- Geçmişte ve günümüzde velâ ve berâ

Adsense kodları


Geçmişte ve günümüzde velâ ve berâ

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Mon 27 September 2010, 07:52 pm GMT +0200
GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE VELÂ VE BERÂ'NIN TATBİK ŞEKİLLERİ

1. BÖLÜM

VELÂ VE BERÂ KONUSUNU SELEF NASIL UYGULAMIŞTIR?
 

Ben daha önce Hz. Muhammed'in ümmetine ilişkin geçmiş ümmet­lerden örnekler vererek bu konuda konuşmuştum. Yine birtakım örnek­ler de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dönemine ait olmak üzere verilmişti. Fa­kat bu nesü gerçekten parlak örneklerle dopdolu bir nesildir. Bunun için­dir ki, bu konuya daya çok açıklık getirecek, bazı tahliller ve ilaveler yap­mak istedim. Yine bazı örnekler vererek bu konuyu daha iyi bir şekilde açıklamak istedim. Çünkü bu oldukça önemli bir konudur.

Herhangi bir söz ki, pratikte uygulanma alanı bulamıyorsa, söylenen söz sadece geçersiz bir iddiadan öteye geçmez, bunun gerçekle bir bağı olamayacağı gibi, yaşanan hayat için de bir delil sayılamaz.

O halde, Velâ ve Berâ hususunda gerçek anlamda uygulama: "Lâilahe illallah, Muhammed ün Rasûlüllah" tevhid kelimesinin prensibini ger­çek manada aydınlatır, doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlar.

Şurası bilinmesi gerçekten önemli olan bir husustur ki, bu ümmetin selefi (önceki alimleri) -ALLAH kendilerinden razı olsun-, bu akideyi tüm yönleriyle, gerekleriyle ve yükümlülükleriyle uygulayan en hayırlılarıdırlar.

Esasen seleften sözetmek hem yararlı ve hem güzel bir şeydir. Hatta dahası var, aksine bu, pratikte uygulanmış olan gerçekler, İslâm ümmeti­nin tarihinde de tescil edilmiş bulunmaktadır. Çünkü bunun, kendilerin­den sonra gelecek olan İslâm nesline örnek ve alâmet oluşturmasını arzulamışlar, böylece onların yollarından gitmeyi, metodlarını izlemeyi iste­mişlerdir.

Bu zatlar -ALLAH kendilerinden razı olsun-, ALLAH'ın kendilerine ver­miş olduğu nimeti takdir etmişler, değerini bilmişlerdir. Bu nimet ise, iman nimetidir.

Aynı zamanda bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kendisiyle gönde­rildiği bu apaçık şeriatı ve ALLAH'ın nurunun faziletini de takdir edip de­ğerini bilmişlerdir.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yü­rüyebileceği bîr ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gi­bi olur mu?" (En'âm, 6/122)

Yine ALLAH'ın kendilerine rahmetiyle muamele buyurduğu bu selef alimleri, Hz. Mustafa (s.a.v.)'nın terbiye ve eğitimini, O'nun değerli sün­netinin sözlü ve fiili olanına önem verip takdir ederler. Bunlar gerçeğin de idraki içindedirler. Bunlar biliyorlar ki kendileri:

. "Herhangi bir cinsin hizmetçileri değiller. Herhangi bir milletin, top­lumun ve vatanın elçileri de değiller ki, sadece onların refahı ve yalnız on­ların maslahatları için çalışabilsinler. Aynı zamanda böyle bir inanca sa­hip değiller ki, sırf bağlı oldukları toplumun üstünlüğüne inanıp, başka toplumları kendilerinden aşağı toplumlar olarak gören, sadece kendi va­tanlarını düşünebilen, başka vatanları hiçe sayan bir fikrin sahibi de de­ğiller bunlar. Bunlar herhangi bir şekilde bir Arap imparatorluğunun da peşinde değiller. Sadece Arap imparatorluğunu düşünüp, onun nimetleri­ni düşünen ve bu imparatorluğun gölgesinde kalmayı amaçlayan kimseler değiller. Böyle bir Arap imparatorluğunun himayesi altında büyüklene-rek yaşama peşinde olan kimseler değiller, İnsanları Rum ve Fars (İran) imparatorluklarının hakimiyeti altından çıkarıp, bir Arap imparatorluğu­nun altına sokmak için de olmadıklarını iyi bilirler.

