- Görüşleri ve fıkhı

Adsense kodları


Görüşleri ve fıkhı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 15 September 2010, 05:30 pm GMT +0200
GÖRÜŞLERİ VE FIKHI

İMAM ZEYD´İN GÖRÜŞLERİ


155- Biz İmam Zeyd (r.a)´ın, İslam alimlerinin aynı asırda derinlemesine daldığı ko­nulara dalış yaptığını söyledik. Bu alimler ister bir yol uydurup ona saplanan bid´at eh­linden olsun, yahut davetinde bulundukları görüş sahibi kimseler bulunsun, yahut isterse onların görüşleri, içinde dini ilimlerin açıklaması bulunan bir fıkıh olsun, müsavidir.

Şüphesiz İmam Zeyd (r.a) Hz. Hüseyin´in katledilişinden sonra Al-i Beyt´ten, insan­ların huzuruna bir fikrin taşıyıcısı olarak çıkan veya alimlerle fikri konularda ahş-veriş yapan, bu fikre davette bulunan ve kendine ait davette bu yolu metot edinen ilk imam­dır. İmam Ali Zeynel Abidin yaşadığı dönemde insanlarla sevgi, destek ve zayıflara acı­ma noktasından hareketle ilişki kuruyordu. Oğlu İmam Zeyd de insanlarla, asrı meşgul eden bütün konular etrafında bilimsel müzakere noktasından ilişki kuruyordu. Ayrıca İmam Zeyd´in ağabeyi, aynı zamanda hocası sayılan ve babasından sonra Zeyd´in yön­lendirilmesini üzerine alan İmam Muhammed Bakır öğrencileriyle fıkhı ve rivayet edi­len hadisleri müzakere ederek tamamen evine kapanmış olduğuna ve Ebu Hanife gibi mütehassıs fakihler ondan hadis nakillerinde bulunmuş olduklarına göre, İmam Zeyd de böyle bir mihrabdan halkın huzuruna çıkmış, RasululJah (s.a.v)´in Aline karşı aşın sevgi beslediklerini ve ona mensup olduklarını ileri süren fırkaların içine karışarak İslam bel­delerinin en uzak köşelerine kadar intikal etmişti. İşte bu amaçla Irak´a gitti. Orada Ehl-i Beyt´in aşırı sempatizanlarıyla bir araya geldi. Saptırılmış görüşleri yakından tanıdı. Bu saplantılara çözüm getirmek için çareler aradı. Onları orta yola çekmeye çalıştı.. Nite­kim bu sapmış kişiler İmam Muhammed Bakır´a Medine´deki ilim mihrabında iken gidi­yorlar, bir kısım sapık görüşlerini ona açıyorlardı. Bakır (r.a) onları rezil ederek gerisin­geri çeviriyordu. İmam Zeyd´e gelince, yanlarına gidiyor, hak metodu ve en isabetli yolu onlara öğretiyordu. Olumsuz tavır takınmakla yetinmiyor, aksine davranışını olumlu bir tavır alışa; daha doğrusu yönlendirme ve açıklık getirme tavrına dönüştürüyordu. Al-i Beyt´e yardımcı olanların üzerinde bulunmaları gereken gerçeği onlara açıklamak için mahallerine kadar gitti. Ehl-i Beyt, söven ve suçlamalarda bulunanlar topluluğu değil, aksine yol gösterici, hakka ve strat-ı müstakime çağıran mürşitlerdir.

Nihayet Zeyd, sünnet ilimlerinin mihrabından çıkarak, fırkaların nezdindeki fikirleri

grenmeye yöneldi. Orada da yine yönlendirici mürşid rolündeydi. Daha sonra Ehl-i

ytten rivayet edilen fıkhın tedvinine yöneldi. Bu sayede fıkıh birikimini, gerek hilafet konusundaki gerekse hilafete götüren en ideal yol konusundaki görüşler bütünün terke-dip, İslami akidenin yorumlanmasında ve miras aldıkları eski medeniyetlerin görüşlerini konuşup duran kişilerin hortlattığı düşüncelerin kısır döngüsü ortamında bu akideyi açıklığa kavuşturmada orta bir yol edindi. Bu durumda açıklık getirici, yol gösterici ve mürşid olarak etrafını -aydınlatan bir nur gerekliydi ki ö da, bu murşiddir. Şimdi onun görüşleri etrafında, bu bakış açılarının her biri üzerinde duralım. [1]



SİYASET KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ



156- Muaviye döneminde Hz. Ali´ye yardımcı olanlara yönelik fikri baskı, bu gizli­liğin yapısı arasında saptırılmış fikirlerin doğmasının tek nedeniydi. Dinin tutunulacak halkasını çözmek isteyenler, bu zifiri karanlıkta onu halk arasında yayabilmek için bir çare buldular. Böylece bir kısmı -Sebeiyyeler arasında meşhur olduğu gibi- Hz. Ali (r.a)´m uluhiyyetini iddia eden görüşler yayıldı. Nitekim onlar, Nebi´nin ric´atını iddia ediyorlardı. İsa´nın geri döneceğini söyleyip de Muhammed´in geri döneceğini söyleme-yenlere şaştıklarını ileri sürdükleri gibi, Ali´nin ölmediğini ve öldürülmediğini ifade ediyorlardı. Buna benzer fikirler mevcuttu. Nitekim bu fikirlerin tamamı veya en azın­dan bir bölümü ölü duruma geldi. Hz. Ali´nin uluhiyyetini, Nebi´nin tekrar geri dönece­ğini ve Hz. Ali´nin ölmediğini söylemeleri, bu fikirler arasında bulunmaktadır. Gerçi da­ha sonraki asırlarda, Allah´ın kendi emirlerini egemen kılanların varlığına hulul ettiğini söyleyenler ve kendilerine Hakimiyye denilen kimseler ortaya çıkmıştır.

