- Giriş

Adsense kodları


Giriş

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Fri 15 October 2010, 10:02 am GMT +0200
Giriş

Bu küçük kitabın meydana geliş nedeni, 1352 Hicri (1933) de benim Tercüman-üi Kur'an dergisini henüz yeni yayınlamaya başlamışken bir zâtın1 bana uzun bir mektup yazarak, Kur'an-ı Kerim'i okurken cebir ve kader meselesiyle ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü için ricada bulunmasıdır. Ona göre bazı ayetler cebriyeti vurgularken bazıları da ka-deriyete ağırlık veriyor ve bu iki tür ayetler arasında öyle bir çelişki görülüyordu ki, kolay kolay ortadan kaldırılamazdı. Ben bu mektubu olduğu gibi dergimde yayınladım ve buna cevap olarak ayrıntılı bir yazı yazdım. İşte bu mektupta sorulan sorular ve verilen cevaplar şimdi bir kitap haline getirilmiştir. Mektupta şöyle deniliyordu:
"İnsanın ödüle ve cezaya tabi olması zaten fiil ve hareketlerinin iradesine ve niyetine bağlı olmasını ve bu irade ve niyeti üzerine başka bir gücün tasarrufunun olmamasını gerektiriyor. Kur'an-ı Kerimin tüm öğretilerinin özü zâten, insanın amellerinden sorumlu olarak sorguya tabi tutulması, dalalet ve hidayet, azap ve sevap, nikbet ve servet, musibet ve rahatlık gibi, dünya ve âhiret tartılarında tartılmaları ve bunun için bazı özel ilke ve kriterlerin olmasıdır. Ancak, Kur'an'm bazı ayetlerinden de insan iradesinin, İlâhi iradeye tabi olması anlamı da çıkmaktadır.
Örneğin, dalalet ve hidayet konusunda bazı açık ve net ayetler bulunmaktadır. Bunlarda nur ve zulmet, iman ve küfr, hidayet ve dalalet yollarını seçmenin insanın kendi irade ve çabasına bağlı olduğu kaydedilmiştir:
"Gerçekten biz ona yol gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." (Ei-insan: 3)
"Ona her iki yolu gösterdik" (B-Beled: 10)
"Bizim yolumuzda mücadele edenleri doğru yolumuza hidayet ederiz" (Ei-Ankebût 69)
"İsteyen iman etsin, dileyen iman etmesin" (Ei-Kehf: 29)
Diğer tarafta öyle âyetler var ki, onlarda bu şeylerin İlahi iradeye bağlı olduğu açıklanmıştır.
Örneğin:
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir."
(İbrahim: 4)
"Aİlah istemedikçe iman edecekdeğilerdir"(Ei-Enam: ııi)
"İsteyen ondan öğüt alabilir" (El-Müddesir: 55)
"O Kur'an, bütün âlemlere bir öğüttür. Sizden, doğru yolda gitmek isteyenler için" (Et-Tekvin 27-28 )
Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayetlerde insan iradesinin Kur'an'dan hidayet alması istenmiştir. Bununla birlikte aşağıdaki âyetlerde ise insan iradesine pranga vurulmuş ve Allah'ın iradesine tabi tutulmuştur:
"Allah istemedikçe, öğüt alamazsınız" (Müddessir: 56)
"Allah istemedikçe bir şey isteyemezsiniz" {Ei-insan: 30) Sapıklık için şöyle bir kuraldan bahsedilmektedir: "Bununla (Kur'anla) birçoklarını dalalete düşürür" (Ei-Bs-ki Allı
"Allah zâlimleri dalâlete düşürür" (ibrahim: 27)
Hayır; Allah, inkarları dolayısıyla ona (Kalplerine) mühür
Vurmuştur." (Nisa: 155)
"Allah onların kalplerini, anlamaz bir kavim oldukları için hakkı kabulden çevirmiştir." (Et-Tevbe: 127)
Ve hidayet için şu şartlar açıklanmıştır:
"Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir." {Tevbe: 115)
"Allah dilediğini saptırır kendisine yönelenide doğru yola İletir" (Er-Ra'd: 27)
"Bizim yolumuzda mücadele edenleri doğru yolumuza | hidayet ederiz." {Ei-Ankebût: 69)
"Doğru yolu bulanlara gelince Allah onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını sağlar." (Muhammed: 17)
Buna benzer başka Kur'an ayetleri bulmakla birlikte bazı ayetler var ki, bunlarda herhangi bir şart ileri sürülmeden dalâlet ve sapıklığın Allah'ın iradesine veya fazlına tabi olduğu açıklanmıştır. Örneğin:
"Allah kimi isterse dalâlete sevk eder, kimi isterse hidâyete erdirir" (İbrahim: 4)
"Allah istemedikçe, siz bir şey isteyemezsiniz."
Aynı şekilde, azap ve mağfiret konusunda bazı açık ve net kurallar belirlenmiştir:
"Bir zerre kadar ağırlıkta hayır işleyen onu (mükâfatını) görür" (Ez-zıizât: 7)
* aİiı Lûİ^j
"Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef
kılar." (El-Bakara: 286}
"Salih amel işleyen, kendi lehine; kötülük eden de ken di aleyhine fenalık eder." (Ei-Casiye: 15)
Diğer tarafta Kur'an'da şöyle denilmektedir:
"O dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandinr" (Âl-i İmran:129)
Yani azap ve mağfiret de İlâhi iradeye tabidir. Mağfiretle ilgili denilebilir ki, Allahü Teala, er-hamer'râhimin (merhamet edicilerin en merhametlisidir) kendi rahmetiyle günahkârları bağışlayabilir. Ama "*&* ja Oöm (O dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırir)nin bu tevili zordur. En fazla diyebiliriz ki, Yüce Allah günahkârlardan bazısını bağışlar ve bazısını azaplandırır, ancak tüm âyetin karinesi bunu kuvvetlice kanıtlamamaktadır.
Yoksulluk ve sefalet varlık ve servet hakkında Kur'an-ı Kerim'de geçmiş milletlerle ilgili tarihi kayıtlar da şu ilke teyid edilmiştir: İkbâl, tantana ve şöhret aslında iman ve takva, dürüst bir hayat, sâlih amel ve doğa yasalarına uymaya bağlıdır ve buna aykırı davrananlara felaket, âfet, sefalet, zillet ve İlâhi gazap inmektedir. Nitekim şöyle buyurul-maktadır:
"Eğer onlar Tevrat ve İncil hükümlerini ve Rabbleri tarafından kendilerine inzal olunan şeyleri dosdoğru tutsalardı (tatbik etselerdi) üstlerinden ve ayaklarının altından yerlerdi (Her taraftan Allah'ın nimetlerine gark olurlardı.)" (El-Maide: 66)
Ancak öte yandan, Kurfan-ı Kerim 'de şöyle âyetler de vardır:
"Allah dilediğine hesapsız nzık verir." (El -Bakara: 212)
"Allah dilediğine rızkını bollaştırır." (Rad: 26)
"Dilediğini aziz ve dilediğini zelil eylersin." (âi-i imran: 26) Sıkıntılar ve rahatlıkla ilgili de açık buyruklar vardır:
"Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir." (Eş-Şum: 30)
Ancak diğer tarafta şu âyet de vardır:
"Eğer onlara bir bir iyilik dokunsa: "Bu, Allah katından-dır" derler. Eğer onlara bir fenalık dokunsa: 'Bu senin yüzündendir" derler. De ki: Hepsi Allah'tandır." (En-Nisa: 78 )
Ancak bunun yanı sıra başka bir âyette şöyle denilmiştir:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana isabet eden her kötülük kendindendir." (En-Nisa: 79)
Kur'an-i Hakim'den sonra hadislere baktığımızda, bunların birçoğunun insanın çaresiz ve yetkisiz olduğunu gösterdiğini görürüz. Örneğin:
"Eğer bir dağın yerinden oynadığını duyarsanız, onun öyle olduğunu doğmayabilirsiniz; ama bir kişinin kendi huyundan farklı davrandığını duyarsanız, bunu hiç doğrulama-yın, çünkü bir kişi ancak kendi hamuruna göre yapılır,"
"Kalpler Allah'ın iki parmaklan arasındadır; onları dilediği şekilde değiştirir."
Ya da, bir hadis-i şerifte şöyle denilmiştir:
"İnsanlar da yaratılmıştır, bunlardan bazısı Müslüman yapılmıştır."
Ben bu itirazları buraya biraz özetle ama aynen aktardım. Şüphesiz, takdir veya kader meselesi dünyada dinler doğduğundan beri vardır ve şimdiye kadar kesin bir çözüme kavuşmamıştır. Her din bununla ilgili olarak birşeyler söylemiştir, ama ifrat ve tefritle. Eğer Hindistan'da ve Yunanistan'da yeniden doğuş (re-enkarnasyon) ve hayat veya kader çizgisi insanı tamamen çaresiz ve yetkisiz hale getirmişse, İran'ın ateş ocaklarında da Tanrı adeta gereksiz veya yararsız bir varlığa dönüşmüştür. Batılı filozofların bir bölümü Yaradan'i bir saat yapımcısı düzeyine indirgemiştir ve onlara göre bu yapımcı, saati yaptıktan ve ilke ve kurallarını getirdikten sonra işe yaramaz bir organ haline gelmiştir. Bizde de cebir ve kaderle ilgili tartışmalar hiddet ve şiddetten uzak değildir. Gayet tabii ki, nazarî açıdan terazinin iki yanında bulunan iman ve akıl arasında bir denge kurmak hayli zordur, ama bunu kendi haline bırakmak da mümkün değildir. Gerçi benim görüşüme göre kaza ve kader imanın bir parçası değildir ve sadece tartışılan bir konu niteliğindedir; ancak bazı itirazcılara göre Kur'an-i Kerim'in ayetlerinde görünürde bir çelişki bulunduğu için bunu ciddi olarak ele almalıyız.
Mesele her ne kadar çok eski ve lehine ve aleyhine birçok şey yazılmışsa da, Bu devirde mey ayrı, kadeh ayrı, Cem ayrı olduğu için çağımızın istidlal ve istinbat sonuçlarına (tartışma yöntemlerine) göre bu konunun ele alınması gerekmektedir."
Bu kitapçık ilk önce yukarıdaki mektuba cevap olarak kaleme alınmıştı ve bunun amacı, Kur'an-i Hakim 'in bazı ayetleri arasında görünürde görülen çelişkiye son vermekti. Ancak bu vesile ile tartışılan konular, felsefe, etik, sosyal bilimler ve diğer bilim dallarında cebir ve kader meselesiyle karşılaşan herkese düğümün çözümünde yardımcı olabilir. İşte bu yarar göz önünde bulundurularak bu risale şimdi bir kitap olarak yayımlanmaktadır. Bunun sonuna, meselenin daha da açıklık kazanması içinde başka bir makalemi ilave olarak ekliyorum.2

