rray
armi
Tue 12 January 2010, 03:35 pm GMT +0200
Geçim Sebeplerini Arayanların Hükümlerine Ve Ticaret Ehlinde Bulunması Gereken İlmi Şartlara İlişkindir
Allah Teala buyurdu ki: "Ve gündüzü geçim zamanı kıldık". (Nebe/11) Allah Teala bunu, mucize ve nimetlerini sıraladığı bir ortamda zikretmiştir.O, başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Biz (yeryüzünde) geçim yolları varettik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?!" (A´raf/10) Görüldüğü üzere burada ´geçim yolları´, şükredilmesi gereken nimetler olarak görülmektedir.
Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahlar arasında öyle günahlar vardır ki onlar, ancak geçim tasasıy-la kefaret bulurlar". Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Kişinin bileğinin kazancıyla ve helal iş sayesinde yediği, helal kılınmıştır". Bu hadis-i şerifin başka bir lafzı da şu şekildedir: "Dürüst zanaat ehlinin bileğiyle kazandığından yemek, kula helal kılınmıştır". Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmaktadır: "Özü sözü doğru tacir, kıyamet günü sıddıklar ve şehitlerle beraber haşrolunur".
Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dilencilikten sakınmak, ailesi için çalışmak ve komşusuna yardım etmek için dünya (malının) helalini arayan kimse, Allah Teala´ya yüzü ondördündeki ay misali parlayarak kavuşur".
Rivayete göre Allah Resulü (sav) bir sabah ashabı ile otururken, güçlü kuvvetli bir gencin geçtiğini gördüler. Genç, erken saatte işe gidiyordu. Sahabeden biri, ´Vah şuna, gücünü ve gençliğini Allah yolunda harcasa ne iyi ederdi!´ dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: ´Sakın böyle demeyin. Eğer o, kendisi için çalışıyorsa başkalarına el açmaz ve insanlara muhtaç olmaz, bu durumda da Allah yolunda çalışmış olur. Eğer güçten düşmüş ana baba veya ailesi için çalışıyorsa onları dilenmekten ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Bu da Allah yolu sayılır. Eğer böbürlenmek ve çoklukla övünmek için çalışıyorsa, işte o zaman şeytanın yolundadır".
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Ben, ne dünya ne de ahiret uğraşında bulunmayıp boş gezen kimseden nefret ederim. İbrahim en-Ne-ha´i de (ra) şöyle demiştir; Geçimini el emeğiyle kazanan zanaat ehli, Selef-i Salih gözünde ticaret ehlinden daha sevimli idi. Tüccar da, boşta gezenlerden daha sevimli görülürdü.
İbrahim´e dürüst taciri mi, yoksa zamanını devamlı ibadetle geçiren kişiyi mi daha çok sevdiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: ´Dürüst taciri daha çok severim. Çünkü o, ölçü ve tartıda kendine musallat olan şeytanla cihat etmektedir. Alışverişle uğraşan kimse, devamlı onunla cihad halindedir. -
Hasan el-Basri (ra) işe bu hususta onun görüşüne karşı çıkmış ve Ömer b, Hattab´ın (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Ölümün bana ulaşacağı her yer, ailemin geçimi için ticaret yapmak gayesiyle seyahatte bulunduğum yerde ulaşmasından çok daha sevimlidir.
Eyyub şunu nakletmiştir: "Ebu Kılabe bana şöyle dedi: Pazara devam et. Çünkü zenginlik afiyettedir. Burada ´afiyet´, insanlara muhtaç olmamak anlamına gelmektedir. Allah Teala, herşeyi en iyi bilendir. Ancak burada kasdedilen ´zenginlik´, Allah´a itaati engellemeyen bir zenginliktir.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle derdi: Ticaret yap, al ve sat. Sermayenin bereketi, çiftçinin bereketi kadar olmasa bile böyle yap". Şam abidlerinden İbni Muhayriz şöyle derdi: "Allah yolunda müşriklerin ganimetinden alınan ve içindeki Allah hakkı ifa edilmiş bulunan bir kaynaktan sağlanarak karnımı doyurduğum bir yemek, dürüst tacirin kazancından yapılan yemekten daha sevimlidir.
Selef-i Salih, ailesinin geçimi için çalışan müslümanı, Allah yolunda cihad eden mücahid gibi görüyor ve onu diğerlerinin üstünde görüyordu. Bu konuda şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"Allah Teala bir meslek edinerek insanlara muhtaç olmaktan kurtulan kulu sever".
Dostlarımdan biri, Ebu Cafer el-Fergani´den şunu nakletmişti: Bir gün Cüneyd-i Bağdadi´nin huzurunda otururken, mescidlerde oturup sufilere benzemeye çalışan kimselerin bahsi geçmişti. Onlar, mescidlerde layıkıyla oturma noktasında kusurlu davranmakla kalmayıp bir yandan da pazara giden insanları ayıplıyorlardı.
Cüneyd (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Pazarda öyle insanlar vardır ki, hakiki mescid ehlinin izniyle oraya oturup diğerlerini çıkarma ve çıkanların yerlerini alma mertebesinde dirler. Ben öyle bir zat tanıyorum ki, pazar esnafından olmasına rağmen günlük evradı olan üçyüz rekat namaz ve otuz bin teşbihi eda eder. O zat, benim tasavvurumu dahi aşmış durumdadır.
Kul pazar esnafından ise, öncelikle alışveriş, satın alma, satma ve insanlarla yapılması gereken ticari muameleyi iyice öğrenmelidir. Ayrıca faize bulaşmaktan sakınabilmek için ona götüren yolları da iyi bilmelidir. Böylelikle o afetten sakınıp uzak durabilecektir. Ticaret ehli her gün müftüye giderek ticari işlerinin durumunu sorup öğrenmelidir. Ticari konularda bilgi ve tecrübesi olmayan her tüccar böyle yapmalıdır. Hatta ticari bir işleme başlamadan önce müftüye giderek onun hükmünü öğrenmelidir. Çünkü her amelin bir ilmi, Allah Teala´nm da her hususta bir hükmü vardır. Bilginizin çokluğu, hiçbir zaman sizi bundan müstağni kılamaz. Eğer böyle titiz davranmazsanız, faize bulaşmanız ve yanlış alışverişlerde bulunmanız mümkündür.
Ömer b. Hattab (ra) pazarları gezer ve tüccarlara değneğiyle dokunarak şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisine sahip olanlar alışveriş yapabilir. Aksi halde istemeyerek de olsa faize bulaşabilir.
Kul, ticari hükümlerle ilgili bilgileri iyice öğrendikten sonra kendisine mubah kılman ticaret ve zanaat dalma girmelidir. Yaptığı her işte içten, alışverişinde dürüst, sünneti yaşatacak, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak ve Allah yolunda cihada niyetlenecek tarzda hareket etmelidir. Zira her kim hakkıyla alıp verir, dürüstlük ve ihlas ile işlemde bulunursa iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma enirine uymuş olur.
Bu şuur ile ticaret yapan bir kul, özellikle de batılın çoğalıp yaygınlaştığı şu dönemde, şeytanla ve arzularıyla mücadele etmiş olur. Dünyanın denge ve düzeni, dinin denge ve düzenine bağlıdır. Dünyanın bozulması da, aynı şekilde dinin bozulmasının sonucudur. Çünkü bu ikisi, birbirleriyle içice olup her ikisi de bir diğerine muhtaçtırlar. Allah Resulü´nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Kalbi düzelinceye kadar kul düzelmez. Dili düzelinceye kadar da kalbi düzelmez".
Yüce Allah´ın "İman eden ve imanlarına haksızlık bulaştırma-yanlar var ya, işte onlar için emniyet vardır ve onlar hidayete ermişlerdir" (En´am/82) buyruğunda adı geçenlerin kimler olduğu Allah Resulü´ne (sav) sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Sağ eli iyilikte bulunan (infakta bulunan), sözü doğru olan, kalbi dosdoğru, ırzı ve midesine sahip olandır". Bunlar; geçiminde rahatlamaya yönelen, insanlara el açmaktan uzak duran ve halka muhtaç olma haline düşmeyerek onların ellerinkine tamah etmeyen ve onlara yaranmaya çalışmayanlardır. Kişi bunları niyetlenerek yaparsa, ibadet etmiş olur.
Kul, kendi ihtiyaçlarını ve ailesinin geçimliğini temin etmek için çalışmalıdır. Bu da onun için bir sadaka sayılır. Ama bunu yaparken de, sözünde doğru, müslüman kardeşleriyle ilişkilerinde dürüst olmalıdır. Dininin gereği olarak böyle davranmalı ve halkın kendisinden selamette olduğuna dair kanaatini muhafaza etmelidir. Halka göstermesi gereken dürüstlük ve merhametin icabı da budur.
Salih bir kul, bu minval üzere çalışır ve her konuda, din ve takvanın gereklerine öncelik verir. Böyle yaptıktan sonra dünyevi durumu düzelirse, Allah Teala´ya hamd eder. Bu hal, onun için bir kazanç ve tercihiyet olmuş olur. Eğer böyle davrandığı için işleri bozulur, din ve takva hislerini önde tutması sebebiyle dünyevi vaziyeti sarsılırsa, bu durumda da dinini koruyup onu kazanmış ve takva sermayesini muhafaza etmiş olur. Dinine teslim olmuş ve ona dayanarak onu kazanmış biri sayılır.
Dünya malını katlarla kazanırken dininin onda birini ziyan edene gelince, böyle bir kulun ticareti hüsranda olduğu gibi, yolu da yol değildir. O, Allah katında da hüsranda olanlar arasındadır.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Akıllı kişiye layık olan, dünyada en fazla ihtiyacı olduğu şeydir. Onun, dünyada en fazla muhtaç olduğu şey; ahirette en çok övgüye mazhar olabileceği sondur. Muaz b. Cebel (ra) de vasiyetinde şöyle demiştir: Dünyadaki nasibine ulaşman gerekir. Ama ahiretteki nasibine daha fazla muhtaçsın. Bu nedenle işe ahiretteki nasibinle başla ve onu al. Çünkü o, dünyadaki nasibine de uğrayacak ve onu da senin için güzelce düzenleyip sonsuza kadar seninle olacaktır.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Dünyadaki nasibini unutma". (Kasas/77) Yani dünyadaki nasibini terkedip onu ahirete bırakma. Çünkü hasenatı kazanma yeri dünyadır. Onları kazandığında, ahirette de ihsan ehlinden olursun. Allah Teala´nın bu hitabında gizli olan maksada, şu Kelam-ı İlahi delalet etmektedir: "Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde fesat (çıkmasını) isteme". (Kasas/77)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Alışveriş için pazara gidip kendi dirhemini kardeşinin dirheminden daha sevimli gören kimse, yaptığı muamelede müslümanlara karşı dürüst olamaz.
Başka bir alim ise şöyle demiştir: Kendisi alıcı olduğunda beş Denge´ye alacağı bir malı kardeşine bir dirheme satan kimse, kendi için istediğini din kardeşi için istemeyen kimsedir. Böyle olmaması için, kardeşine ancak kendi alacağı fiyattan satması gerekir. Bu tür bir tacir için gereken şudur ki, kardeşinin dirhemiyle kendi dirhemini, onun bineğiyle kendi bineğini eşit görmelidir. Ancak bu şekilde alışverişinde adil ve Allah Teala´nın vazettiği şeriatın hükmüne uygun hareket etmiş olur.
İnançlı tüccar, paraya ulaştıran sebep ve vasıtayı iyi araştırmalıdır. Bu vasıta, ilmen maruf ve hükmen mubah olmalıdır. Aldığı dirhem hakkında da vera´ sahibi ve dikkatli olmalıdır. Bu dirhem hainlik, hırsızlık, fesat, hile, zulüm ve haksızlık yoluyla kazanılmış olmamalıdır. Bütün bunlar, mubah kazançları harama dönüştüren yollardır. Bu hususlarda sakınan, ama aldığı dirhemin kaynağını bilmeyen veya adil birinden öğrenmeyen kimse de, onu şüphe ile kazanmış olur. Bu dirhem de helal olmaz. Zira haksız yollardan biriyle kazanılmış olabilir. Çünkü bu dirhemin kaynağını kesin olarak bilmemektedir.
Bu gibi hadiseler, takva sahiplerinin azalması ve vera´ ehlinin yokolmasmdan kaynaklanmaktadır. Bu tür kazançlarda haram şüphesi olduğu gibi helallik şüphesi de mevcuttur.
Konuyla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Allah Re-sulü´ne (sav) bir süt getirilmişti. "Bu sütü nereden aldınız?´ diye sordu. ´Şöyle şöyle bir keçiden´ dediler. ´Bu keçi size nereden geldi?´ diye sordu. ´Falan şekilde´ deyip anlattılar. Bundan sonra sütü içti ve şöyle buyurdu: ´Biz, peygamberler zümresi ancak helal yemekle ve salih amel işlemekle emrolunduk. Allah Teala buyurdu ki: ´Ey İman edenler, size verdiğimiz rızıkların güzel(helal)lerinden yiyin". (Bakara/172)
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) kendisine getirilen bir şeyin kaynağını ve kaynağının kaynağını sormuş, bunun ötesine geçmemiştir. Zira bu, hem güç hem de öğrenilmesi zor bir bilgidir.
Tüccar ve sanat ehlinin malları, askeri mallarla karışmıştır. Askeri yollardan kazanılan malların çoğunluğu, haketmeksizin alınmış mallardır. Bunu, malları batıl yollarla yemek gibi de görebiliriz. Çünkü askerler canlarını ve bineklerini arzuları peşinde koşturmakta, kendilerine verilen malları yanlış yerlerde sarfetmekte-dirler. Onların bu kirli mal ve paralan da esnafin mallarına karışmakta, bu zümreler de sözkonusu malları ayırdetmeksizin almaktadırlar. Bunun sebebi, takvanın azalması ve vera´ duygusunun tamamen kaybolmasıdır. Bu nedenledir ki mevcut mal ve paraların çoğunluğu haram niteliğindedir.