Hz. Hüseyin´in katledilişinden sonra bu çeşit baskılar şiddetlenince, bunların bir bö­lümünü veya büyük bir kısmını, kanını kurtarmayı üstlenen Muhammed b. el-Hanefiyye (Allah ondan ve babası İmam Ali´den razı olsun) adına Hz. Hüseyin´in intikamını alma­ya davet ettiğini iddia eden Muhtar b. Ubeyd es-Sakafi´nin üstlendiği yeni fikirler oluş­tu. Nitekim Sakafi´nin davetle bulunduğu sapık akımdan daha önce bahsetmiştik.

Fikirlerini gizliden gizliye kamuya yayan kimselerin bu fikirleri, aşağıdaki nokta­larda netlik kazandı:

Birincisi: Hilafetin seçimle değil, veraset yoluyla sabit oluşudur. Buna göre bizzat Hz. Ali´ye Nebi (s.a.v) tarafından halifelik vasiyet edildi. O da Hasan´a vasiyet etti. Ha­san da sonra Hüseyin´e vasiyette bulundu. Her yeni fırka tarafından kararlaştırılan peri­yodik imam silsilesinin sonuna kadar bu böyle devam etti.

İkincisi: Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in (Allah her ikisinden de razı olsun ve her ikisi de İslam´dan hayırlı nasibini alsın) halifelik makamını, bu makamın varisliğinin sahibi olan Hz. Ali (k.a)´den gasben almış olduklarıdır. Her ikisi de bu nedenle hakkı sahibin­den gasbettikleri gerekçesiyle sövülmeye, lanetlenmeye ve imamlıklarının reddedilmesi­ne müstehaktırlar.

Üçüncüsü: Vasiyet yoluyla gelen zatlar hata işlemekten masumdurlar. Çünkü onla-

nn imamlıkları kutsaldır. Ve onlar, hidayet rehberi sancaktarlardır.

Dördüncüsü: Mehdi-i Muntazar düşüncesi. Bu düşünce Muhtar Muhammed Hane-fiyye (r.a)´m Razva dağında yaşamakta olduğunu, yanında su ve bal bulunduğunu, dağın ta yüceliklerinden, insanların dünyasına yol gösterici ve mürşid olarak ineceğini, yeryü­zü «u anda nasıl zulüm ve cevr ile dolmuşsa o zaman da adaletle dolacağını iddia ederek ortaya atmıştır.

157- Bunlar, Irak, Horasan ve Fars diyanndaki şiilerin toplantılarında yankılanan görüşlerin bir bölümüdür. Bu fikirlerdeki tutarsızlıkları tashih edecek bir imam gerek­liydi, Şia, yardımcı olmak ve sevgi göstermek konusunda kendilerini Hz. Ali (k.a) için adamış olduklarına, onun Ehl-i Beyt´ne davette bulunduklarına göre; bu davetlerinin ha­lifelik görevi kendi zatına ait olduğu konusunda imamın düşündükleri ile uyum içinde olması zorunludur. Yoksa Hz. Ali´nin düşüncelerine karşıt olarak ona yardımcı olmaya davet etmeleri düşünülemez. Nitekim bu düşünceyi tashih edecek zat bulunmuştur; işte o, İmam Zeyd´dir. Kuşkusuz biz onun kendi aile ocağından olup da yaşça kendisinden daha büyük olanların peşini adım adım izleyen olumsuzluk pozisyonundan sıyrılıp, olumlu bir atmosfere yöneldiğini daha Önce söylemiştik. Şüphesiz İmam Zeyd´in hilafet konusunda düşündükleri îmam´ın halk arasında meşhur olan kendisine has görüşlerin­den türemiştir. [2]



1- Daha Faziletli Varken Az Faziletlilerin Yönetime Gelmesi



158- Zeyd´in düzeltmeye yöneldiği ilk düşünce, imametin mutlak anlarrîda veraset olmadığı görüşüdür. İmametin belirli bir aile ocağına has bulunuşu, bu ailenin, ayrılmaz bir hakkı olması açısından değil de, daha üstün oluşu açısındandır. Muayyen bir aileden olma şartının getirilmesi sadece daha üstün oluş şartıdır. Ancak böyle bir efdaliyet hali­feliğin bu aile ocağı dışmda bulunmasına engel teşkil etmez. Şu kadar var ki, müslü-manların genel çıkarlarıyla çelişmemelidir.

İmam Zeyd, İmam Ali´nin iki otorite şahsiyet Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (Radiyal-lahu Anhuma)´dan daha üstün olduğunu inkar etmiyor. Ancak her ikisinin halifeliğinin geçerli olduğuna ve ikisine de saygı göstermenin zorunluluğuna inanıyor. Hz. Ali, gerek İslam tarihindeki menkıbeleri ve gerekse savaşlardaki üstün konumlan sayesinde daha faziletli olabilir. Ancak müslümanların genel çıkan iki otorite şahsiyetin yönetimi ele al-malan noktasındaydı. Nitekim geçmiş konularda işaret ettiğimiz gibi bu konuya ilişkin olarak söylediklerini metniyle birlikte naklediyoruz: "Ali b. Ebi Talib, sahabenin en üs­tünüydü. Ancak halkın gerek uygun bulduğu genel çıkarlar ve gerekse önlerinde bulu­nan azgın fitne ateşini dindirme, bir de kamunun maşeri vicdanım hoş tutmaktan ibaret olan dini kaide nedeniyle hilafet makamı Hz. Ebubekir´e havale edildi. Asr-ı Saadet´te