Cebir Ve Kader Probleminin İçyüzü

Sorulan soruyu cevaplamak için aslında şu kadar söylemek kâfidir ki, Kur'an-ı Kerim ayetlerinin uygulama nedenleri anlatılarak görünürdeki çelişkilere son verilebilir. Ancak bu uygulama nedenleri ve biçimleri anlatılırken bazı noktala-nn ayrıntılı biçimde ve açık olarak anlatilmaması halinde, asıl meseleyi anlatmak zorlaşabilir. O nedenle, Kur'an-ı Kerim 'in buyruklarını ele almadan önce cebir ve kader meselesinin asıl mahiyeti ve ilgili noktalara göz atmanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz. 3

İhtiyar Ve Iztırâr (Yetki Ve Yetkisizlik) İn İlk Etkisi

Herkes, hiç düşünüp taşınmadan sırf vicdanen, insanın kendi iradesine bağlı fiil ve hareketlerinde özgür olduğunu, kendi irade ve yetkisiyle yaptığı hareketler için kendisinin sorumlu ve yükümlü olduğunu, iyi davranış ve karakterleri için övgüye ve ödüle layık, kötü hareketlerinden dolayı da kınama ve cezalandırılmaya tabi olduğunu sanmaktadır. Bu sade ve vicdanî düşünce ve kavramda insanın kendi iyi düşündüğü ve bildiği hareketlerinde bir dış veya iç güç nedeniyle mecbur ve çaresiz kaldığı, konusunda en ufak bir kuşku bulunmaz. Nerede fiilen mecburiyet ve çaresizlik etkileri görülüyorsa, orada irade veya ihtiyar yerine ıztırar ve çaresizlik hükmü veriliveriyor. Bu noktada insanın sorumluluk ve yükümlüğünün olmadığı, dolayısıyla övgü ve ödül veya kınama ve cezaya da yer olmadığı kanısına varılıyor ve bu gibi durumlarda, insanın iyi veya kötü olması hakkında karar vermeye elverişli olmadığı düşünülüyor. Bir kişi başka birine taş attığı veya küfür ettiği zaman onun bu hareketi başka bir gücün cebriyle yaptığı hiç düşünülmez ve mağdur kişi, onu bu hareketinden sorumlu tutup aynı şekilde taş ve küfürle karşılık veriyor. Ancak taş atan ve küfreden kişinin akli dengesi bozuk ve kendisi deli divane ise, kimse onun bu hareketi kasten yaptığını söylemiyor, onun zavallı ve çaresiz biri olduğunu belirterek hareketinden dolayı cezalandırmıyor ve affediyor.
İşte önceden zihnimizde olan bu yetkili ihtiyarı, gayri ihtiyari, yetkisiz, iradeli ve iradesiz hareketlerin farkıyla ilgili kavram, bizim insanın iyi ve kötü oluşu ve ceza veya ödüle layık kılınması için belirlemiş olduğumuz ölçülerin temelini oluşturmaktadır. Biz bir çocuğun veya delinin çıplak dolaşmasını kınamayız, ancak yetişkin, aklı başında bir kişinin çırılçıplak dolaşmasını nefretle kınarız. Bir kişinin yüzü çirkin-se, ondan tiksinmeyiz, ona kötü bakmayız, ama yüzü gözü yerinde ve düzgün olan birinin bize yüzünü gözünü oynatmasından hoşlanmayız. Ateşi yüksek kendinden geçmiş bir hastanın saçma sapan şeyler söylemeye ve sayıklamaya başlayınca, onu suçlamayız; ama aklı ve bilinci yerinde olan biri böyle şeyler söylemeye başlayınca, onu kınarız. Gözü görmeyen bir kişi, başkasının eşyasını eline alırsa, ona hırsızlık suçlamasında bulunmayız, ama gözü gören biri aynı hareket yaparsa, onu yakalar cezalandırınız. Bir kişi, herhangi bir baskı yüzünden hayırlı bir iş yaparsa herhangi bir övgüye layık görülmez, ama herhangi bir baskıya uğramadan iyi bir iş yaparsa onu herkes metheder. Bir çocuk günah işlemezse iyi ve temiz olduğu söylenmez, ama bir genç sâlih amel işlese, onun iyi olduğu söylenir. Bunun nedeni, bizim görünürdeki koşullar ve durumlara bakarak insanın bazı fiillerinde özgür bazılarında mecbur olduğunu düşünmemiz-dir. Ayrıca, vicdanen sorumluluk ve hesap verme ve buna bağlı olarak övgü ve kınama ile ceza ve ödül hakkının, ıztırâ-rî fiiler değil, ihtiyarî fiillerden doğduğu görüşünü de taşırız. 4

Cebir Ve Kader Probleminin Çıkış Noktası

Ne var ki, insan biraz düşünüp taşınınca ve görülenlerin altındaki, gerçekleri öğrenmeye çalışınca, kendisinin aslında sandığı kadar özgür, güçlü ve yetkili olmadığını, yüzeysel olarak kendi mecburiyeti ve çaresizliği için koyduğu sınırların aslında çok geniş olduğunu görür. İşte cebir ve kader meselesinin çıkış noktası budur. Bu meselenin temeli şu sorular üzerine bina edilmiştir:
1. İnsan kendi amelleri veya hareketleri bakımından tamamen mecbur mudur, yoksa belli bir özgürlüğe mi sahiptir?
2. İnsanı mecbur eden yahut özgürlüğünü kısıtlayan güç hangisidir ve insanın hayatını ne kadar etkilemektedir?
3. Eğer insan çaresiz, yetkisiz ve mecbur ise, fiil ve hareketlerinin sorumluluğu, değerlendirilmesi ve ahlâk kavramlarımızın dayandığı ve toplumsal düzenimizin iyiliği ve doğru gelişmesiyle refahının garantileri olduğu övgü ve kınama ile ödül ve cezanın tahakkuk kuralı hangi temele dayanacaktır?
Dünyanın düşünür ve filozofları bu soruları çeşitli yönlerden ele almış, bunların cevaplanması ve sorunların çözümlenmesi için çeşitli yöntem ve yollar benimsemiş ve de-gişik delil ve kanıtlara dayanarak değişik ideoloji ve görüşler geliştirmiştir. Bu hususta bilim adamları ve araştırmacıların o kadar çok yazılan, incelemeleri ve aralarındaki görüş ayrılıkları o kadar çoktur ki, bunları tek tek tartışmak çok zordur, ancak ilke olarak biz bunları dört sınıfa ayırabiliriz:
1) Bu meseleye metafizik açıdan yaklaşanlar
2) Bu meseleye fizik veya doğa açısından yaklaşanlar
3) Bu meseleye ahlâkî açıdan bakanlar
4) Bu meseleye dinî açıdan yaklaşanlar
Gelin bu değişik yönlerden değişik grupların bu meseleye nasıl baktıklarını, bahis ve istidlalin hangi yollarını benimsediklerini ve en son, hangi sonuca vardıklarını görelim. 5