Helal, takva ve vera´nın bir dalıdır. Takva sahipleri çoğalıp vera´ ehli gözle görülür hale gelince helal sermaye de artar. Bunlar azaldığında ise, haram yaygınlık ve tesir kazanır. Helal de haramın içine gizlenip kalır. Vera´ sahipleri pazardan çekildiği ve takva ehli azaldığı zaman kaçınılmaz sonuç budur.
Helal ancak ilk asırda mevcuttu. Çünkü o zaman Selef-i Salih hayattaydı. Halk da vera´ sahibi idi. Haketmedikleri şeyleri almazlardı. Takva herkese hakimdi. Öyle ki kendi haklarının bir kısmını dahi şüphelendikleri için almazlardı. Bu yüzden de onların devrinde helal sermaye yaygındı. Irak fakihlerdinden bir zatla ilgili olarak şöyle bir olay anlatılmıştır: O, bir defasında ´Ben amirinin şahitliğini kabul etmem´ demişti. Kendisine, ´Neden?´ diye sorulduğunda şu karşılığı vermişti: Cimrilik onu, hakkını tamamıyla almaya zorlar. Hakkın tamamıyla alınması halinde ise kendi hakkı olmayan bir şeyin alınması da muhtemeldir.
Ata, Ali b. Ebi Talib´den (kv) şu sözü nakletmiştir: Ikramsever kimse, hakkını sonuna kadar almaya gayret etmez, aldığıyla yetinir. Ali (kv) bunu söyledikten sonra, Allah Teala´nın şu buyruğunu okumuştur: "Peygamber de eşine o söylediğinin bir kısmını bildirip bir kısmından ise vazgeçmişti". (Tahrim/3)
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Biz, harama açılabilecek tek bir noktaya düşme endişesiyle helalin yetmiş noktasını terkederdik. Hasan el-Basri´nin (ra) şu sözü de yerindedir: Geçmiş kuşaktan öylelerini gördüm ki, kendilerine sunulan helal malı almaz ve ´Buna ihtiyacım yok, almam halinde kalbimin bozulmasından korkarım´ derdi. O zamanın halifeleri de adalet sahibiydiler. Askerler de takva üzere onlara yardımcı olur ve kendilerine verilen payları, hak üzere alırlardı.
Allah Resulü (sav) bir hadislerinde atlar hakkında şöyle buyurmuştur: "At, kişi için günah kaynağı olabilir. Atını gurur, riya, şöhret veya İslama kötü bir kasıtla bağlayan kimse için, o atın yediği, içtiği, midesini doldurduğu, hatta idrar ve pisliği dahi Kıyamet günü sahibinin günahları olarak ona isnad edilecektir".
Allah Teala buyurdu ki: "Zulmedenleri ve eşlerini (onlara benzeyenleri ve yardımcılarını) toplayın". (Saffat/22) Süfyan-ı Sevri (ra) de bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: Kıyamet günü şöyle nida edilir: ´Kötü yöneticiler ve onlara yardımcı olanlar ayağa kalksınlar!´ Onlar için hokkaya bez koyan, divitlerini sivrilten, kavuklarını taşıyan yahut herhangi bir işte onlara yardım edenlerin hepsi o zalimlerle beraber olacaklardır.
Bir adam İbnu Mübarek´e gelerek, ´Ben terziyim, sultanın ava-nesinden birileri için birşeyler dikmiş olabilirim, ne dersiniz ben de zalimlerin yardımcılarından sayılır mıyım?´ diye sordu. O da şu cevabı verdi: Sen zalimlerin yardımcılarından değil bilakis zalimlerden birisin. Zalimlerin yardımcıları, senden iğne iplik alanlardır.
Ulemadan bir zat, emirlerden birinin divanında oturuyordu. Emir bir mektup yazmıştı. Alim zata dönerek *bana biraz mum ver de mektubu mühürleyeyim´ dedi. Alim, onun isteğini yerine getirmeyerek ´Yazdığın mektubu ver de bir göz atayım, gayri meşru bir şey olup olmadığına bakayım´ dedi. Emir mektubu ona vermedi.
Süfyan-ı Sevri (ra) benzer bir davranışı Halife Mehdi´ye sergilemiştir. Halifenin elinde beyaz bir kağıt vardı. O esnada içeri Süf-yan girdi. Halife ona, ´Ey Eba Abdullah, diviti uzatıver de bir mektup yazayım´ dedi. Bunun üzerine Süfyan, ´Önce ne yazacağım söyle. Eğer hakka uygun ise veririm. Aksi halde zulümde sana yardımcı olmam* karşılığını verdi.
Mekke emiri MekkelileiMen bir zata, kale yapımına nezaret etme görevini vermişti. Anılan zat şunu anlatmıştır: Bu işle ilgili olarak içime bir kuşku düştü. Meseleyi Süfyan-ı Sevri´ye (ra) sordum. O da bana, ´Bu işi asla yapma, az veya çok, ona hiçbir şekilde yardımcı olma´ dedi. Ben de kendisine, ´Ey Eba Abdullah, bu müslü-manların yararı için Allah yolunda yapılan bir kale´ dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Evet, bu doğru olabilir. Ama bunda bile kalbine doğacak şeylerin en hafifi, ücretini verebilmesi düşüncesiyle onun idarede kalmasını temenni etmendir.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kim bir zalimin idarede kalması için dua ederse Allah Teala´ya isyanı istemiş olur. Bir hadis-i şerifinde de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir fasık övüldüğü zaman Allah Teala gazap-lanır". Başka bir rivayette de şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Kim bir fasıka ikramda bulunursa, İslam´ın yıkılmasına yardım etmiş gibi olur".
Esnaf, fasit alışverişlerden uzak durmalıdır. Aldatıcı, tehlikeli ve bilinmeyen malların ticareti türünden alışverişler böyledir. Bir alışverişte iki alışveriş yapmak da buna benzer ki, bunlardan biri şart koşma veya şarta bağlamadır. Müslüman esnaf, elinde olmayan bir malı satmamak, aldığı bir malı da eline geçinceye kadar devretme-melidir. Borcu, borca s atmam alıdır. Olgunlaşıp kalitesi belli oluncaya, hastalıklı olup olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar hiçbir sebze veya meyvenin alım satımına girmemelidir. Kızarmamış veya sa-rarmamış hurmanın alışverişini de yapmamalıdır. Yumuş amadıkça veya kararmadıkça üzüm için pazarlık etmemelidir.
Allah Resulü (sav) iddiaya girerek mal bedelini arttırma yoluyla yapılan satışı da yasaklamıştır. Bu durumda başkasını kandırmaya dönük bir alışverişin gerçekleşmesi muhtemeldir. Altın ve değerli taşlardan yapılmış kolye türü zinet eşyalarını da parçalarını tamamen tahlil etmeden alıp satmamak gerekir. Sünnete uygun olan budur.
Müslüman tüccarlar, hayvanlar ve toprak mahsulleriyle ilgili satışlarda satılan malın her yönü açığa çıkmadıkça alışverişi ta-mamlamamahdırlar. Müslüman esnaf, faiz karışması veya başka bir hükmün ihlali nedeniyle batıl olduğu bilinen alışverişlerden sakınmalıdırlar. Bunlar, dini hassasiyeti azaltıcı ve kazancı kirletici hususlardır.
Bu konularda tereddüte kapılanlar, ilim ve fetva ehline sormalı, onlardan alacakları fetvalarda da vera´ ve takva ehlinin mezhebine uygun düşeni tercih etmelidirler. Dinleri hakkında ihtiyatlı olmalı, nefislerine dikkat etmeli ve ahiretleriyle ilgili endişelerde asla ihmalkar davranmamalıdırlar. Bu, kendileri için çok daha hayırlı ve muvaffakiyet temin etmeye daha yakındır.
Müslüman esnaf ve tüccar, yeni zanaat ve geçim yollarına tereddütle yaklaşmalıdırlar. Bunların Selef döneminde mevcut olmayışları, bidat ve mekruh olarak görülmeleri sebebiyle olabilir. Ma-siyete yol açan her türlü araç ve yol da masiyettir. Müslüman, bu tür alet ve edevatı imal etmez ve satmaz. Aksi halde zulüm ve saldırganlığa yardım etmiş olur.
Bidat veya münker bir iş sebebiyle kazandığı her kuruş da bidat ve münkerdir. Bidat ve masiyet ehline yardım edenler, bu bidat ve masiyette onların ortaklarıdır. Bu gibi yollarla kazanılan paralar, halkın mallarını batıl ile yeme hükmüne girer. Haram yiyen kimse de, kendini ve din kardeşini öldürmüş gibidir. Çünkü o, haramı hem kendisi yemiş, hem de din kardeşine yedirmiş olmaktadır. Allah Te-ala buyurdu ki: "Mallarınızı aranızda batıl (yollar) ile yemeyin". (Bakara/188); "Kendinizi öldürmeyin". (Nisa/29) Bütün bunlar, müslümanlarm izlemesi gereken yolun dışındaki yollardır. Allah Teala buyurdu ki: "Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu saptığı yere döndürür ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Esnafın geçimini temin ettiği iş, onu ahiret işinden uzaklaştır-mamalı, dünyevi ticareti uhrevi ticaretinden koparmamalıdır. Dünya pazarı, ahiret pazarındaki alışverişine mani olmamalıdır.
İnançlı bir esnaf şunu iyi bilir ki, Allah Teala´nm yeryüzündeki evleri olan camiler, aynı zamanda ahiretin pazarlarıdır. Yüce Allah buyurdu ki: "Öyle adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah´ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37); "Allah´ın yükselmesine izin verdiği evlerde (camilerde) O´nun adı anılır, geceleri ve sabahları oralarda O´nu teşbih eden adamlar vardır". (Nur/36)
Esnaf, günün iki tarafını Efendisi´nin hizmetine adamak, O´nu zikir ve en güzel amellerle teşbih etmelidir. Ömer (ra) tüccarlara bu konuda emirde bulunarak şöyle demiştir: Gününüzün ilk kısmını Allah Teala´ya tahsis edin, kalan kısmını da kendinize ayırın. Se-lef-i Salih´ten nakledilen haberlerde günlük hayatlarını şöyle düzenledikleri nakledilmiştir: Onlar, günün ilk kısmını ahirete, son kısmını da dünyaya tahsis ederlerdi. Denir ki: Kış mevsimleri helva ve kelleyi çocuklar ve zimmiler satardı. Çünkü helvacılar ve kelleciler gün doğumuna kadar geçen vakti mescidde geçirirlerdi.
Selef-i Salih, ikindi namazından sonra da zikir ve teşbih için mescidde toplanırlardı. Hatta o vakitte mescide gidenler, topluca oturduklarını görünce, ´İkindi´yi mi kılacaksınız?´ diye sorarlardı. Onlar, İkindi vaktinden gün batımına kadar geçen zamanı zikir ve teşbihle geçirirlerdi. Bu, artık izi kalmamış bir adettir. Bu vakitte böyle yapanlar, o güzel adeti ihya etmiş olurlar.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İnsanlar üç sınıftır: Ahireti sebebiyle dünyayı ihmal edenler ki onların hali ´kazananlar=fâ´izûn derecesidir. Ahireti için dünyalık kazananlar ki bunların hali de, ´Kurtulanlar=nâcûn´ derecesidir. Dünya sebebiyle ahireti ihmal edenler ki bunların hali de, ´Helak olanlar=hâlikûn´ derecesidir. Bir alim biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Allah Teala´yı seven yaşar, dünyayı seven şaşar, akılsız ahmaklar da sağa sola gidip gelirler.
İbni Ömer (ra) pazara girdiğinde şöyle dua ederlerdi; Allahım! Küfür, fısk ve pazarı kuşatan kötülüklerden Sana sığınırım. Pazarda Allah Teala´yı anmak, çok mühim bir vazifedir. Esnaf, gaflet anlarında ve halkın alışveriş için yüklendiği saatlerde Allah Teala´yı anmayı asla ihmal etmemelidir. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Pazarda Allah´ı zikreden kişi, Kıyamet günü ay ışığı gibi bir ışık, güneşgibi bir delille huzur-u ilahiye gelir. Pazar yerinde Allah´tan bağışlanma dileyen kimseye, ailesinin fertleri sayısınca mağfiret edilir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: Gafiller arasında Allah´ı zikreden kimse, firarilere uymayıp savaşan, ölüler arasında diri kalan kişi gibidir. Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Pazara gelen ve ´Allah´tan başka ilah yoktur, Tek´tir, ortağı yoktur, mülk O´nundur, hamd O´nadır, diriltir ve öldürür, Zatı diridir, asla ölmez, hayır O´nun kudret elindedir ve O herşeye Kâdir´dir´ diyen kul için Allah Teala ikibin hasene yazar.
Abdullah b. Ömer (ra) ve Muhammed b. Vasi´ (ra) pazara gittiklerinde lütuf dileyerek Allah Teala´yı zikrederlerdi. Çarşı pazara gittiğinizde veya orada iken Allah Teala´yı anıp kelime-i tevhid getirmeyi asla ihmal etmeyin. Bu, orada yapılması gereken amellerdendir. Pazarda, ya Allah´ı anar veya iş yapar halde bulunun. Bunlar dışında yapılanlar, mekruh görülmüştür.
Ezanı işittiğinizde namaza yönelin ve cemaatten sonraya kalmayın. Aksi halde bazı alimlere göre fısk haline düşülebilir. Zaman yeterli veya başka bir mescidde cemaate katılabilmek sözkonusu ise oyalanmak caizdir. Cemaatin başlangıç tekbirine yetişmek,, esnaf için ölünceye kadar dünyada kazanacağı bütün servetlerden daha sevimli, kaçırılması ise, dünyada kaybedebileceği her varlıktan daha ağır bir kayıptır. Akıl ve basiret sahibi esnaf bu hakikati iyi bilir.
Selef esnafı ezanı işittiklerinde mescidlere koşar ve kamet vaktine kadar niyaz ederlerdi. O vakitte çarşı pazarda esnaf kalmaz, dükkanlarda çocuklar ve zimmiler otururlardı. Bunlar, tüccar tarafından istihdam edilir, kendileri mescidde iken küçükler paraları istifler, dükkanları beklerlerdi. Bu da, izi kaybolmuş sünnetlerden biri olup devam ettirenler onu ihya etme sevabını kazanırlar.