sürüp giden savaşların dönemi pek yakındaydı. Emir el-mü´minin Aleyhisselam´m kılı­cında müşrik Kureyşlerin kanları henüz kurumamıştı. Halkın kalbinde, intikam isteğin­den oluşan kinler olduğu gibi duruyordu. Bütün kalpler tam anlamıylaona meyletmemiş ve boyunlar onun önünde büsbütün eğilmemişti. Toplumsal çıkar, bu nazik görevi, yu­muşaklığı, olaylara sevgiyle yaklaşması, gerek yaş ve gerek İslam´a girişte Önceliğinin bulunması, ayrıca Rasulullah (s.a.v) ile yakın ilişki içerisinde olması özellikleriyle çok iyi tanıdıkları bir zatın üstlenmesini gerektiriyordu. Hz. Ebubekir (r.a)´ın ölüm döşeğin-deyken yönetimi üstlenme İşini Hz. Ömer b.Hattab´a vermek istediğinde halkın bağrışa­rak: Sen bizim başımıza sert ve katı bir kişiyi mi getirmek istiyorsun? dediğini görme­din mi? Öyle ki, şiddet yanlısı olması, sert davranışı, din hususunda tavizsiz oluşu, ayrı­ca düşmanlara karşı acımasızlığı nedenleriyle halk Emirû´l mü´minin olarak Hz. Ömer´e razı olmamıştı. Hatta Ebubekir (r.a) onları yatıştırmıştı."[3]

Kuşkusuz bu açıklama, şu üç durumu gündeme getirmektedir:

Birincisi: Halifelikle ilgili Hz. AH hakkında bir nass bulunmadığı gibi yine ona ait bir vasiyet, ayrıca vasiyete benzer herhangi bir şey de yoktur, Bu konudaki yetki tama­men müslümanîann insiyatifine bırakılmıştır. Bu nedenle Nebi (a.s)´den naklen gelen halifelik, veraset yoluyla sübuta eren bir durum değildir. O, ancak seçimle sabit olan bir iştir.

İkincisi: Zeyd´in, İslam uğrundaki açık tavır alışları nedeniyle Hz. Ali (k.a)´nin, iki otorite şahsiyet Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (Radiyaîlahu Anhuma) ile diğer sahabeden daha faziletli olduğunu net bir şekilde belirtmesidir. Bu efdaliyetinr onun Rasulullah (s.a.v)´e yakınlığı nedeniyle olduğunu, açıklamamıştır. Hz. Ali daha üstün olmakla bir­likte, bu üstünlük halifeliğin kopmaz bir parçası değildir. Çünkü hilafetteki asıl anlam daha üstün olanı seçmek değil, aksine güçlükleri omuzlamaya daha yetenekli, insanları kendisine itaat ettiren ve başa getirilmesinden dolayı halkın fitne çıkarmayacağı bir kimsenin seçimini yapmaktır. Böylece halifeyi seçme işinin, onların üzerine belirlenmiş bir şahsı getirip dikmek suretiyle değil de, müslümanların şurasına dayalı olmasının ge­rektiği anlaşılmaktadır. Şüphesiz müslümanlar, seçimi yaparken en yetenekli olanı gö­zetirler. Esasen bu tutum, şuraya dayalı tüm sistemlerle uyuşmaktadır. Toplulukları için­de ve kendi dünyalarında yaşayan nice üstün şahsiyetler vardır ki, yönetime geçmekten uzak dururlar veya da toplum o kimseyi başa geçirmez. Çünkü bu kimseleri kendilerine itaate zorlayamazlar ve onların yönetime getirilmesinde maslahat görmezler. Aksine ita­at ve toplumsal çıkarı, bu kimselerin dışmdakileri yönetime getirmede bulurlar.

Üçüncüsü: Zeyd, toplumsal çıkarın fiilen iki otorite şahsiyet olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a)´nın yönetime getirilmelerinde bulunduğunu düşünüyordu. O ikisinin yönetime getirilmesini yasallaşüran ifadeyi, toplumsal çıkarın böyle bir seçimde olduğunu belirten tavrıyla dile getirmiştir. Böyle bir seçimin nedeni, halkın her iki halifeyi, geç­mişteki büyük hizmetleri ve yaşça daha layık olmalarından dolayı seve seve iş başına getirmeleridir.

Madem ki Zeyd bu iki yüce imamın yönetime getirilişinde toplumsal çıkan ön pla­na alıyordu, Öyleyse şüphesiz 6, her ikisinin de halifeliğini reddetmiyor, her ikisi de İs­lam´ı muhafaza ettiklerine göre haklarında kötü söz söylenilmesine ve suçlanmalarına rı­za göstermiyordu.