Metafizik Görüş

Metafizik veya fizikötesinde cebir ve kader meselesi iki yönüyle ele alınır:
1) Doğadan kastımız, herhangi bir fiilinin meydana geldiği veya gelmediği varlıktır, başka bir deyişle, bu varlık herhangi bir İş yapabilir veya yapmayabilir. Doğanın bu tanımını kabul etmemizden sonra şu soru aklımıza gelir: Fiili terk etmenin veya tercih etmenin yahut bunun kuvveden fiile geçmesinin bir nedeni var mıdır, yoksa yok mudur? Bu tercih veya hareketin bir nedeni yoksa müreccihsiz tercih veya müsebbibsiz sebep gibi bir durum ortaya çıkar ki, bu akla ve mantığa aykırı bir şeydir. Ve eğer bunun için bir müreccih veya sebep gerekiyorsa, o kimdir? Cebirciler veya cebir görüşünü savunanlar diyorlar ki, müreccih, insanın elinde olmayan neden, etken ve sonuçlardır. Bunlar ister kendisine Tanrı, illet-ül alil, müsebbib-ül esbâb, doğa yasası veya başka bir şey denilen üstün bir güçtür. Kaderciler veya kadere inananlar bunun insanın kendi iradesi olduğunu savunurlar. Cebircilerin inanışına göre hayır ve şerrin mercii veya kaynağı Allah'ın zâtıdır; insanlar salt madde veya nebat gibidir ve insanın hiçbir sorumluğu yoktur. Kadercilere bakarsak, insan iradesinin Allah'ın yaratma ve ibda dairesinin dışında yaratılmamış veya gayri mahlûk başka bir şey olduğuna inanmamız gerektir. Zira, insanın iradesinin yaratıcısı Allah değilse, insan da onun yaratıcısı değildir; şöyle ki, insanın kendisi .Allah'ın mahlûku ve eseridir ve dolayısıyla bir mahlûkun iradesinin gayri mahlûk olması gerekir ki, bu kabul edilmez bir husustur.
2) Akılcı kanıtlar gösteriyor kî, evrenin yaratıcısının "alîm" (bilgili) ve "mürîd" (irade sahibi) olması şarttır. Zira, bir yaratıcı veya sanatkâr yapmak ve yaratmak istediği şeyi bilmiyorsa veya onunla ilgili bir tasan yapamıyorsa, bir yaratıcı veya sanatkâr değildir. Bu kurala göre şunu kabul etmemiz gerekiyor ki, evrende olup bitenleri Allah önceden biliyordu ve buna niyetlenmişti. Şimdi eğer Allah falanca şahsın falan saatte veya zaman diliminde falanca fiili işleyeceğini biliyorsa, o fiilin o şahıs tarafından o zaman işlenmesi r şarttır. Çünkü böyle olmazsa, Allah'ın bilgisinin doğru olmadığını kabul etmek lazım gelir ki, bu zor bir şeydir. Aynı şekilde Allah'ın iradesi belli bir zamanda belli bir kişi tarafından belli bir fiilin işlenmesi yönünde ise bu irade gerçekleşmelidir. Aksi takdirde İlahi iradenin batıl olması gerekir. Bu istidlalden hareketle cebirciler şu sonucu çıkarır: Vacib-ül vücud olmayan ihtiyarî fiil, hiçbir şeyde mütehakkık değildir; geriye kalan muhtarların hepsi muhtar gibi görünen muztar (çaresiz) dır. Kaderciler ise buna şöyle itirazda bulunuyor: Yani buna göre Allah'ın hayır ve şerrin faili olması gerekir. İnsanın tüm kötülüklerinin sorumluluğu Allah'a aittir ve bu açıdan insan, maddeler ve bitkiler arasında herhangi bir fark yoktur.
Ancak bu itiraz ne kadar ciddiyse, cebircilerin İlahi bilgi ve irade hakkında sundukları delil ve kanıt da ciddidir. Ve gerçek şu ki, Allah ile insanın yetkilerinin dengeli bir biçimde kullanılması ve Allah'ın bilgi ve irade sahibi olması bakımından nedenler ve gereklerden insanın özgürlüğünün korunması çok zordur. Kadercilerin bu görüşten kurtulmak için benimsedikleri yolların çoğu, cebircilere yönelttikleri suçlamalar ve eleştirilerin daha ağırına layıktır. Örneğin, bazıları Allah'ın bilgi ve irade sahibi olmasını bile inkâr etmektedir. Bazıları ise İlahi bilgi ve iradeyi teslim etmelerine rağmen Allah'ın sadece genel şeyleri bildiğini, ayrıntıları bilmediğini ileri sürerler. Bazılarına göre Yüce Allah insana bahşettiği güç ve yeteneklerden sadece iyiliği kastediyordu ve bunların kötü biçimde kullanılacağını bilmiyordu. Ancak bunlar öylesine zayıf fikir ve delilerdir ki, bir yana bırakılması için fazla düşünmemize gerek yoktur. Kaderciler tarafından Cebircilere cevap olarak sunulan belki de en büyük delil şudur: Allah'ın önceden bilgi sahibi olması ile insanın özgürlüğü arasında görünüşte ne kadar büyük fark ve çelişki görülürse görülsün, gelecekte herhangi bir olay hakkında bilgi sahibi olmak, bu bilginin o olayın meydana geliş nedeni olmasını gerektirmez, örneğin, eğer biz hava tahmininde bulunuyoruz, falan saatte falan yerde yağmur yağacağını belirtiyoruz ve bu tahminimiz doğru çıkınca bilgimizin yağmurun nedeni olarak kabul ediyoruz. Ne var ki, bu delil görüldüğü kadar sağlam değildir. Çünkü bir şey hakkındaki kesin bilgi ile tahmin ve kıyas iki ayrı şeydir. Tahmin ve kıyasın doğruluğunun, tahmin ve kıyas edilen olay veya şey ile herhangi bir İlgisi yoktur. Oysa, gerçek kesin ilim ile malûm arasındaki etki-tepki ve neden-sonuç ilişkilerini inkâr etmek mümkün değildir.
Bu ilkesel görüşlerin dışında metafizikle ilgili cebriyet ve kaderiye ile ilgili olarak sunulan bazı birtakım kısmi görüşler de vardır, ama bu her ikisinin zorluk ve engelleri aynı değildir. Hiç şüphe yok ki, cebriye insanın irade özgürlüğünü yok sayarak nefsimizde birincil ve vicdanî olarak bulduğumuz Şeyi inkâr etmiştir. Ancak kaderiyenin benimsediği görüş bundan daha da kötüdür. Çünkü bu bir yandan, Allah'tan ^m, irade ve kudret gibi kâmil sıfatları gasbedip insana devreder ve diğer yandan, Allah yahut illet-ül alil ya da evrenin tımarının varlığını hepten inkâr eder ve bu iki durumda da, az" öyle imkânsızlıklar meydana gelir ki, bunların gerçekleşmesi felsefe ve mantık kanununda evveliyat ve vicdaniyâtı inkâr etmekten daha kötü hatta en kötüdür. Bundan dolayıdır ki, metafizikte kaderiye ayağını basacak sağlam bir temel bulamamıştır ve dinsizlerin küçük bir zümresinin dışında filozof ve düşünürlerin büyük bir bölümü cebriyeci olmuştur. Aneximander Platon (Eflatun) ve Stoacıların çoğu cebriye mezhebine bağlıydı, islâm felsefecilerinin çoğu da bu mezhebi desteklemiştir. Nitekim, en büyük Müslüman filozof, İbn Sina "Ta'likât'iş-ifa" adlı eserinde şöyle demiştir:
"Genellikle, muhtar (özgür)dan, bil-kuvve muhtar (güçlü ve Özgür) kastedilir ve bil-kuvve muhtar, müreccih ister kendi kişiliği ister başkası olsun, yetkilerini kuvveden fiile geçirecek bir müreccihe muhtaç olur. Bu nedenle, bizlerden muhtar olan biri aslında muztar (çaresiz, güçsüz) biridir."
Aynı şey Avrupalı filozoflar için de geçerlidir. Pomponaz-ze Tanrının hayır ve şerrin faili olduğuna karar verir ve akim tamamen cebirden yana olduğunu ifade eder. Hobbes diyor ki, insan kendi doğası ve doğal gereksinimleri bakımından mecbur ve çaresizdir. Nefis ile beden yahut ruh ile maddenin ayırımından yana olan Descartes, maddeci dünyada sadece cebir yasasının geçerli olduğunu belirtmektedir. Ona göre başta insan olmak üzere tüm evren bir makina gibi çalışmaktadır. Bununla birlikte nefiste mükemmel özgürlük gücünü saptamasına rağmen benimsediği görüşün mantıksal sonucu da cebirdir. Nitekim, Descartes'çı veya Kartezyen ekolünün diğer öncüleri ki, bunların en tanınmışı Malebran-che'dir, nefsin her niyetiyle Tanrının insanın bedenini hareketlendirdiğini ve bedenin her hareketi veya gelişmesiyle nefiste bilinç ve duyarlılık yarattığını kaydetmektedir. Madde ve ruh yahut imtidâd ve fikir arasında tanrısal bağlantı şarttır. Zira bir bağlantı veya aracı olmaksızın bu iki müstakil ve kalıcı cevher arasında teamül (geçiş, bağlantı) düşünülemez. Demek ki, Tanrı tüm iradelerin ve hareketlerin gerçek failidir. Spinoza'ya göre insan kendisinde ne kadar faaliyet veya hareketlilik hissederse etsin, aslında fail değil, münfail (pa-sif)dir. Dolayısıyla, tamamiyle yetkisiz ve güçsüzdür. Ona göre bu cebriye bir filozof için huzur ve mutluluğun kaynağıdır. Leibnitz ise bireylerin kendi başlarına özgür olduğuna inanmaktadır, ama bu bireyler arasında önceden kurulmuş uyumun Allah tarafından yaratıldığım söylemektedir. Bu nedenle, o da cebre rücu etmektedir. Hatta cebriyetine "halis veya salt ceberiyet" diyebiliriz. Locke ise irade özgürlüğünü anlamsız olarak nitelendirmekte ve Descarte'm felsefesinde varolan kaderciliğin yanlış olduğunu belirtmektedir. Açıkça cebriyeyi kabul etmemesine rağmen "biz bir şeye niyetlenme veya niyetlenmemek konusunda özgür değiliz, niyet veya irade nefisle belirlenir ve nefis te mutluluk duyar" dediği zaman bu felsefe dönüp dolaşıp kaderiyeden cebriyeye ulaşıverir. Schopenhaure ise iradenin insanlardan maddelere kadar her şeyde varolduğunu ifade etmektedir, ama bu irade, özgürlüğü üzerinde kaderiyetin bina edildiği irade değildir.
Hiç şüphe yok ki, Kant, Fischte ve Hegel gibi önde gelen filozoflar kaderciliğe olan eğilimlerini göstermişlerdir. Socrates iradenin özgürlüğünü savunmuştur. Platon, insanın seçme yetkisini kullanmasını benimsemiştir. Aristo ise ihtiyarî ve ıztırâri fiiller arasında ayırım yaparak insanın bir dereceye kadar özgür ve bir nebze de mecbur olduğunu ifade etmiştir. Bir başka düşünür, Chrysippus cebriyet ve ahlâki sorumluluk arasında bir denge kurmaya çalışmıştır. İslamî düşünürlerin bir bölümü ise "la cebir ve la tafvid ve lakin emr beyn'un amreyn" yolunu benimsemiş, ama bunu nazarî hikmet uğruna değil, pratik bir görüş olarak yapmışlardır. Yoksa salt metafizik görüşe gelince, buna göre cebriyenin kefesi, kaderiyeye göre daha aşağıdadır. Ve filozoflar arasındaki görüş ayrılığı cebriye ile kaderiye arasındaki görüş ayrılığından çok salt cebriye ve orta cebriye arasındaki görüş ayrılığına dönüktür. 6