"Öyle adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah´ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37) ayet-i kerimesinin tefsiri yapılırken şu hikaye nakledilmiştir: Ayette anlatılan kimseler, demirciler ve ayakkabıcılardır. Çekici kaldırdıkları veya iğneyi soktukları an ezanı işitirlerse, iğneyi deriden çıkarmaz, çekici de demire vurmayıp derhal mescide koşarlardı.
Rivayete göre Vehb şöyle demiştir: Malik (ra) Cuma günü ezandan sonra alışveriş yapan kişiyle ilgili olarak alışverişin münfesih olduğunu söylemişti. Kendisine, "Ticari bir muamelede bulunsa ve namaza gitmese ne olur? O hür değil midir?´ denildiğinde ise şu cevabı vermiştir: Böyle biri, Rabbi´nden bağışlanma dilemelidir. Re-bfa ise aynı adam hakkında, ´Zulümde bulunmuş ve kötülük etmiş* tir" şeklinde fikir beyan etmiştir. Malik de (ra) şöyle demiştir: Cu<-ma günü imam camiden çıkıncaya kadar alışveriş etmek haramdır.
Zanaat ehli, süslü ve gösterişli eşya imal etmekten uzak durma* lıdır. Bu çerçevede faydasız ve zinet olma Özelliğinden başka bir hususiyeti olmayan resim, nakış, fildişi oymalar, fildişi kakmalar, kireçten dökümler, nefsi tahrik edici renklerle yapılmış boyamalar ve benzerlerinin tamamı mekruhtur. Bunlar karşılığında alman ücret de şüphelidir. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle derdi: Evlatlarınız için zanaatların iyilerini seçin. Huzeyfe´den (ra) bu hususta şu söz rivayet edilmiştir: Allah Teala, her zanaatçıyı ve zanaatı yaratandır. Selef, yemek ve un satmayı da mekruh görürdü. Bunların satışının mekruh oluşuyla ilgili olarak Allah Resulü´nden (sav) birçok hadis rivayet edilmiştir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Allah Teala, zanaatında becerikli olan kulunu sever. Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Allah Teala, kulu bir iş yaptığında onu en iyi şekilde yapmasını ister.
Ariflerden bir zat, tavsiyelerde bulunduğu bir şahsa şöyle demiştir: Oğlunu şu iki ticarete ve iki zanaata sokma: Yemek satışı ile kefen satıcılığına. Çünkü ilkinde fiyatların artmasını, ikincisinde de insanların ölmesini temenni eder. İki zanaat ise, kasaplık ve kuyumculuktur. İlki kalbi katılaştırır, ikincisi de altın ve gümüşle süsleyerek dünyayı güzel gösterir.
Osman el-Şehham, Muhammed b. Sirin´in komisyonculuğu (=tellaliye) mekruh gördüğünü söylemiştir. Said de, Katade´nin komisyon ücretini mekruh gördüğünü bildirmiştir. Bir Arap atasözünde şöyle denir: Canlı sat, ölü al! Bu sözde sanki telef olması endişesiyle canlı hayvanın ücretini geri vermeyi hoş görmedikleri gibi bir mana vardır. Alimler, cansız hayvan almayı hoş görmüşlerdir, çünkü alman hayvan zaten ölüdür.
Araplar elbise ticaretini severlerdi. Said b. el-Müseyyeb şöyle derdi: Benim için, -içinde yeminler edilmemek şartıyla- elbise ticaretinden daha sevimli bir ticaret yoktur. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Eğer cennet ehli ticaret yapacak olsalardı elbise ticareti yaparlardı. Cehennem ehli ticaret yapacak olsalardı, sarraflık yaparlardı. Hasan el-Basri (ra) ve Muhammed b. Şirin (ra) sarraflığı (kuyumculuğu) mekruh görmüşlerdir. Hasan el-Basri´ye (ra) sarrafın durumu sorulduğunda şöyle dedi: O, fisk sahibidir, gölgesinde durulmaz, ardında namaz kılınmaz.
Bahçıvan, hamal, tuzcu, hamam işleten, hırkacı ve berber de zanaat ehlinin hayırlıları arasında sayılmıştır. Marangozluk, hamallık, terzilik, ayakkabıcılık, mestçilik, çamaşırcılık, zırh yapımcılığı, demircilik, dokumacılık, kara ve deniz avcılığı ile kağıt imalatı mubah görülmüş zanaatlardır.
Abdülvehhab b. el-Verrak´m şunu naklettiği haber verilmiştir: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) bana mesleğimi sorduğunda ´Kağıt imalatçısıyım* dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kazancın da güzel, zanaatın da. Eğer bir zanaatla uğraşacak olsaydım, senin zanaati-ni yapardım. Sonra şu tembihte bulundu: Yazarken sadece vasıfları belirt, haşiye ve notları müstesna tut.
Malik b. Dinar (ra) kağıt imalatçısıydı. Selef-i Salih, kazançlarını kendileri tedarik eder ve bunu boşta gezmeye tercih ederlerdi. Kulu Allah Teala´ya yaklaştıran her amel, ahiret amellerinden sayılır. İyilik, ´ma´ruf görülmüş ve buna karşılık ücret almak ise mekruh olarak nitelenmiştir.
Mesela Kur"an ve ilim öğretmek, zikir meclislerine katılmak, Ramazan ayında halka namaz kıldırmak, ölü yıkamak ve benzeri işler için ücret almak mekruhtur. Çünkü bunlar, ahiret ticareti sayılan işlerdir ve bunların karşılığı ancak ahirette alınır. Bunların karşılığını dünyada alan kimse, açık bir ziyandadır.
Muhtesibler de ifa ettikleri göreve karşılık ücret talep ederlerse, mekruh işlemiş olurlar. Allah Resulü (sav), Osman b. EbiVAs´a (ra) şöyle buyurmuştur: Bir müezzin bul ve ezan için ücret alm [35] Ebu Ubade (ra) Allah Resulü (sav) devrinde şöyle bir hadise cereyan ettiğini haber vermiştir: "Öğrettiği bir sureye karşılık Allah Resulü´ne (sav) bir yay hediye edilmek istenmişti. O, hediye teklif edene şöyle buyurdu: Allah Teala´nm seni ateşten bir yaya sarmasını ister misin? Ardından da yayı geri verdi".
Müslüman tüccar, gıda maddelerini stoklayıp karaborsaya düşürmekten kesinlikle sakınmalıdır. Özellikle de halkın temel gıdası olan buğday ticaretinde ihtikarcılık (stokçuluk) yapmamalıdır. Stokçuluğun kerahati ve kötülüğü hakkında sayısız hadis rivayet edilmiştir: Huzeyfe (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslümanların yiyeceğini stoklayan bizden değildir[36]
Başka bir hadiste ise O´nun şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Her kim kırk gün süreyle ihtikarda bulunur, ardından da bu gıdaları tasadduk ederse bu, sadaka sayılmayıp ihtikar günahının kefareti sayılır". Bir diğer hadiste ise şu ifade yer almaktadır: "Kim kırk gün ihtikarda bulunursa, insan öldürmüş gibi (günahkar) olur". Bir başka hadis de şöyledir: "Allah onu cehennemin en büyüğüne atar".
Ali (kv) de şöyle demiştir: Her kim kırk gün ihtikarda bulunursa, kalbi katılaşır. Rivayete göre Ali (kv), ihtikarcıların stokladığı gıda maddelerini yaktırmıştır. Bir vesiyle de şöyle dediği nakledilmiştir: Kim bir yiyecek getirir ve onu günün fiyatıyla satarsa, onu tasadduk etmiş gibi olur. Bu sözün başka bir rivayetinde ise şu lafız kullanılmıştır: Sanki bir köle azat etmiş gibi olur.
armi
Tue 12 January 2010, 03:43 pm GMT +0200
Ulemadan bir cemaate göre ihtikar kapsamına giren ana kalemler şunlardır: Her türlü hububat, mercimek, bakla, yağ, bal, peynir, hurma, sıvı yağ ve peksimet. Bunların stoklanması mekruh görülmüştür. Benzer bir hüküm İbni Abbas´tan da (ra) rivayet edilmiştir: O, bunu "Her kim orada ilhad ile zulüm(de bulunmak) isterse ona acı bir azap tattırırız". (Hac/25) ayetinin tefsirini yaparken söylemiştir. Ona göre ihtikarcılık, bir zulüm türüdür.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle bir hadise nakletmiştir: Kendisi Vasıt şehrinde iken Basra´ya göndermek üzere buğday dolu bir gemi hazırlamış ve oradaki vekiline de şu talimatta bulunmuştu: Bu malı, Basra´ya indiği gün sat, ertesi güne olsun bırakma. Fiyat konusunda da orta bir yol tutmuş, makul bir fiyat belirlemişti.
Oradaki tacirler vekile ´Malın satışını Cuma´ya ertelersen, birkaç kat daha fazla kazanabilirsin dediler. O da malın piyasaya arzım Cuma´ya erteledi ve gerçekten de misliyle kazandı. Mal sahibine gönderdiği mektupta bunu bildirdi. Selef-i Salih´ten olan mal sahibi, ona şöyle bir mektup gönderdi: Be adam, biz dinimizin emrine uyarak üçte bir kazanmakla kanaat etmiştik. Sen bizim talimatımıza karşı çıktın ve ahirette aleyhimize olacak bir suç işledin. Bu mektubum sana ulaştığında, paranın tamamını al ve Basra´nın fakirlerine dağıt. Umulur ki böyle yaparak ihtikarcüık dolayısıyla işlediğim günahtan lehte ve aleyhte birşey kalmayacak şekilde kurtulmuş olabilirim.
Şeyhimiz Muzaffer b. Sehl bize şunu anlatmıştı: Gaylan el-Hay-yat´tan şöyle bir hadise dinledim: Seri es-Sekatî bir ton civarında bademi altmış dinara satın almış, etiketine üç dinar kâr ilave ederek satışa sunmuştu. O gün badem fiyatı doksan dinara çıktı. Bir süre sonra tellal geldi ve ona, ´Bademini satın almak istiyorum´ dedi. Serî, ´Alabilirsin, fiyatı altmış üç dinar" dedi.
Tellal, bademe yetmiş dinar vermek istediğini söyleyince şöyle dedi: Ben Allah Teala ile aramda bir şey kararlaştırdım. Bu bademi, altmış üç dinardan farklı bir fiyata satmam. Tellal, ´Ben de Allah Teala ile aramda şunu kararlaştırdım ki hiçbir müslümanı aldatmayacağım. Bu bademi yetmiş dinardan aşağısına satın alamam´ dedi. Sonuçta ne tellal malı aldı, ne de Serî malını sattı.
Tabiundan bir zatın Basra´da ticaret yapan bir adamı vardı. Basra´da satması için kendisine şeker gönderdi. Adanı, efendisine yazdığı mektupta o yıl şeker kamışına bir zararlının dadandığını, daha fa2İa şeker göndermesini istedi. O da şeker üreten birinden bol miktarda şeker alarak kendisine gönderdi. Şeker piyasası yükseldiğinde bu ticaretten otuz bin dinar kazanıldı.
Şekeri gönderen şahıs, otuz bin dinarı eline aldıktan sonra evine gitti ve gece sabaha kadar bu kazanç üzerinde düşündü. Sonunda kendi kendine şöyle dedi: Otuz bin dinar kazandım ama bir müslümana doğru söyleme görevimi ihmal ettim. Ertesi sabah doğruca şekeri satın aldığı kişiye gitti ve otuz bin dinarı ona vererek, ´Bu, senin haklan, Allah bereketini arttırsın´ dedi. Adam, ´Bu da nereden çıktı?´ diye sorunca şu cevabı verdi: Senden şeker alırken, işi usulüne uygun yapmadım. Basra´daki adamım, oradaki şeker mahsulüne bir zararlının dadandığını ve telef ettiğini bildirmişti. Oysa ben bu hususu sizden gizledim. Eğer buseydin belki de şekeri bana satmayacaktın.
Şeker üreticisi, ´Allah sana merhamet buyursun! Şimdi haber verdin, ben de hakkımı helal ettim´ diyerek parayı geri verdi. Adam evine döndü ama gece yine uyuyamadı. Sürekli bu meseleyi düşünüyor, kendi kendine ´İşi usulüne uygun yapmadım, alışverişte bîr müslümana karşı dürüst davranmadım´ diyordu. Sabah erkenden yine o şahsa gitti ve ´Allah sana afiyet versin, şu paranı al, böylesi kalbimi daha sakinleştiricidir´ dedi. Ardından da otuz bin dinarı ona verdi.
Süleyman et-Teymî şöyle demiştir: Muhammed b. Şirin (ra) kafasına takılan bir şüpheden dolayı kırkbin dirhemi almamıştır. Alimler de bunda bir mahzur olmadığı hususunda müttefiktirler.
Geçmiş zamanlarda gösterilen bu hassasiyetin arkasında dini hislerin çok kuvvetli oluşu yatmaktadır.
Satıcı, malını övmekten, süslü sözlerle olduğundan farklı göstermeye çalışmaktan sakınmalıdır. Aynı şekilde alıcı da, satın alacağı malı haksız yere kötülemekten, ona kulp takmaktan sakınmalıdır. Tarafların malla ilgili yeminleri de masiyetten sayılmıştır. Bu tür yeminler, kazancı yokedicî niteliktedir. Selef-i Salih bu hususlarda çok titiz davranırlardı.
Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: Allah Teala´nm kendilerine bakmayacağı kimseler arasında günahkar tüccar da vardır. Biz, malı olmayan özelliklerle Övmeyi günah sayardık.
Yunus b. Ubeyd ipek tüccarıydı. Bir müşteri gelerek kendisinden ipek elbiselik almak istedi. O da adamına ipek toplarını çıkarmasını söyledi. Topları açan adamı, ´Allah Teala´dan cennet niyaz ederim´ deyiverdi. Bunun üzerine ona, ´Topları dür dedi. Tezgâhtarın söylediği sözün malı övme olarak anlaşılabileceği endişesiyle o müşteriye satış yapmadı.
