- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 6 July 2012, 03:20 pm GMT +0200
Gündemden
A. Bilge BAŞARAN • 59. Sayı / GÜNDEMDEN


YİNE İŞÇİLER ÖLDÜ
Bursa maden ocağında patlama


2010 yılına girerken Türkiye Cumhuriyeti'nde iş kazaları hâlâ çalışma hayatının en önemli gündem maddelerinden biri. Makine Mühendisleri Odası’nın hazırladığı rapora göre Türkiye, işçi ölümlerinde dünyada üçüncü, Avrupa’da ise birinci sırada. Bursa’nın Kemalpaşa ilçesinde 10 Aralık’ta bir maden ocağında gerçekleşen grizu patlaması bu raporu belgeler nitelikte. Patlama sonucu göçük altında kalan 19 işçi hayatını kaybetti. Yerden yaklaşık 250-350 metre derinlikteki madende patlamanın ardından çok sayıda işçi mahsur kaldı. Göçüğün bir dinamit patlaması sonrasında oluştuğu iddia ediliyor. Ardından çıkan yangın ise kurtarma çalışmalarını zora soktu. Yardım amacıyla maden ocağına giren iki kişi de zehirlenme tehlikesi geçirdi. Maden Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Torun, çok ölümlü kaza riski olan ve 31 bin işçinin ölümcül risk taşıyan şartlarda çalıştığını belirten maden bölgeleri raporunu eski Bakan Hilmi Güler’e bu yılın başında elden verdiğini belirtiyor. Torun’a göre, böylesine ciddi bir risk altında bulunan bölgelere hâlâ 6 ay süre veren müfettişlerin derhal sorgulanması gerekiyor. Yaşananlar Türkiye’de birçok sektörde çalışma koşullarının yeterince iyileştirilmediğini gösteriyor. Yapılması gereken yalnızca vefat edenlerin ardından rahmet okuyup yardım gönderilmesi değil, daha fazla can kayıpları yaşanmadan yetkililerin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeleridir. –Selçuk Uygur

TEKEL KAPANIYOR
İşçiler Ayaklandı


40'a yakın yaprak tütün işletmesinin kapatılmasını ve özlük haklarının engellenmesini protesto eden işçiler Ankara’da soğuğa aldırış etmeden kararı protesto etmek için günlerce eylem yaptılar. Geceleri sabaha kadar sokaklarda yatan eylemci işçilere polis müdahale etmek isteyince ortalık karıştı. Eyleme destek vermek için gösteri alanına gelen milletvekilleri de polisin müdahalesine muhatap oldu. Muhalif milletvekillerinin eylemcilere verdiği destek polis müdahalesine karşı fazla da direnç gösteremedi. Eylemci işçilere sivil toplum kuruluşlarından da destek geliyor. Hükümetle Tekel işçilerini karşı karşıya getiren sebep, 4 C olarak bilinen, kamu kurum ve kuruluşlarını özelleştirmesinin ardından işsiz kalan işçilerin başka kurum ve kuruluşlarda ‘geçici’ istihdam edilmelerini sağlayan, 657 sayılı devlet memurları Kanunu’nun 4. maddesinin ilgili fıkrası. Tekel işçilerinin alanlarda eylem yapmasına neden olan söz konusu hüküm ile başka kamu kurumlarında istihdam edilecek geçici personele, tahsil dereceleri dikkate alınarak belirlenecek brüt aylık asgari ücret ödenecek. Bu ücret dışında herhangi bir ad altında ücret verilmeyecek ve sözleşmelerine bu yönde hüküm konulamayacak. Ayrıca bu ücretler kanunda üst sınır olarak belirlenirken, asıl ücret gidecekleri kurumlarca ayrıca belirlenecek. İşçilerse bu durumu kabullenemediler. Yaşananların mazisinin birkaç günlük olmadığı herkesin malumu. Hükümet devlete ait olan ve zarar eden bütün kuruluşları teker teker satıyor. Bu durumdan son nasibini alan kuruluş da Tekel oldu. Mesele bu çerçeveden değerlendirildiğinde hükümetin haklı olduğu kabul ediliyor. Ancak Tekel’in kapatılmasının ardından işçilerin zararının tazmin edilmesi gereği de herkesin kabulü. Atılacak adımlarda her iki tarafın haklarının gözetilmesi gerekiyor.