Felsefenin Başarısızlığı

Ancak bu bahiste cebriye kefesinin kaderiyenin kin den daha daha ağır olması demek felsefenin bu sorunu çözümlemiş ve bunu cebir lehine sonuçlandırmış olması demek değildir. Hayır, bu sadece şunu göstermektedir: İnsan bu muazzam kainatı ve akıllara durgunluk veren düzeni tıkır tıkır işleten varlığın özelliklerini yakından izleyince öylesine dehşete kapılır, beyni ve yüreği öyle bir duyguyla dolar ki, kendi gözünde kendi varlığı tamamen değersiz ve önemsiz hale gelir. Onun şaşkın aklı kendisine diyor ki, kudreti bu sınırsız evreni kuşatan, iradesi böylesine muhteşem saltanat üzerine hüküm süren, bilgisi bu varlık düzeninin en ufak parçasından en büyüğüne kadar her şeyi ezelden ebede kadar kuşatan tutan varlığa karşı senin varlığın ufak, küçücük, çaresiz, zavallı, güçsüz ve mecburdur, senin gücün, bilgin ve iradenin hiçbir değeri ve önemi yoktur.
Şimdi bunun ötesinde biri felsefenin kaza ve kader meselesini anladığını sanıyorsa, büyük bir yanılgı içindedir. Kaza ve kader sorunu aslında Rabb'ül âlemin'in görkemli imparatorluğunun anayasasının ne olduğu sorunudur. Yüce Allah'ın ilmi ve bilgileri, kudreti ve güçleri, Allah'ın iradesi ve muratları arasında ne gibi bir ilişki olduğu sorunudur. İlâhi emrin ne anlam taşıdığı meselesidir. Bunun, O'nun mahlûklarına nasıl uygulandığı sorunudur. Mahlûklarının çeşitli sınıf ve kategorilerinde emirlerinin hangi ilke ve kurallara göre uygulanma sorusudur. Ve evrenin tüm varlık ve nesnelerinin ne şekilde ve nasıl Ona bağlı olduğu meselesidir. Şimdi eğer bir kişi kalkıp bu sorunları çözümlediğini iddia ediyorsa, başka bir deyişle, onun Tanrıyı çok iyi tanıdığı ve tanrılığını çok iyi bildiğini ve kavradığını iddia ettiğini söyleyebiliriz. Aslında, bu kaderciler ile cebircilerin birbirlerine
yönelttikleri eleştiri ve suçlamalardan daha ağır bir eleştiri ve suçlamayı haketmektedir ve daha vahim bir şeydir. Ve eğer bu bir iddia değil, sadece kendi tahmin, kıyas ve istidlallerine dayanarak böyle bir görüş ileri sürüyorsa, cebir ve kaderle ilgili olarak kesin hüküm vermesini mümkün kılan sağlam ve güvenilir bilgi ve inancın noktasına nasıl varabilir? 7

Fizik Görüşü

Fizikte bu mesele, tüm evrende olduğu gibi insanın fiillerinin de nedenler silsilesine bağlı olduğu ve yaptığı her şeyin bir veya birkaç nedeni ve etkeni olduğu açısından ele alınır. Eğer bir fiilin meydana gelmesi için gereken nedenler ve ortam oluşmazsa, o fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir; nedenler ve ortam oluşursa, onun gerçekleşmesi gereklidir. Bu her iki durumda insan tamamen mecbur ve çaresizdir. Bu açıdan fizik veya doğa her zaman cebre meyilli olmuştur. Nitekim eski fizikçiler arasında müstesna bir mevkiye sahip olan maddecilerin babası Democritus bundan 2500 yıl önce açıkça evrenin tüm eşyasının doğa kanununa bağlı olduğunu ve bunun dışına çıkamayacaklarını ifade etmişti.
Buna rağmen, doğacılar nefis ile madde arasındaki cevher farkını inkâr ettikleri ve nefis güçlerini maddeler âleminden şu veya bu şekilde ayrı saydıkları sürece fizik veya doğa biliminde kadercilik için bir yer bulunabilirdi. Ancak 18. yüzyılın başında oluşan fizik bilimindeki baş döndürücü gelişme ve fen ile bilimin diğer dallarında ki araştırma, inceleme ve keşifler yeni kapılar açılmaya başlayınca nefis ve ruh tüm güçleriyle beraber maddi oluşum ve maddenin kimyasal karışımlarının sonuçlan olarak görülmeye başlandı ve insan nefislı ve manevi varlık yerine salt bir mekanik varlığa dönüştü. Böylece, kadercilik fizik sınırlarının tamamen dışına Çıkarıldı ve fen bütün ağırlığını cebrin kefesine koydu.
Biyoloji ve fizyolojinin yeni araştırmaları ki bunlar sayesinde nefis ilmi artık bu iki bilimin bir dalı haline gelmiştir. beynin biçimi, yapısı, çekirdeği ve sinir sisteminin durumunun insanın doğasını şekillendirdiğine hüküm edilmektedir. Beyin veya zihnin kötü olması insanın doğasını ve ruhsal yapısını bozar ve bununla kötü eğilimler ve hareketler meydana gelir. İyi oluşu, insanın tabiatını iyileştirir ve daha sonra iyi eğilimler ve iyi amellerin meydana gelmesini sağlar. Gayet tabii ki, beynin çekirdeği ve sinir sisteminin yapısında insanın özgür iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla, bu maddi görüşü kabul ettikten sonra, insanın doğasında özgürlük diye bir şeyin olmadığını da teslim etmemiz gerekir. Buna göre nasıl ki, demirden yapılmış bir makine belli bazı metot ve kurallara göre çalışır, insan da doğanın muazzam bir yasasına göre yaşamakta ve faaliyet göstermektedir. Ahlâk ve fazilet dilinde iyilik ve güzel karakter olarak tanımladığımız şeyler fen sözlüğünde salt düzgün bedensel yapı ve iyi sinir sisteminin unsurları demektir. Ahlâk ve etiğin kötülük ve ahlâksızlık olarak nitelendirdiği şeyler bilim dilinde beyin yapısı ve sinir sisteminin bozuk oluşu olarak kabul edilmektedir. Bu açıdan iyilik ve sağlık, kötülük ve hastalık arasında bir fark kalmaz. Nasıl ki, bir kişi kendi iyiliği ve sağlığı için övgüye ve hastalığı için kınamaya layık değilse, kötülüğü, ahlâksızlığı veya dürüstlüğü ve fazileti bakımından da övgüye veya kınamaya layık olmamalıdır.
Bunun yanısıra, cebirciliği teyid eden başka önemli bir kanun da kalıtım yasasıdır. Bunun temelini Darvvin ve Rus-sel Wa!lace ile takipçileri atmıştır. Buna göre herkesin doğası ve kişiliği ile karakteri dünyanın kuruluşundan beri kuşaktan kuşağa geçen bir kalıba girer ve bu kalıtsal kalıp doğa ve karakteri hangi şekle sokarsa, onu değiştirmeye hiçbir insanın gücü yetmez. Bu bakımdan eğer bugün bir kişi herhangi kötü bir iş yapıyorsa, o aslında, onun atasının 100 yıl önce attığı tohumun bir meyvesidir ve atasmdaki bu kötülük te eski nesillerden ileri gelmektedir. Bu meyvenin oluşması veya oluşmamasında ilgili kişinin irade veya yetkisinin hiçbir rolü yoktur. Bunun oluşması veya oluşmaması, tıpkı bir mango ağacının ekşi bir mango çekirdeğinden çıkarak ekşi meyve vermeye mecbur olması gibidir.
Tarih teorisi de cebri doğrulamaktadır. Buna göre dış etkenlerin etkileri genellikle, o ortamın içinde bulunan tüm bir insan toplumunun doğası ve karekterini etkilemektedir. Ve bu nedenle, belli bir nedenler topluluğu altında yaşayan bir ulusun özellikleri, başka bir nedenler topluluğu altında kalan bir ulusunkilerden farklı olur. Meseleye daha derin bir şekilde baktığımızda bu iki ulusun mizaç ve karakterleri arasındaki farkın kaynağının, onların İçinde yaşadıkları farklı dış etken ve ortamın olduğunu anlayabiliriz. Aynı şekilde, eğer dış etkenlerin ışığında bir milletin özelliklerini anladığımız zaman onun hangi durumlarda nasıl davranacağını sağlıklı bir biçimde tahmin edebiliriz. Bir bireyin kişisel irade ve yetkisi için bu kapsamlı yasanın belirlediği yoldan ayrılma imkânı yoktur. Bireylerin kişisel özgürlüğünün kabul edilmesi halinde, yüzyıllardan beri bir milletin hareket ve karakterlerinde görülen özellikler müthiş bir şekilde benzerlik arzetmesi için ortada herhangi bir neden veya gerekçe kalmaz. Çünkü bir milletin tüm fertlerinin sözbirliği ederek kendi iradeleriyle aynı şekilde hareket etmeye karar verdikleri hiçbir şekilde tasavvur edilemez.
İstatistik bilimi de deneysel temellere dayanarak cebri savunmuştur. Büyük yerleşim merkezleri ile ilgili olarak değişik şartlar ve ortamlarda elde edilen veriler ve rakamlar, o Şart ve ortamların oluşmasına neden olan dış etkenlerin âğında incelendiğinde her toplulukta bazı özel nedenlerin etkisiyle belli bazı durumların ortaya çıktığı ve bu durum-srda çok sayıda insanların hareket ve davranış biçimlerinin ""birlerine benzediği görülmüştür. Bu gibi deneyimlerle istitâstik ve tipografi o kadar ilerlemiştir ki, bu bilimlerin bir uzmanı büyük bir yerleşim merkezi veya insan topluluğunun falanca durumlarda falanca hareketlerde bulunabileceğini gerçeğe çok yakın bir tahminde ve kehanette bulunabilir. Böyle bir uzman bir yıl içinde Londra şehrinde kaç kişinin intihar edebileceği ve örneğin, Chicago'da kaç tane hırsızlık olayının meydana gelebileceğini tahmin edebilir. Eğer bir ülkede başka bir ülkeye oranla cinayet sayısı fazla ise, bu cinayetlerin hangi maddi, ekonomik ve sosyal nedenlere dayandığı çok sağlıklı bir biçimde ortaya konabilir. Bir ülke veya büyük bir yerleşim merkezinde yıllar yılı ölüm, doğum, suçlar ve diğer olaylar ortalama nasıl meydana geliyor ve toplumsal duruma paralel olarak bu olaylarla ilgili istatistikler sürekli olarak iniyor veya yükseliyorsa, bunun açıklaması, dış etkenlerin insanların büyük yerleşim alanlarına, bireylerin iradelerinin başka bir biçimde hareket etmeyecek şekilde müthiş bir güç ve şiddetle etkili olduğundan başka bir şey olamaz. 8