Rivayete göre Yunus´un dükkanında iki tür elbise vardı. Biri dörtyüz, diğeri de ikiyüz dirhem değerindeydi. Birgün namaz kılmak için mescide gitmiş ve dükkanı yeğenine emanet etmişti. O namazda iken, bir köylü gelerek dörtyüz dirhemlik bir elbise istedi. Yeğeni de ona, ikiyüz dirhemlik elbiseleri gösterdi. Köylü, onlardan birini beğendi ve rızasıyla satın alarak yoluna gitti.
Yolda giderken, bir yandan da elinde tuttuğu elbiseye bakıyordu. Mescidin önünde Yunus ile karşılaştı. Yunus, adamın tuttuğu elbiseyi tanımıştı. Yanına yaklaşarak, ´Bunu kaça aldın?´ diye sordu. Köylü, ´Dörtyüz dirheme´ deyince, ´O kadar etmez, onun değeri ikiyüz dirhemdir dedi. Köylü, ´Behey adam, bu elbise bizim oralarda beşyüz bile eder dedi. Yunus b. Ubeyd ona, ´Dinde dürüst olmak, bütün dünyanın malından daha hayırlıdır1 diyerek adamın elinden tuttu ve dükkana götürdü. Orada yeğeni ile tartışıp ´Allah´tan korkmadm mı? Malın bedeli kadar kâr etmekten utanmadın mı? Müslümana niye dürüst davranmadın?´ diyerek çıkıştı.
O da kendini savunarak, ´Rızası olmaksızın para almadım ki´ dedi. Yunus, ´O rıza göstermiş olsa bile, kendin için rıza gösterdiğine kardeşin için de rıza göstermen gerekmez mi?´ diyerek onu tersledi. Ardından köylüye ikiyüz dirhemini geri verdi.
Muhammed b. el-Münkedir de Yunus´a benzer şekilde davranmıştır. Onun Basra, Bağdat gibi muhtelif yerlerden gelme uzun bezler sattığı bir dükkanı vardı. Fiyatlar, beş ve on dirhem olmak üzere iki kısımdı. Bir gün dükkanı adamına emanet ederek dışarı çıkmıştı. Adamı da hata ile bir köylüye beşlik malı ona satmıştı.
İbnü´l-Münkedir dükkana dönüp de bezlere baktığı zaman, adamının hatasını anladı ve adamım *Yazık sana, bizi mahvettin´ diyerek azarladı. Sonra da, ´Git, heryeri dolaş ve o köylüyü bul´ dedi. Adamı, akşama kadar o köylüyü aradı ve sonunda bularak dükkana getirdi. İbnü´l-Münkedir, ´Adamım hata etmiş ve beş dirhemlik bir malı, sana on dirheme satmış´ dedi. Köylü, *Ne önemi var ki benim itirazım yok* dedi.
Bunun üzerine o, ´Sen kendin için razı olsan da, biz senin için ancak kendimiz için razı olduğumuza rıza gösteririz. Şimdi şu üçünden birini seç: Verdiğin parayla on dirhemlik bir bez satın alabilirsin. İstersen beş dirhemini geri alabilirsin. Ya da aldığın bezi iade edip bütün paranı geri alabilirsin´ dedi. Köylü, beş dirhemini geri istedi ve onu alarak dükkandan ayrıldı.
Çevreye bu yaşlı tüccarın kim olduğunu sordu. ´O, Muhammed b. el-Münkedir´dir´ denilince, ´La ilahe illallah! Bu, kuraklık olduğu zaman kendisiyle yağmur duasına çıkmamız gereken bir zattır* dedi.
Ulemadan bir zata, alışverişte vera´nm hükmü sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Alışverişte vera´, ancak hakiki manada dürüstlük ile mümkün olur. Teki bu nasıl olur?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Bir şeyi bir dirheme sattığınızda bakarsınız; aynı şeyi bir dirheme satın almak size uygun gelirse, o zaman müşterinize karşı dürüst davranmış olursunuz. Eğer size beş kuruşa uygun geldiği halde bir dirheme sattıysanız, o zaman kendiniz için razı olmadığınız bir şeye müşteriniz için razı olmuş olursunuz. Bu noktada da dürüstlük gider. Dürüstlük ortadan kalktığında vera´ da ortadan kalkmış olur.
Denir ki: Satıcı, Kıyamet günü bir şey sattığı herkesle yüzleşti-rilir ve yaptığı her muameleden dolayı hesaba çekilir. Dünya hayatında ondan mal satın alan herkese onunla ilgili soru sorulur.
Bir zat şunu anlatmıştır: Ticaret ehlinden birini rüyamda gördüm ve kendisine, ´Allah sana ne yaptı?´ diye sordum. Şöyle dedi: Önüme ellibin sayfalık bir kitap konuldu. ´Bunların hepsi benim günahlarım mı?´ diye sordum. Bana, ´Bunlar dünya hayatında yaptığın alışveriş ve muamelelerdir. Bu kitabın her sayfası, ticaret yaptığın bir kişiye mahsustur. Kitapta ilkinden sonuncusuna kadar yaptığın bütün muameleler mevcuttur´ denildi.
Ticaretinde tartı kullanan esnaf, sattığı ve mal verdiği zaman terazinin kendi aleyhine ağır basmasını, alırken de aksine olmasını tercih etmelidir. Alırken ayrı, satarken ayrı şekilde tartan kişinin hesabı çok ağır olacaktır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Bir da-ne sebebiyle Allah Teala´nm veylini satın almamak gerekir. Alırken kendi aleyhine bir dane eksiltmeli, verirken de bir dane arttırmalı-dır. Yüce Allah buyurdu ki: "Veyl (yazıklar) olsun, ölçü ve tartıda eksiltenlere!". (Mutaffifîn/1) Burada ´Yazıklar olsun!´ azarına muhatap olanlar, ölçü ve tartıda eksiltmeye rıza gösterenlerdir.
Onlar, eksik verdikleri bir iki dane ile, eni gökler ve arz olan bir cennet satmaktadırlar. Böyle davranmalarının sebebi de, Allah Te-ala´nın emrini hakkıyla bilmemeleri, ahiret inançlarının zayıflığıdır. İşte bu nedenle cennet karşılığında ´Veyl´ satın almışlardır. Denir ki: Bu tür haksızlıklar, asla karşılıksız kalmaz ve haksızlık ya-pılanların tümünü bilmenin mümkün olmayışı sebebiyle tevbe de sıhhatli olmaz. Rivayete göre Allah Resulü (sav) bir şey satın aldığı zaman, tartıcıya ´Onu kendi lehine olacak şekilde tart´ buyururdu [37] Fudayl b. Iyaz (ra), oğlu Ali´yi bir dinarın üzerindeki sürmeyi temizlerken gördü. Ali, dinarı ovalıyor ve yıkıyordu. Fudayl oğluna, ´Ey oğulcuğum, bu yaptığın yirmi kez haccetmekten daha hayırlı bir iştir" dedi. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Gündüz sürekli tartan ve yemin eden, gece de uyuyan tüccarların kurtuluşa nasıl ereceklerine şaşmak gerekir. Süleyman´ın (as) şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Günah, yılanın iki taşın arasına girdiği gibi alıcı ile satıcının arasına girer.
Rivayete göre Seleften bir zat, kadın ve erkeklerle birlikte olan bir ´hünsa´nın (=kadın gibi davranan erkek) cenaze namazını kıl-dırnuştı. Ona, ´O, fasık biriydi, şöyle şöyle yapardı, onun namazını nasıl kıldırırsın?´ denildiğinde sustu. Söz sahibi, sözlerini tekrar ettiğinde yine sustu. Üçüncü kez tekrar ettiğinde de şöyle dedi: Bundan vazgeç! Sanki o, biriyle aldığı diğeriyle sattığı iki terazisi olan bir tüccarmış gibi konuşuyorsun!
Onun bu sözü, işin ehemmiyetini vurgulamak ve öğüt vermek manasında alınmalıdır. Ona göre alışverişteki haksızlık insanlar arasında cereyan ederken, sözü edilen günah kişinin kendi aleyhine işlediği bir zulümdür. Halka yapılan zulüm ile ferdin kendi kendine yaptığı zulüm arasında elbette çok büyük fark vardır. Halk, yoksul, cahil ve dalgın kimselerden oluşur ve onlar, haklarını ihtiyaçları olduğu için ararlar. Allah Teala ise, herşeyi bilen, cömert ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır. O, hakkını alma konusunda çok hoşgörülüdür.
Müşterinin satıcıdan terazinin ağır basmasını istemesi yakışık almaz. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Tartıyı adaletle yapın". (Rahman/9) Buradaki ´adalet=kıst´, eşitlik ve hakkaniyet anlamındadır. Eşitlik ise, terazinin dillerinin aşağı yukarı olmaksızın aynı hizada olmalarıdır. Abdullah b. Mesud´un (ra) kıraati şöyledir: Terazide ölçüsüzlük etmeyin, tartıyı (terazinin) dilleriyle adilce tutun ve tartıyı eksiltmeyin. Onun bu kıraati, bir anlamda ayetin tefsiri de olmaktadır.
Ticari muamelelerde düşük kaliteli veya sahte paralar kullanmak mekruhtur. Buna göre kaynağı belli olmayan veya hurda gümüşten yapılmış bir dirhemle alışverişte bulunmak uygun değildir. Değeri bilinmeyen veya gümüşü başka metallerle karışık dirhemler de böyledir. Selef, bu hususta çok titiz davranmış ve bunu haram saymışlardır. Süfyan-ı Sevri (ra), Fudayl b, Iyaz (ra), Vehb b. el-Verd, Davud b. el-Mübarek, Bişr b. el-Hars ve el-Mu´afi b. Ümran (ra) bu zevattandır.
Denir ki: Kullanılan her sahte para, sahibinin amel defterine yapıştırılmış olarak karşısına çıkar ve bunun altına günah sayısı yazılır: Bin günah, beşbin günah gibi. Bu sayı, onun tartısı mikda-rıncadır. Tartılan her zerre için bir günah yazılır. Zerre, güneş ışığını oluşturan ve gözle görülmeyen ışık parçalarına verilen addır. Ulemadan bir zat, Allah yolunda cihad eden gazilerden birine şu hadiseyi anlatmıştır: Yabani eşek yakalamak için atıma bindim. Ama atım, eşeklere bir türlü yetişemedi. Geri döndüm. Eşekler tekrar göründü. İkinci kez atıma binerek onları yakalamak istedim. Ama atım yine geri kaldı. Üçüncü kez bindiğimde eşeklere yaklaştım, bu defa atım beni üstünden atmaya yeltendi. Atımdan asla böyle bir hareket beklemezdim.
Üzgün bir halde geri döndüm ve bir çardağın kenarına oturdum. Yaban eşeklerini yakalarken başıma gelenleri düşünüyordum. Atımın huyu tamamen değişmişti. Başımı çardağın kenarına yasladım ve orada uyudum. Ben uyurken, atım da önümde duruyordu. Rüyamda, atımın benimle konuştuğunu ve şöyle dediğini gördüm: Allah´a yemin ederim ki, yabani eşekleri arkama bağlamak için üç kez teşebbüs ettin. Ben de buna müsaade etmedim. Çünkü dün bana aldığın yem için verdiğin dirhemlerden biri sahte idi. Bu dürüstlüğe sığmaz.
Dehşet içinde uyandım ve derhal yem satıcısına gittim. Ona, ´Dün senden aldığım yeme karşılık verdiğim dirhemleri çıkar1 dedim. Adam onları kasasından çıkarttığında sahte olanı buldum ve satıcıya, ´Dün bu dirhemi sana ben vermiştim´ dedim. Ardından bu dirhemi yenisiyle değiştirdim ve oradan ayrıldım.
Abdülvehhab şöyle demiştir: Bişr´e sahte parayla alışverişin hükmünü sorduğumda, ´Bundan dolayı affedilmeni niyaz etmen gerekir1
dedi. Süfyan-ı Sevri´ye sorduğumda ise ´Haramdır* dedi. Ebu Da-vud´dan şu söz nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel´in sahte veya sürmeli parayla alışveriş ve muameleyi münker gördüğüne şahit oldum.
Ulemadan bir zat şöyle derdi: Sahte bir dirhem vermek, yüz dirhem çalmaktan daha ağır bir suçtur. Çünkü yüz dirhem çalmak, tek bir günahtır ve cezasının çekilmesiyle son bulur. Oysa sahte bir kuruş kullanmak, sonradan ihdas edilmiş kötü bidatlerden ve uzun süre devam ettirilecek çirkin adetlerden biridir.
Aynı zamanda müslümanlarm paralarını ifsad etmektir ki bunun vebali, yapan kimse için yüz hatta daha fazla yıl; o dirhem tedavülde oldukça sürer. Sahte para kullanan kişi, bozulmasına yol açtığı ticari ahlakın ve müslümanlarm mallarına zarar vermenin günahım sürekli sırtında taşır. O para tedavülden kalkıncaya kadar bu durum devam eder.
Ne mutlu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da son bulur! Yazık o kimseye ki ölümüne rağmen günahları belki yüz hatta iki yüz yıl sürer! Bundan dolayı da kabrinde azap görür. Piyasaya sürdüğü sahte para tedavülden kalkıncaya kadar onun hesabını verir.
Yüce Allah buyurdu ki: "Onların takdim ettiklerini de bıraktıkları izleri de yazarız". (Yasin/12) Ayette geçen ´takdim ettiklerinden maksad, insanların dünyada yaptıklarıdır. ´İzlerinden maksad ise, başlattıkları sünnet, adet ve sebep oldukları olaylarla bıraktıkları eserlerdir.
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmaktadır: "O gün insana takdim ettiği de tehir ettiği de haber verilir". (Kıyamet/13) ´Takdim ettiği´ ile kasdedilen dünya hayatında yaptığı işlerdir. Tehir ettiği´ ile murad edilen ise, kendisinin başlatıp diğerleri tarafından sürdürülen adet ve sünnetlerdir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Her kim kötü bir sünnet başlatır ve kendinden sonra bu sünnetle amel edilirse, onun vebali ile birlikte, onu takip edenlerin vebalini de üstlenir. Onu yaşatanların vebalinde de eksilme olmaz [38]
Paranın sahte olduğunu bilerek kullanmak çok ağır ve büyük bir suçtur. Sahte parayı tanımayan birinin onu kullanması, dahahafif ve mazur görülebilir bir suçtur. Çünkü bunda sadece aldanma vardır. Oysa ilkinde kasıt ve taammüd vardır.