“MİNAREYE HAYIR”
İsviçre’de tartışmalı referandum


Bir vatandaşlık borcu olan vergi vermekten kaçan başka ülke vatandaşlarını, kendi bankalarına para yatırmak istediklerinde din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın kabul eden "hoşgörülü" İsviçre'nin, söz konusu durum kendi inançlarını İsviçre’de de yaşamak isteyen Müslümanlara geldiğinde o kadar hoşgörülü olmadığı, geçen ay yapılan bir referandumla ortaya çıktı. Geçen ay bu ülkede yapılan referandumda İsviçrelilerin yüzde 58’i bu ülkede yapılması düşünülen dört minarenin yapımına karşı çıktı. Sağcı ve popülist İsviçre Halk Partisi'nin girişimiyle başlatılan referandumun minarelerin yasaklanması kararıyla sonuçlanmasından sonra partinin önemli isimlerinden Walter Wobmann kararı "Siyasal İslam'ın İsviçre'de de kök salmasını teşvik eden gelişmeyi önlemek istiyoruz, diğer bazı Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi. Henüz başında olduğumuz bu gelişmeyi şimdi durdurabiliriz. Minareleri durdurma girişimimizin kabul edilmesi son derece açık bir mesajdır." sözleriyle yorumlamıştı. Esasında minarenin “siyasal İslam” olarak telaffuz edilmesi, son yıllarda Avrupa'da yapılan İslam karşıtı propagandaların ve yükselişe geçen İslamofobi eğiliminin bir özeti gibi. Bu referandum sonucuyla birlikte artık camiler ve minareler bile ortalama bir İsviçrelinin gözünde ayırımcılığı ve işgali temsil eder hale gelmiş oldu. Zaten referandum esnasında minareleri İsviçre bayrağına girmiş füzeler gibi gösteren propaganda posterleri bunun en somut örneği. Bunun yanında minare yasağıyla da yetinmeyen İsviçre Sosyal Demokrat Partisi genel sekreteri Thomas Christen, ülkelerine uyum sağlayamayan yabancıların sınır dışı edilmesini istedi. İsviçre’nin bir yandan azınlıkların entegrasyonuna yönelik politikalar izlerken, diğer yandan minare yapımını yasaklaması akla şu soruyu getiriyor: İsviçre için entegrasyonun anlamı insanların kültür ve inançlarının gereğinden vazgeçip, popülist fobi ve paranoyaların kurbanı olmaları mıdır? İsviçrelilerin ve Avrupalıların bu referandumda çıkan sonuçların bir referandumdan ötesini temsil ettiğini anlaması ve sözde temsil ettiği medeniyet, hoşgörü ve insan hakları gibi değerleri özde de temsil ettiğini göstermesi gerekiyor. –Selçuk Uygur

NOBEL BARIŞ ÖDÜLLÜ OBAMA SUNAR     
Afganistan’a 30 bin yeni asker


Afganistan'daki Amerikan ve NATO kuvvetlerinin komutanı General Stanley McChrystal’in Obama yönetimine geçtiğimiz aylarda yaptığı asker talebi, Obama’nın 1 Aralık’ta yaptığı açıklama ile resmen kabul gördü. Buna göre ABD, Afganistan’a 2010 yılının ilk yarısına kadar 30.000 kişilik bir takviye kuvvet göndererek ülkedeki Amerikan askeri sayısını 100.000’in üzerine çıkaracak. Obama’nın emriyle hayata geçecek yeni Afganistan stratejisinin adı da “Kobranın Öfkesi”. Sovyetler Birliği 1979 yılında Afganistan’ın şehirlerini hızlıca işgal etmiş ancak ülkenin zorlu coğrafyasında kısa sürede şehirlerde sağladığı hâkimiyeti de yitirmeye başlamıştı. Sovyet Mareşali Sergey Akhromeyev de Sovyet yönetiminden takviye birlik istemiş ve almış, Afgan ordusunu eğitme programı uygulamış fakat on yılın sonunda ciddi bir yenilgiye uğrayarak ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Amerikalılar savaşlarının sekizinci yılını tamamlarken, aynı Sovyetler gibi Afganistan’da ne askerî ne de insan hakları açısından en ufak bir gelişme sağlayabilmiş değiller. Afgan hükümetinin sözü Kabil’in dışında geçmeyedursun, Amerikalı generaller de ülkeyi kontrol edemediklerini geçtiğimiz aylarda her fırsatta dile getirdiler. Bölgede yaşananlar üzerine Kabil ve Washington’ın arasındaki çatlaklar saklanamayacak kadar derinleşmeye başladı. Eski Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref'in, 2 Aralık'ta Wall Street Journal'da yayınlanan yazısında kazanacağı zafer zaten son derece şüpheli olan Amerikan ordusunun takviyesine gönderme yaptığı cümleler, Kabil'deki yozlaşmış hükümet sorununu iyi bir şekilde özetliyor: “Askerî çözüm tek başına başarıyı garantilemez. Ordular sadece bazen kazanır ve en iyi halde, siyasi sürecin işleyebileceği bir muhit oluşturur. Günün sonunda ülkenin idaresini üstlenecek olanlar askerler değil sivillerdir.”

