saniyenur
Thu 29 December 2011, 07:14 pm GMT +0200
1- Geniş Kapsamlı Bid'at Tarifi
a- Hz- Peygamber (s.a.) Dönemi: Bu anlayışa göre, Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan (muhdes) her şey bid'attir.[278] Bu ortaya çıkan şeyin dinî konularla ilgili olması veya olmaması arasında fark yoktur. Yani ister ibâdet cinsinden olsun, ister âdet cinsinden olsun değişmez. Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkmış olması, onun bid'at olması için yeterlidir. Bu anlamda yapılan bid'at tarifinde, kelimenin, lügat manası öne çıkmıştır.
Bu anlayışı benimseyenler, görüşlerini, Hz. Peygamber (s.a.)'in "İşlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkan şeylerdir. Sonradan ortaya çıkan her şey (bid'at) de bir sapıklıktır."[279] Nesâi'nin rivayetinde ise "... amellerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkan şeylerdir. Sonradan ortaya çıkan her şey bid'attır. Her bid'at sapıklıktır, her sapıklık (işleyen de) cehennemdedir."[280] mealindeki hadisiyle temellendirmektedirler. Suyûtî, Nesâî'nin Sünen'i üzerine yaptığı şerhinde mezkur hadisle ilgili şu nakilde bulunur:
"Nevevî'ye göre "her bid'at sapıklıktır" hükmü, tahsis edilmiş bir âmmdır. Ve sapıklık olan bid'attan maksat, baştan aşağı sonradan uydurulan şeylerdir.[281]
Bu görüşü benimseyenler arasında başta İmam Şafii olmak üzere[282], Nevevî[283], İzzeddin Ibn Abdisselâm[284], İbn Hazm[285], Ebu'l-Ferec Îbnü'l-Cevzî[286], Ibn Abidin[287] gibi İslâm bilginleri gelmektedir.
Yapılan bu tarifte bir kapalılık (mübhemiyyet) vardır. O da Hz. Peygamber (s.a.) den sonra ortaya çıkan şeylerin (özelliğinin) dikkate alınmamasıdır. Yani dinle ilgili olanla ilgili olmayan arasında, yahut dini esaslarla bir bağlantısı bulunan ile bulunmayan veya zıd düşen şeyler arasında bir ayrım yapılmamış ve hepsine birden "bid'at" ismi verilmiştir. Tabiki bu şekil bir isimlendirme, kelimenin lügat manasının daha fazla ön plana çıkmış olmasındandır. Yoksa daha sonraları kelime, lügat manasını bir ölçüde kaybederek, Hz. Peygamber (s.a.) den sonra ortaya çıkan her yeni şeye verilen isim değil, mezmum manayı ifade eden bir anlam kazanmıştır. Bid'at kelimesinin "sonradan ortaya çıkan her şey" olarak anlaşılması ise, bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki: Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan bir yenilik, eğer dinle ilgili ise, dînin asıllarına uygun ise veya delâleten bunlara kıyas edilebiliyorsa ve dine de hiç bir surette zarar vermiyor bilakis destekleyip onu teşvik ediyorsa, buna ne denilecek, sonradan ortaya çıkan şeylerde dine zarar veren şeyle vermeyen şey nasıl ayırdedilecektir? Yahut bu sonradan çıkan şey, insanlığın faydasına ait bir gelişme ve îcad ise buna ne denilecek? Görüş sahiplerince, bu kapalılık şöyle giderilmeye çalışılmıştır: "O da, ortaya çıkan yeni şeyin vasfına, faydalı-iyi olup olmama özelliğine bakmaktır, iyi-faydalı olup olmamadaki ölçü ise, Hz. Peygamber (s.a.)'in sünneti ve Kur'an'dır. İster âdet cinsinden olsun, ister ibâdet cinsinden olsun ortaya çıkan şey, bu iki esasa arzedilir ve ona göre değerlendirilir" diyerek bazı tariflere de gitmişlerdir. Mesela:
İmam Şafii şöyle der: "Bid'at iki türlüdür: Bid'at-ı memdûha (övülmüş bid'at) ve bid'at-ı mezmûme (yerilmiş bid'at). Sünnete uygun olan bid'at, bid'at-ı memdûha, sünnete uygun olmayan bid'at ise, bid'at-ı mezmûmedir."[288]
İbn Hazm, "Bid'at, Kur'an'da ve sünnette gelmeyen her şeydir."[289] der.