Geçmiş devirde müslüman tüccarlar din kardeşlerini -bilmeden- aldatmamak için paranın kalitesini öğrenme hususunda eğitim görürlerdi. Paranın hakikisi ile sahtesi arasındaki farkı bilmek, bu bilgiye sahip olan tüccar için de bir imtihan ve vebal sebebidir. Bu incelikleri bildikleri halde gereğini yapmayan tüccarlar, bu bilgilerinden dolayı hesaba çekileceklerdir.
Kendisine sahte dirhem verilen bir tüccar, onu erittirmeli ve başka bir ticari muamelede bulunmamalıdır. Bu yaptığı için Allah Teala´dan sevap umabilir. Çünkü erittirdiği dirhemin zerreleri kadar hasenat sözkonusudur. Onu gözden çıkardığında ise, oruç ve namaz gibi ameller kadar sevaba nail olacaktır.
Elindeki paranın nakit olarak kullanılabilirliği sözkonusu ise, onun emsaliyle muamelede bulunur. Böyle bir parayla her hangi bir şey satın almak istediğinde satıcıya paranın durumunu bildirmelidir. Satıcı, o parayı bilerek ve hoşgörü göstererek alırsa bunda bir mahzur yoktur. Paranın durumunu bildirmezse, dürüst davranmamış olur. Çünkü satıcı, parayı bilmeden kabul edebilir.
Rivayete göre Ömer (ra) şöyle demiştir: Dirhemleri sahte olan tacir, onları avucuna koyup bunu yüksek sesle duyurmalıdır. Bu hükümler, sahte paranın dış yüzüyle ilgili sahtecilik, örneğin tunç veya kurşunla kaplı olması gibi durumlar için geçerlidir. Bu tür paraların emsal değerleri mevcuttur. İbni Ömer (ra), Naiİ´e şöyle demiştir: Benim ilmimi, Ikrime´nin İbni Abbas´m (ra) ilmini koruduğu gibi koruman, bana sahte bir dirhemin olmasından daha sevimli gelir. Bu sözü üzerine, ´Onu sağlam yapsan olmaz mı?´ denildiğinde şu karşılığı vermiştir: Benim gönlümde de öyledir.
Neha´i´den şu söz nakledilmiştir: Dirhemde az da gümüş bulunuyorsa bunda mahzur yoktur. Ebu Davud´dan şöyle bir bilgi nakledilmiştir: İshak b. Raheveyh´e (ra) karışık paranın harcanmasının hükmünü sorduğumda şöyle dedi: Bunda sakınca yoktur. Karşı tarafça bu özelliği bilinen ve hoşgörülen karışık paranın harcanması hususunda ruhsat mevcuttur. Bu tür parayı sevap kazanmak maksadıyla almak da caizdir. Ancak onu müslümanlarla ticaretinde kullanan kişi, hoşgörü ve titizliğine rağmen günah işlemiş olur. Böyle birinin sağlam para alması daha hayırlıdır.
Bunlar, amellerin incelikleri ve zahirde hayır görünüp batında şer olan hususlara girer. Ama sahte ve karışık paraları alıp bunları ticaretine sokmayarak çöpe atan kimseler gerçekten büyük hayra sahip olurlar. Gösterdikleri mesuliyet şuuru, onlar için ecir ve sevap olarak kayda geçirilir.
Ticaret erbabı, hatalarının, yersiz yemin ve yalanlarının kefareti olmak üzere bol bol sadaka vermelidirler. Allah Resulü (sav) de tüccarlara sadaka vermeyi emretmiştir. Tüccar ve sanayiciler yukarıda aktardığımız hasletlere sahip olmalıdırlar. Onlarda bulunması gereken bu hasletler, hayır ve infak işlerini de kapsar. Onlar kendilerini bu işleri yapma noktasında denetlemelidirler. Bunlar, müminlerin genel ahlakı ve Selefin izlediği sünnetlerdir. Müslüman tüccar ve sanayiciler de bunlara özendirilmişlerdir.
Müslüman tüccarın uyması gereken güzel prensiplerden biri de, gerek satarken, gerek satın alırken hoşgörülü olması, borcunu öderken veya alacağını tahsil ederken güzellikle hareket etmesidir.
Kişi borçlusuna gittiği zaman, onu başkasından borçlanmaya zorlayacak şekilde sıkıştırmamalı, borçlusuna karşı sabırlı olmalı, alacağını tahsilde güzellikten ayrılmamalı, ona iyi gözle bakmalı, alacağını onu rahatlatacağı bir zamana ertelemelidir. Bu noktada Allah Resulü´nün (sav) böyle kimseler için ettiği duayı fırsat bilerek O´nun övgüsüne nail olmaya çalışmalıdır.
Bu meyanda Allah Resulü´nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hoşgörü göster ki sana da hoşgörü gösterilsin" [39] O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "İnsanların en hayırlısı, borcunu en güzel eda edendir". [40]
Başka bir hadislerinde ise şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Hakkını iffetli bir şekilde al, tam veya eksik olsun. Böyle yap ki Allah Teala seni kolay bir hesapla hesaba çeksin". [41]Konuyla ilgili rivayet edilen bir başka hadis-i şerif de şudur: "Allah Teala alırken ve satarken hoşgörülü olan, borcunu öderken ve tahsil ederken güzel davranan kula rahmet etsin"[42]
Yine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Alacağını istemek üzere borçlusuna giden kimseye melekler gölge olurlar". Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir: "Her kim sıkıntılı borçluya mühlet verir veya borcunu affederse, Allah Teala onu kolay bir hesaba çeker". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah onu hiçbir gölgenin olmadığı günde Arş´mın altında gölgelendirir".
Allah Resulü (sav) şöyle bir hadise anlatmıştır: "Kendine zulümde aşırı giden bir kul vardı. Kıyamet günü hesaba çekildiği zaman tek bir hasenesi dahi bulunamadı. Bunun üzerine, ´Sen hiç hayır işledin mi?´ diye soruldu. O da, ´Hayır, ama ben insanlara ödünç para veren biriydim. Adamlarıma şöyle derdim: Durumu iyi olanlara güzel davranın, sıkışık olanlara da mühlet verin´. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Böyle yapmaya Biz senden daha la-yığızdır. Ardından onun günahlarını bağışladı."
Konuyla ilgili bir haberde ise şöyle denilmektedir: Belli bir vade ile borç veren kimse için, o sürenin her günü için bir sadaka sevabı yazılır. Vadesi gelip de onu uzattığında ise, geçen her gün için borç miktarı kadar sadaka sevabı yazılır. Bir hadis-i şerifte Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim tahsil etmek niyetiyle bir borç verirse, melekler onun vekili olurla ve tahsil edinceye kadar onu korur ve esenliği için dua ederler".
Selef-i Salih´ten bazı kimseler, yukarıdaki hadisler sebebiyle insanlara borç vermek isterlerdi. Bir kısmı da borçluların parayı zamanında ödemelerini tercih etmezlerdi. Çünkü ertelenen her gün için vaadedilen sadaka sevabından istifade etmeyi arzu ederlerdi.
Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuşlardır: "Cennetin kapısı üzerinde şöyle yazılı olduğunu gördüm: Sadakaya on misli, borca onsekiz misli sevap verilir" [43] Bu hadisin açıklamasında şöyle denilmiştir: Sadaka, muhtaç olan/olmayan herkese gidebilir. Ama borç, ancak ihtiyaç ve zaruret sahibine gider. Allah Resulü (sav) alacağım almak üzere bir borçluya sürekli giden bir adam görmüştü. Eliyle alacaklıya borcun yarısını affetmesini işaret etti. O da kabul etti. Borçluya da, ´Kalk ve borcunu öde´ dedi. O da yansını ödedi.
Allah Resulü (sav) birinden belli bir vade ile borç almıştı. Vadesi dolduğunda alacaklı yanına geldi. O anda Allah Resulü´nün (sav) borcu ödeyecek durumu yoktu. Alacaklısı O´na ağır konuşmaya başladı. Sahabe onu susturmaya yeltenince, Allah Resulü (sav), ´Bırakın onu, her hak sahibinin konuşma hakkı vardır buyurdu".[44]
Alışveriş tarafları arasında en çok alıcı ile yardımlaşmak müs-tehap görülmüştür. Borçlanmamn tarafları arasında da, borçluya yardım etmek müstehaptır. Ancak bu yapılırken, satıcıyla alacaklının haksızlığa uğramasına da müdahale edilmelidir. Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kötü sözlerle sö-vüşenler, düzeltilirler". Hadiste geçen ´müstebb´, sözle birbirlerine ağır konuşan kimseleri ifade eder. Bunlar arasında zulme uğrayan taraf aşırıya kaçmadıkça, haksızlık eden tarafa yüklenilir.
Ticari işlemlerde hafif aldanma olabilir. Karşılıklı rıza bulundukça ticari muameledeki hafif aldanma, onu geçersiz kılmaz. Ancak kıymet farkı varsa ve aldatma ciheti Öğrenilmişse işlem mekruh olur. Konuyla ilgili olarak Allah Resulü´nünün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gafili aldatmak haramdır".
Başka bir hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aldatılanın sözü, övülmemiş ve sevaba layık görülmemiştir".Bu, şu manaya gelir ki, bilerek aldanan kimse, kendi hakkını kendisi kaybeden ve kendi yanlışını başkasına yükleyen kimsenin şikayet ve sızlanması hoş görülmemiştir.
Basra Kadısı, devrinin önemli alimlerinden, kendisi tabiundan babası sahabeden olan İyas b. Muaviye şöyle derdi: Ben aldanıcı değilim. O bu sözüyle Muhammed b, Sirin´i kasdederdi. Hasan ve Muaviye b. Kurre de ticarette aldananlardandı. Zübeyr b. Adiyy şöyle derdi: Sahabeden onsekiziyle görüştüm. İçlerinde biri dahi elindeki parayla et almayı beceremezdi.
Hasan (ra) hayvanını dörtyüz dirheme satmıştı. Müşteriden parayı istediği zaman o kendisine, ´Ey Eba Kasım, hoşgörü göster dedi. O da ´Senden yüz dirhem indirdim´ dedi. Müşteri, ´Ey Eba Kasım ihsanda bulunmaz mısın?´ dedi. O, ´Sana yüz dirhem daha bağışladım´ dedi. Böylece hakkından ikiyüz dirhemi bağışlamış olmuştu. Bu hadisenin başka bir rivayetinde, müşterinin ´ihsanda bulun´ ricası üzerine, ikiyüz dirhem bağışladığı söylenmiştir. Bunun üzerine kendisine, ´Ey Eba Kasım, bu fiyatın yarısı!´ denilince, ´İhsan böyle olur!´ demiştir.
Peygamberimizin torunları Hasan (ra), Hüseyin (ra) ve Selefin bazı seçkin mensupları satın alırken çok titiz davranırlardı. Bununla beraber mallarından yüklü miktarlarda infakta bulunurlardı. Onlara, ´Satın alırken, en küçük şeyleri bile araştırırken, yüklü miktarlarda paralan infak ediyor ve bunu hiç önemsemiyorsunuz, neden böyle?´ diye sorulduğunda şöyle derlerdi: İnfak ve hibe eden lütfü ile verendir. Aldanan ise, aklı kanandır. Bir diğeri de şöyle demiştir: Kendi akıl ve basiretimi ancak kendim kandırırım. Aldatıcıya ise bu firsatı vermem. İnfak ettiğimde sırf Allah rızası için veririm ve O´na hiçbir şeyi çok görmem.
Bu manada birçok söz rivayet edilmiş, birçok fazilet nakledilmiştir. Burada bunların tamamını vermek gibi bir niyetimiz olmamakla birlikte göze çarpanları ibret için naklettik.. Bütün bunlar, iyilik ve takva babına giren, ihsan ve adaletten sayılan hususlardır. Hayırda seferber olma ve iyilikte yarışmanın özü de budur. Allah Teala, yüce Kitabı´nm birçok yerinde böyle davranmayı emretmiştir.
Alışverişte dürüst olmak gerekir. Zanaatlar için de bu geçerlidir. Dürüstlük noktasında alıcı ile satıcı, mamul ile hizmet eşittir. Alıcı, satıcı ve zanaatkar, ürün veya hizmette varolan kusuru karşı tarafa bildirmelidir. Zanaatkarın işinde bir kusur varsa, iş sahibinin bilgisi olmasa da ücretini düşürmelidir. Tarafların satış ve iş konusundaki bilgileri denk olmalı, birbirlerini güzellikle anmalı-dırlar.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Alışverişin tarafları doğru söyledikleri ve dürüst davrandıkları zaman alışverişleri bereketli kılınır. Yalan söyledikleri ve dürüst davranmadıkları zaman ise alışverişlerinin bereketi çekilip alınır. Bir hadislerinde Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Birbirlerine ihanet etmedikçe, Allah´ın eli ortakların üzerindedir, ihanet ettiklerinde Allah´ın eli üstlerinden kaldırılır".
Sahabeden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Allah Resulü (sav) Cerir´in islam üzere biatini aldıktan sonra, yanından ayrılırken elbisesinden çekip durdurdu ve ona, müslümanlara karşı dürüst olmasını şart koştu.[45]
Cerir (ra) bir mal satacağı zaman, kusur ve ayıplarını gösterdikten sonra şöyle derdi: İster al, ister bırak. Biz de kendisine, ´Allah sana merhamet etsin, her alışverişinde böyle dersen, hiçbir şey satamazsın´ derdik. O da bize şöyle derdi: Biz Allah Resulü´ne (sav) müslümanlara karşı dürüst olmak şartıyla biat ettik.
Vasile b. el-Eska´ (ra), Küfe pazarında halkın başında durmuş alışverişlere bakıyordu. Adamın biri, üçyüz dirhem vererek bir deve satın aldı. Alışveriş, Vasile´nin (ra) dalgınlığına gelmişti. Adam deveyi alıp gitti. Vasile onun ardından koştu ve adıyla seslendi. Adam sesini duyarak geri döndü. Vasile, ´Bu deveyi eti için mi yoksa binmek için mi satın aldın?´ diye sordu. Adam da, ´Binmek için´ dedi. Vasile, ´Onun hakkında sana açıklama yapmadık. O deveyi iyi bilirim, onun üzerinde uzun yola gidilmez´ dedi.