Öte yandan 1980 yılında Sovyetlerin Pakistan sınırında mücahitlerin son derece yaygın olarak kullandıkları Güney Veziristan ve Swat Vadisi’ndeki dağlık alanı aşarak Pakistan topraklarını bombalaması dönemin ABD yönetimi tarafından “Pakistan'ın egemenliğini ihlal” olarak protesto edilip kınanmıştı. Bugün Amerikan kuvvetleri, Pakistan sınırını ve Pakistan'ın güneybatısındaki Belucistan’ı insansız uçaklarla sivil ayrımı yapmadan bombalarken, uluslararası kuruluşlar bölgede yaşayan aşiretlerdeki yüzlerce sivilin öldürüldüğünü raporlarında belirtiyorlar. Taliban’ın halk desteğinde son zamanlardaki dramatik artışın en büyük nedeni olan sivil ölümler azalmak bir yana dursun, Soğuk Savaş’tan beri Amerika'nın bölgedeki en büyük müttefiki olan Pakistan, neredeyse parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya. Pakistan'da kasım ve aralık ayları içinde bombalı saldırılarda büyük bir artış gözlemlenirken, ordu ile Taliban milisleri arasında devam eden savaş sebebiyle binlerce kişi göç etmek zorunda kaldı.

New York Times yazarı Nicholas D. Kristof, 3 Aralık tarihli makalesinde Afganistan’a bir asker konuşlandırmaya harcanan bir yıllık parayla 20'ye yakın okul inşa edilebileceğine dikkat çekmişti. Obama 30 bin asker için milyarlarca doları gözden çıkarırken, Afganistan’da büyük destek gören ve aldığı destek yüzünden Taliban tarafından bile rahat bırakılan Ulusal Dayanışma Programı gibi kurumlar parasızlıktan yakınıyorlar. Görünüşe göre gönderilecek 30 bin askerin görevi ABD’ye savaşı kazandırmak. Yani Afganistan gibi büyük ve inanılmaz zor bir coğrafyada bulunan bir ülkede savaşı ve hükümetin yolsuzluklarını bitirmek. Ayrıca sivil ölümlerin önüne geçerek insan haklarını geliştirmek, müttefik Pakistan'ın çukurdaki ayağını çıkarmak. Bu zihniyet devam ederken 30 bin asker göndermeyi de herhalde George Bush da, Obama kadar yürekten desteklerdi. Sonuç olarak Amerika’da renkler değişiyor, isimler değişiyor, ancak sistem maalesef değişmiyor. –Selçuk Uygur

EKSEN TARTIŞMALARININ ARASINDA
Başbakan Suriye’de


Türkiye’nin Ortadoğu’da yeni bir güç olmaya başladığı, “komşularla sıfır problem” politikasının ne anlama geldiği geçtiğimiz aylarda bu sayfalarda tartışılmıştı. “Komşularla sıfır problem” politikasının getirilerini de yeni yeni hissetmeye başlıyoruz. Yakın komşularımız Suriye ve Irak’la vizeler kaldırılırken İran ile de benzeri anlaşmalar imzalandı. Başbakan Erdoğan’ın Iraklı Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşmelerin ardından da Türkiye ile Irak arasında 48 mutabakat muhtırasına imza atıldı. Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı Suriye gezisi de Suriye ile Türkiye’nin benzeri bir anlaşma imzalamalarıyla sonuçlandı. Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Toplantısı için 10 bakan ve 200 işadamıyla Şam’a adeta çıkarma yaptı. Türkiye, Suriye ile enerjiden ticarete, güvenlikten bayındırlığa, su kaynaklarından ulaştırmaya kadar geniş bir yelpazede tam 51 anlaşma imzaladı. Toplantı sonrası bu toplantıların zengin içerikli toplantılar olduğunu ifade eden Başbakan toplantıları uzun bir yolun ilk kilometre taşı olarak niteledi. Türkiye’nin Suriye ile İsrail anlaşmazlığında arabulucu rolüne de değinen Erdoğan, Suriyelilerin bunu istediğini ancak İsrail’in yanaşmadığını ifade etti.