Fen Ve Bilimin Başarısızlığı

Bu kısa bahis gösteriyor ki, insanın üzerinde kendi büyüklüğü ve üstünlüğünü bina ettiği fen ve bilim, onun tüm hayal gücünü kullanarak inceleme, araştırma ve keşifler sonucunda oluşturduğu sermaye ve iftihar vesilesini bir kalemde ortadan kaldınveriyor ve insan kendi bilgi ve araştırmalarına dayanarak kendisinin, maddeler, bitkiler ve cansız makineler gibi çaresiz ve yetkisiz bir varlık olarak kabul edi-veriyor. Ancak bu kabul ve itiraf, bilimin kaza ve kader meselesini gerçekten hallettiğini kesinlikle göstermez. Aksine, bu bilimin bizim vicdanen kendi içimizde hissettiğimiz yetki gücü ve irade özgürlüğüyle ilgili tatmin edici bir açıklama getirmediğini gösterir. Oysa biz gece gündüz yetki gücü ve irade özgürlüğünün belirtilerini görür ve buna göre ihtiyarî ve gayri ihtiyari fiillerimiz arasında ayırım yapabiliyoruz. Sa-j dece bu değil, varlığına insanın özgür ve egemen bir irade J sahibi, oluşu bağlı olan nefsin bile bilimsel araştırmaların | ötesinde bir şey olduğu kanıtlanmıştır ve hiçbir bilimsel | araştırma metodu, bugüne kadar, insanın maddi varlığında J herhangi bir maddi karışım veya kimyasal bir formül ile ilgisi olmayan belirti, fiil ve özellikler yaratan şeyin ne olduğunu ortaya koyamamıştır.
Her ne olursa olsun, eğer bir fizikçi, insanın karakterinde sinir sistemi ve beyin çekirdeğinin yapısının önemli bir rol oynadığını ileri sürüyorsa, bunu kabul edebiliriz. Ancak bedensel özelliklerinin, ruhsal özelliklerinin tek illet veya sebepleri olduğu yolundaki iddiası kabul edilemez. Aynı şekilde evrim kuramının bir savunucusu, insanın kendi özelliklerinin çoğunun irsî veya kalıtsal olarak miras aldığını söylüyorsa, bunu kabul etmekte hiçbir sakınca yoktur. Ancak, insanın her şeyinin kalıtsal ve kendisine ait hiçbir şeyin olmadığını ileri sürüyorsa, biz diğer gerçekleri gözümüzün önünde bulundurarak bunu kabul edemeyiz. Aynı şekilde tarihe ve istatistiğe dayanarak ortaya atılan görüşün ancak insan kişiliğini büyük çapta, uluslar ile toplulukları geniş Çapta etkileyen dış etkenlerin mecbur kıldığı kadar sağlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Bununla toplumsal durumların iniş-çıkışlarında fertlerin kişisel iradelerinin hiçbir özgürlüğe sanıp olmadığı ve toplumsal yaşam mekanizmasında insanla-nn salt cansız birer parça gibi hareket ettiklerine ilişkin iddia ise ispatlanamaz.
bilimleri ve takipçileri aslında meseles'ni halletmemişlerdir. Ama ortaya oydukları, incelemeler, gözlemler ve deneyimler hayatımız-c« rm sınırlanmn ne kadar geniş olduğunu göstermiştir. 9

Ahlaki Görüş

Salt etik veya ahlâk sınırlarının içinde insanın mecbur veya yetkili olduğuna İlişkin sorun, dış koşulların altında iç gerçeğin ne olduğu şeklinde ele alınmaz, aksine, burada insanın kişiliği ve karekterine ilişkin hükmün ve iyi veya kötü davranışına göre övülme veya kınanma istihkakı ve iyi veya kötü amellerine göre ödül veya ceza verme kararının neye dayandığı görüşü üzerinde durulur. İlk bakışta burada kadercilerin üstün olduğu, cebircilerin ise yenilgiye mahkum olduğu gibi görünür. Zira insanın tamamen çaresiz olduğu ve yaptıklarında irade ve yetkisinin hiçbir rolü olmadığı kabui edilirse, onun sorumluluk kavramı tamamıyla ortadan kalkar, iyilik ile kötülük anlamını yitirir, dürüstlük ve ahlâksızlık anlamsizlaşır. Ne en dürüst kişi övgüye layık olur ne de, en ahlâksız ve günahkâr kişiye lanet yağdınlabilir. Ne insanlığa yönelik en büyük hayır İşlerlini yapan kişi ödüle layık görülür, ne de en ağır suç işleyen biri cezalandırılır. Mahkemelerimiz, yasalarımız, polisimiz, cezaevi erimiz, okullarımız, ahlâk ve terbiye merkezlerimiz, vaazlarımız, konuşmalarımız, yazılarımız, kısaca, insanın irade ve yetki sahibi farzedilerek ıslâhı, cezalandırılması, ibret ve telkin amacıyla meydana getirdiğimiz tüm kavram ve kurumlar tamamen gereksiz ve yararsız hale gelir.
Ancak bahis ve tetkik alanında biraz ilerlediğimizde görürüz ki, burada cebriye ve kaderiye arasındaki farkla ilgili karar sadece bu noktaya dayanarak verilmez. Etikte amelin değeri, karekter ve davranış etkenlerine göre ölçülür ve ka-rekter ile etkenler sözkonusu olur olmaz, insanın karekterini oluşturan unsurların araştırılması ve karekter ile davranış biçiminde ortaya çıkan içgüdülerin saptanması vazgeçilmez hale gelir. Bu noktaya varıldıktan sonra tartışmanın yönü yine fizik, psikoloji ve metafizik sorunlarına dönüveriyor.
Cebrin taraftarları insanın kişilik ve karekterinin iki büyük unsurla oluştuğunu belirtir. Birincisi doğal yapısı, ki bununla doğar. İkincisi, dış etkenler ki, bunlardan her an etkilenir ve her an kalıplarına girer. İlk husus tamamen vehbîdir ve bir insanın elinde değildir. Bir kişi ana karnından hangi doğa üzerine doğarsa, o onun kişiliği ve karakterinin mayasını oluşturur. Kötü bir doğadan iyi amellerin doğması mümkün değildir, aynı şekilde iyi bir doğadan kötü amellerin doğması de düşünülemez. Dış etkenlere gelince ki bunlara gerek doğal gerekse toplumsal etkenler dahildir, onlar doğanın çekirdeğini veya özünü geliştirir, yetenek ve eğilimlerine göre de şekillendirir. İyi bir tabiata sahip olan bir kişi, iyi bir ortamda neredeyse bir evliya oluverir, kötü huylu bir kişi de kötü ortamda bir şeytan. Aynı şekilde, kötü bir ortam iyi bir doğanın meziyet ve erdemlerini azaltır, iyi bir ortam ise kötü bir huyun kötülüklerini. Doğa ile ortam arasındaki bağlantı, tıpkı bir tohumun toprak, su, iklim ve çiftçilik veya bahçıvanlığın türü arasındaki bağ gibidir. Bitki veya ağacın özü çekirdek veya tohumdur ve bu saydığımız unsurlar onun yetişmesi ve meyve vermesini olumlu veya olumsuz biçimde etkiler, insanın durumu da pek farklı değildir. O, bu her w gücün etkisindedir. Ne kendi doğasını değiştirebilir ne kendi isteğiyle dış ortamı benimseyebilir ne de ortamın etkilerin-âen etkilenip etkilenmemesi elindedir.
Kadercilerin aşırı görüşlü bir grubu bu görüşü hiç kabu etmez. Onlara göre aslında doğa ve ortamın etkenleri,
insanın karakter ve davranışını ancak gayri ihtiyarî hareketleri bakımından etkileyebilmektedir. İnsanın düşünüp taşınıp, ayırım etme yeteneği ve karar verme gücü ve iradesiyle yaptığı işlerde ise bu ikisinin hiçbir rolü yoktur, hatta bunlar ilaili kişinin kendi seçim ve yetkisinin sonuçlandır. Bu bazı kimselerin benimsediği tamamen kaderci görüştür. Ne var ki, bu görüşü kabul etmek çok zordur. Çünkü bir insanın ihtiyarî fiillerinin temelini oluşturan bilinç, akıl, sezgi, anlayış, seçim yeteneği ve karar gücü zaten vehbî (Allah vergisi)dir. İnsan ne kendi yeteneği ve gayretiyle bunları elde edebilir, ne bunlarda zerre kadar bir değişiklik yapabilir. O halde, bu güçlerin etkisiyle kendi davranışları için hangi yolu seçerse seçsin, onu özgürce seçtiğini nasıl söyleyebiliriz?
Ilımlı kadercilerin görüşü ise bu hususta şöyledir: şüphesiz, insanın kişiliği ve karakterinde asıl doğası ve dış etkenlerin rolü çok büyüktür. İnsan iyi ve kötü eğilimler ve iyilik ile kötülükle ilgili yeteneklerle doğar, doğal ve toplumsal ortamın kalıbına girip, karakteri belli bir biçim alır. Ancak bu ikisinin yanı sıra, karakterini etkileyen üçüncü bir şey de vardır ki, o da insanın mukadder olmayan yetkisi ve özgürlüğüdür. Biz bir insanın iyi veya kötü oluşuyla ilgili hükmümüzü, doğası veya yetiştiği ve yaşadığı ortam ve koşullara göre değil, bu mukadder olmayan yeteneği ve özgürlüğüne göre veririz, ilk iki şeye bakılırsa, insan çaresizdir ve kişiliğinin hangi yan ve bölümleri bunların etkisinde ise onlar ahlâkî açıdan tamamen değersizdir. Aslında, ahlâkî değer ve insanın iyi veya kötü oluşuyla ilgili değerlendirmeler ancak üçüncü şey yanı mukadder olmayan yeteneğine göre yapılır.
Bir görüş veya kuram olarak bu gayet tutarlı bir şeydir. e var ki, bu hususta önemli bir güçlükle karşı karşıyayız. ınsanın karakterindeki asıl huy, dış ortam ve mukad-er olmayan yetki bölümlerini ayıracak ve kendi ahlâki emir e kurailanmizı yalnız üçüncü bölümle sınırlandıracak bir ölçümüz yoktur. Eğer ahlâkî değer sadece bu bölüm veya unsurun miktarına bağlıysa, bizim için bir kişi hakkında iyi veya kötü yargısına varmamız kesinlikle imkânsızdır. Herhangi bir âletle ölçerek, herhangi bir tartıyla tartarak veya herhangi bir analiz yöntemiyle dürüst ve temiz bir kişinin ne kadar kendi mukadder olmayan ihtiyariyle iyi olduğunu belirleyemeyiz. Aynı şekilde, kötü bir kişinin mecburen ne kadar kötü ve iradesi ve yetkisiyle ne kadar kötü olduğunu bilemeyiz. Yani, bu kaderiye görüşünü kabul etmemizden sonra bizim için tüm ahlâkî kurallar geçersiz olur ve sadece geçersiz olmaz; bununla beraber, aynı zamanda tüm ceza kanunlarımızı iptal etmemiz, mahkemelerimizi ortadan kaldırmamız ve cezaevlerine kilit vurmamız gerekir, çünkü yakaladığımız suçlular ve hakîmlerimizin haklarında çeşitli cezalar verdiği hükümlüler ve hapse attığımız mahkumlarla ilgili hiçbir hakimimiz, işledikleri suçlarda gayri mukader ihtiyarlarının ne kadar rol oynadığını bilmez ve bu esas şey bilinmedikten sonra ceza türü ve miktarının suçlunun ihtiyar veya yetki miktarıyla eşit olması hiçbir şekilde mümkün değildir.
Bu aşamada kaderiye bilinmeyen bir diyara ve kapkaranlık bir alana girer. Burada kaderiyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın ve ne kadar dikkat ederse etsin, dikenli ve engebeli yolda her an ve her adımda yuvarlanmaya, bir şeye çarpmaya mahkumdur. Nihayet geri dönüp cebriyeye der ki: "Eğer benim görüşüm ahlâk kurallarını hiçe sayıyor, yargı düzenini geçersiz kılıyorsa, senin görüşün aynı, hatta daha kötü sonuçlar veriyor. Senin kuramına göre insan yaptıklarının hiçbirinden sorumlu sayılmıyor. O halde, iyi ve kötü ayırımı niye? Kimi övecek veya kınayacaksın? Ceza veya ödül kararı niçin? Sorumlu olmayan bir kişinin iyi veya kötü olmasıyla ilgili hüküm ancak bir kişinin hasta veya sağlıklı olmasına hüküm verilmesi gibidir. Eğer bir kişi hasta olması veya ateşi çıkması nedeniyle cezalandırılmiyorsa, bir kişi hırsızlık yaptı diye niçin cezalandırılsın?"
Bu sorunun tutarlı bir cevabı cebriyede de yoktur. En çok şunu söyleyebilir: "Dünyada her fiil ve hareket bazı doğal sonuçlar verir. Nasıl ki, hastalığın doğal sonucu ağrı ve sancıdır ve sağlığınla rahat ve huzur, nasıl ki, dürüstlüğün doğal sonucu övgü ve ödüldür ve kötülüğünki kınama ve ceza, nasıl ki, elin ateşe sokulmasının doğal sonucu yanma-sıdır, bir kişinin sorumluluğu kendisine ait olsun veya olmasın, suçu nedeniyle bir şekilde cezalandırılması gereklidir."
Ama ancak bu cevap bizim İnsanı akıl ve ruh sahibi bir varlık değil sadece maddi bir varlık olarak kabul etmemiz ve insanda akıl, nefis, ruh diye bir şeyin bulunmadığı, sadece kendi kural ve yasalarına bağlı olan doğanın varolduğu ve insanın tıpkı bir ağaç, bir nehir, bir dağ veya başka bir nesne gibi onun etkisinde olduğunu teslim etmemiz halinde doğru olabilir. Ne var ki, insan yaşamının belirtileriyle ilgili bu mekanik yorum ve değerlendirme hiçbir şekilde kabul edilemez. Burada anlatılmak İçin yeri olmayan delilleri çok zayıftır. Bu görüşü kabul etmenin ilk sonucu, yasalar, ahlâk, dinler ve inançlar hepsinin değerlerini yitirmeleri ve geçersiz olmaları ve bizzat insanın, insan olarak diğer varlıklar ve nesnelere karşı akıl ve ruh gibi onurlu üstünlüğünü kaybederek onlardan biri haline gelmesidir. 10