İbnu'1-Esir, "Bid'at iki türlüdür: Bid'at-ı Hûda, bid'at-ı dalâl. Allah'ın ve Rasûlünün emrettiği şeylerin hilâfına olan şeyler zem ve inkar sadedindedir. Allah ve Rasûlünün emredip teşvik ettiği şeylerin umûmî manası altında olan şeyler medh sadedindedir. Cömertlik, sehâvet, iyiliği emretmek gibi fiiller övülmüş fiillerdendir."[290]
Şeyh Abdülhak ed-Dihlevî, Mişkât şerhinde şöyle der: "Biliniz ki Rasûlûllah (s.a.)'den sonra zuhur eden her şey bid'attır. Sünnetin asıllarına ve kaidelerine muvafık olursa veya onlara kıyas edilirse işte o bid'at-ı hasenedir. Şayet yeni çıkan şey sünnete ve onun esaslarına muhalif ise ve onlara kıyas da edilemiyor ise, o bid'at-ı seyyiedir."[291]
Görüldüğü gibi, bu anlayışa göre, Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan şeyin Kur'an ve Sünnet esasları içinde uygunluğu araştırılıyor, ona göre hüküm veriliyor, fakat dinle ilgilidir yahut dünyevîdir, âdet cinsindendir gibi bir ayırıma gidilmiyor. Yani Hz. Peygamber (s.a.) döneminde bilinmiyen şeyler bid'at olarak kabul ediliyor. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi bu şekil bir anlayış, geniş kapsamlı olup, kelimenin lügat manasının ağırlıklı olduğu bir anlayıştır.
b- Hulafai râşidin dönemi: Bu anlayışa göre bid'at, yine dini-dindışı ayırımı yapılmadan Hz. Peygamber (s.a.) ve hulafâi râşidin döneminden sonra ortaya çıkan her yeni şey olarak kabul edilmektedir. Bid'atların ortaya çıkışı için zaman olarak hulafâi râşidin devri sonunun esas alınması ise, Hz. Peygamber (s.a.)'in bir hadisine dayandırılmaktadır:
İrbad bin Sâriye'den rivayet edilmiştir: "Rasûlûllah (s.a.) bir gün sabah namazını müteakip bize son derece tesirli vaaz etti. Bu vaazın tesirinden gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Ashaptan biri
"Kuşkusuz bu, vedalaşan bir kişinin öğütleri (gibi)dir, o halde Yâ Rasûlûllah bize neyi tavsiye buyurursunuz?" dedi. Rasûlü Ekrem buyurdu ki:
"Allah'ın emirlerine saygılı olmayı, (idareciniz) Habeşli bir köle bile olsa dinleyip itaat etmeyi size tavsiye ederim. İçinizden yaşayanlar bir çok fitnelere (ihtilaflara) şahid olacaklar. Sonradan meydana çıkan (uydurulmuş) işlerden önemle sakınınız. Çünkü bunlar dalâlettir. îçinizden her kim bunlara ulaşırsa benim sünnetime ve hidâyet üzere olan râşid halifelerin yoluna sımsıkı sarılsın.."[292]
Hadiste "hulafâi râşidinin: " bizzat zikredilmesi, onların döneminde ortaya çıkan şeylerin bid'at kabilinden olamayacağı, çünkü onların yaptıkları veya onayladıkları şeylerin de bir yönüyle sünnet olduğu inancı[293] bu görüş sahiplerince ileri sürülmektedir. Yine Hz. Peygamber (s.a.)'in: "Benden sonra Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz."[294] emirleri bunu desteklemektedir.