Bunun üzerine müşteri deveyi geri vermek istedi. Satıcı da ona yüz dirhem iskontoda bulundu ve Vasile´ye şöyle dedi: Allah sana merhamet etsin, ahşverimizi ifsad ettin. Vasile de ona şöyle karşılıkta bulundu: Biz Allah Resulü´ne (sav) şunun üzerine biat ettik: Bir malı kusurlarım açıklamadan satmak helal olmadığı gibi satılan bir malın kusurunu bildiği halde onu açıklamamak da helal değildir. Allah sana merhamet etsin, sen de müslümanlara karşı dürüst olma sorumluluğunu iyi düşün.
Müslümanların alışverişlerde birbirlerine karşı dürüst davranmaları, günümüzde çoğu kimseye zor gelmektedir. Allah Resulü (sav) ise, bunu müslümanlığm sıhhat şartlarından biri olarak takdim etmiştir. O, diğer müslümanlarla dürüstlük üzere biat ederdi. Allah Resulü (sav) ticarette dürüstlüğü dinin faziletleri arasında zikretmiştir. Takva sahiplerinin, Allah´a yakınlıkta ulaşabilecekleri nihai sınır yoktur. Çünkü O, şöyle buyurmuştur: "Din dürüstlüktür".[46] O, bu sözü üç kez tekrarlamıştır. Halk tabakalarım da bu fazilet noktasında eşitleyerek şunu ilave etmiştir: "Allah için, Kitabı için, Resulü için, müslümanlarm imamları için ve avam için".
Allah Resulü´nün (sav) meşhur bir hadislerinde de şöyle buyurduğu haber verilmiştir: "Kelime-i Tevhid, dünyevi ticaretlerini uh-revi ticaretlerine tercih etmedikçe Allah Teala´nın gazabını insanlardan savmaya devam eder".
Bu hadisin değişik rivayetleri vardır. Bunlardan birinde de şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Dinlerinin selameti için eksilen dünyalıklarını önemsemedikçe (böyledir). Aksini yaparlarsa, ´Allah´tan başka ilah yokturdedikleri zaman Allah onlara, *Yalan söylüyorsunuz, sözünüzde samimi değilsiniz´ buyurur". Aynı hadisin başka bir rivayetinde de, "Kelime-i tevhidleri kendilerine iade edilir" buyrulmuştur.
Özlü ve mücmel bir hadis-i şerifi açıklayan şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Her kim ihlasla ´La ilahe illallah´ derse, cennete girer. O´na, ´îhlas nedir?´ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: ´İman ifadenizi, Allah Teala´nın haram kıldıklarından korumanızdır".
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kur´an´ın haram saydıklarını helal gören kimse iman etmiş değildir".13
Tabiundan bir zat şunu anlatmıştır: Bana, ´Şu camiye gitseniz, orası namaz kılanlarla doludur1 denildi. Camide, ´Onların en hayırlısı kimdir?´ diye bir soru soruldu. Ben de, ´Onlara karşı en dürüst olanıdır" dedim. Sonra birini göstererek ´İşte cemaatimizin en hayırlısı budur1 dediler. Ben de, ´Bu adam onların en kötüsü olsa gerek* dedim.
Alışveriş ve zanaatlarda sahtekârlık, müslümanlara kesin olarak haram kılınmıştır. Bu tür yollara sık sık başvuran kimse, fasık olarak nitelenmiştir.
Sahtekârlık ve aldatmanın bazı şekilleri şunlardır: Müşteriye malın güzel taraflarını gösterip diğer kısımlarını gizlemek. Elbiselerin güzelini gösterip diğerini vermek. Zanaat ehlinin, güzel mamullerini gösterip müşteriye aksini yapması.
Rivayete göre "Allah Resulü (sav) yolda meyve satan bir adam görmüştü. Meyvenin görünen kısmı hoşuna gitmişti. Elini, seleye sokup altını karıştırınca çürükler gördü. Satıcıya, ´Bu nedir?´ diye sordu. O da, *Yağmur vurdu´ dedi. Allah Resulü (sav) de, ´Onu üstekoysan da insanlar aldıkları malı görseler daha iyi olmaz mı?! Aldatan benden değildir!"[47]
Abdullah b. Ebi Rebi´a (ra) da şunu rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) yolda meyve satan bir adam gördü. Selenin üstü çok güzel sıralanmıştı. O, bundan kuşkulandı ve elini seleye soktu. Alttaki meyvelerin yağmur yemiş olduğunu gördü. Adama, ´Bu ne?´ diye sordu. Adam da, "Vallahi ikisi de aynı meyve ey Allah Resulü´ dedi. Allah Resulü (sav) de, ´Bunları ayın ayrı koysan da, insanlar ne aldıklarını bilseler daha iyi olmaz mı? Bizi aldatan bizden değildir".
Dostlarımızdan biri şunu anlatmıştı: Ayakkabı imalatı yapan bir usta vardı. Alimlerden birine, ayakkabı imalatında haramdan nasıl emin olabileceğini sordu. O da kendisine şöyle dedi: Öncelikle deriye güzelce kes, ikisi de eşit olsunlar. Her ikisinin de yüzleri aynı olsun. Sağ ayak daha üstün olmasın. Dolgusunu güzel yap. Dikişlerini düzgün ve benzer yap. Diktiğin ayakkabıları da üst üste koyma.
Tüccar ve zanaat ehli, malları ve mamullerinin en kötü ve en zayıf noktalarını göstererek müşterinin onu tanımasını sağlamalıdırlar. Alan da, satan da mal ve hizmetin kusurlarını bilmelidirler. İbni Şirin (ra) bir keçi satacaktı. Müşteriye, ´Bunun bir kusuru vardır1 dedi. Müşteri kusuru sorunca şunu söyledi: Yemini ayaklarıyla karıştırıp altüst eder. Hasan b. Salih de bir cariye satmış ve müşteriye şöyle demişti: Bizde iken bir defa ağzından kan gelmişti.
Mal ve hizmetlerde, müşteri veya hizmet alan her türlü incelik ve kusurdanyhaberdâr edilmelidir. Dürüstlük ve ve doğruluğun gereği budur. Satış ve istihdamda bulunması gereken vera´ ve takvanın icabı da budur. Bu durumda elde edilen kazanç, helal ve temiz kazançlardan biri olur. Müslüman, bunlarla ilgili bütün haram ve mekruhlardan sakınmalıdır. Selef-i Salih´in ve onları güzellikle takip eden halefin yolu da budur.
Alışverişte araştırma, takva ehli ve alimlere danışma, alışveriş yapmak istediği kimseyi tetkik etmesi müstehap görülmüştür. Haramdan sakınmayan kimselerle ve serveti kuşkulu insanlarla ticari ilişki kurmak mekruh görülmüştür.
Ibnü´l-Mübarek´in kızkardeşinin oğlu Muhammed b. Şeybe bir hadise anlatmıştır: İbnü´l-Mübarek´in kölesi ona şöyle bir mektup göndermişti: Biz burada kralla alışverişi olan kimselerle ticaret ya-; pıypruz. Bu hususta ne dersiniz? İbnü´l-Mübarek ona şu cevabı gönderdi: Kralla ve diğerleriyle iş yapan kimseyle ticaret yapabilirsiniz. Sana bir şey verdiğinde onu alabilirsin. Ancak haram olduğu*, nu kesinlikle bildiğin birşey vermek isterse, sakın alma. O kimse^ kraldan başka hiç kimseyle ticaret yapmıyorsa, onunla alışverişte bulunma.
Şeyhlerimizden biri kendi şeyhinden şunu nakletmişti: İnsanlar öyle bir dönem yaşadılar ki, her hangi biri ticaret yapmak için çarşı idaresine başvurup ´Sadakat ve vefa ehlinden tavsiye ettiğiniz kim varsa onunla alışveriş edeyim´ diye sorduğunda kendisine şöyle denilirdi: Dilediğin herkesle ticaret yapabilirsin.
Sonra şöyle bir zaman geldi ki aynı soru sorulduğu zaman ken* dişine, ´Şu, şu kimse dışında dilediğinle ticaret yapabilirsin´ denilir oldu.
İçinde bulunduğumuz bu devirde ise, bize ´Kimle ticaret yapmamızı tavsiye edersiniz?´ diye sorulduğu zaman şöyle deriz: Falanın oğlu falanla ticaret yapabilirsin.
İnsanların başına öyle bir zamanın gelmesinden endişe ederim ki o ´yemin etmeyen, yalan söylemeyen ve sözünde duran falan oğlu falan´ın da bulunması mümkün olmayacaktır!
armi
Tue 12 January 2010, 03:51 pm GMT +0200
Ticari kaygı ile yalan yere yemin etmek, kazancı kirletir. Denildi ki: Vay haline o tüccarın ki ´Hayır vallahi! Evet vallahi´ deyip durur. Vay haline o ustanın ki, ´Bugün veririm, yarın veririm, yarından sonra´ diye oyalayıp durur.
Ebu Amr eş-Şeybanı, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla Allah Resu-lü´nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Allah Teala Kıyamet günü şu üç kimseye bakmaz: Kibirli kul; Verdiğinden minnet bekleyen ve sattığı malı (olmayan özellikle övüp) süsleyen".
Müslüman, sattığı malı, yapacağı hizmeti Övmez. Satın alacağı malı veya alacağı hizmeti kötülemez. Böyle yapması rızkını arttır-mayacağı gibi, yapmaması da rızkını eksiltmez. Rızkın takdiri konusunda iman etmesi gereken esas budur. Aksi şekilde davranması, günahlarını arttırdığı gibi dini duygularını da eksiltir.
Zanaat ehlinin yapması gereken, yaptığı işte kendisine iş veren kimseye karşı olabildiğince dürüst davranması, onun maksadının hasıl olması için elinden gelen bütün çabayı sarfetmesi, işi en sağlam ve en güzel şekilde yapmasıdır. Yaptığı işin kısa zamanda bozulmasından sakınmalıdır.
Kendisine iş veren kimsenin işin inceliklerini bilmesi gerekmez. Usta ve esnaf, işlerinde böyle davrandıkları zaman dünyevi ve uh-revi sorgu ve hesaptan azade olmuş olurlar. Aksi halde yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerdir. Ticaret ve zanaati iyi bildikleri takdirde, ´İyi bildiğiniz hususta ne yaptınız?´ diye kendilerine sorulacaktır. Bir beldenin mamur ve istikrarlı olmasını buna bağlıdır.
Dini ilimlere sahip olan kimselere nasıl sorular somluyorsa, ticaret ve zanaat sahiplerine de sorulmalıdır. Bu hususlar dini bilgilere vakıf olanlara da sorulabilir. Çünkü onlar, her ne kadar dini ilimleri iyi biliyorlarsa da, dünya ile ilgili akli ve fenni ilimler hakkında da bilgi ve derece sahibidirler. Kendileriyle iş yapılacak tüccar ve zanaatkarlar da bu insanlara sorulabilir. Çünkü bulundukları mevki itibarıyla onlara düşen bir takım görev ve sorumluluklar mevcuttur.
Güzel bir sözde şöyle denilmektedir: Semtindeki komşuları, yolculuktaki arkadaşları ve pazarda iş yaptığı kimseler tarafından övülen kimsenin dürüstlüğü hakkında kuşkuya kapılmayın.
Adamın biri Ömer b. Hattab´ın (ra) yanında şahitlikte bulunmuştu. Ömer (ra) yanındakilere, ´Bana onu tanıyan birini getirin dedi. Gelen adam o kişiden övgüyle sözetti. Bunun üzerine Ömer (ra), ´Onun en yakın komşusu musun? Evine giriş çıkışını iyi büir misin?´ dedi. O da, ´Hayır dedi.
Ömer (ra), ´Peki adamın ahlakının güzellik veya çirkinliğini ortaya çıkartacak bir yolculuk ettin mi?´ dedi. Adam, ´Hayırdiye cevapladı.
Ömer (ra), ´Peki vera´ ve takvasını gösterecek dinarın, dirhemin karıştığı ticari bir ilişkin oldu mu?´ diye sordu. Adam, yine ´Hayır dedi.
Bunun üzerine Ömer (ra) ´Sanıyorum sen onu mescidde namaz kılıp Kur´an dinlerken başını sallarken görmüşsün´ dedi. Adam da, ´Evet´ dedi. Ömer (ra) de şöyle dedi: Gidebilirsin, sen onu tanımıyorsun! Bir başka rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir: Bilmediğin bir şey hakkında konuşuyorsun! Ardından da şahitlik eden kimseye şöyle dediği nakledilmiştir: Git ve seni tanıyan birini getir!
Selef-i Salih´in tüccarlarının şöyle bir adetleri vardı: Esnafin iki defteri olurdu. Bunlardan biri meçhul defterdi. Burada ismi yazılı olanlar, esnafın tanımadığı fakirler ve düşkünlerdi. Yiyecek maddelerini görüp almak isteyen, ama parası olmayan kimselere istedikleri verilir ve adı meçhul deftere yazılırdı.
Onlar satıcıya, ´Şundan iki üç kilo ihtiyacım var, ama param yok derlerdi. Satıcı da, ´Al, elin genişleyince verirsin. Paran olunca getirirsin derdi. Sonra da adını meçhul deflere kaydederdi. Böyle yapanlar bile, müslümanların hayırlıları arasında sayılmazdı. Hayırlı satıcılar, istenilen malı verdikleri halde deftere isim kaydetmeyerek adamı borçlandırmayanlardı. Böylelikle borçlu hakkında şikayetçi olma hakkından da feragat etmiş olurlardı. İhtiyaç sahiplerine sırf şunu söylerlerdi: İhtiyacın olduğu kadar al. Para bulursan, getirirsin. Bulamazsan helalliğim olduğunu bil ve kalbini ferah tut!
Bu, artık ölmüş bir adettir. Bu güzel sünneti devam ettirenler, onu diriltmiş olurlar. Öncekiler arasında bu sünneti takip edenler, müstakil bir kitaba sığmayacak kadar çoktur.