Ahlâk Biliminin Başarısızlığı

Bütün bu bahsi özetleyecek olursak, etik veya ahlâk bilimi cebriye ve kaderiye ile ilgili olarak bir hüküm vermekte başarısız kalmıştır. Salt ahlâkî delil ve gözlemlerle insanın kişiliği ve karekteri konusunda cebirci görüşün mü yoksa kaderci görüşün mü doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Yani, insanın kendi söz ve hareketleri bakımından sorumlu ve yetkili sayılması lehine ne kadar delil varsa, hemen hemen aynı deliller onun tamamen sorumsuz ve çaresiz sayılması lehinedir. 11

Tanrıbilimsel Görüş

Şimdi bu meselenin sadece sonuncu yönü, yani tanrı-bilimsel görüşü kalmıştır. Tannbilim veya ilahiyatta bu mesele aşağı yukarı felsefede yer aldığı gibi yer alır. Ancak burada daha çok zorluk ve engeller vardir. Felsefenin gözü sadece metafizik veya doğaötesindedir ve insanın pratik yaşantısına bakmaz. Yani, insanın yaşantısıyla doğa bilimi veya ahlâk bilimi kadar bile ilgili değildir. İlahiyat ise şu veya bu şekilde gerek fizik ve doğa bilimi gerekse metafizikle ilgilidir ve öğretileri ikisini de kapsar. Din bir yandan insanı emir ve nehiyler (yasaklar)den sorumlu tutar ve itaat ile itaatsizlik için ödül ve ceza yasasını getirmiştir ki bunun için insanın belli bir ölçüde sorumlu, yetkili ve özgür olması gerekir. Diğer yandan, başta insan olmak üzere tüm evreni kuşatan ve iyi ve kötü her varlığı ve nesneyi elinde bulunduran insanüstü bir varlık veya doğaüstü bir yasa kavramını da ortaya koyar. Bu bakımdan tannbilim veya ilahiyatta bu mesele, felsefe, fizik ve ahlâk bilimi her üçünden daha zordur. Çünkü bu üçü, sorunun sadece bir yönünü ispatlamak ve diğerlerini ona uydurmak ve ona göre değiştirmek veya çarpıtmak konusunda serbesttir. Din ise bu her ikisini ispatlamaya ve birbirleriyle çelişir durumda olan bu görüşlerde orta bir yol seçmeye ve bunun akla uygun olduğunu göstermeye mecburdur.
Dünyanın diğer dinlerinin bu düğümü çözmek için ne gibi bir hal çare önerdiklerini anlatmak için yerim yoktur; çünkü bana yöneltilen soru İslâmiyet'le ilgilidir. Bahsin az ve öz olması için de açıklamamı sadece bununla sınırlı tutacağım. 12

Doğru İslamî Görüş

Metafizikle ilgili meseleler hakkında İslâm'ın doğru görüşü şudur: Neyin ne kadar bilinmesi gerekliyse, Allah ve Resulü bize anlatmıştır. Bundan fazlasını merak etmek, haklarında bilgi edinmek için elimizde herhangi bir kaynak bulunmayan, bilinmemelerinin bize herhangi bir zararı olmayan hususlar ve nesneleri bilmeye çalışmak ve araştırmak hem gereksiz hem tehlikelidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
"Ey mü'minler! Size açıklanması halinde fenanıza gidecek olan şeylerden Resule sormayın." (El-Maide: ıoi)
"Peygamberin size verdiğini alın. Sizi, kendisinden neh-yettiği şeyden de sakının." (Ei-Haşr: 7)
Ve bu nedenle, hadis-İ nebevî'de sık sık soru sorulması ve saçma sapan konularla uğraşılmasının hoş olmadığı kaydedilmiştir. Nitekim bir hadisinde, Resulullah şöyle buyurmuştur:
"Bir kişinin İslâmı için iyisi gereksiz şeyleri bırakmasıdır."13
"Takdir" veya kader meselesi de bu konulardan biridir. Nitekim Hz, Peygamber (a.s.) sık sık bu meseleyi tartışmaktan sakınilmasını istemiştir. Bir defasında sahabiler aralarında bu meseleyi konuşuyordu. Derken Resulullah (a.s.) geldi ve bu tartışmayı dinleyince yüzünde kızgınlık belirdi. Hemen, "Böyle şeyler için mi size emrverildi? Bunun için mi ben size gönderildim? Bu gibi şeyler yüzünden geçmiş milletler helak oldu. Kanımca, siz bu konuda kavga etmeyin."14 Yani kendisi şöyle demek istemiştir: Bu, sizin için illâ bir kanıya varılması gereken şerl bir konu değildir. Yani, bununla ilgili herhangi bir araştırma yapmaz ve konuşmazsanız, kıyamette bundan sorumlu tutulmayacaksınız. Bu konuda ağızmızı açarsanız, ister istemez yanlış yahut doğru bir şey söyleyeceksiniz. Böylece, tartışmamanız gereken bir konuda tartışırsanız, başınızı derde sokarsınız. Sizin anlayacağınız, sizin konuşmanız size zarar verebilir; oysa, konuşmamanızın hiçbir zararı yoktur.
Başka bir defasında Hazreti Peygamber, gece vakti Hz. Ali ile Hz. Fatma (r.a.)nın evine gitti ve Kendilerine, "Tehec-cüd namazı niye kılmıyorsunuz?" diye sordu. Hz. Ali, "Ya Resulullah nefislerimiz Allah'ın elindedir; O ne zaman isterse u-yanırız" diye cevap verdi. Bunu duyar duymaz oradan ayrıldı ve bacağına elini vurarak dedi ki, "İnsan (bütün mahlûkların) en kavgacı (sı)dır."15 Bundan dolayıdır ki, muhaddis ve fakihlerin büyük bir bölümü "İyi veya kötü kader Allah'tandır" gibi genel inanç üzerine ittifak etmiş ve bu hususta fazla araştırma ve inceleme yapan veya cebir ve kader hakkında kesin hüküm verenleri şiddetle16 kınamıştır. Ne var ki, Hazreti Peygamber (a.s.) ile geçmişteki din büyüklerimizin yasaklamalarına rağmen, başka milletlerin felsefe ve fizikle ilgili sorunlarını inceleyen Müslümanlarda bu konu geniş çapta tartışılmaya başlandı; öyle ki, bu İslâm'da kelâm ilminin en önemli konularından biri haline geldi. 17