Bu anlayışa göre de bid'at, lügat manası ağırlıklı olarak tarif edilmiş ve muhdes şeylerin bidatlık sınırı biraz genişlemiş ve Hz. Peygamber (s.a.) döneminden hulafâi râşidin dönemine kadar kaymıştır. Ortaya çıkan şeylerin bid'at olup olmaması konusundaki değerlendirmeye esas olan ölçüye, hulafâi râşidin de eklenmiştir. Yani, Kur'an, Sünnet ve hulafâi râşidinin sünneti (uygulamaları) dır. Yeni zuhur eden bir şeyin bidatlığı, veya bid'at-ı hasene ve bid'at-ı seyyie oluşu, bu zikredilen ölçüye uygunluğu nisbetindedir.
c-Sahâbe Dönemi: Sonradan meydana gelen şeylerin bid'at kabul edilmesi, ancak o şeyin Hz. Peygamber (s.a.) ve tüm sahâbe-i kiram döneminden sonra ortaya çıkmış, Kur'an, sünnet ve sahabe uygulamalarında bir benzerinin veya kıyas edilebilecek bir kaidesinin bulunmamış olmasıyledir.[295] Bu anlayışta, zaman dilimi daha da genişlemiş sahabe dönemi sonuna kadar uzamıştır ki, en son vefat eden sahâbî, Ebu't-Tufeyl Amir bin Vâsile'dir. Onun ölüm tarihi ise hicrî 110'dur.[296] Bu da tarih olarak Emevî halifelerinden Hişam bin Abdilmelik zamanına rastlar.[297] İslâm'ın doğuşundan itibaren yüz yıllık (bir asırlık) bir zaman dilimi içinde zuhur edip o dönemde yaşayan her hangi bir sahâbinin tasvibinden geçen bir takım yeni şeyleri (muhdesat) bid'at olarak görmeyip, ancak bu dönemden sonraki yeni şeyler için bid'at olup olmadığı değerlendirmesine gidilmesindeki esas unsur: Sahâbe-i kiram'ın sözlerinin, fiillerinin ve tasviplerinin de sünnet olarak kabul edilmesi düşüncesidir. Şâtıbî, sahabeden sadır olan fiillerin durumu hakkında şu görüşü ileri sürer;
"Onlar ya kendilerince sabit olan fakat bize kadar ulaşmamış olan bir sünnete tabî olmuşlardır, ya da üzerinde bütün sahâbilerin veya Raşid halifelerin icmâ ettiği bir içtihada dayanmışlardır. Onların bir konuda icmâ etmeleri, icmâ sayılmaktadır. Halifelerin ameli ise, aslında tüm sahabenin icmâı anlamına gelir. Çünkü maslahat gereği, tüm insanları o şeyle amel etmeye sevkeden bu ve bu arada sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki göstermemesi, onların da hükme katıldıklarını gösterir."[298]
Abdulğani en-Nabîûsî, Birgivi’nin Tarikat-ı Muhammediye'si üzerine yaptığı "el-Hadîkatü'n-Nediyye Şerhu Tarikatı Muhammediye" isimli şerhinde, müellifin bidati tarif ederken " : İlk dönemden sonra" ifadesinden, ilk dönemin selef yani Rasûlüllah (s.a.) ve Sahabe dönemi olduğunu açıklamaktadır.[299] Ancak bazı sahabenin kendi zamanlarında ortaya çıkan şeylere "bid'at" diye hükmetmiş olmalarına gelince ise, (o durumda) bid'at terimi mutlak olmakla birlikte, şayet meydana getirilen bir şeyin kötülüğüne dair gerek sözlü gerekse fiilî işaretler mevcutsa, bu taktirde, ihdas olunan yenilik, kabul edilmeyip reddedilir. Çünkü o kötüdür. Onlara göre böyle bir emareyi taşıması onun reddi için yeterlidir. Şayet böyle olmayıp da, onun kabul edilebilir olduğuna bir işaret varsa, bu alınabilir. Çünkü bu şerî manada bid'at olmayıp, genel manasıyla yani lügat anlamıyla bir bidat ve yeniliktir. Dalâlet manasına gelen mezmum manadaki bid'at değildir" diyen Leknevî[300], bu konuda şu misalleri verir: Birinciye örnek (bid'at sayılana): Ebu Davud'un Mücâhid'den tahriç ettiğine göre şöyle demiştir: "Ibn Ömer'le birlikte bulunuyordum. Bir adam öğle veya ikindi namazında tesvib yaptı (=Yani ezanla kamet arasında ikinci bir i‘lamda bulundu "essalatü hayrun minennevm" gibi). Bunun üzerine Ibn Ömer: Onu yanımızdan çıkarın. Zira onun yaptığı bid'attır."[301] dedi. Yine Aynî, "el-Binâye Şerhu'l-Hidâye" isimli eserinde şöyle der: "Mebsut'ta rivayet edilmiştir ki Hz. Ali (r.a.) yatsı namazında tesvîb yapan bir müezzin gördü de şöyle dedi: "Bu bid'atçiyi mescitten çıkarınız!"[302] Devamla Leknevî şu açıklamayı yapar:
(Zikredilen) bu iki haber bulunmasına rağmen bütün namazlarda tesvîb yapılmasını fakihler nasıl iyi gördüler (istihsan ettiler) dersen, ben şöyle derim: Bu konuda İslam bilginleri üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
Birincisi: Sabah namazı hariç bütün namazlarda tesvîb mekruhtur. Sabah namazı ise uyku ve gaflet (in galebe çaldığı bir) vakittir. Bundan dolayı müezzinin tesvib yapması iyi görülmüştür. Bu da aslı Ebû Davud'un tahriç ettiği şu hadise dayanılarak istinbat edilmiştir: "Ebu Bekre (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Şöyle der: "(Bir gün) sabah namazı için Rasûlüllah (s.a.) ile beraber çıktım. (Mescide giderken O), her bir adama uğruyor onu namaza çağırıyor, yahut ayağıyla onu (uyandırmak için) hareket ettiriyordu.)"[303] Aliyyü'1-Kârî de bu hadisle ilgili olarak: "Edindiğim (bilgilere) göre, bütün namazlarda tesvîb yapılmasının meşrûiyyeti bu hadisten alınmıştır." der.[304]
İkincisi: Bu Ebû Yusuf'un görüşüdür. Ona göre tesvîb, ümerâ (idareciler) yahut müslümanların işleriyle meşgul olan (önder kişilerin namaza çağrılmalarında) caizdir. Müteaddid rivayet tarikleriyle nakledilmiştir ki, Bilâl-i Habeşî Hz. Peygamber (s.a.)'in hâne-i saadetlerinin kapısına gelirler ve onu namaza çağırırlardı.[305] Bu ve benzer rivayetler tesvîbin cevazına delil teşkil edecek uygulamalardır.
Üçüncüsü: Müteahhirûn ulemânın görüşüdür. O da Akşam namazı hariç bütün namazlarda ve bütün insanlar için tesvîb yapılması müstahsen görülmüştür. Müteahhirûn ulema konuyu şöyle tevcih ederler: Zamanımızda bütün namazlara karşı bir tembellik gösterme zuhur etmiştir.
(İnsanları) tekrar tekrar namaza çağırmak daha evlâdır. Ama asr-ı saadette böyle değildi, ihtiyaç da duyulmuyordu. Zikredilen yukarıdaki iki esere (habere) muhalefet edilmesi, bu mazeretten dolayıdır.[306]
Leknevî, daha sonra bu konuda ikinci örnek olarak teravih namazı konusunda Hz. Ömer (r.a.)'m cemaatle kılınmasını emredip sonra da "Bu ne güzel bir bid'attır" sözünü değerlendirerek şu tesbitte bulunur: "Sahabenin ihdas ettiği şeyler bid'at değildir." Sahabenin gidişatına (sünnetine) uymayı emreden pek çok hadis vardır,[307] Hz. Ömer'in ifadesinde geçen "bid'at" sözü, yenilik manasında olup, kelime, ıstılah olarak kullanılmış değil, lügat olarak kullanılmıştır. Nitekim İbn Teymiyye bunu şöyle açıklar:
Teravih namazı, Peygamberimiz zamanında teker teker de kılınmış, cemaatle de kılınmıştır. Peygamberimiz ilk gecelerinde teravih namazının cemaatle kılındığı bir Ramazan ayının, üçüncü ve dördüncü gecesinde yine cemaatle teravih kılmak amacıyla mescidde Toplanan sahâbîlere şöyle buyurmuştu:
"Size teravih namazı kıldırmaya çıkmayışımın sebebi, bu işin üzerinize farz olmasından duyduğum endişedir. Bu namazı evlerinizde kılınız. Çünkü insanın farzlar dışındaki en faziletli namazı evinde kılacağı namazdır."[308]
Hz. Peygamber'in teravih namazını kıldırmaya çıkmayışının sebebi açıktır. O da bu namazın farz olarak kabul edilme endişesidir. Daha sonra Hz. Ömer döneminde, müslümanlar, mescidi kandillerle aydınlatarak bir imamın arkasında topluca teravih kılmaya başlayınca, bu uygulama daha önceki tatbikatlardan farklı olduğu için "bid'at" diye adlandırılmıştır. Çünkü terimin sözlük anlamı, bu isimlendirmeye elverişlidir. Yoksa bu uygulama ıstılah anlamıyla bid'at değildir. Sebebine gelince sünnet onu, salih amel kapsamına almış fakat sadece farz kabul edilir endişesiyle devam ettirmemiştir. Peygamberimizin vefatıyla farz olma endişesi ortadan kalktığı için bu uygulamanın yeniden yapılmasında hiç bir engel kalmamıştır."[309]
