- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 9 August 2012, 03:12 pm GMT +0200
Gündemden
Handan ÖZ • 86. Sayı / GÜNDEMDEN


Post-modern darbe, post-modern yıldönümü
28 Şubat post-modern darbesinin yıldönümü bu kez fazla ses getirdi. Çünkü dönemin darbe âşıklarına karşı açılan yasal soruşturma paçaları tutuşturdu. Dönemin asker-medya işbirliğine katkıda bulunan büyük şirketlerinin büyük patronları bu soruşturmanın hedefi. Ve bu soruşturma o günlerin bir tür rövanşı. Ancak yasal süreçte para ve güç sahiplerinin yıldırma ve karalama çabalarına karşı dik durabilmek, geri veya yanlış adım atmamak son derece önemli. Derin devlet ve Ergenekonvari ilişkiler dünyanın her yerinde görülüyor. Ama Türkiye kendi en karanlık dönemini aydınlatarak bir “Türkiye farkı”na imza atabilir. Başarı sağlanırsa demeyelim de, başarı sağlandığında demokratikleşmede büyük bir hamle yapılmış olacak. Üstelik ilintili Madımak faciası, Susurluk olayı, Ömer Lütfü Topal cinayeti gibi o zamanın üstü örtülmeye çalışılan dönemeçleri açığa çıkartılacak. Darbeler döneminde ekonomiden kültüre, eğitimden, hukuktan sosyal hayata kadar bir ülkeyi besleyen can damarlarının sekteye uğradığı düşünülürse, post-modern yıldönümü bu anlamda da bir rövanş. Zira vaktiyle tırpanlanan Türkiye bugün artık küresel köyün ekâbirinden sayılıyor ve her şerden bir hayır, her hayırdan bir şer doğabileceğinin delili oluyor.

Tükenmeyen iş kazaları, alınmayan önlemler
On bir inşaat işçisinin yanarak ölümü “kayıt dışı”nın ne menem bir felâket olduğunun altını çizdi. Aslında, tersanelerde hayatını kaybeden sigortasız işçiler de henüz unutulmadı! Facialardan anlıyoruz ki sosyal güvenlik sistemi epeyi tekliyormuş. Özellikle inşaat sektöründeki bu gariban ölümler, “sonradan olma müteahhitler” olgusunu akla getiriyor. “Eğitim şart, bilgi şart, düzen şart” hatırlatmasında bulunmak da şart olmuş anlaşılan. Kanunlardaki boşlukların kapatılması, işverenin sigorta kurumunu sigortasız çalıştırdıkları işçiler üzerinden dolandırmalarını önleyici tedbir almak elzem. Resmî rakamlar iş gücünün yarısının kayıt dışı olduğu yönünde. Sigorta primlerini cebe indiren işverenden Allah herkesi korusun. Duanın yanında somut girişim gerekli tabii. Bizzat işçiler denetimsizlikten şikâyet ettiklerine göre ilk etapta kontrollerin sıklaştırılması önemli. Ayrıca bu tür facialar işyerinde verimliliği kötü etkilediğinden ekonomiye yansımaları da olumsuz. Üç uyanık işveren, işçiyi suistimal ediyor, zararın ucu hepimize dokunuyor. Milletin vekilleri bu davanın takipçisi olacaklarını söyleyedursun, naçizane kendilerine insanlar cayır cayır yanmadan çatır çatır alınması gereken önlemlerin takipçisi olmalarını salık verelim.

Yargı paketleri… Ambalaj iyi, ya içi?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nden insan hakları ihlâlleriyle ilgili sürekli problem yaşayan Türkiye kendine gelmeye çalışıyor. Bir “ara önlem” olarak, reform sürecindeki yargı sistemine yeni ekler yapılıyor. Şu sıralar son şekli verilen “4. Yargı Paketi” ile ilgili olarak, AİHM’e gidilmesine gerek kalmadan “iç hukuk yolu oluşturup vatandaşlarla uzlaşma zemini aramak” babında konuşan Adalet Bakanı Sadullah Ergin iyi niyetli. “Uzlaşma” sözcüğü zaten iyi niyet yüklü. Ne var ki evdeki hesabı çarşıya uydurmak da önemli. 4. paket’te zaman aşımı sorununa çare aranırken, temyiz sürelerini kısaltan ve karar süreçlerini hızlandıran adımlar hesaplanıyor. Bu vesileyle Sivas, Balyoz vb. davaların süreçten olumlu etkilenmesi bekleniyor. Yani, suçlu olan cezasını alır, haksızlığa uğrayanın hakları telâfi edilir ama kimse bir “açıktan” yararlanıp sıvışamaz. Zira amaç açıkları kapatmak, köklü çözüme yol almak. Bu noktada tedbirlerin kalıcı olması son derece kritik. Yeni hükümetlerin yapılanı bozma alışkanlığı var. Dolayısıyla işi sağlama bağlayıp yeni anayasaya paketlerin dâhil edilmesi şart. Dönüp dolaşıp “Yeni Anayasa”ya geliyoruz. Farklı mecralarda farklı arazları toptan gidermenin başka yolu yok çünkü.