Zeyd´in Zinnureyn Osman (r.a)´m imamlığına da karşı çıkmadığı, ancak imametinin Ebubekir ve Ömer (r.a)´mn imameti gibi müslümanîann toplumsal çıkan içinde bulunup bulunmadığını zikretmediği düşünülebilir. Acaba usman (r.a)´ın yönetime getirilmesin­de, diğer iki önder şahsiyetin yönetime getirilmesinde toplumsal çıkarın bulunması gibi bir maslahatın bulunmadığı görüşünde miydi? Bunun nedeni, Hz. Osman´ın mutlak bir yumuşakhhk ve suhuletle ün salmış olmasıdır. Oysa Hz. Ömer´den sonra halifelik ma­kamına ancak en az kendisi kadar sertlik içerisinde bulunan kişinin getirilmesi uygun düşerdi. Bu konuda ona en yakın olan da Hz. Ali idi. Çünkü zaman Hz. Ali´nin muhare­belerde aldığı tavırdan uzaklaşmış ve akıtılan kanlar da kurumuştu?! İşte Zeyd bu hu­suslara açıklık getirmediği gibi, hiçbir şey de söylememiştir. [4]



2- Ona Göre İmam ´Da Aranan Şartlar


159- Zeyd´in imamlık konusunda efdal olanın, onun adaletli ve Fatımi yani Hz. Ali´nin Hz. Fatıma´dan doğma sülalesine mensup olması görüşünde bulunduğunu söy­lerler. Bu nedenle İmamın Hz. Fatıma evladından olması şeklinde bir sınırlama getirme­yip, Hz. Ali´nin herhangi bir evladından olması şartını ileri süren Keysaniyye´ye karşı çıkmıştır. Bunun içindir ki, Keysaniler önce Muhammed b. Hanefiyye (r.a) adına davet­te bulunurlarken, sonradan oğlu Ebu Haşim adına davet etmişlerdir. Yine aynı nedenle Zeyd, imamın Hz. Hüseyin´in evladından olmasını şart koşan îmamiyye´ye muhalefet 2t-miştir. İmamiyye, imameti sadece Hz. Ali´ye, sonra Hz. Hasan´a, sonra Hz. Hüseyin´e, sonra Ali Zeynel Abidin´e, daha sonra Muhammed Bakır´a, ondan sonra da Cafer es-Sa-dık´a has kılmakta, daha sonra da bunun ardından İsna Aşeriyye ve İsmailiyye diye iki ayn grup oluşturmaktadırlar.

Yine burada Önceden değindiğimiz şu hususda karara varmamız gerekiyor: İmam Zeyd, böyle bir imamet anlayışını hilafet makamına yetkili oluşun şartı olarak değil de, efdaliyyet şartı noktasından itibar ettiğinden dolayı bütün şiilere muhalefet etmiştir. Ma­dem ki o, halk tarafından seçilenin imametini takdirle karşılıyor, öyleyse belirtmiş oldu­ğu bütün şartlann efdaliyetin şartlan olarak alınmaları gerekir. Ve madem ki toplumsal Çıkan efdaliyetten daha öncelikli bir itibar edişle ele alıyor,, o halde bütün şart koşmalan efdaliyetin İçinde kabul etmesi icabeder.

Bu sözlerin geçmiştekileriyle birlikte yoruma tabi tutulmaları halinde aşağıdaki iki hususu göz önünde tutmamız gerekir:

Birincisi: Zeyd´in, Nebi (s.a.v)´in züriyyeti içerisinde olsa dahi veraset yoluyla hali­feliği geçerli saymamasıdir. Onun, bir taraftan halifeliğin Rasulullah (s.a.v)´in zürriyeti-nin oluşturduğu Hz. Ali´nin aile ocağından gelmesini muteber saymasıyla, diğer yandan toplumsal çıkarı gözetmeyi açıklamış olmasını uzlaştırmak, ancak böyle bir yorum ge­tirmekle mümkün olabilir.

İkincisi: Böyle bir yorumlamadan, halifeyi seçen müslümanların yahut ehl-i hail ve´1-akdin Hz. Fatıma´nın evladının oluşturduğu Aİ-i Beyt´in dışındaki bir kişiyi seçme­lerinin ancak müslümanların saygıyla karşıladıkları toplumsal bir çıkar nedeniyle geçer­li sayılabileceği anlamı çıkarılır. Bu duruma göre Muaviye gibi birisini Hz. Ali (r.a)´in üzerine tercih etmenin müslümanlar için hiçbir yararı yoktur. Çünkü böyle bir tercihte çoğunluğun bakış açısma.göre İslam için toplumsal bir fayda bulunmamaktadır. Yine müslümlann Hişam b. Abdülmelik gibi birisini Muhammed Bakır veya Zeyd b. Ali gi­bilere tercih etmelerinin de anlamı yoktur. Zira bunda da toplumsal çıkardan eser mev­cut değildir. Zeyd´in, halk tarafından seçilenin imametiyle ilgili görüşünün içeriğinden, böyle bir seçim olayında müslümanlar için elle tutulur toplumsal bir çıkarın ve yine böyle bir adaletin bulunması gerektiği anlamı çıkmaktadır. Çünkü müslümanların çıkan ile dinin ana rükünlerinin ve adaletin ayakta tutulması, halk tarafından seçilen kişinin, gerek hakkında anlatılan menkıbeler ve gerekse soyluluk açısından daha üstün olan kişi­ye tercih edilmesi noktasından, yoruma tabi tutulan iki ana unsuru teşkil etmektedir. [5]



3- İmamların Masum Olmayışları


160- İmam Zeyd (r.a), daha faziletli olanın imametini ön plana almadığına ve hali­feliğin veraset yoluyla veya Nebi (s.a.v) tarafından tavsiye edilmesi suretiyle gelmesine öncelik tanımadığına göre, elbette imamların masum oluşunu zorunlu farzetmesi de mümkün değildir. Zira imamların hatadan masum olduklarını farzetmenin esası, onların Nebi (s.a.v) tarafından başa getirilmiş olmalarıdır. Oysa Nebi, ancak kendisine bildirilen vahiy sayesinde tasarrufta bulunabilir. Aynca Nebi´nin onlar adına Rabbinden aldığı bir direktifle, bu direktife dayanarak hükümlerinde hatalı icraatta bulunan bir imamı seçmiş olması akla uygun değildir. Çünkü "el-Evsiya" topluluğu adını verdikleri imamların ma­sum olduklarına inanan İmamiyye nazarında imamlık makamı denilince hemen akla emin Nebi´nin tavsiyesi sayesinde dini konularda yetkili kılınan tek merci gelmektedir. Bu durum, onların hataya hedef olmamalarını gerektirir. Aksi halde yüce Rasul tarafın­dan bu tarz bir seçilişle seçilmezlerdi. Bilakis îmamiyye, bu "Evsiya" topluluğunun, kendi imametlerini ve karar altına aldıkları şeylerin tümünün dinden kaynaklandığını isbatlamak için yetkilerine dayanarak mucizeler ortaya koyduklarına kesin gözüyle bak­makladırlar.