Selefin bir tek gayesi vardır. Onlar insanları kullara kul olmaktan kur­tarıp, bir tek ALLAH'a kulluk ve ibadete davet etmektedirler. Tıpkı müslümanların elçisi Rib'î b. Amir'in Yezdicerd’in meclisinde söylediği husus­ları gerçekleştirmek için çalışmışlardır. Rib'î bu mecliste diyordu ki: Al­lah (c.c), insanları kullara kulluktan çıkarıp bir tek ALLAH'a ibadet ve kul­luk etmeleri için, dünyanın darlığından, bunun genişliğine çıkarmak için, dinlerin zulmünden kurtarıp İslâmın adaletine sokmak için göndermiştir. Onların (müslümanların) yanında tüm insanlar ve ümmetler eşittirler. Tüm insanlar Hz. Âdem'dendir. Hz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.

Bunlar yanlarında olan herhangi bir hayır, din, ilim ve terbiye kdhu-sunda hiçbir kimse için cimrilik yapan kimseler değillerdir. Bunlar Emir­lik (başkanlık), herhangi bir hüküm ve sistem adına, veya bir soyun üs­tünlüğü, bir rengin ve vatanın üstünlüğü için herhangi bir şeyi gözetmek amacı ile gönderilmiş değillerdir. Aksine bunlar hayır bulutlarıdırlar. Ül­keleri düzene koyacaklar, bunu kullara yaygınlaştıracaklardır. Bundan ül­keler ve insanlar faydalanacak, bütün bunlar da herkesin alabilme kapa­sitelerine ve buna olan salahiyetleri oranında olacaktır. Bunlar bereketli yağmur gibidirler ki, ovaları ve çorak yerleri rahmetiyle yararlandırır.[266]

Burada merhum selefin başardıkları çok büyük ve önemli vak'aları, Velâ ve Berâ konusunda gerçekleştirdikleri hususları anlatmak bana ba­yağı zor gelecektir. Ancak doğru bir fikir edinebilmemiz için, dipdiri ve yaşanan bir olay olabilmesi açısından az da olsa vereceğim bu örneklerle yetinmek isterim. Bu dinin örnekliği açısından, ALLAH'ın iradesiyle gerçek­leştirmiş olduğu iman ile ilgili bu aydınlatıcı örnekleri sunmak isteriz. Böy­lece insanlar, bu dinin gerçek anlamda bir anda yaşanabilecek bir din ol­duğunu öğrensinler.[267] Evet eğer bu dini sırtlayabilecek değerli kimsele­rin bulunması ve bunu doğru bir şekilde insanlara anlatmaları halinde, ancak bu dinin yaşanabilecek örnek bir din olduğunu anlayacaklardır. Şayet doğru, emin bir şekilde anlatıhrsa, bunun temizliği, berraklığı aktarıhrsa, ihlâs ile ve hiçbir şey gözetilmeksizin, sırf ALLAH'ın masını gözeterek ve onun yanındakiyle yetinerek anlatüırsa, işte böylelerinin bulunması ha­linde bu din derhal uygulanma alanına konulabilir.

İşte bu örneklerden bazıları şöyledir:

1- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabının Kâ'b b. Mâlik ile ilgili tutum­ları. Hz. Kâ'b ve iki arkadaşı birlikte Tebük seferine katılmamışlardı. Sa­habe bu üç kişiyle her türlü ilgi ve alâkayı kesmişlerdi.