Eksen tartışmalarının yaşandığı bir atmosferde Türkiye’nin yakın komşularıyla ilişkilerini olumlu bir çizgiye çekmesi İsrail ile roller mi değişiyor sorusunu akıllara getiriyor. Ortadoğu’da Türkiye’nin başrolde olduğu yeni bir yapılanmaya gidildiği gözlerden kaçmıyor. ABD’nin Irak’ı işgal ettiği tarihten bu yana Ortadoğu’da artan İran etkisini sınırlamak için “Sünni blok” oluşturulduğu iddiaları yeniden gündeme getiriliyor. “Türkiye bloklaşmaya karşı çıkıyor, söz konusu oluşum eksen” diyenler olsa da son haftalarda yaşananlar yeni yapılanmanın bloklaşmaya evrildiği tartışmalarını yeniden alevlendiriyor. Hükümet kanadı yapılan icraatlarda İsrail’in son dönemde üstlendiği rolün herhangi bir etkisinin olmadığını, sürecin olağan seyrinde işlediğini vurguluyorlar. Ancak ister bloklaşma olarak ifade edilsin, ister eksen olarak algılansın yaşananlar Türkiye’nin dış politikada etkin bir aktör olma yolunda hızla ilerlediğini gösteriyor.

Görüş:
Prof. Dr. Mehmet Altan (Star Gazetesi Başyazarı)


Açılım ve DTP’nin kapatılması gibi tartışmalar gündemi meşgul ederken Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast planının ortaya çıkması gündemi bir anda alt üst etti.

BÖYLE BİR İDDİAYI ÇOK VAHİM BULUYORUM. Bu tür iddiaların ortaya atılması bile demokrasi adına üzüntü verici. Demokrasilerde olacak bir iş değil bu, bir skandal. “O kadar da önemsenecek bir iddia değil” gibi ucuz açıklamalar oldu. Bunları da yadırgıyorum.

GEÇTİĞİMİZ GÜNLERDE Genelkurmay Başkanı’nın açıklamaları olmuştu, Trabzon’dan. Bu açıklamalarla Genelkurmay Başkanı Türkiye’nin aydınlarına, akademisyenlerine adeta ders verircesine doludizgin bir konuşma yaptı. Ben de o an bir televizyonda canlı yayındaydım. Konuştuklarını hayretler içerisinde izledim. Bu konuşmayı canlı yayında ekranlara taşıyan medya organlarını da yadırgadım doğrusu. Ardından suikast planı gündeme geldiğinde aklıma ordu ile hükümet arasında garip bir ilişki olduğu fikri geliyor.

GENELKURMAY’IN AÇIKLAMALARINA BAKTIĞIMIZDA bunların sorun üreten ve tutarsız açıklamalar olduğunu görüyoruz. Bir taraftan biri albay, biri binbaşı olan iki askerin o sıralarda orada olduğunu kabul ediyor, görevli olduğunu söylüyor, diğer taraftan da üstlerinin ve evlerinin arandığını, bir şey çıkmadığını söylüyor. Eğer bu askerler görevliyse niçin üstlerini, evlerini ve bilgisayarlarını arıyorsunuz? Bir sayfalık açıklamada ise bir tutarlılık yok. Bu da ortada ilginç şeyler olduğu kuşkusunu hatırıma getiriyor.

ORDU, İÇERİSİNDEKİ ÇÜRÜK ELMALARI temizlemek yerine onlara sahip çıkmak gibi bir yöntemle bizleri şaşırtıyor. Yaşananların ardından ileriki günlerde hükümet ile ordu arasında bir mücadele yaşanacağı iddia ediliyor. Ordu tarafından işlenen demokrasiye aykırı bir tavır varsa ortada, yetkililer bunun gereğini yapmak durumundadır elbette.

TÜRKİYE’DE DARBE SÖYLENTİLERİ de tekrar yayılmış durumda. Ancak ben tam aksine gelişmelerin bir saydamlaşma, bir kendi kendiyle hesaplaşma sürecinin başlangıcı olduğunu düşünüyorum.