İslâm İlâhiyatçılarının Mezhepleri

Müslüman mütekellimin veya ilahiyatçıları bu konuda kaderci ve cebirci diye iki büyük mezhebe ayrılmıştır. Bu her iki grubun tüm tartışmalarını buraya aktarmak mümkün değildir. Bunun için çok hacimli ayrı bir kitap yazılabilir. Burada ise bu iki grubun görüşlerinin özetini sunmaya çalışacağım, 18

Kadercilerin İnancı

Mutezile ve bazı diğer mezheplerin inancı şudur: Yüce Allah insanı yarattı, ona filleri üzerine güç ve kudret bahşetti ve iyilik ile kötülük arasında ayırım yapma yeteneğini verdi. Artık insan kendi gücüyle ve özgür iradesi doğrultusunda iyi veya kötü işler yapmaktadır ve yine bu yetkisine göre dünyada övgü veya kınama, âhirette de sevap veya azaba layık olacaktır. O Allah tarafından ne küfr ve günaha mecbur edilmiş, ne İman ve itaate zorlanmıştır. Aksine, Allahü Teala resullerini gönderir, mushafları indirir, iyi amel işleme emri verir, kötülükten meneder, doğru ile yanlış, Hak ile Bâtıl arasındaki kesin farkı belirtir ve insanlara, doğru yolda yürürseniz kurtulacak, yanlış yolu tercih ederseniz, kötü sonucunu görürsünüz diye uyarır.
Bu mezhebin ilke ve öğretilerini ilk önce Vâsıl bin Ata el-Gazzal belirlemişti. El-GazzaFe göre Allah âdil bir hakimdir. Allah'a şerr veya zulmü maletmek caiz değildir. Ayrıca, Yüce Allah'ın emir ve nehiyleriyle donattığı kullarını, kendi irade ve güçlerine aykırı olarak işler yaptırmaya kalkışması caiz olmadığı gibi, kendi emriyle işledikleri herhangi kötü bir şey için onları cezalandırması da caiz değildir. O halde, kulun kendisi hayır ve şerr failidir. Kendisi istediği gibi iman ile küfr ve itaat ile ma'siyet (günah) yolunu seçer ve Allahu Teala ona bütün bunlar için güç ve yetenek vermiştir. İbrahim bin Sey-yaru'n-Nizam buna, Allah'ın sadece hayr üzerine yetkisi olduğu, şerr, sıkıntı, eziyet ve günahların O'nun kudretinin dışında olduğu savını eklemiştir. Muammer bin İbadu's-Sele-mi ve Hişam bin Amru'l-Fevzi ise bu kuralı daha şiddetle savunmuş ve iyi veya kötü kaderin Allah'tan olduğuna inananların kâfir ve sapık olduğunu ileri sürmüştür. Zira bu inanç, Allah'ın iyi ve merhametli olma vasfına aykırıdır ve O'nun zâlim ve câbir olduğunu göstermektedir.
Bundan sonra Câhiz, Hayyat, Ka'bi, Ciyayi, Kadı Abdül Cebbar v.s. gibi ne kadar büyük mutezile alimi varsa hepsi, kulların fillerinin yönlendiricisinin Allah'ın değil, bizzat kulların olduğunu kuvvetli bir biçimde savunmuş, Allah'ın kullarına istemedikleri şeyleri zorla yaptırmadığını kaydetmiştir. 19

Kadercilerin Kur'an'dan Sundukları Deliller


Mu'tazile kendi inançlarını doğrulamak için Kur'an-ı Ke-im'in birçok âyetinden deliller sunmaya çalışmıştır. Örneğin
1) Kulların fiillerinin kendilerine ait olduğu hususunun vurgulandığı âyetler
"Allah'a nasıl küfrederseniz ki, siz ölülerden iken sizi diriltti?" (El-Bakara: 28 )
"Elleriyle bir kitap yazıp sonra "Bu Allah katmdandır." Diyenlere yazıklar olsun" (El-Bakara: 79)
"Allah bir kavine ihsan ettiği nimetini, o kavim nefislerinde olanı değiştiirinceye kadar, değiştirici değildir." (El-En-fal:53)
"Fenalık işlemen onunla cezalandırılır." (En-hfea: 123)
Herkes kendi kazancına bağlıdır." (Et-Tûr:2i)
2) İnsanın kendi amellerine göre ödüi veya cezaya layık olacağının belirtildiği âyetler
"Bugün herkes kazandığı ile karşılanacaktır" (El-Gafir: 17)
"Bugün, işlediğiniz şeylerin karşılığı verilecek." (El-Casiye: 28 )
"Yaptıkîannizdan başkasıyla mı cezalandırılıyor sunuz?."
(Nemi: 90)
3) Şer, zulüm ve diğer kötü şeylerden Allahü Teâlâ'nin münezzeh olduğu anlatılan âyetler
"O hangi şeyi yarattıysa, çok güzel yarattı" (Es-Secde: 7) Ve gayet tabii ki, küfr güzel bir şey değildir.
"Biz gökleri ve yeri ve aralanndakiieri ancak hak ile yarattık". (El-Hicr: 85)
Gayet tabii ki, küfr "hak" olamaz!
"Rabbin kullanna zulmedici değildir." (Fussilet: 46)
"Allah, âlemlere zulmetmek istemez.1' (M-i imran: 108 )
4) Kafirler ve günahkârların kötülükleri ve ahlâksızlıkları nedeniyle kınandığı ve onların, iman ve itaat yolunu benimsemelerinin Allah tarafından engellenmediği ifade edilen âyetler "İnsanlara hidayet rehberi Peygamber geldiğinde, onları iman etmekten meneden şey. "Allah bir insanı mı Peygamber olarak gönderdi?" demeleridir." (Ei-isra: 94)
"Yarattığım şeye secde etmekten seni nneneden hedir?"
(Sâd:75)
"O halde o ılara ne oldu ki, iman etmiyorlar?" (Ei-inşi-kâk:20)
"Siz niçin o İmran: 99)
ilan Allah'ın yolundan alıkoyuyorsunuz?" (Âli
Eğer gerçekten Allah insanları iman etmelerinden alı-koysaydı ve onları küfre ve günaha mecbur etmiş olsaydı, onlara böyle sorular sorulmazdı. Tıpkı bir kişinin bir kişiyi bir odaya kapatıp, "oradan niye çıkamıyorsun?" gibi bir soru soramadığı gibi. Böyle bir durumda Allahu Teala'nm bir yandan insanları Hak yolundan alıkoyduğu ve diğer yandan, onlara, "siz Hak yolundan niye döndünüz?" diye sorduğu düşünülemez.
Allah'ın insanları doğru yoldan saptırıp kendilerine, "doğru yoldan niye saptınız?" diye sorduğu düşünülebilir mi? Onları küfre yöneltip "niye küfrü benimsediniz?" diye sorması tasavvur edilebilir mi? Onları Hakkın yerine Bâtıla sevkedip, "siz niye böyle yapıyorsunuz?" diye sorması beklenebilir mi?
5) İman ve küfrün insanların iradelerine bağlı olduğunun açıklandığı âyetJer
"Artık isteyen iman etsin, dileyen kâfir oIsun."(Ei-Kehf: 29)
"Artık isteyen, Rabbine bir yol tutar." (Ei-Müzzemmü: 19)
Sadece bu değil, kendi küfr ve masiyetlerini İlâhi irade ye maledenler de kınanmıştır,
Örneğin:
"Müşrikler derler ki: "Eğer Allah istemiş olsaydı, ne biz ve ne de babalarımız şirk koşardık." (Ei-En'am: 148 )
"Kendi davalarını Tagût'a götürmeye niyet ederler; halbuki, kendilerine onu inkâr etme emri verilmişti" (B-Nisa:60)
"Müşrikler: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de babalarımız Allah'tan başkasına tapmazdık." {En-Nahh 35)
6) Kulların iyi amel işlemeye davet edildiği âyetler
"Ve Rabbinize mağfiret için koşun" (Ai-i İmran:i33)
"Allah'ın davetçisine icabet edin." (Ei-Ahkâf: 3i)
"Rabbinize dönün" (Ez-Zümer: 54)
Gayet tabii kullarda güç ve yetenek olmadıkça, onlar itaate, Rabblerine koşmaya, dönmeye v.b. davet edilemez. Bir felçliden ve bir kötürümden ayağa kalkıp koşması istenebilir mi?
7) Kulların, Allah'ın kendilerine emrettiği fiiller işlediklerinin beyan edildiği âyetler 'Allah hiçbir zaman kötülüğü emretmez." (Ei-A'raf: 28 )
"Halbuki, onlar ancak Allah'a ibadet etmeleri ile emroIunmuşlardl." (El-Beyyine: 5)
"O kullannın küfrüne razı olmaz." (Ez-Zümer: 7)
Ancak Allah'a kulluk etmekle emrolunmuşlardır."
8 ) Insanlann kendi yaptıklarının cezasını çektiklerine ; dair âyetler
"İnsanların kendi ellerinin yaptıkları yüzünden karada, ve denizde fesad meydana çıktı." (Er-Rûm: 4i)
"Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir." (Eş-Şûra: 30)
"Şüphesiz, Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Fakat insanlar kendi nefislerine zulmederler." (Yunus: 44)
"Biz, halkı zalim olan memleketlerden başkasını helak edİCİ değiliz." (El-Kasas: 59)
9) Allah'ın insanları hidayete veya sapıklığa mecbur etmediği, aksine insanların kendilerinin bu yollardan birini seçtiğini gösteren âyetler
"Semûd kavmine gelince: Onlara da, doğru yolu gösterdik. Onlar kötülüğü hidâyete tercih ettiler." (Fussilet: 17)
"Artık hidayeti kabul eden kendi faydası için hidayete ermiştir" (Yunus: 108 )
"Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Tagûtu tanımayıp Allah'a iman eden öyle sağlam bir ipe sarılmıştır ki, onda ek yeri ve kopukluk yoktur." (Ei-Bakara: 256)
10) Peygamberlerin kendi hatalarını kabul edip kendileri tarafından işlendiği ifade edilen âyetler
Örneğin, Hz. Adem diyor ki:
"Ey Rabbimiz nefislerimize zulmettik." (El-A'raf: 23) Hz. Yunus diyor ki:
"Seni teşbih ve takdis ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum." (Ei-Enbiya: 87)
Hz. Musa diyor ki:
"Ey Rabbim, ben nefsime zulmettim." (El-Kasas: 16) Hz. Nuh diyor ki:
"Ey Rabbim, bilmediğim şeyi senden istemekten sana Şlğinirim." (Hûd: 47) 20