İşte İmam Zeyd böyle bir veraset yolunu veya bu vasiyet etme tarzını kabul etmedi­ğine göre, masumiyetin gereği olan şeyi mezhebine esas almamıştır. Çünkü Zeyd halife­limi toplumsal çıkara dayalı bir fonksiyon olarak kabul etmiştir. Buna göre gerek kamu­nun toplumsal çıkarını sağlamak, gerekse adalete ve din işlerine işlerlik kazandırmak konusunda başkalarıyla eşit konuma sahib oldukları takdirde, en tutarlı tercih Hz. Fatı-ma (r.a) evladından birisinin halife olmasıdır. [6]



4- İmamete Kalkışan Kişinin Kendi Adına Davette Bulunmak İçin Kıyam Etmesi


161- İmam Zeyd, Al-i Beyt´ten bir zatın imamlığı hak edebilmesi için kendi adına davette bulunarak kıyam etmesini şart koşmuştur. Bu nedenle, İmam Hüseyin (r.a)´ın katledilmesinden sonra Al-i Beyt´in takiyye ilkesini kenara itmiştir. İmam Zeyd´in, ken­disini imamete aday gösteren zatın davette bulunarak kıyam etmesi şartını getirmesi, onun mezhebinin esası olarak kabul ettiğimiz şu iki ana düşünceye dayanmaktadır:

Birincisi: İmamın, ehl-i hail ve´l-akd tarafından tam yetkiyle seçilmesi ve seçimi yaparken toplumsal çıkarı Ön plana almalarıdır. Böyle bir seçilme olayı, ancak Ehl-i Beyt´ten hilafet arzulayanın arzusunu açıkça dile getirdiğinde tamamlanmış olur. Bu da, kendi adına davette bulunarak kıyam etmesiyle mümkündür.

İkincisi: Onun, halifeliği, insanların en selahiyetlisinin seçilmiş olduğu tam yetkili bir iktidar makamı olarak görmesi ve o makamı verasete dayalı kabul etmemesidir. Her ne kadar en yetkili olan, en faziletliden başkası da olsa. Çünkü halifelik eğer salt veraset yoluyla veya miras bırakma anlamındaki vasiyet etme yoluyla gelseydi, o zaman davet olayı gerçekleşmeden elde edilirdi. Tıpkı padişahlığın hiçbir talep olayı meydana gel­meden veraset veya vasiyet etme yoluyla verilmesi gibi halifelik de taleple değil, tepe­den inme bir şekilde verilmiş oiurdu. İşte Zeyd, dini ve îslami hilafet konusunda veraset teorisini reddetmek suretiyle Ehl-i Beyt´ten tercih edilecek kişinin bizzat kendisini açığa vurmasını ve halkın onu yönetime getirme konusundaki toplumsal çıkarın ölçüsünü gö­rebilmeleri, ayrıca o kimseyle diğeri arasında hangisinin daha selahiyetli olduğu nokta­sında karşılaştırma yapabilmeleri için alenen kendisini tanıtmasını zorunlu saymışta-.

Böylece İmam Zeyd´le çağdaşları İmamiyye Şiası arasındaki fark, onun imamın da-v^tçi olarak kıyam etmesi şartını getirmesi şeklinde açıklık kazanıyor. Bu durum, onun yukarıda açıkladığımız düşünceleriyle uyum sağlamaktadır. İmamiyye´ye gelince, onlar ´maniette kıyam şartını getirmezler. Çünkü onlara göre imamet, ehl-i hail vel-akd tara­rdan seçilmek suretiyle değil, vasiyet etmek suretiyle tepeden inme verilir.

Nitekim Şehristanî, Zeyd b. AH ile kardeşi Muhammed Bakır arasında bu temel ilke finda cereyan eden bir münazarayı zikreder. Zeyd bu ilkeye sımsıkı sarılırken, ağabeyi ona karşı çıkıyordu. Şehristani şöyle devam ediyor: İmam Muhammed Bakır kar­deşi Zeyd´e şöyle dedi:

"Senin mezhebinin hükmüne göre baban imam değildi. Çünkü o, asla kıyam etme­diği gibi, kıyama da kalkışınamıştır bile."[7]

Şehristani´nin İmam Bakır´dan naklen verdiği bu konuşma şayet doğruysa, bu eşsiz imamın kendi İç dünyasında (ne kendisinin ve ne de babasının) Emevi halifeliğini tanı­madığını göstermektedir. Ayrıca onlar, her ne kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer hakkın­da hayırdan başka şey düşünmemekte idilerse de, kendilerini halifeliğin haklarında bi­çilmiş kaftan olduğu hidayet imamları şeklinde kabul ediyorlardı. Bu düşüncelerini on­lara alenen söylettirmeyen etken, içine itildikleri takiyye ilkesidir. Bu husus, tamamen İmamiyye´nin iddia ettiği bir görüştür. Bize göre bu görüşün yalan olduğunu nakzedecek hiçbir şey yoktur. [8]



