akıllıların (ulemânın) bazı önemli meselelerdeki tartışmaları iyice düşünülürse, sahîh ve sarîh nasslara muhâlif görüşlerin, akıl ile yanlışlığı anlaşılabilen bir takım fâsid şüpheler olduğu görülecektir.
•   Biri aklî diğeri naklî olan iki delilde sadece, aralarındaki delâlet yönü (kat’îlik, zannîlik) göz önüne alınır. Zira aklın sübûtla alâkası yoktur. Sübût, bir haberin nakli ile ilgilidir. Aklî delilde nakil sözkonusu değildir. Bir nakil, sahîh olarak sâbit olmamışsa artık onun delâletinin kat’î mi yoksa zannî mi olduğuna bakılmaz. Bu durumda akıl mukaddemdir/öne geçer.
Altıncı maddeye örnek olarak şu verilebilir: İlkiyâ ed-Deylemî (509/1115)’nin Abdullah b. Ömer’den tahrîc ettiği Yeryüzünden kaldırılacak olan ilk nimet bal’dır rivâyeti, senedinde yalancı bir râvî bulunması nedeniyle Mevzûât kitaplarına girmiş, dolayısıyla sahîh olarak sâbit olmamış “uydurma” bir hadistir.

  Oysa 2007-2008 yıllarında arıların kitleler halinde ölümü üzerine sıkça tekrar edilen Albert Einstein’a ait şu söz, hadisin metnini destekler mahiyettedir: “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanlığın sadece dört yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan da olmaz”. senedinde ve sübûtunda problem olan bir rivâyete “hadistir” demek, hadis kabul kriterlerine uygun bir yaklaşım değildir.Tersini düşünürsek; yani bu rivâyet isnâdı sahîh bir hadis olsaydı ve ilk asırlardaki ulemâ tarafından akla-ilme uygun olmadığı için reddedilmeye kalkışılsaydı, bu da hadis kabul kriterlerine uygun bir yaklaşım olmazdı. Şu halde diyebiliriz ki; bir metnin otantikliği (sahihliği) ya da apokrifliği (mevzûluğu), zaman, mekân ve telakkîlerin değişimine endeksli olmamalıdır. Aksine değişim/farklılık, sübûtu ispatlanmış (isnadı sahih) bir metnin anlaşılma ve uygulanma safhasında sözkonusu olabilir.


HADİSCİLER VE TENKÎD KRİTERLERİ

Tarihî Haberler ve Dînî Rivâyetler


     ilk devir muhaddislerinin metni tenkîd etmekten maksatlarının; daha çok, râvîlerin semâ’larını, yani merviyyâtı karşılıklı mukâyese etmekten ibâret olduğunu belirtmemiz gerekecektir. Nitekim sahîh, hasen, zayıf, şâzz, münker, muallel, müdrec, musahhaf gibi ıstılahlar, bu mukâyesenin doğurduğu sonuçlardır.Eğer metin’den, lafız+anlam kasdediliyorsa, -mevzû hadisleri tanıma yolları hâriç- onların daha çok lafız karşılaştırmasına önem verdiklerini kabul edebiliriz.İsnâd sistemini önemsemeyen, senedlerin sonradan formüle edildiğini kabul eden oryantalistlerin  üzerinde en çok durduğu nokta, hadis metinlerini oluşturan ikinci kısım; yani anlamdır.

    İslâm medeniyetinin bilgi geleneğinde şer’î haberlerin sağlamlığı, diğer bütün haberlerin aksine, haberi getiren râvîlerin sağlamlığına, cerh ve ta’dîl notlarının zayıf olmamasına, yani rivâyetin sıhhatli bir şekilde nakledilip edilmediğine bağlıdır. İbn Haldûn (808/1406), târihî haberlerle dînî rivâyetleri ayrı kefede değerlendirerek bu fikri destekler. Modern târih tenkîdi karşısında, hadis tenkîdçiliğini üstün kılan en önemli husus da budur.

      İbn Haldûn İnşâ ve Haber şeklinde bir ayrımı gündeme getirmiştir. Haber; “doğru ya da yalana ihtimâli bulunan kelâm” olarak tarif edilir.İnşâ ise; “kendisine mutâbık olan ya da olmayan herhangi bir hâricî nisbetin bulunmadığı kelâm” demektir.İbn Haldûn, şerîatin çoğunluğunu teşkil eden Allah ve Rasûlü’nün emir ve nehiylerini inşâ lafzıyla karşılamıştır. Hatâ ve savâba (yanlışa ve doğruya) ihtimâli olan târihî olayları ise haber lafzıyla diğerinden ayırmıştır.. Mısırlı gazeteci Ebû Rayye  ve Sâlih Ebû Bekr Mukaddime’den yaptıkları alıntılarla muhaddisleri itham etmişlerdir.