Cebirci Görüş

Öte yandan, Ceberiye veya Cebirciler, insan veya diğer canlılar ve nesnelerin ister kendileri veya sıfatları olsun, hiçbir canlı veya şeyin Allah'ın iradesi dışında oluşmadığına inanıyor. İnanışlarına göre evrende her zerrenin hareketi kaza ve kadere bağlıdır. Vücut ve icatta Allah'tan başka kimsenin herhangi bir rolü veya etkisi yoktur. Yaradılış ve ibdâda Allah'ın hiçbir ortağı yoktur. Ancak Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Hiçbir şey veya canlı O'nun emri olmadan zerre kadar kıpırdayamaz. Aîlahü Teala'nın emir ve icraatına iyi veya kötü damgasını vurmak akıl işi değildir. Mevla ne eylerse güzel eyler. Dünyada olayların nedenleri olarak tanımladığımız şeyler aslında görünüşteki nedenlerdir, yoksa gerçekte her şey Allah'ın iradesi ve emriyle olur ve yer ile göklerdeki tüm olup bitenlerin asıl faili O'dur.
Bu temel görüş ve inanıştan bazı zimnî veya cüz'î görüşler de doğmuştur Örneğin Ceyhem bin Safvan ve Şeyban bin Mesleme Haricînin görüşü şudur: İnsan kendi fiilleri açısından tamamen mecbur ve çaresizdir. Ne iradeye ne de yetkiye sahiptir. Cenab-ı Allah nasıl cansız nesneler, bitkiler ve diğer eşyayı hareketlendirirse, insanlarında kıpırdanmalarına neden olur. İnsanların fiil ve hareketlerinin kendilerine mal edilmesi sadece mecazi anlam taşımaktadır. Sevap ve gazaba gelince, fiilleri cebren olduğu için ödül ve cezaları da cebren olmaktadır. Yani, nasıl cebir ve zorlama ile bir insan iyi veya kötü harekette bulunuyorsa, cebir ve zorlama ile ödüllendirilmekte veya cezalandırılmaktadır. Yani, Mu'tezile'-nin halis kaderiyesine karşı halis cebriye fikridir.
Aralarında Hüseyin En-Neccar, Beşir bin Gıyas-ül Merisi, Darar bin Amru, Hafsu'l-Ferd, Sbu Abdullah Muham-med bin Kerrâm, Şuayıb bin Muhammed el-Harici ve Eba-diyye mezhebinin kurucusu Abdullah bin Ebad vb.nin bulunduğu başka bir grup ise Allah'ın insanların iyi veya kötü fiil ve amellerinin yaratıcısı olduğunu kabul ediyor, ancak aynı zamanda, kulların bir çeşit güç ve iradeye sahip olduğunu ve bunların, onun hareketlerinde bir rol oynadığına da inanıyor. Bu role "kesb" adını veriyorlar. Bu kesb nedeniyle insana emir ve nehy ile ilgili talimat verilmiş ve buna göre o azaba veya sevaba layık olacaktır.
İmam Ebu'l Hasan el-Eş'ari, "kesb"i kabul etmiş ve insanın bir hareket kudreti olduğunu da ispatlamıştır, ancak bunun tersini inkâr etmiştir. Yani, kendisine göre Allah, kuluna hangi fiil veya hareketi yaptırmak istiyorsa, o kulun hareket kabiliyetiyle gerçekleşmiş oluyor, ancak bu kabiliyet, kudret veya güç sadece İlahî iradenin hayata geçmesinin bir aracıdır; gerçekte ise bu güç veya yetenek, herhangi bir fiilin meydana gelmesine neden olan bir etkiye sahip değildir.
Kadı Ebu Bekir Baklânî'nin görüşü ise bundan biraz farklıdır. Ona göre bir insanın her hareketinin iki yönü vardır. Bir yönü, iyilik ve kötülük, hayır ve serden soyutlanan hareketin kendisidir. Bir başka yönü de itaat ve günah veya isyan ile ilgilidir. Örneğin, namaz ve oruç. Bu ilk yönü, Yüce Allah'tan kaynaklanır, çünkü bu O'nun kudretiyle meydana gelir. İkinci yönü ise kuldan kaynaklanır, çünkü bu yönüyle herhangi bir fiil onun güç ve yeteneğiyle işlenir ve buna göre ödül veya cezayı hak edebilir.
üstad Ebu İshak İsfrayini ise bu görüşe karşı çıkmıştır. Ona göre fiilin kendisi ve fiilin nitelikleri, yani iyi veya kötü oluşu, ikisi hem kul hem Allah'ın güç ve yeteneğiyle meydana gelir.
İmam-ül Haremeyn ise bu İki görüşü de reddetmiştir. Kendisine göre Aîlahü Teala, kulu hem kudret hem irade ile donatmıştır ve bu kudret ve İrade ile kul amaç ve hedeflerine ulaşır.
En son olarak cebir görüşünün ateşli savunucusu İmam Râzi ile karşılaşıyoruz. Kendisi, kulun güç ve yeteneğini bir Şeyin etkilediğini kabul etmiyor. "Kesb"i, ism-i bi müsemma olarak kabul ediyor. Allah'ın, kulların tüm fiillerinin yaratıcısı olduğunu belirtiyor ve küfr, iman, itaat, isyan, hidayet ve dalalet hepsinin Allah tarafından kullarda yaratıldığını açıklıyor. Kendisine göre, Allah'ın birinden küfr işlemesini isterken onun, mü'min olması mümkün değildir, aynı şekilde, Allah'ın defterinde "mü'min olarak geçen birinin kâfir olmasına imkân yoktur. Yahut birinde itaat ve sadakat istemişken onun asi veya günahkâr olması mümkün değildir, şimdi, bütün bunların önceden kararlaştırılmış ve kulların bunların dışına çıkmalarının kesinlikle söz konusu olmadığı halde emir ve nehylerle ilgili öğretilerin var oluşunun caiz ve makul herhangi bir gerekçesinin olup olmadığı sorusuna gelince; İmam Râzi diyor ki, bu tür öğretilerin gerekçelerinin aranmaması ve Allah'a işleri için niçin ve neden gibi soruların sorulmaması gerektiğini ifade ediyor.
Her neyse, Eş'ariler ve aynı görüşte olanlar ister "kesb"i kabul etsin veya etmesin ve hareket kudreti üzerindeki etkiye inansın veya inanmasın, ileri sürdükleri delil ve görüşlerinin mantıksal sonucu, salt cebirdir. Çünkü eğer Allah, kullarının yaratıcısıysa ve onların iyi veya kötü işler yapmaları için iradesini ortaya koymuşsa, bu iki durumdan biri kesinlikle meydana gelecektir. Yani kullarda İlahi iradeye karşı hareket etme gücü olacak yada olmayacaktır. Bu durumda kulun kudret ve iradesinin Allah'ın kudret ve iradesine galip gelmesi gerekmektedir ki bu ittifakla bâtıl bir görüş ve inançtır. Allah'ın kudreti karşısında kulun kudretinin etkisiz ve Allah'ın iradesinin yanında, kulun iradesinin önemsiz ve geçersiz olması. Bundan sonra "kesb" veya hareket yeteneğinin olup olmaması hiçbir anlam taşımamaktadır, jşte bu halis cebriye veya cebirciliktir. Ve gerçekten de, cebriye ile ilgili bahis ve delilleri kabul eden bir kişi cebirci görüşün sonuna kadar gider; arada veya ortada bir yerde durması hiç mümkün değildir.21

Cebrilerin Kur'an'dan Sundukları Deliller

Çok ilginçtir, cebriler de kendi inançları lehine Kur'an-ı Kerim'den deliller sunmaktadır ve bir değil, iki değil, kaderiyeye karşı cebriyeyi kuvvetle destekleyen yüzlerce âyeti örnek göstermektedirler:
1) Allahü Teala'nın tüm kuvvet ve kudretlerin sahibi, her şeye kadir ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kanıtlayan âyetler Bu âyetlerde dünya da hiçbir şeyin Allah'ın izni olmadan gerçekleşmediği belirtilmiştir:
"Bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu" (S-Bakara.-165)
"Sihirbazlar, Allah'ın izni olmaksızın sihir İle kimseye bir zarar veremezler." (H-Bakara: 102)
"Haberin olsun ki, yaratmak da emir de O'na mahsustur." (Et-A'ra

damla6d
Fri 17 January 2014, 11:36 pm GMT +0200
Çok ilginçtir, cebriler de kendi inançları lehine Kur'an-ı Kerim'den deliller sunmaktadır ve bir değil, iki değil, kaderiyeye karşı cebriyeyi kuvvetle destekleyen yüzlerce âyeti örnek göstermektedirler:
1) ALLAHü Teala'nın tüm kuvvet ve kudretlerin sahibi, her şeye kadir ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kanıtlayan âyetler Bu âyetlerde dünya da hiçbir şeyin ALLAH'ın izni olmadan gerçekleşmediği belirtilmiştir:
"Bütün kuvvetin ALLAH'a ait olduğunu" (S-Bakara.-165)
"Sihirbazlar, ALLAH'ın izni olmaksızın sihir İle kimseye bir zarar veremezler." (H-Bakara: 102)
"Haberin olsun ki, yaratmak da emir de O'na mahsustur." (Et-A'ra

Gerçekten çok doğrudur ve inkar edilemez.