Bu üç sahabeye karşı yürütülen bu manadaki bir ilgi kesme hadisesi öylesine önemlidir ki, temelleri takva üzerinde atılmış bulunan mescidde ALLAH Rasûlü'nün arkasında namaz kılıyorlar. Buna rağmen adı geçen üç sahabe ile her türlü münasebetlerini kesmiş oluyorlar, onlarla konuşmuyorlar ve hatta îslâmın emri olan selâmı dahi bunlara vermiyorlar!..

Aman ALLAH'ım! Bu nasıl bir iman?.. Bir de günümüz müslümanları-na bakalım. Acaba bunlar ALLAH ve Rasûlüne karşı savaş açanlardan, yer­yüzünü fesada verenlerden uzaklaşıp bunlardan ilgilerini kesiyorlar mı?..

Esasen müslümanm kendi dinine ve mümin kardeşlerine karşı gös­terdiği velâ yani dostluk, verdiği yetki, dinine karşı olan bağlılığı ancak böyle önemli bir konuda ortaya çıkar. Öyle ki bu mümin kimse kardeşle­rinden ve dostlarından ayrı bırakılıyor, terkediliyor. Öyle ki ALLAH'ın selâ­mı bile verilmiyor. Evet bu şahıs Kâ'b b. Mâlik oluyor. Büyük bir madde ile imtihan edilmiş bulunmaktadır, kendisine buna rağmen hem madde, hem iyilik, hem makam bu dünyada teklif edilip sunulmaktadır. Bütün bunlar değerli sahabî Hz. Kâ'b b. Mâlik'in şahsında görülmektedir. -ALLAH kendisinden razı olsun- bu sahabî hakkında uzun bir hadis bulunmakta­dır. Bu uzun hadiste anlatıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabına, bu zat ve bununla beraber olan diğer iki kişi ile görüşmemek, iigiyi kesmek konusunda emir vermişti. Öyle ki hanımı bile onu bırakıp ailesinin yanı­na gitmek zorunda kalmıştı. Bütün bunların yanında çok büyük bir imti­han ile aniden karşı karşıya geldi.

Hz. Kâ'b (r.a.) anlatıyor: "Ben, Medine pazarında dolaşırken, bir de baktım ki Şam Nabtîlerinden bir Nabtî, Medine'ye yiyecek satmak üzere gelmiş ve şöyle diyor: "Kâ'b b. Mâlik'i bana kim gösterir?" İnsanlar ken­disini ona göstermeye başladılar. Adam benim yanıma geldi. Bana Gas-san kralından bir mektup getirdi. Bir de gördüm ki, mektupta şunlar ya­zılıydı: "İmdi.. Öğrendiğime göre, arkadaşın (Hz. Muhammed'i kasdedi-yor) sana eziyet veriyormuş. ALLAH, seni zayıflanacak, küçük düşürülecek bir belde halkından kılmamıştır. Sen öyle kötülenecek biri değilsin. Bize gel, katıl ki, sana gerekeni yapalım." Mektubu okuyunca, kendi kendime dedim ki: "Bu da işte bir başka belâ, imtihan ve felâket. Hemen onu dü-rüp, kızgın olan ateşe attım."[268]

Hz. Kâ'b'ın: "Ayrıca bu da bir başka beladır" sözü gerçeği dile ge­tirmiş olmaktadır. Evet bu, büyük bir belâdır. Hz. Kâ'b (r.a.), müslüman-lardan tecrid edilmesine, kendisine karşı boykot uygulanmasına rağmen, O, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, dinine ve müminlere karşı dostluğu, velâsı sür­mekte, hiçbir zaman bunlardan bir taviz vermemektedir, eksiklik yapma­maktadır. ALLAH'a olan dostluğu ve velâsı aynen devam etmektedir. O Gassan melikinden gelen mektubu da yakmak suretiyle, onunla olan ilgi ve münasebeti kesiyor, ondan beri ve uzak olduğunu belirtiyor.