Sened Tenkîdinin Önceliği

    Mahmûd Ebû Rayye’nin Advâün ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye (Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması) adlı meşhur eserine ilk reddiyeyi Difâun ani’s-Sünne (Sünnet Müdafâsı) müellifi Prof. Dr. Muhammed Ebû Şehbe (1983) yapmıştır.“Hadisçilerin isnâd tenkîdine metin tenkîdinden daha fazla yer verdiklerini inkâr edemeyiz” dedikten sonra, bunu onların uzak görüşlü, derin düşünceli ve temkinli olmalarına bağlamaktadır. Ebû Şehbe’ye göre muhaddislerin böyle davranmalarının bir takım sebepleri vardır:
a) Hadis bazen müteşâbih olur, mânâsı anlaşılmaz. Bu takdirde sadece aklı hakem yaparak metni tenkîd etmek gereksizdir.
b) Hadisin metni bazen mecâzî olur, hakîkî anlamında kullanılmamıştır. Hakîkî mânâsına hamletmek akla, hisse ve müşâhedeye terstir diyerek hadisi reddetmek yersizdir. Kur’ân’da da bunun pekçok misâli vardır.
c) Bazen de hadis metni gaybî bir haberden bahsetmektedir. Cennet ve Cehennem’in vasıfları gibi. Aklın yargısıyla bu tür haberleri reddetmek insafsızlık olur.
•   Bazı hallerde hadisin, gün geçtikçe ilmî hakîkatlerle ortaya çıkan ve nebevî bir mûcize olduğu anlaşılan bir metni olur. İnsaflı olan herkesin takdir edeceği gibi, şâyet hadis âlimleri yüzeysel bir değerlendirme ile hikmeti gizli olan bu ve benzeri hadisleri hemen reddetmeye kalkışsaydı, sonra da açıkça bunun hikmeti ortaya çıksaydı o zaman bu, araştırma eksikliği, cehâlet ve aynı zamanda risâlet sâhibinin hakkına tecâvüz sayılmaz mıydı?
     
   
   
     Metin Tenkîdinin Sonralığı

     Çağdaş âlimlerden Ebu’l-A’lâ Mevdûdî (1979), hadisçilerin bu davranışlarındaki hikmeti şöyle ifade etmektedir: “Dirâyet meselesi hadislerin bizzat metinleriyle ilgilidir. Rivâyet ise tamamen senedle ilgilidir. Rivâyet erbâbının sorumluluğuna aldığı şey; aslında güvenilir kaynaklardan ele geçirebildiği, Hz. Peygamber’le alâkalı bütün malzemeyi bir araya toplamaktır. Bundan sonra, konuyu inceleyerek üzerinde araştırma yapmak, rivâyetlerden işe yarayanları almak dirâyet erbâbının görevidir.

        Osmanlı’nın son şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi (1954), Mısır Millî Eğitim Bakanı Dr. Muhammed Hüseyn Heykel Paşa (1956)’nın, Hayâtü Muhammed (1933) adlı eserindeki bazı iddialarına reddiye olarak kaleme aldığı bir yazısında şunları söylemektedir: “Heykel Paşa, ‘Benden sonra ihtilâfa düşeceksiniz..benden sonra gelen her şeyi Allah’ın Kitâbı’na arz ediniz. Ona ters düşen benden değildir’. Şeklindeki mevzu hadisi delil göstererek, hadislerin kabul ve reddi için Kur’ân’a muvâfık olup olmadıkları ölçüsüne/mikyâsına Ehl-i hadîsin riâyet etmediğini zannetmektedir.Halbuki onlar, -zındıkların uydurduğu bir hadîse ihtiyaç hissetmeksizin- bu ölçüye zaten riâyet etmişler, onunla birlikte hem Rivâyet-i hadîs hem de Dirâyet-i hadîsle alâkalı bir takım şartları da nazar-ı îtibâra (göz önüne) almışlardır

    İsnadla ilgili tetkik ve tenkîd işi, hadislerdeki illetleri bilen yetkin âlimlerden başkasının anlayamayacağı kapalı ve ince bir konu olması sebebiyle muhaddislere münhasır bir saha olarak kalmış, onlar biraz da bu sebeple, sened tenkîdine kıyasla daha kolay olan metin tenkîdi işini şer’î ilimleri iyi bilen diğer âlimlere bırakmışlardır.