4+4+4; futbol değil eğitim düzeni!

Eğitim meselesi, özellikle dış politikada birçok problemle uzun yıllardır uğraşan Türkiye’nin çözemediği iç meselelerinden biri olarak karşımızda duruyor. Eğitim politikamız üzerine geliştirilen onlarca alternatife rağmen konu bir problem olmaktan bir türlü kurtulamadı. Problemi çözmek için yeni bir sistem denenecek şimdi de: 4+4+4 sistemi. Bu sistemi süper güç Amerika’nın neredeyse yüzyıldır uyguluyor. Amerikalıların bilim, teknoloji, pazarlamada eriştiği noktaları düşünürsek, doğrusu bu uygulamanın Türkiye’ye gelmesi gecikti bile! Sistemi tanımadan afakî hamasetin parçası ederek “kötü” demek yanlış. 4+4+4 uyarlamasında esas olan, eğitimin siyasetten uzak pedagojik çerçevede değişimini sağlamak. Değerleri sağlam işlenmiş gençlerin üniversite veya meslekî eğitimle geleceğin Türkiye’sini kurmaları, söz sahibi olmaları önemli. Mevcut sistemin orasını burasını düzeltmeyle hasbelkader ayakta tutulan eğitim çare değil. Dönüşüm, değişim hayatın kendisi. Bu bağlamda, meslek edinme yaşının erken yaşlarda başlaması, kız çocuklarının eğitimine özel önem verilmesi, nakdî yardımlarda süreklilik, eğitim kararlarının uzman ve ailelerden oluşan bir tür grup terapilerinde alınması yeni sistem çerçevesinde birkaç iyileştirme yolu olabilir.

Gençleşen Türkiye utandırma bizi!
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı’nın gençlik profili araştırması oldukça kapsamlı, hatta ilk en kapsamlı çalışma. Genç kimdir peki? Hayatının baharında dokunduğu her yere tazelik taşıyan kişidir. Sadece okula giden tüketici değil, farklı yaş evrelerinde potansiyel gücü çabucak eyleme dönüştüren varlıktır. Hâliyle umuttur. Bu yüzden genç ve gençliğe dair her araştırma hepimizi ilgilendirir. Raporun sonuçlarına bakılırsa dar bir alanda yaşıyor gençler. Dünyayı göreni pek az. Oysa farklı coğrafyaların, kültürlerin, demografilerin kendilerine muazzam katkısı olabilir. At gözlüğü ile kısa mesafeye bakmaktan kurtulmanın yolu dışarısıyla temastan geçer. İmkân tanıyalım kendilerine. Yarıdan fazlasının en büyük zevki TV izlemekmiş! Genç tanımına pek ters… Atıl kalmak yaşlıların hakkı. Gençlerin tüketicilikten uzak olmaları beklenir. Ayrıca sanal dünyalarla gerçeği birbirine karıştırmaları bu durumda kuvvetle muhtemel, sakıncalı, tehlikeli. Az spor yapan, internette zaman geçiren bir gençlik. Hâsılı, pek iç açıcı bir tablo yok karşımızda. Umut var ama! Yarıya yakını dinamik, cesur, iş bitiren, değişimden korkmayan, ilerici, risk almayı seven siyasetçilerden hoşlanıyormuş. Öyleyse, gençlerin “olmaları” için kolları sıvayalım. Zira erken teşhis hayat kurtarır.

Suriye’de “kıyım”; silâhlanma artışı yüzde 580!
Beşşar Esed askerlerinin ve yandaşlarının Suriye’de yeltendikleri artık vahşet ötesinde bir “kıyım”. Birleşmiş Milletler durumu resmen “kıyım” ilân etmek için neyi bekliyor? İkinci bir Bosna tecrübesi mi yaşanmalı? Hiç olmazsa onların milyonda bir tesellisi vardı; Sırplar dedik, dinî farklı dedik; dedik de dedik. Peki, Esed’in yaptığını nereye koymalı? Hangi akıl ve vicdan kabul edebilir kendi kanını, canını yok etmeyi? Suriye’de mezalimin birinci yılı dolarken satın alınan silâh sayısının yüzde 580’e çıktığını hatırlatmakta fayda var! Yanlış okumadınız, yüzde 580! Bir başka deyişle, Esed özbeöz düşmanından bile beter görüyor kendi vatandaşlarını. Haklı olarak canını kurtarmak için Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı bugün 30 bine merdiven dayadı. Rakamın büyüklüğü dikkate alınırsa Suriye’de daha çok işimiz olduğu çok açık. Muhalifler tek başına rejimin üstesinden gelemiyor iseler – ki durum onu gösteriyor - o hâlde, Esed ordusunda çözülmenin sağlanması için bilfiil gayret göstermeliyiz.