Şimdi bu zatın bu azametine, dostluk, velâ ve yetki konusundaki doğruluğuna ve samimiliğine, İslama ve müslümanlara olan sevgisine bir bakın. Dünya metaından ve onun kendisine sağladığı şeylerden olan uzaklı| gına, bunları elinin tersiyle itmesine dikkat edin. Bütün bunların hiç biH-j sinin onun yanında bir sineğin kanadı kadar değeri yoktur.                

İbn Hacer, Kâ'b kıssasını açıklayarak diyor ki: "Kâ'b'ın bu yapttğı şey var ya, işte bu onun imanının kuvvetine delâlet eder. Bir de ALLAH'ı; ve Rasûlünü ne kadar sevdiğini gösterir. Şayet böyle olmasaydı, kendisiyle her bakımdan ilgi ve alâka kesiliyor, yüz çevriliyor, o buna benzer şeyleri kat kat taşıyor, kendisini terkedenler sebebiyle mal ve makam teklif edili­yor, özellikle de Gassan melikinden kendisine gelen davet enterasandır. Gas­san meliki, bununla kendisini dininden dönmeye zorlamamaktadır. Fakat Hz. Kâ'b, şu gerçeği bilmektedir, böyle bir durumda kendisi kesinlikle fit­neye sokulacaktır. Hemen gelen mektubu yakar ve net cevabı verir. O ça­ğırıldığı ve davet olunduğu rahatı ve nimetleri bırakıyor, dünyadaki sıkın­tı ve azabı tercih ediyor. Bu da onun ALLAH'a ve Rasûlüne olan sevgisinden ve muhabbetinden kaynaklanıyor. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyur­muşlardır: [269]

"ALLAH ve Rasûlü! Ona başka her şeyden daha sevgili olmaktadır."

2- Şimdi bir başka örnek. Bu da değerli sahabî Abdullah b. Huzafe es-Sehmî ile ilgilidir. Kendisinin Rum kralının karşısındaki tavır ve tutu­munu sergilemektedir. Rum meliki onu varlığına ortak kılmak suretiyle azdırmak istiyordu. Fakat o büyük sahabî bunu reddetti. Hıristiyanlığı teklif etti, o kabul etmedi, kral bu sahabiyi ölümle tehdit etti, yakacağını söyle­di. Bütün bu örnekler, İslâmda velânın yetkiyi ve dostluğu sadece İslama ve müslümanlara vermenin önemini gösteren örneklerdir. Bu durum aynı zamanda bu sahabînin bu noktada ne kadar samimi olduğunu, doğru ve dürüst davrandığını, İslâm akidesinin veya inancının bunların kalbinde ne kadar yer ettiğini gösteren bir örnek olmaktadır.

Nitekim münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün oğlu Ab­dullah'ın durumu da ayrı bir örnek teşkil etmektedir. Bununla ilgili du­rum daha önce anlatılmıştı. Müslüman ve samimi sahabî Abdullah, mü­nafık babası Abdullah'ı Medine'ye sokmamış, ancak Hz. Peygamber'in izin vermesi ile girmesine müsaade ermişti.

Meselâ Ebû Ubeyde (r.a.)'nin durumu daha büyük bir örnek teşkil etmektedir. Bu şahabı, Bedir gazasında babasının kâfir olması sebebiyle, ALLAH ve Rasülüne karşı savaşması sebebiyle hiç gözünü kırpmaksızın ba­basını öldürmüş. Bu noktada babalık bağına hiç bakmamıştır. Zira Al­lah'a karşı velâ (dostluk), ALLAH'a ve Rasülüne yardım, dinine ve mümin­lere destek olmak ancak bu şekilde kanıtlanabilirdi. Kâfirlerden beri ve uzak olduğunu ortaya koyması, ALLAH'ın düşmanlarına karşı cihad etmesi ancak böylece sağlanabilirdi. Çünkü ALLAH düşmanları, şeytanın dostları­nın ayakta kalıp müslümanlara karşı savaşma imânım, cihad olunmadığı takdirde bulabilirler. Onlar ancak cihad yoluyla bundan alıkonulabüir.