5-İki Bölgede İki Ayrı İmamın Kıyam Etmesi


162- Şehristani, Zeydiyye mezhebi hakkında şöyle diyor: "Onlar, aşağıdaki Özellik­leri taşıyan iki ayrı imamın iki ayrı bölgede kıyam etmesini caiz görmüşlerdir:" O özel­likler, "Hz. Fatıma´nın soyundan, alim, zahid, yiğit, cömert ve imamet için kıyam eden birisi olmasıdır." Ayrıca her birisinin itaat edilmeye layık bir kişi oluşudur." [9]

Şüphe yok ki böyle bir olayın şartı, ancak daha önce ehli hali ve´l akd tarafından seçilmiş, egemenliği tüm İslam beldelerini kapsayan, ayrıca bütün İslam yörelerine ya­yılan bir imamın bulunmamasıyladır. Çünkü daha önce kamunun yönetimine seçimle getirilen ve yukarıdaki şartlan üzerinde toplayan bir imam bulunduğunda, ikincisi is­yancı durumuna düşer. Bu nedenle Nebi (s.a.v) şöyle buyuruyor: "Her kim size gelir de herhangi bir kimsenin sizin emriniz olduğunu söylerse, onu öldürünüz."

İki imamın kıyamı ve her iki bölgedeki ehli hail tarafından geçerli bir biatle kendi­lerine biat edilmesi, ancak hangisinin daha önce ortaya çıktığı ve hangisinin etkinliğinin daha yaygın olduğu bilinmemesi durumunda düşünülebilir. Bu durumda aralarında hu­sumet veya saldırganlık bulunmaması şartıyla her birisinin kendi yöresinde imam olarak kalması doğru olur.

Ancak biz, İmam Zeyd´in bu temel ilkeyi dile getirirken hangi esasi dayanak aldığı­nı bilemiyoruz. Ayrıca elimizin altındaki kaynaklarda, bu düşünceyi netleştirecekbir şey de bulamadık. Acaba Zeyd, Hz. Ali (r.a) ve Muaviye arasında varılan mütarekeyi mi dayanak aldı? Lakin Ali (r.a) Muaviye´nin imamlığını tanımadığı için,dayanak alması güvenilir kabul edilemez. Aslında bu mütareke, müslümanlann toplumsal çıkan ve hac farizalarının yerine getirilmesi için yapılmış geçici bir anlaşmaydı.

Bize göre tercihe şayan olan, İmam Zeyd´in dayanak aldığı şeyin, döneminde göz rtnünde bulundurduğu, İslam devleti ihtişamının geniş alanlara yayılmasının ta kendisi­dir Nitekim devlet, bir taraftan Semerkand´dan Endülüs´e, öte yandan Fransa´nın güne-vine kadar uzanmıştı. Şüphesiz ikisi arasındaki sevgi ve yardımlaşma bağının mükem­mel olması ve dayanışmanın kapsamlı olması şartıyla iktidarın ikiye bölünmesinde ba-zan toplumsal çıkar bulunabilir.

Madem ki böyle bir düşünce Zeyd´in kendisine dayanak aldığı temel görüşün gerek­lerinden oluyor, öyleyse bu görüşün zamanımızda da örnek alınması tutarlı bir yoldur. Ve yine bu temel görüşün şer´i şerif hükümlerini geçerli kılacak İslam halifeliğinin yeni­den yaşanır hale getirilmesine esas teşkil etmesi, isabetli olur. Ancak İslam birliğini ger­çekleştirecek ve Allah Teala´nm aşağıdaki sözleriyle uyum sağlayacak tutarlı bir yar­dımlaşmanın ardından olması şartıyla: "Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak si­zin iimmetinizdir." (Mü´minun: 52). "Mü´minîer ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşleri­nizin arasım düzeltin." (Hucurat: 10) [10]



6- Mehdilik Düşüncesi Ve Gizlenmiş İmam Anlayışı Yoktur


163- Keysaniyye, Muhammed b. Ali b. Ebi Talib´in "Mehdi-i Muntazar" olduğuna ve Razva dağında yaşadığına kesin inanmaktadır. Öte yandan İsna Aşeriyye de Keysa-niyye´den sonra on ikinci imamın hayatta olduğunu, ortaya çıkma zamanını beklediğini, nasıl ki şimdi yeryüzü zulüm ve cefa ile doluysa, o günde adaletle dolacağına inanıyor. Diğer taraftan İsmailiyye, bu dünyada birçok gizlenmiş imamların bulunduğunu, ayrıca Mehdi-i Muntazar´m da var olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüncelerin tümü, Ali Beyt´e özgü, diğer insanlarda bulunmayan birçok özelliklerin bulunduğuna, buna göre asırlarca hayatta kalabilecekleri yargısına dayanmaktadır. Bu düşünceler, onların masum oldukla­rına dayandırıldığı gibi, ayrıca hilafetin de veraset yoluyla geldiği, böylece imamın ba-zan üzeri örtülmüş durumda, bazan da apaçık ve alenen kendisini ortaya koyan kişi ko­numunda bulunabileceği görüşü üzerine bina edilmiştir.

imam Zeyd, bu daire ile yetinmedi. Aksine imameti, geniş boyutlu toplumsal çıkara işlerlik kazandırmak için gerekli gördü. Şüphesiz imamete seçilenin şahıs olarak değil, vasıf olarak belirlendiğini, en faziletlinin yerine seçilmesi durumunda en yetkili olana itaat olunacağını esas kabul etti. Aynca halk tarafından seçilenin imametini caiz gördü. İJolayısiyle bu dünyada üstü örtülü bir imamın bulunduğu, asırlarca veya daha aşağı bir sürede ortaya çıkmasının beklenildiği fikrini varsaymadı. Bu nedenle İmam Zeyd´in gö-nışune göre Mehdi-i Muntazar ve Mestur İmam diye adlandırılan bir anlayış bulunma­maktadır. Çünkü böyle bir kişinin imamlığı hak edebilmesi için bizzat kendi adına da­vette bulunarak kıyam etmesi şartını getirmiştir.