Konuyu özetlersek, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında olmayan ve fakat sahabe tarafından ortaya konan bir yenilik (bid'at)'i alıp almama konusunda şunlara dikkat edebiliriz:
1. Kur'an ve sünnette bunun iyi ve güzel olduğuna dair bir nass varsa, onunla amel etmek daha evlâdır. Gerçi hâdise her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.) döneminde meydana gelmemiş ise de bunu, şeriat temellerine dahil etme imkanı vardır.
2. Kur'an ve sünnette bunun iyi ve güzel olduğuna delâlet eden bir nass olmayıp bilakis muhalif bir nass varsa, bu durumda, sahabenin yaptığı işin şeriat dışı olmayacağı dikkate alınarak, o konudaki muhalefet eden nass çerçevesinde sahabenin uygulaması anlaşılmaya çalışılır, bu konuda bütün güç sarfedilir. Buna rağmen sahabe uygulaması açık olarak nassa muhalif oluyorsa, sahabe uygulaması alınmaz. Çünkü nass esastır. Sahabe bu durumda mazur sayılır, zira bu konudaki bilgi kendisine ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı böyle nassa muhalif uygulamada bulunmazdı.
3. Eğer sahabenin yaptığı bu iş (yenilik=bid'at) hakkında lehte ve aleyhte bir delil yoksa, o konuda sahabe uygulaması alınır. O fiilin işlenmesi hususunda sahabe ittifakı varsa bununla amel edileceği açıktır. Ancak sahabe arasında ihtilaf varsa, müctehid dilediği sahabenin görüşünü tercih edebilir. Çünkü hangi sahâbiye uyarsa hidayet bulur.[310] Usul-û fıkıh kitaplarında konu detaylı bir şekilde incelenmiştir.
d- Tabiin Dönemi: Bid'atların ortaya çıkmasında bu sınırın tabiin devri olduğu ileri sürülerek bid'at tarifleri yapılmıştır. Şöyle ki: Bid'at "Mânây-ı aslîsi sonradan hadis olan, noksan veya fazla şeylerde istimali galib oldu. Binaenaleyh lisan-ı şer'îde ba'de'l-ikmal emr-i dinde süneni seniyye-i muhammediyyeye, ahkâm-ı şeriyyeye, ashâb ve tabiine âray-ı muctemiasına külliyyen muhalif olarak muahharen hadis olan ehvâl ve âmâle ıtlak olunur."[311] Hz. Peygamber (s.a.)'in bir hadisine dayanarak bu sınırı, tebeî tabiin dönemine kadar genişletmişlerdir.[312] Bu konudaki hadis şöyledir:
"Sizin en hayırlılarınız benimle beraber yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler..."[313]
Böylece bu hadiste her üç nesil de ifâde edilmiştir. "Tabiin ile tebeî tabiin zamanlarında meydana gelen yeni şeyler ve îcadlar hakkındaki açıklama da, yukarıda sahabe dönemiyle ilgili yapılan açıklamanın aynısıdır. Yani meydana gelen yeni bir şeyde, tabiîler tarafından herhangi bir reddetme vâki olmuşsa bu bid'attır, değilse bid'at sayılmaz."[314]
Bid'atın ortaya çıkmasındaki zaman dilimlerindeki bu şekildeki ihtilafa rağmen hepsi de ister dinî olsun, ister din dışı olsun, ister ibadetle ilgili olsun, isterse âdetle ilgili olsun mezkur dönemlerden sonra ortaya çıkan şeylerin bid'at olduğu konusunda ittifak halindedirler. Ancak bu bid'atların, Kur'an, sünnet yahut Kur'an, Sünnet ve hulafâi râşidin yahut Kur'an, Sünnet, Sahabe-i kiramın sünneti; yahut da Kur'an, Sünnet, Sahabe Tabiin ve tebei tâbiin'in sünnetine uygun olup olmaması açısından bir değerlendirmeye tabi tutulmakta ve ona göre bid'at-i hasene veya bid'at-i seyyie diye isimlendirilmektedir. Bid'at kelimesinin muhtevasında ittifak vardır fakat bid'ate konu olacak vakıanın ortaya çıkış zamanı ve sınırında ihtilaf bulunmaktadır.[315]
[278] Izzüddîn İbn Abdisselâm, a.g.e., 1,172;Atıyye,a.g.e.,s.l62.