Görüş


Son gelişmeler Ermeni meselesinde Türkiye'nin elini güçlendirdi*

Geçtiğimiz haftalarda önce Amerika’da, sonrasında Fransa’da peş peşe verilen Yüksek Mahkeme kararları, “Türk-Ermeni Anlaşmazlığı”nın seyrini önemli ölçüde değiştirdi. Bu kararlarla birlikte, Türkiye’nin eli hukuk alanında güçlenirken, sıra tarih alanına geldi.


SAN FRANCİSCO’DA BULUNAN ABD Dokuzuncu Federal Temyiz Mahkemesi, 23 Şubat 2012 tarihinde aldığı bir kararda, 1915 olaylarında ölen Ermenilerin mirasçılarının, kendilerine ödeme yapılması için sigorta şirketlerine dava açamayacağına hükmetti.

TEMYİZ MAHKEMESİ, Kaliforniya eyaletinde 11 yıl önce Ermeni lobisi tarafından icat edilen ve Eyalet Meclisi’ne kabul ettirilen, 1915 olaylarında ölen Ermenilerin mirasçılarına, sigorta şirketlerine karşı dava açma yetkisini veren bu ısmarlama yasayı bozdu. Böylece 11 kişilik yargıç heyeti, oy birliğiyle aldığı kararda, Alman sigorta şirketi Munich Re AG’ye Ermeniler tarafından açılan davayı düşürdü. Kararın gerekçesi ise, yabancı kuruluşlar aleyhinde ABD mahkemelerinde dava açma yetkisinin sadece federal hükümette olduğu idi. Anayasa’nın, dışişlerini idare etmede tek yetkiyi federal hükümete verdiği kaydedildi ve bu yetkiyi kullanan eyalet yasalarının etkisiz olduğuna hükmedildi. Hatta federal hükümetin bir politika beyan etmediği veya oluşturmadığı konularda bile, eyalet mahkemelerinin, dış ilişkiler alanında yetki kullanamayacağı belirtildi.

AYNI MAHKEME, 2009’da Ermenilere dava yolunu zaten kapatmıştı ama 2010 yılı Aralık ayında ortaya çıkan yeni bir bilgi ve belge olmadığı hâlde, “ender” görülen bir karar değişikliğiyle, bu hükmünden çark etti ve 1915 olaylarında ölen Ermenilerin mirasçılarının, kendilerine ödeme yapılması için sigorta şirketlerine dava açabileceğini bildirdi. Bizler bunu Ermeni lobisinin hinoğluhin oyunlarına bağlamıştık. Öyle ya, 3 kişilik hâkimler ikiye bir karar alıyor. O iki kişiden birisi, bir süre sonra durduk yerde “Ben kararımı değiştirdim” diyor. İnsan kendi kendini küçük düşüren böyle bir çark etme işine neden girer? Hele de bir yüksek hâkim? Ermeni lobisi acaba ne telkinlerde bulundu? Nasıl vaatler yapıldı ki, ortada hiçbir yeni bilgi-belge yokken koskoca bir yüksek hâkim durup dururken “Yanlış yapmışım doğrusu o değil, bu!” desin?

DİKKAT EDERSENİZ, aynı konu temyize gidince, 11 yüksek hâkimin hepsi birden Ermenilere kapıyı kapatan kararı alıyor. Bir tarafta üç hâkimden biri çark ediyor, öbür tarafta 11 hâkimden hiçbiri ödün vermiyor. Ermeni lobisinin gücünü (ya da Türklere olan önyargının etkisini) bir daha keşfetmiş olduk.
AMERİKAN BASININDA yazan hukuk uzmanları, yorumlarında Yüksek Mahkeme (Supreme Court, yani bizdeki Anayasa Mahkemesi) konuyu ele almayı kabul etmedikçe, Temyiz Mahkemesi kararının bu konuda son noktayı koyabileceğini, yani 1915 olaylarında ölen Ermenilerin mirasçılarının, artık Alman sigorta şirketlerini kendilerine ödeme yapmaya zorlayamayacağını belirtiyor. Sonra, bu karar, dolaylı olarak 1915 yılı olaylarıyla ilgili diğer davalara da emsal olacağından, Türkiye açısından önem taşıyor. Ermenilerin 2015 Planları’nı alt üst ediyor ve bunlara sadece “büyük para” beklentisi ile yaklaşan birçok Ermeni’yi de saf dışına itiyor.