3- Şimdi de başka bir Örnek: Siyer kitaplarının rivayetine göre, Zeyd b. Desine (r.a.), bu hususta bir başka örnek oluşturmaktadır. Kendisi Reci' gününden sonra, Safvan b. Ümeyye tarafından satın alınmıştı. Safvan Hz. Zeyd b. Desine'yi, babası Ümeyye b. Halef yerine öldürmek istiyordu. Müş­rikler, Hz. Zeyd'i Ten'îm denilen yere çıkardılar. Burada Kureyş'in önde gelenleri toplanmışlardı. İçlerinde Ebu Süfyan da bulunuyordu. Ebu Süf-yan b. Harb, öldürülmek üzere getirilen Zeyd'e şöyle diyordu:

— Ey Zeyd,[270] ALLAH için doğru söyle. Şu anda senin yerinde Muham-med'in boynunun vurulmasını, senin de ailen içinde mutlu kalmanı ister miydin?

Zeyd ona şu cevabı verdi: "Vallahi şu anda değil Muhammed'in be­nim yerimde olmasını istemek, ben ailem içinde otururken onun ayağına bir dikenin biîe batmasına rıza gösteremem." İşte bunun üzerine Ebu Saf­van şöyle konuşmak zorunda k^ldı: İnsanlar arasında, Muhammed'in as­habının Muhammed'i sevdiği kadar, birinin diğerini sevdiğini asla göre­medim. Sonra Hz. Zeyd (r.a.)'i öldürdüler.[271]

Şimdi bu sevgiye ve birbiri için kendilerini fani kılmaya bakın. Bu nasıl bir dostluk, nasıl bir velâ ve yetki, bu nasıl bir yardım ve zafer gücü! Al­lah kendisinden razı olsun, çok uzaklarda olmasına rağmen, Rasûlüllah (s.a.v.) de yanında değilken o, Rasûlüllah (s.a.v.)'a bir dikenin bile batma-, sına rıza göstermemektedir. Buna rıza göstermeyen bir kimsenin ALLAH Ra~ sûlü için daha başka büyük tehlikeleri düşünebilir mi hiç?

İşte gerçek aniamda velayet, samimiyet ve dosdoğru bir bağlılıktır ki, ruhlarla bu manada bir akideye bina etmiş olmaktadır. İnsanlar için bu manada önemli örnekler sunabilecek şahsiyetler çıkarmış olmaktadır. Böyle bir azametin ve büyüklüğün önünde yeryüzünün tüm azametleri ve bü­yüklükleri eğilirler, böyle bir duruma asla erişemezler.

4- İşte bir başka örnek daha. Ahmed b. Hanbel ve başkalarının riva­yetlerine göre, Enes b. Nadr (r.a.), Bedir savaşına katılamamıştır. Bu sa­habî diyor ki: "Ben İslâmın ilk savaşı olan Bedir savaşına katılamamış­tım. Bu savaşta Rasûlüllah (s.a.v.) müşriklere karşı savaşmıştı. Dedim ki: Şayet ALLAH (cc), bana müşriklerle savaşmayı gösterirse, benim onlara nasıl davranacağımı ve ne yapacağımı ALLAH (c.c.) görecektir. Nihayet Uhud sa­vaşı günü geldi. Müslümanlar bu savaşta açıldılar (çözüldüler). Bunların bu halini görünce şöyle dedi: "ALLAH'ım bu arkadaşlarımın yaptıkların­dan ötürü (davranışları sebebiyle) senden özür dilerim. Şu müşriklerin yapıp getirdikleri şeyden de ben uzağım." Daha sonra öne atıldı Uhud önlerinde Hz. Sa'd b. Muaz'ta karşılaştı, ona şöyle dedi: "Ben de seninleyim." An­cak Sa'd ona şu cevabı verdi: "Yapılacak olanı ben yapabilecek bir güçte değilim.” Sa'd devamla diyor ki: "Bu zat savaş esnasında bulunduğunda, üzerinde seksenin üzerinde kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok yarası bulu­nuyordu. Dediklerine göre, aşağıdaki âyet bunun ve arkadaşlarının hak­kında nazil olmuştur. Rabbim şöyle buyurmuştur:

"İşte onlardan kimisi, sö­zünü yerine getirip o yolda ca­nını vermiştir; kimi de şehitliği beklemektedir.” (Ahzab, 33/23)[272]

ALLAH kendilerinden razı olsun, bizim salih selefimiz, dinleri hususunda çok titiz ve saygılıydılar. Boş görüntüler ve süsler hiçbir zaman onları al-datmazdı. Cahiliyede insanların tapınırcasına önem verdiği değerler ve güç­ler kendilerini yamltmazdı, onlara aldanmıyorlardı. Bunun en doğru ör­neği Rib'î b. Amir (r.a.)'in hikâyesidir. Bu zat Rüstem'le karşılaşmıştı. İran­lılar (Farslılar) tümüyle silâhlıydılar. Hepsinin giysi olarak üzerlerinde al­tın sırmalarla dokunmuş elbiseler, başlarında taçlar vardı. Hepsi de Rüs-tem'in meclisinde yaygılar ve yaslanacakları yastıklar koymuşlar, Rüstem'in kendisi ise ahundan bir yatak üzerinde (döşek) üzerinde bulunuyordu. Rib'î tüylü ve bodur bir kısrağın üzerinde onlara doğru yönelerek yürüdü. Ya­nında eski bir elbisenin katlan arasında gizlenmiş kılıcı, mızrağı, kalkanı ve oku olduğu halde içeri girdi. Hz. Rib'î en yakın yaygının yanına varınca, kendisine "in" denildi. Ancak Hz. Rib'î atını yaygının üzerine sürdü, yaygının üzerine varınca durdu, orada atından (kısraktan) indi. Onu iki yastığa bağladı. O iki yastığı ikiye ayırdı, ortalarından ipi geçirdi. Ancak Rüstem'in adamları onu böyîe bir şeyi yapmaktan menedemediler. Daha sonra kendisine: "Silahını bırak" dediler. Fakat Rib'î:

"Ben buraya sizin emrinizle silâhımı bırakmak üzere gelmedim. Siz beni davet ettiniz. Şayet geldiğim gibi size, aynen içeri alınmama izin ver­mez, bundan kaçınırsanız, ben de derhal geri dönerim." diyerek onlara cevap verdi. Durumu hemen Rüstem'e bildirdiler. O da girmesi için izin verdi ve şöyle dedi: "Gelen kişi bir tek şahıs değil mi ki?" Rib'î mızrağına daya­narak Rüstem'e doğru yöneldi. Mızrağının ucunda yaklaşık bir adım ge­lecek bir sivri demir bulunuyordu ki, bununla yastıkları ve yaygıları par-çalaya parçalaya Rüstem'e doğru ilerliyordu. Neredeyse bir tek yastık ve yaygı bırakmaksızın hemen hepsini yardı, bunlarda birer kusur meydana getirdi, bozup adeta kullanılamaz duruma soktu. Rüstem'e yaklaşınca, he­men Rüstem'in koruyucuları önünü kestiler, Rib'î hemen yere oturdu ve mızrağı ile yaygılara batırdı (Mızrağını yaygılara dikti). Bunun üzerine ken­disine: "Seni böyle bir duruma sevk eden olay nedir? dediler. Rüstem de onlara şu cevabı verdi: "Biz sizin şu zinet ve süsleriniz üzerinde oturmayı uygun görmemekteyiz! Bunun üzerine onunla konuşarak dedi ki: "Sizi getiren şey nedir?" O da dedi ki:

"Bizi ALLAH (c.c.) gönderdi ve ALLAH, bizi şunun için gönderdi. Dile­yen kimseleri kulların kula ibadetten kurtarıp bir tek ALLAH'a ibadete ilet­mek, dünyanın darlığından ve sıkıntısından kurtarıp, onun genişliğine eriş­tirmeye, dinlerin zulmünden kurtarıp İslâmın adaletine kavuşturmaya bi­zi göndermiştir. ALLAH (c.c), bizi kendi dini ile yarattığı insanlara gönderdi ki, o insanları bu dine davet edelim. Bizden bunu kabuİ edenleri, biz de bunu kendisinden kabul eder ve ondan döner gideriz. Onu, toprağını onun önünde ve yanında koyarız. Kim de bundan yüz çevirirse onunla ebedî ola­rak savaşırız, ta ki ALLAH'ın vadine ve vadettiği şeye kavuşuncaya kadar." Rüstem: "ALLAH'ın vadettiği şey nedir?" diye sordu. Rib'î, bu davetten ka­çınıp kabul etmeyenlerle yaptığı savaş sonucunda ölenler için "Cennet-'tir diye cevap verdi. Geride sağ kalanlar için de zafer vardır, dedi. Bunun üzerine Rüstem dedi ki: "Sizin söylediklerinizi duydum. Bizim de sizin de düşünebilmemiz için bu işi biraz tehir edebilir misiniz? Rib'î: "Evet" dedi. Sizin içift ne kadarlık bir süre gereklidir? Bir gün mü yoksa iki gün mü? Rüstem, nayır, dedi. Biz önce bunu içimizde görüş sahibi olanlarımı­za, kavmimizin önde gelenlerine yazacağız. Rüstem bununla onların yak­laşımlarını ve müdafaalarını almak istiyordu. Bu durum karşısında Rib'î şöyle konuştu:

"Doğrusu bize metod ve uygulama olarak peygamberimizden gelen, imamlarımızın ve liderlerimizin uygulaması, onlarla karşılaştığımız andan itibaren, kendilerine üç günden fazla olarak izin vermemiz, süre tanıma­mız mümkün değildir. Biz size üç gün bir süre tanıyoruz. Bu zaman zar­fında kendi durumunu ve arkadaşlarının durumunu düşünün. Süre biti­minden sonra üç şeyi tercih etmek, seçmek zorundasınız.'Ya İslâmı seçer­sin, biz de seni bırakırız, toprağın da senin olur. Veya cizye (vergi) öder­sin, bu takdirde yine seni bırakır, sana el uzatmayız. Eğer senin bizim yar­dımımıza ihtiyacın yoksa, seni bundan terkederiz, bundan sana bir şey yok. Eğer. senin buna ihtiyacın varsa, seni menederiz. Üçüncüsü ise dördüncü günü aramızda savaş başlar. Dördüncü günden itibaren bizimle sizin ara­nızda plan şey konusunda buna ilk başlayan biz olack değiliz. Ancak bu­nu sen başlatmış olacaksın (başlatmış oluyorsun). Bu verdiğim söz konu­sunda ben ashabım ve arkadaşlarım adına size kefilim ve görülecek olan bir şey konusunda size garanti veriyorum. Rüstem dedi ki:

"Onların başı ve lideri sen misin?" Rib'î şöyle cevapladı: "Hayır, an­cak, müslümanlar, tıpkı bir cesedin organları gibidirler, biri diğerindendir. Bizden en aşağıdaki bir kimsenin verdiği garanti en üst düzeydeki kim­senin verdiği garantidir."[273]

Şimdi bu velayet, dostluk ve yetki konusu, bu hayırlı toplumun r.uh-Iarına öylesine etki etmiştir ki, bu durumu aşağıdaki örnekler açık bir şe­kilde ortaya koyup göstermektedir. Rasülüllah (s.a.v.)'m Tebük seferi es­nasında söylediği şu ifadeler bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymuş ol­maktadır: "Medine de öyle kavimler var ki yürüdüğünüz her yerde (yol­da) ve kat etmiş olduğunuz her vadide onlar kesinlikle sizinle beraberdir­ler." "Sahabe Medine'de oldukları halde ha?" diye sorarlar. Rasülüllah (s.a.v.) da şöyle buyurur: "Onlar Medine'de bulundukları halde böyledir. Çünkü onları burada bulunmaktan mazeretleri engellemiştir (hapset­miştir)."[274]