          FIKIHÇILAR VE HADİS TENKÎDİ

      Meşhur olan ve olmayan fıkhî mezheplerin ortaya çıkışı, hadis musannefâtının oluşumuyla aynı zamana rastlar. İmamların fıkhî görüşlerini yansıtan, günümüze kadar gelmiş eserlerde gördüğümüz; hakkında münâkaşa yapılan, tercih edilen veya reddedilen rivâyetler, tenkîd meselesinin hadisçiler olduğu kadar fıkıhçıların da el attığı bir alan olduğunu göstermektedir.
Ama ilk devir fukahâsı bir tarafa, fıkıhçıların metin tenkîdi işiyle ilgilenmeleri her zaman iyi sonuç vermemiştir. Fıkıh kitaplarında bol miktarda zayıf, uydurma ve hiçbir aslı olmayan haberler bulunmaktadır. İşte, büyük hadisçilerden bazılarını, fakihlerin delil olarak kullandıkları hadislerin tahrîci (isnâdını ve kaynağını araştırıp sahih olup olmadığını tespit etmek) için kitaplar te’lif etmeye sevkeden de budur.

   Bu nedenle, yukarıda alıntılanan görüşlere genel anlamda katılmakla birlikte, metin tenkîdini sadece fukahânın yaptığı gibi bir iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Böylesi bir önkabul, kadîm dönemde İslâmî ilimlerin birbirinden müstakil şeylermiş gibi telakkî edilmesinden kaynaklanmış yanlış bir kanaatin sonucu olabilir. Oysa bu tür parçacı bir yaklaşım, günümüzün ihtisas anlayışına daha uygun görünmektedir. Zira metin tenkîdine en çok yer verenlerin müteahhir muhaddisler olduğu şüphesizdir. Şerh devrinin eserleri, böyle bir zarûreti kendiliğinden ortaya çıkarmıştır. Mütekaddim muhaddisler çağında ise, sadece râvî olma vasfını taşıyanlar hâriç, genellikle bir hadisçinin aynı zamanda fakîh, bir fıkıhçının da aynı zamanda muhaddis olduğunu söylemek mümkündür. Hiç değilse, her fakîhin mutlaka muhaddis olduğu şeklindeki görüş mutlaka doğrudur.

    A’zamî şöyle der: “... Diğer bir nokta da, o zamanlar fukahâdan sağlam bir hadis bilgisi olmayan hiçbir kimsenin bulunmadığıdır. Bir muhaddis bir fakîh olmayabilirdi, fakat bir fakîh o zaman, kıyâs ilminde mütebahhir (derinleşmiş) bir muhaddisti”.

     Süfyân b. Uyeyne (198/813) gibi bazı âlimler: “Eğer yönetim bizim elimizde olsaydı, fıkıhla uğraşmayan her hadisçiyi ve hadisle uğraşmayan her fakîhi hurma dalıyla döverdik” diyorlardı.

  İlk devir (sistematik dönem) Hanefî fakihlerinin son halkasından Fahru’l-İslâm el-Pezdevî (482/1089)’nin “Hadis reysiz (aklî çıkarımlar olmadan), rey de hadissiz isabetli olmaz/ayakta duramaz” şeklindeki sözleri, hadis-fıkıh birliğine her dönemde ihtiyaç duyulduğunun kanıtıdır.

   Ahmed Naim, metin tenkîdi işini muhaddislerden bütünüyle ayırmamakta, sadece hadis toplayıcılığından başka kudreti olmayanları dışarıda bırakmaktadır.

“Taklîd, halk arasında yayılmış bir cüzzam hastalığıdır. Dört mezhep imamının eserlerini tedkik eden bir kimsenin taklîdi reddetmesi gerekir. Zira onlar öğrencilerine kendi sözlerini delil olarak almamalarını ve ictihâd etmelerini emretmişlerdi” dediği için, ayrı bir mezhep kurmaya kalkışıyor iddiasıyla otuz yaşında hapse atılan, 49 yaşında vefat edinceye kadar 113 esere imza atan Dımeşk ulemâsından Cemâlüddîn el-Kâsimî (1914), A’zamî’nin tersine şöyle demektedir:
“Araştırmalarımız neticesinde, fakîh olmayan hiçbir muhaddise rastlamadık. Sünnet kitaplarının sahibi olan muhaddislerin hepsi de müctehid fakîhlerdir."