Selef döneminde dürüstlüğün inceliklerini sergileyen, nefsinin isteklerine karşı durmada aşırı titizlenen, din kadeşleriyle ilişkisinde olabildiğince cömert ve hoşgörülü davranlar yukarıda anlatılan kesimden çok daha fazlaydı. Bunları zikretmemizin sebebi; yaptıkları işler hakkında gaflet denizinde yüzenleri uyarmak ve kaybolan bir sünnetin takipçilerini gün ışığına çıkartmaktı.
Yukarıda anlattığımız hayırlı esnaf, o günlerin en hayırlıları da değillerdi. Onlardan da hayırlı olan, mescidliler vardı. Mescid kurdu abidler, dünyadan uzaklaşmış zahidler fazilet bakımından elbette daha yukarıda idiler. Bunların bir kısmı da, ticaretlerini bitirdikten sonra pazarda asla zaman kaybetmeyerek mescidlere dalarlardı.
Selef-i Salih´ten bazıları, öğle namazıyla birlikte dükkanlarından ayrılarak günün kalan yarısını Rablerine tahsis ederlerdi. Bazıları ise, ikindi namazından sonra işyerinden ayrılarak günün kalan kısmını ahirete tahsis ederlerdi.
Kimisi de, o günün ve ailesinin gideri için gereken miktarı kazandıktan sonra, hangi vakitte olduğuna bakmaksızın dükkanını kapatarak mescide veya evine giderdi. Kalan vaktini kullukta bulunarak değerlendirirdi.
Bazıları ise bir Danik (Dirhemin altıda biri) veya bir kırat kazandıklarında işi bırakırlardı. Bu gibi kimseler, az ile kanaat eder, dünyalık hakkında zühd gösterir ve hırs beslemezlerdi. Konuyla ilgili işittiklerim arasında en ilginci şuydu: Büyük fıkıh alimi Ham-mad b. Seleme (ra), sepet içinde et satar ve iki kuruş kazandıktan sonra sepetini sırtlanıp pazardan ayrılırdı.
İbrahim b. Yesar şunu nakletmiştir: İbrahim b. Edhem´e (ra) ´Bugünkü işim, çamurda çalışmak* dediğimde bana şöyle dedi: Ey İbni Yesar, sen hem arayan, hem de aranan bir zatsın. Kaçırmaman gereken seni arıyor, sen ise seni kaçırmayacak olam aramaktasın. Çok hırslı olduğu halde mahrum olan, zayıf olduğu halde rızkı bolca verileni görmedin mi?
Ben de, ´Bakkalda bir 1/6 dirhemim var dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: İşte buna dayanamam. Böyle bir paran varken neden iş arıyorsun?! Selef ustalarından birçoğu yarım gün veya günün üçte ikisinde çalışır, almterinin karşılığını aldıktan sonra mescide giderlerdi. Bazıları da haftada bir veya iki gün çalışır, kalan günleri ibadetle geçirirlerdi.
Selef esnafı, günün ilk kısmı ile son kısmını ahiret ticaretine tahsis ederlerdi. Sadece günün orta kısmında çalışarak dünya ticaretiyle uğraşırlardı. Rivayete göre melekler, sabah ve akşam vakitlerinde semaya yükselerek kulun amellerini Allah Teala´ya gösterirler. Eğer her iki vakitte de hayır varsa, Allah Teala bu ikisi arasında işlenen küçük günahları bağışlar.
Allah Resulü´nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gecenin ve gündüzün melekleri fecr vaktinde buluşurlar. Gece melekleri ayrılarak gündüz melekleri yeryüzüne inerler. İkindi vaktinde ise gece melekleri inerek gündüz melekleri yukarı çıkarlar. Allah Teala her iki zümreye de şöyle sorar: Siz ayrılırken kullarını ne haldeydi? Onlar da, bıraktığımızda da namaz kılıyorlardı, tekrar karşılaştığımızda yine namaz kılıyorlardı. Allah Teala da bunun üzerine şöyle buyurur: Sizi şahit tutarım ki Ben de onları bağışladım".
Ali (kv) Küfe pazarında dolaşıyordu. Elinde bir kamçı vardı ve şöyle diyordu: Ey tüccar topluluğu! Hak üzere alın, hak üzere satın ki kurtuluşa eresiniz! Kârı az görüp reddetmeyin, yoksa mahrum edilirsiniz. Hak üzere olup mani olunanın katlarca fazlası batıla gider. Abdurrahman b. Avfa (ra) ´Zenginliğinin sebebi nedir?´ diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: Üç husustur: Kârı hiçbir zaman -az görüp de- geri çevirmedim. Benden satın alınmak istenen hiçbir hayvanın satışını daha fazlasını umarak ertelemedim. Hiçbir zaman aldatıcı satış yapmadım. Denir ki: Abdurrahman b. Avf (ra) bir keresinde bin deve satmış ve sadece onları bağladıkları iplerden kâr etmişti. Ardından her ipi bir dirheme satmış ve toplamda iki bin dirhem para kazanmıştı. Bunlardan da binini kendine almış, diğer binini de infak etmişti.
Vera´ ehli, ticari gaye ile deniz yolculuğuna çıkmayı hoş görmezlerdi. Bu meyanda şöyle denilmiştir: Ticaret için denize açılan kimse, rızık talebinde aşırıya kaçmış olur.
Allah Resulü´nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak hac, umre ve cihad için deniz zeferine çıkılır".[48]
Zeyd b. Vehb ise Ömer´den (ra) şunu nakletmiştir: Yetimlerin mallarıyla ticaret yapın ki yıllık zekâtı onları tüketmesin. Onların mallarını kârlarla meyvelendirin. Onların mallarıyla hayvan alım satımından uzak durun. Çünkü hayvanlar telef olabilir. Denizlerin dalgalarından da sakının. Onların mallarıyla meta türü işlerde ticaret yapın.
Amr b. el-´As (ra) şöyle derdi: Pazara ne ilk giren, ne de ondan son ayrılan olun! Çünkü şeytan orada yumurtlar ve yavruları da orada yaşar. Muaz (ra) ve Abdullah b. Ömer´den (ra) şu söz nakledilmiştir: İblis, oğlu Zelenbur*a şöyle demiştir: Ey Zelenbur! Kitabınla mutlu t)l! Çünkü pazar yerleri senindir. Oralarda yemini, yalanı, hile ve tuzağı, ihanet ve ahde vefasızlığı güzel göster. Oraya ilk girenin ve oradan en son ayrılanın yanında ol.
İbni Ömer (ra) ve İbni Abbas (ra) şunu rivayet etmişlerdir: Allah Resulü´nün (sav) pazara günün ilk ışıklarıyla girmeyi ve oradan en son ayrılmayı yasakladığını işittik.
Rızkını arayan ve pazarda ticaret yapan kimseler, bu güzel sıfatlara sahip olur ve koşulan şartlara uygun davranırlarsa, hal ve makamlarını muhafaza etmekle kalmaz, Allah Teala´nm yollarındanbirine girmiş olurlar. Onların bu yoldaki bütün fiil ve eserleri de kendileri için hasenat sayılır. Yaptıkları ahiret için de kazanç olur.
Kulun bu durumu, ahireti için de kendisine destek ve ahiretine götüren güzel bir yol olur. Eğer zikredilen şartlara aykırı hareket eder, ticari hallerinde ilmin gereklerine uymaz, davranışlarında takvadan ayrılır, mal biriktirme hırs ve sevdasına kapılır, yitirdiği dünyalıklar için sızlanır ve dünyalıklarını kurtardıklarında dinlerinden kaybettiklerini umursamaz, kazançlarının kaynağını önemsemez ve nereye harcandığına bakmazlarsa Allah Teala´ya isyan etmiş ve O´nun hoşgörmediği bir konuma düşmüş olurlar.
Böyle bir tüccar, Allah Teala´nm gazabına maruz kalır ve yaptıklarıyla O´ndan uzaklaşır. O, ölüme hazırlıksız ve ahirete îmandan uzaktır. Bütün fiil ve eserleri günahtan ibarettir. Bu tür bir ticareti yapmaktansa, terketmek kendisi için daha hayırlıdır. [49]
Ticaret Ve Sanayiyle İlgili Nakiller Ve Selef´ İn İzlediği Yol
Alkame (ra), İbni Mesud (ra) kanalıyla şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim müslümanlarm şehirlerinden birine mal getirir ve günün fiyatıyla satarsa, onun için Allah katında şehid sevabı vardır. Allah Resulü (sav) bunu söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: ´Kimileri Allah´ın lütfundan nasiplerini aramak için yol tepecek, dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşacaklardır. Kimileri de Allah yolunda cihada çıkarlar (Müzzemnıil/20) [50].
Ukbe b. Amir (ra) de Allah Resulü´nden (sav) şunu işittiğini nakletmiştir: "Alacağı malın bedelim -haksız yere- düşürmeye çalışan kimse cennete giremez".16 Ebu Salih, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir: "Her kim alışverişten pişman olanı rahatlatırsa, Allah Teala da Kıyamet günü onu rahatlatır".
Hişam b. Urve (ra) de Muaviye´ye (ra) şunu nakletmiştir: Cür-hüm kabilesine mensup yaşlı bir adam kendisine yalan durmuştu. Onu yanına çağırttı ve, ´Kimlerdensin?´ diye sordu. O da, ´Cür-hüm´den´ dedi. Hişam, ´Kaç yaşındasın?´ diye sorunca, ´Üçyüz elli´ dedi. Hişam kendisine şunu sordu: Söyle bana malın en faziletlisihangisidir? Adam şu cevabı verdi: Ses çıkan (meskun) bir beldede, kendi kendine geçinip başkasına muhtaç olmayan bir hane. Hişam, ´Sonra hangisidir?´ diye sordu. O da, ´Karnında bir tayı olan kısrak´ dedi. Hişam, ´Peki deve ve davarı niçin söylemiyorsun?´ diye sorunca, ´Onlar sana değil, bizzat ilgilenecek kimseye yarar* dedi.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Müslümanın malının hayırlısı aşılı hurma ve birçok hamile attır". Hadisteki Wmure´ kelimesinin ´çok´ anlamına geldiğinin delili de şu ayet-i kerimedir: "Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde oranın şımarıklarım arttırırız". (İsra/16) Araplar ´Emera el-kavmü´ denildiği zaman, kavmin nüfus bakımından çoğaldığını anlarlardı.
Abdullah b. Ahmed´in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Muavi-ye´nin (ra) hazinesinden üçyüz bin dinar almıştım. Şu anda ise elimde un, davar sürüsü ve ev eşyasından başka bir şey kalmadı. Bundan çok endişelendim ve Kabul Ahbar´la görüştüm. Ona, durumu bildirdim. O da bana ´Hurma hakkında ne düşünürsün? Onu Allah´ın Kitabı´nda da görüyoruz. Hurmalar, evlerde yiyecek, çamurlarda direk gibidir.
Bence, malların en hayırlısı hurmadır. Onun satıcısı övülmüş, müşterisi de rızıklanmıştır. Onu satan ve emsal fiyatı koymayan kimse, şiddetlenen rüzgarın savurduğu düz kayanın üzerindeki kül gibidir* dedi. Ben de endişelerimi hurmayla giderebileceğimi düşündüm ve hurma satın aldım.
Mervan b. el-Hakem, Vehb b. el-Esved´e, insanlığın ne olduğunu sormuş, o da şu cevabı vermişti: Anababaya iyilik ve rnalı temiz tutmak. Abdülkuddüs b Abdüsselam şunu rivayet etmiştir: İbrahim b. Edhem (ra), Ibad b. Kesir´e (ra) bir mektup yazarak şöyle demişti: Tavafinı, sa´yini ve haccını Allah yolunda cihad eden bir mücahidin bir öğün uykusu gibi kıl.
O da İbrahim´e (ra) şöyle karşılıkta bulundu: Sen de korumanı, nöbetini ve savaşını ailesinin geçimini helalinden kazanmaya çalışan kişinin bir öğünlük uykusu gibi kıl.
Abbas´tan şu bilgi nakledilmiştir: Ahmed b. Sevr´in şunu söylediğini işittim: Bir adam İbrahim b. Edhem´i hurma gölgesine tevdi etmiş ve ´Ey Eba İshak bana Öğüt ver!´ demişti. O da adama şöyle dedi: Arttır ve saf kıl! Ne haccı umreyle tamamlayan hacı, ne nöbet bekleyen mücahid ve ne de geceyi ibadetle geçiren oruçlu bize göre insanlara muhtaç olmaktan kurtulmaya çalışandan daha üstündür!
Lokman (as) oğluna verdiği öğütlerden birinde şöyle demiştir: Ey oğulcuğum! Dünyadan yetecek kadarım al ve onu tamamıyla reddetme! Aksi halde insanlara muhtaç olursun.
Şazan´dan da şu nakledilmiştir: Hasan b. el-Hayy´a geçim yolları hakkında soru sormuştum. Bana şöyle karşılık verdi: Bunun için kafa yorarsan Fırat´ın suyu sana haram olsun! Helal nzık peşinde koşmak, düşmanın hücumunu göğüslemekten daha zordur!
Heysem b. el-Cemil de Îbnü´l-Mübarek´in (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: İster kara, ister deniz hangi yola çıkarsan çık yeter ki insanlara muhtaç olmaktan kurtul! Heysem bu söz üzerine şöyle demiştir: Herhangi birinden bana ulaşan içime öyle düşerdi ki, ancak ona muhtaç olmadığımı hatırladığımda içimdeki yük hafiflerdi.
Hammad b. Zeyd´den şu bilgi nakledilmiştir: Eyyub dedi ki: İçinde kısmi kusur da bulunsa bileğimin hakkıyla kazandığım, insanlara muhtaç olmamdan daha güzeldir. îbni Ebi´d-Dünya oa Ömer b. Abdullah´ın şu beytini okumuştur:
Dağların doruklarından kaya taşımak, Halkın minnetinden daha hafif gelir bana. Varsın halk ´Ne kadar da yüz kızartıcı bir iş! desin, ´Esas yüz kızartan, dilenmenin zilletidir´derim.