TEMYİZ MAHKEMESİ’NİN aldığı karar Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Çünkü Ermeniler, 2010’un Temmuz ayında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Ziraat Bankası ve Merkez Bankası aleyhine de dava açmıştı. Şimdi başından beri mahkemelerin yetkisiz olduklarını savunan Türkiye’nin eli güçlenmiş oldu.

ÖYLEYSE ÖNE ÇIKAN ANA FİKİRLER şöyle sıralanabilir: 1) Eyalet Mahkemesi federal dış politikayı belirleyemez. 2) 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne göre, bir olayın soykırım olup olmadığına ancak yetkili bir mahkeme karar verebilir, parlamentolar değil. 3) Türkiye şimdi bu karara dayanıp yetkisizlik kartını oynayabilecektir. 4) Bu karar Türkiye’ye karşı Ermenilerin açtığı veya açacağı davaları da olumsuz etkiler. 5) 2010 yılında Ermeniler üç hâkimden birinin oyunu birtakım girişimlerle (!) değiştirerek kararı tersine çevirebilmişlerdi. Şimdi kararın 11 kişilik heyette oy birliğiyle alınması çok önemli. 6) Bu mahkemelerin hiç göz önünde tutmadığı başka gerçekler var. Lozan’da Osmanlı’dan kalan borçlar, ilgili ülkelerle bölüşülerek ödeme planına bağlandı ama bu konuya ilişkin bir Lozan hükmü yok. Bu nedenle ABD ile Türkiye arasında 1934’te başlayan ve 1937’de karşılıklı imzalanan bir anlaşma ile biten görüşmeler sonucu, Türkiye bir milyon dolara yakın ödeme yaptı ve aralarındaki tüm mal-tazminat davaları halledildi. Şimdi “birkaç Ermeni istedi” diye bu uluslararası anlaşma yok sayılamaz. 7) Teknik sorunlar hep var oldu; ne Türkiye 1915’te vardı ne de sigorta şirketleri Türk’tü.

BU ARADA ABD’ DEKİ OBAMA YÖNETİMİ’NİN de “Türkler ve Ermeniler kendi sorunlarını kendileri çözmeli” şeklinde özetlenebilecek bir orta yolu seçmesi, olaylarda Türkiye’nin elini daha da güçlendirdi. Türkiye zaten önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 mektubu ve sonra da 2009’da imzalanan protokollerle, Ermenistan’ı arşivlerini açıp araştırma ve tartışmaya davet ediyordu. Çünkü Türkiye’nin saklayacak bir şeyi yoktu. Arşivleri zaten açıktı. 100 ülkeden araştırmacılar gelip arşivleri incelemişti.

AMERİKA’NIN “KONUŞUN, ANLAŞIN” TELKİNLERİ bu yüzden hem Ermenistan’ı hem de Ermeni Diasporası’nı çileden çıkardı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 26 Ocak’ta yaptığı konuşmada “Ermeni soykırımı iddialarının tarihçilerin işi” olduğunu söylemesinden sonra Ermeniler çıldırmıştır.

28 ŞUBAT 2012 TARİHİNDE Fransa Anayasa Konseyi, tarihî bir karar aldı ve Ermeni iddialarının reddini suç sayan yasayı iptal etti. İptal kararının gerekçesini ise, “Ermeni iddialarını reddedenlere 1 yıl hapsi ve 45 bin euro para cezası öngören yasa, ifade özgürlüğüne ve Fransız Anayasası’nın 34. Maddesi’ ne aykırıdır” hükmü oluşturuyordu. Böylece, Fransa’nın Türkiye aleyhindeki yasama faaliyetleri gemisi de karaya oturmuş oldu.

SONUÇ OLARAK, ABD ve Fransa Yüksek Mahkemeleri’nin aldığı kararlarla -en azından- Türkiye açısından “uygun ortam” oluştu. Şimdi protokollerde yazılı bulunan “Tarihçiler Komisyonu”na işlerlik kazandırma zamanı. Bunun için Ermenistan’ın tüm arşivlerini açması gerekiyor. Artık Türkiye’nin ister Ermenistan’ın ister Ermeni Diaspora’sının kuru gürültüsüne pabuç bırakmasını kimse beklemesin. Türkiye’nin eli hukuk alanında güçlendi, sıra tarih alanına geldi. Ona zaten dünden hazırız…

* Ergün Kırlıkovalı, Türk Amerikan Dernekleri Kurulu (ATAA) Başkanı