[279] Müslim, Cuma, 43; Ibn Mace, Mukaddime, 7.
[280] Nesâî, İdeyn, 22.
[281] Nesâî, İdeyn, 22. (Hadisin şerhindeki malûmat)
[282] Atıyye, a.g.e., s.160, Ibn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII, 213.
[283] Aliyyu'l-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih Şerhu Mişkâti'l-Mesâbih, I, 368; Nesâî, III, 188-189 (Suyûtî Şerhinde)
[284] İzzüddin Ibn Abdisselam, a.g.e., s.172
[285] Atiyye, a.g.e., s. 160
[286] İbnu'l-Cevzî,Telbisü Iblîs,s.l6
[287] İbn Âbidin, Reddu'I-Muhtar, 1,561-562.
[288] Atıyye, a.g.e.,s.160
[289] Atıyye, a.g.e., göst. yer.
[290] İbn Manzur, Lisân, 1,229-230
[291] Tehânevi, Keşşaf, 1,133; Atıyye, a.g.e., s.162
[292] Tirmizî, İlim, 16; Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimi, Mukaddime, 16, Müsned, IV, 126,127
[293] Abdulhay el-Leknevî, İkâmetü'l-hucce, s.25
[294] Tirmizî, Menâkıb, 16,37; Ibn Mâce, Mukaddime, 11; Müsned, V, 382,385, 399,403
[295] Hâdimî, Berika Terc, 1,273; Leknevî, a.g.e., s.19 (Ahmed er-Rûmî, Mecalisu'l-Ebrar’dan naklen)
[296] Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisü'1-Hasis, s.190
[297] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, II, 418.
[298] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 4
[299] Leknevî a.g e., s.24. (Abdulğani en-Nablûsî, el-Hadîkatü'n-Nediyye Şerhi. Tarikatı Muhammediyye, 1,136'dan naklen.)
[300] Leknevî, a.g.e, s.42
[301] Ebû Dâvud, Salat, 43, (Ha. No: 538)
[302] Aynî, el-Binâye Şerhu'l-Hldâye, 1/550
[303] Ebû Dâvud, 11/21 (Salat, 283 (Ha. No: 1264))
[304] Aliyyü'1-Kârt Mirkatül-Mefâtih Şerhu Mişkâti'l-Mesâbih, 1/421
[305] Leknevî, a.g.e., s.44 112
[306] Leknevî, Ikâmetü'l-Hucce, s.42-44
[307] Leknevî, a.g.e., s.46-48.
[308] Buhârî, I'tisâm, 3; Müslim, Salâtül Müsâfirin, 761; Müsned, V, 182.
[309] İbn Teymiyye, Iktîzâü's-Sırâti'l-Müstakîm, 276-277.
[310] Leknevî, a.g.e., s.54-55.
[311] Muhammed Salahuddin, Kâmus-ı Osmânî, Kısm-ı Sâni, s.212-213, (1313-lst.); Muhammed bin Ebü Bekir, Şlr'atü'l-İslâm, s.9.
[312] Leknevî, a.g.e., s.24
[313] Ebû Dâvud, Sünnet, 9; Tirmizî, Fiten, 45; Müsned, V, 357.
[314] Leknevî, a.g.e., s.55.
[315] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 106-115.