182

164- İmam Zeyd´in siyasi konulardaki düşüncelerinin özeti, onun şiilik mezhebini Hz. Ali (r.a) dönemindeki temel ilkelerine döndürmek istemesidir. Buna göre Hz. Ali kendisini halifelik için tek varis görmüyordu. Ancak, kendisini halifeliğe daha layık bul­muş, Beni Saide Sakifesindeki ehl-i hail ve´1-akd´ın seçtiği şeylere rıza göstermiş, ayrıca şuranın kendisiyle Hz. Osman (r.a) arasında verdiği kararın yürürlüğe konulmasına da razı olmuştu. Aynı zamanda Hz. Osman´a biat edişleri anında ehli hali ve´1-akd´in yan­mış olduğu seçime saygı duymuştur. Ali (r.a) iki otorite imam olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´e karşı övgülerin en güzelini sunmuş ve haklarında şöyle demiştir: "Vallahi ikisi de gitti ve ardında büyük boşluk bıraktı. Arkasındakileri büsbütün yorgun düşürdüler. Her ikisini de hatırlamak ümmet için bir üzüntü ve imamlara karşı yaralamadır."

Zeyd, her ikisini de iyi yönlerinden başkasıyla anmaya şiddetle karşı çıkmıştır. Ay-nca açıkça istifade edilecek şeyi ümmetin toplumsal çıkarının, her iki otorite imamın, hidayet rehberi Ali (k.a)´den daha önce gelmelerini gerektirdiği biçiminde anladı.

Zeyd, bu fikirleri titizlikle uygulamaya koyma uğrunda en ufak bir taviz vermeden şehit edildi. [11]



ZEYDİYYE VE ZEYD´İN SİYASİ GÖRÜŞLERİ


165- Zeyd´den sonra bu görüşleri oğlu Yahya devam ettirdi. Nitekim kendi imame­tine davette bulunmak amacıyla Horasan´a geçti ve etrafına büyük bir halK kalabalığı toplandı. Lakin o da h. 125 senesinde şehid edildi. Allah onların hepsinden razı olsun ve İslam uğrunda verdikleri cihaddan dolayı kendilerini Ödüllendirsin.

Denilir ki, İmam Cafer Sadık, onun hakkındaki bu sonucu önceden haber vererek şöyle söylemiştir: "Kuşkusuz babasının katledilişi gibi o da katledilecek ve o da babası­nın asıldığı gibi asılacaktır."

Şehristani ve diğerleri, İmam Zeyd´in kendisinden sonra iki imam olan Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan´ı ve kendi kardeşi İbrahim´i yönetime aday gösterdiğini belirtirler. Şüphesiz her ikisinin de fikirleri İmam Zeyd´in görüşleriyle bağdaşıyordu. Her ne kadar İmam Muhammed kendisini Mehdi olarak isimlendirmiş ise de belki de bu sözüyle îslami hidayete davette bulunmasını amaçlamış ve Allah Teala da bu yolu ona nasib etmiştir. Zira her ikisi de Emevi devletinin son yıllarıyla Abbasi Devleti´nin az ön­cesinde kendi mezheplerine davette bulunuyorlardı.

Yönetim Abbasi Devleti´nin eline geçip kendi adlarına Emeviler´den intikamlarını aldıktan sonra Hz. Ali (r.a) ailesi ile Abbasiler arasında çekişmeler meydana gelince Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye Medine´de, İbrahim de Basra´da kıyamı başlattı. Belki de bu kıyam hareketi, Zeydiyye´nin aynı anda iki imamın ortaya çıkabileceği fikrinin bir uyguIamasıdır. Nihayet Muhammed ve Mansur arasında çok beliğ yazışmalar cereyan etti.[12]

Hatta Emevi Devleti´nin yıkılmasından kısa bir zaman önce Ebu Cafer Mansur tara­fından imamlığa aday gösterilip Muhammed´e biat edildiğini söylemişlerdir. Mekatil et-Talibin adlı kitapta şöyle geçmektedir: "Haşimoğullarmdan bir gurup, Mekke yolu üze­rindeki Ebva denilen yerde toplandılar. Aralarında İmam İbrahim, Seffah, Mansur, Salih b AH, Abdullah b. Hüseyin oğulları Muhammed´le İbrahim ve Muhammed b. Abdullah b.

Amr b. Osman da vardı. Salih b. Ali onlara dedi ki:

"Siz, insanların gözlerinin üzerinde olduğu seçkin bir topluluksunuz. Bu önemli mevkide sizi bir araya Allah getirdi. Öyleyse içinizden birisinin biati konusunda görüş birliğine varınız. Sadece afaki konularda fırkalaşınız. Allah´a dua ediniz. Umulur ki Al­lah size yardımcı olur ve fetih kapılarını açar.