Şimdi bu velâ'ya dostluğa, bağlılığa ve yardımlaşmaya bir bakın. Ma­zeretleri sebebiyle savaşa katılamamalarına rağmen, savaştakilerle her an beraberlikleri olan bir topluluk. İşte bu, gerçekten, müslümanların terket-mesi konusunda bir mazeretleri olmayacak olan bir konudur. O Medine-deki müslümanlar, dualarıyla, onlara tabi olmakla her zaman kardeşleri­nin yanındadırlar.

Bugün ise, durum böyle midir acaba? Görülecek olan tablo hep mağrur kimseler, nefesleri ve takatları kesilmiş bir toplum, hepsi yani kâfirler as­lında en şereflilerin ve soyluların düşmanı iken, aksine bu yıkıma uğramış olanlar ise bu kâfirleri dostlar ve vefalı kimseler olarak görmektedirler.

Ancak bugünkü müslümanların anlamaları gereken bir husus vardır. Bu da şudur: Müslümanlar, Rasûlüllah'ın siretine, hayatına tabi olacak-iar, her konuda Rasûlüllah'ın ve salih selefin sîretini uygulayacaklardır. Özellikle bu Velâ ve Berâ meselesinde de bunlara uymak zorundadırlar. Çünkü bu mesele, özellikle kendilerinden istenen bir meseledir. Artık bun­dan sonra müslümanların başka seslere kulak vererek ayaklanmaları, baş­kalarına uymaları, özellikle kâfir batı ile mülhid (dinsiz) doğuya bağlılık gösterip velayet vermeleri doğru değildir. Onların sloganlarını, onlar tara­fından dikte ettirilen şeyleri gündeme getirmeleri müslüman için doğru ol­maz. Bu, gerçekten bir gerilemedir, kendi varlığını yitirmedir.

Aksine müslümanların samimi azimleri, bu akidenin gereklerinin ger­çekleşmesi konusunda harekete geçmesi, Rabbani ve sağlam olan şeriatın hüküm olarak uygulanması üzerinde ısrar etmeleri halinde işte o zaman kurtuluş yolunu ve huzur kaynağını hem dünyada hem ahirette kazanmış olurlar. İşte böyle bir durumda en üst ve çok arzulanan bir düzeye gelmiş olurlar. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer kalpten inanmişsanız. üstün ge­lecek olan sizsiniz." (Âl-i İm-rân, 3/139)  
           

[266] Nedvî, "Müslümanlann Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?", s.126-127.

[267] Seyyid Kutub, "İslâm Düşüncesinin Özellikleri", M. Kutüb, "İslâm'da Terbiye Me­todu", "İnsan, Madde ve İslâm".

îslâmın örnek bir sistem olduğuna dair bu eserler okunursa, doğru bir fikir ka­zanılmış olunur.

[268] Buharı, Meğazî, 8/113, H.4418. Taberî Tefsiri, 11/60, İbn Kesir Tefsiri, 4/İ66-168.

[269] Fethu'1-Barî, 8/121. Buharî, İman, i. 60, H.16. Müslim, İman, H.43, 66, 67. İbn Kayyım, "Zadu'l-Meâd", 3/581.

[270] Zeyd b. Desine b. Muaviye b. Ubeyd b. Amir b. Beyaza. Ensar'dandır. Bedir ve Uhud savaşlarmıgörmüş, kendisi Bi'ri maune faciasında müşriklere esir düşmüştü. Ku-reyş müşrikleri, kendisini "Ten'îm" denilen yerde şehid ettiler. Bk. el-lsabe, 1/565.

[271] İbn Hişam, Sîret, 3/181.

[272] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/301. İbn Kesîr Tefsiri, 6/394.

[273] Taberî Tefsiri, 3/519-520.

[274] Buharı, Meğazî, H.4423. Müslim, İmare, H.1911 (159).