Ebu Cafer dedi ki, siz kendinizi ne ile aldatıp duruyorsunuz! Vallahi siz de biliyor­sunuz ki, halk arasında -Muhammed b. Abdullah´ı kastederek- bu genç kadar biat edil­meye daha eğimli ve onlar arasında kendisine daha çabuk uyulmaya aday hiçbir kimse yoktur. Onlar:

-Vallahi doğru söyledin; biz de bunu çok iyi biliyorduk diyerek hepsi birden biatleş-tiler. İmam İbrahim, Seffah, Mansur ve diğer hazır bulunanlar da ona biat ettiler."[13]

İşte Ebu Cafer, Emevi devleti´nin yıkılmasından önce Muhammed´e karşı bu şekilde aşırılığa varan takdir ve saygıda bulunuyordu.

Bu nedenle Muhammed ve kardeşi İbrahim kendi adlarına davette bulunmak için ileri atıldıklarında, Ebu Cafer´in daha önce Muhammed için yaptığı biate güven duyu­yorlardı. Nihayet her ikisinin de akibeti başarısızlıkla noktalandı. Ve Muhammed h. 145 yılında katledildi.

166- Zeyd´in hilafet konusundaki görüşleri bu ılımlı tarz doğrultusundaydı ve bu şahsiyetlerin döneminde aktivitesini sürdürüyordu. Fakat bunların ardından mezhebi tahrifata uğratan bir sürü taifeler geldi. Bu taifeler, mezhebin temel ilkeleri arasında bu­lunmayan birçok metodlan geliştirdiler. İşte propagandalarında Al-i Beyt´e bağlılıklarını belirten kişilerin tümünde durum böyledir ve onlar bu yetkili imamlara açıkça muhale­fette bulunurlar.

Nihayet Zeydiyye mezhebi adına faaliyet gösterenlerin bir kısmı halk tarafından se-Çılenin imameti görüşünü benimsememe eğiliminde bulundular.

Bunun sonucu olarak iki otorite Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in imametlerini redderek haklarında ağır suçlamalar yaptılar. Mehdi-i Muntazar fikrini ileri sürüp Muhammed b.

ullah b- Hasan´ın tekrar ortaya çıkacağını iddia ettiler. Ayrıca İmam Zeyd´in de bu nedenle geri geleceğini söylediler. Bunun üzerine üç fırkaya bölündüler. İşte onlar: Ca-rudiyye, Butriyye ve Süleymaniyye´dir. [14]



1- Carudiyye


167- Bunlar, Ebu´l-Carud b. Munzir el-Abdi´nin yanlılandır. Görüşlerinde aşırılığa kaçmışlar ve her ne kadar imamlığını kabul ediyorlarsa da, İmam Zeyd´in görüşlerinden sapmışlardır. Nihayet Nebi (s.a.v)´in kendisinden sonra İmam Ali´yi şahıs olarak değil, vasıf olarak nass ile tayin ettiğini, ondan başkasının imamlığının caiz olmayacağını, çünkü belirtilen vasıfların başkasına uygulanmayacak: kadar açık bulunduğunu, bundan dolayı sahabenin başkasını imamete seçmekle dalalete düştüğünü ve imamete başkasını seçmenin geçersiz olduğunu söylemişlerdir. Bu nedenlerle Siddik ve Faruk´un imamlık­larına karşı çıktılar. Carudiler, Zeyd´den sonra imametin Muhammed b. Abdullah b. Ha-san´a ait olduğunu söylediler. Ancak bozguna uğratılmasmdan sonraki durumu hakkında ayrılığa düştüler. İçlerinden bir gurup şöyle dedi: "O şüphesiz katledilmiştir; doğru yolu gösterici ve kurtarıcı olarak tekrar geri dönecek, nasıl ki yeryüzü zulüm ve cefa İle dolu ise, o zaman da adaletle dolacaktır." Bunlar, Mehdi-i Muntazar düşüncelerinin yanında imamın ric´atmı da ileri sürüyorlar. İçlerinden diğer bir grup da: "O katledilmedi; tekrar ortaya çıkacak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır." dedi.

Onun öldüğünü benimseyenler de aralarında ayrılığa düşmüşlerdir. Bir bölümü imamlığı, Zeyd´in füruundan olmayan, ancak Zeydiyye´nin şartlarını taşıyan -o şart da Hz. Ali´nin Fatıma´dan olma zürryeti içinde bulunmasıdır- Muhammed b. Kasım b. Ali b. Hasan´a havale ettiler. Diğer bir bölümü de imameti Yahya b. Ömer b. Yahya b. Hü­seyin b. Zeyd b. Ali´ye havale etmişlerdir.

Carudiyye, kendi arasında birçok aynliKİara düşmüştür. Nevbahti onlar hakkında şöyle diyor: "Bunların tümü topluca Zeydiyye adını aidılar. Ancak kendi aralarında Kur´an, sünnetler, ahkam ve miras hükümler hakkında ihtilaf etmişlerdir."[15]


 



[1] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 173-174.

[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 174-175.

[3] Şehristani, el-Milel ve´n-Nİhal, 1/209, İbn-i Hazm; el-Fasl (kenar kısmı). Bu söz, da­ha önce de ondan naklen zikredilmişti. İçerdiği görüşlere açıklık getirmek için tekrar bu­rada ele aldık.

[4] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 175-177.

[5] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 177-178.

[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 178-179.

[7] Şehristani, el-Milel ve´n-Nihal, 1/210.

[8] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 179-180.

[9] A.g.e. 1/207

[10] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 180-181.

[11] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 181-182.

[12] Bu yazışmaları îbn Cerir et-Taberi uzun uzadıya yazmıştır. Oraya müracaat et. 1/210

[13] Mekatil et-Talibin 256.

[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 182-184.

[15] Nevbahti Fıraku´ş-Şia,50, İstanbul baskısı.

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 184.