Musa b. Tarif şu hadiseyi anlatmıştır: İbrahim b. Edhem (ra) deniz yolculuğuna çıkmıştı. Yolda şiddetli bir fırtınaya yakalanmış, batma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. İşte o anda gemideki-ler, ´Ey Eba Kasım! İçinde bulunduğumuz zorluğu görmüyor musun?´ dediler. O da, ´Bu mu zorluk?´ dedi. Onlar da, ´Bu değilse nedir?´ diye sordular. O şu karşılığı verdi: İnsanlara muhtaç olmak!
Bir alim, ediblerden birinin şu beyitlerini okumuştu:
Delikanlının ölmesi, daha hayırlıdır ona edilen cimrilikten, Cimrilik de daha hayırlıdır, bir cimriden dilenmekten. Yüzsuyuna asla değer biçme, Hiçbir mahlukla da görüşme zelil bir suratla.
Bir zamanlar dilenenden sakın isteme bir şey, Fakirlik daha hayırlıdır, dilenenden istemekten.
Şeyhlerden biri de şöyle bir beyit okumuştu:
Afetleri sayarsan en kötüsüdür cimrilik,
Ondan da kötüsü oyalama ve verilen boş sözdür.
Yalansa eğer yoktur hiçbir değeri verilen sözün,
Yoktur asla hayırı fiiliyatı olmayan boş sözün.
Bir diğeri de şöyle demişti:
Eğer zorundaysan yemeye,
Olma yemek isteyen gibi.
Zira gerçekten yemek isteyen,
O kimsedir ki açlığı hatırladığında yemek yemeyen.
Bir diğer arif de şöyle bir beyti okumuştur:
Yılan karşısında akılsızlık eden Havva (as),
Daha akılsız değildi, dilenciden zenginlik bekleyenden.
Zeyd b. Eşlem şöyle bir hadise anlatmıştır: Muhammed b. Mes-leme arazisinde hurma dikerken Ömer b. Hattab (ra) yanına geldi ve ´Ne yapıyorsun ey Muhammed?´ dedi. O da, ´Gördüğünü´ dedi. Bunun üzerine Ömer (ra), ´Doğru yapıyorsun, insanlara muhtaç olmaktan kurtul, böylesi dinin için daha sağlam, insanlar arasında da değerini arttırıcıdır1 dedi. Kardeşiniz de İbnül-Hallac´a şöyle dememiş miydi?
Bağdat´ı imar etmeye devam edeceğim, Çünkü canlara canan gelen, serveti olandır.
İbni Mesud´un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir dirhem için dahi olsa iyi pazarlık et. Çünkü aldatılan, ne övülmüş, ne de ecir kazanmıştır.
Süfyan-ı Sevri (ra) de şöyle demiştir: Bir dostunuza ´İhsanda bulun´ dediğinizde, eğer o ihsanda bulunuyorsa, bu bir sadakadır. Abdullah b. Abdurrahman da şöyle bir hadise nakletmişti:
İbrahim b. Edhem (ra) ve yarenleri Ramazan ayında bir mescid-de idiler. İmam selam verdiği zaman adamın biri kalktı ve bir şeyistedi. O da vermedi. O esnada İbrahim´in (ra) dostları sofrayı kurmuşlardı. Ona, ´Ey Eba İshak, şu adamcağızı da çağıralım mı?´ diye sordular. İbrahim (ra) ´Hayır, çağırmayın´ dedi.
Adam o geceyi yemek yemeden geçirdi. Ertesi gün İbrahim´in (ra) dostlarından biri mescide geldiğinde ona şöyle dedi: Ey Eba İshak, dün dilenen şahsı rüyamda gördüm. Başının üstünde bir odun bağı vardı. İbrahim b. Edhem (ra) dedi ki: Bilir misiniz neden ´onu çağırmayın´ dedim? Çünkü kalbimden neden daha önce bizden istekte bulunmadığı geçti. Ben de bu yüzden onu çağırarak, yemeğinize dayanmasını istemedim.
Adamın biri İbrahim b. Edhem´e (ra) ´Nasıl sabahladın?´ diye sormuştu. O da şu karşılığı verdi: Sıkıntımı benden başkası çekmediği için hayırla sabahladım.
Musa b. Tarifden de şu hadise nakledilmiştir: İbrahim b. Ed^ hem biriyle bir iş yaptığı zaman fiyatta pazarlık etmezdi. Yusuf b: Said´den ise şu nakledilmiştir: Adamın biri Ali b. Bekar´a şöyle bir soru sormuştu: Başı Öne eğip istemek mi, yoksa yerlerden birşeyler toplamak mı, hangisi daha hayırlıdır? O da şu cevabı verdi: Yerlerden bir şeyler toplamakta bir çok hayır mevcuttur.
Süleyman el-Hawas (ra) orada burada bir şeyler toplardı. İbrahim b. Edhem (ra) ise ücret karşılığında çalışırdı. Huzeyfe (ra) süt sağardı. Ebu Amr b. el-Ala şunu nakletmiştir: Hasan el-Basri (ra) şöyle demişti: Pazarlar, Allah Teala´nm sofralarıdır. Oralara gidenler, nasiplerini alırlar.
Hasan b. Dinar, Katade´den şunu rivayet etmiştir: Tevrat´ta şöyle yazılıdır: Kork ki koranabil, iste ki verilen ol, ara ki bulan olî incil´de de şöyle yazılıdır: Ey Adem oğlu, sabırlı ol ki sana da sabır gösterilsin!
Ebu´-Hulde, Ebul-Aliye´den şunu aktarmıştır: Bir şey satın aldığınızda, en iyisini almaya çalışın. Ebu´t-Tufeyl ise şunu anlatmıştır: Enes b. Malik´in (ra) yanında idim. Kendisine ´Deccal çıktı denildi. O da, ´Bir boyacımn uydurmasıdır7 dedi. Yahya b. Yeman, Bessam es-Sayrafî kanalıyla İkrime´nin şu sözünü nakletmiştir: Sarraflıkla uğraşanların cehennem ehlinden olduklarına şahitlik ederim.
Abdülhamid b. Mahmud´dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Bir gün ibni Abbas´m (ra) yanında idim. Adamın biri geldi ve başından geçen şu olayı anlattı: Bir toplulukla beraber hacca gidiyorduk. Safah mevkiinde arkadaşlarımızdan biri vefat etti. Onun için bir mezar kazdık. Ama kazdığımız çukur bir anda kara yılanlarla doldu. Biz de başka bir çukur kazdık. Yılanlar onu da doldurdu. Bir çukur daha kazdık, onu da yılanlar doldurdu. Ne yapacağımızı şaşırdık ve sana geldik Ne yapmamızı tavsiye edersin?
îbni Abbas (ra), ´Bu, onun hayatta iken yaptığı işiydi´ dedi. Başka bir rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir: ´Bu, onun hayatta iken yaptığı sahtekarlık ve hilekarlığın tecellisidir. Gidin ve çukurlardan birine defnedin. Allah´a yemin olsun ki yeryüzünün tamamını kazsanız, aynı şeyin olduğunu görürsünüz!´
Adam, hadisenin devamında şunları anlatmıştır: Arkadaşımızı, çukurlardan birine gömdük. Hac seferimizi tamaladığımızda onun hanımına gittik ve hayatta iken ne yaptığını sorduk. O da, kocasının yemek işi yaptığını, her gün evde hazırlanan yiyeceği çarşıdan aldığı arpa samanryla karıştırdıktan sonra pazar yerinde sattığını söyledi.
Haccac, Ebu Cafer Muhammed b. Ali´den şunu nakletmiştir: Ali (kv), çamaşırcı, terzi ve boyacı esnafından halkın mallarını iyi muhafaza etmeleri üzere güvence alırdı. Hişam b. Ammar´dan nakledildi ki: Malik b. Enes´e (ra) yarım dirhem, bir buçuk dirhem veya iki dirhem karşılığında dokumak üzere ustaya elbise siparişi verilmesinin hükmü sorulmuştu. O da, bunun sağlıksız bir şart olduğunu söylemiş, ustaya emsal ücretin verilmesi gerektiğini ve anlaşmaya uymaması halinde ise tazminat talep edilebileceğini ifade etmiştir.
Ahmed b. Hasan el-Makırri´den nakledildi ki: Benim de bulunduğum bir mecliste Ebu Bekir el-Mervezi´ye iki buçuk, üç buçuk ya da daha fazla ücret karşılığı giysi dokuyan kimsenin durumu sorulmuştu. O, ´Biz, sipariş veren olarak rıza gösterdikten sonra mahzuru yoktur1 dedi. Ben, ´Peki yarım veya bir buçuk dirheme dokursa´ diye sordum. Yine, ´Mahzuru olmaz* dedi. Bu mesele, Ahmed b. Hanbel´e sorulduğunda, o da mahzuru olmadığını söylemiştir.
Ebu Davud´dan şöyle nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel´e, üçte bir veya dörtte bir karşılığında dokumacıya ip vermenin hükmü sorulduğunda mahzuru olmadığını söylemiş, ardından şunu ilave etmiştir: Bunun en güzel misali mudârebedir. Bu hususta Cübeyr´in başından geçenler, toprağın hiçbir mahsul vermemesi ve mudari-bin kâr etmemesi gibi neticelerin tamamı benim için karinedir.
İbni Vehb, Cuma günü namaz vaktinde yapılan ticaretle ilgili şunu nakletmiştir: İmam Malik (ra), Cuma namazı için ezan okunduktan sonra yapılan alışveriş hakkında şöyle demiştir: Bu alışveriş feshedilir. Kendisine, Teki namaz vaktinde ticari muamelede bulunan ve namaza gitmeyen kimsenin durumu nedir?´ diye sorulduğunda ise şöyle demiştir: O, çok kötü bir iş yapmıştır! Derhal Rabbi´nden bağışlanma dilemelidir. Aynı fiil hakkında Rebia ise ´Açık bir zulüm ve kötülükte bulunmuştur´ yorumunu yapmıştır. İmam Malik (ra) bu konuda şöyle bir hüküm vermiştir: Cuma günü imam namazı bitirinceye kadar ticaret yapmak haramdır.
Ebu Davud şunu nakletmiştir: İmam Ahmed b. HanbeFin taklit (=kalb) veya sürmelenmiş metal para ile alışveriş ve muameleyi defalarca mekruh saydığını gördüm. Yine o şöyle demiştir: İshak b. Raheveyh´e, taklit para harcamanın hükmünü sorduğumda, Mahzur yoktur dedi. Abdülvehhab b. el-Verrak da şöyle demiştir: Bişr*e, kalp para ile muamelede bulunmanın hükmünü sorduğumda, bana ´Ondan dolayı affedilmeyi iste* dedi. Aynı soruyu Süfyan-ı Sevri´ye sorduğumda, ´Haramdır1 dedi.
Hasan el-Hayyat ise Bişr b. el-Hars´la ilgili olarak şunu nakletmiştir: Komşularından biri ona şöyle demişti: Titiz bir dokumacıya, ´ipler benden dokuması senden´ şartı üzere dokuması için bir sarık sipariş ettim. Bişr bunu ikrar etmiştir.
Bişr-Fudayl b. Iyaz-Leys kanalıyla Mücahid´den şu rivayet nakledilmiştir: Meryem (as) oğlu İsa´yı (as) kaybetmişti. Onu ararken yolun kenarında oturmuş müşteri bekleyen dokumacılarla karşılaştı. Onlara, gideceği yere nasıl gidebileceğini sordu. Onlar da kendisine başka bir yol tarif ettiler. Meryem (as) dokumacıların söylediği yola girerek kayboldu. Bunun üzerine dokumacılara çok kızdı ve Rabbi´ne şöyle dua etti: Allahım! Onların kazançlarına bereket nasip etme ve onları yoksul olarak vefat ettir! Onları halk nazarında hakir kıl! Bişr (ra) der ki: Sanırım Allah Teala onun bu duasını kabul ettiği için, dokumacıların hali bu şekildedir.
Ebu Abdurrahman el-Ceyli, Ebu Eyyub el-Ensari´nin (ra) Allah Resulü´nden (sav) şunu naklettiğini rivayet etmiştir: "Allah Teala,alıverişte baba ile oğul arasında farklı (muamele eden) kimseyi Kki yamet günü sevdiklerinden ayıracaktır".
Süfyan, Mansur vasıtasıyla Musa b. Abdullah´tan şunu rivayet etmiştir: Musa´nın babası, kölelerinden birini dört bin dinar serma-r ye vererek ticaret yapması için İsfahan´a göndermişti. Sermaye1 orada dört misline ulaşarak onaltı bin dinara ulaştı. Bir süre sonra kölenin öldüğünü duydu. Parasını almak üzere İsfahan´a gittik ğinde kölesinin faiz ticaretine bulaştığını işitti. Bunun üzerine dört bin dinarını alıp kalanı bıraktı ve döndü.
Ebu Bekir el-Mervezi´den nakledildi ki: Ebu Abdullah´a, faizle para kazanan birinin yemeğinin yenilip yenilmeyeceğini sorduğumda, bana yenilmeyeceğini söyledi. Ayrıca Ebu Abdullah´ın şöyle dediğini de işittim: Faizle iş yapan kimse, temizlenmek istediğinde anaparasını alır, kalan parayı -sahiplerini biliyorsa- onlara iade eder, bilmiyorsa sadaka olarak dağıtır.
Rebia b. Yezid, Atiyye es-Sa´di (ra) kanalıyla Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kul, sakıncası olabilir diyerek sakıncalı olmayanları dahi almayı terketmedikçe takva sahiplerinden olmayı başaramaz". Abbas b. Celid de, İbnü´d-Der-da´nın (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Takvanın kemale ermesinin işareti; zerre ağırlığı malda dahi Allah´tan korkması, hatta helal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını da, haramla arasında perde olmasa düşüncesiyle almamasıdır.
Ebu Bekir el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah´a, cebinde içlerinden biri haram olan üç dirhem bulunan ve hangisinin haram olduğunu bilmeyen adamın durumunu sorduğumda bana şu cevabı verdi: Dirhemlerden hangisinin haram olduğunu öğreninceye kadar onlarla bir şey alıp yememelidir.
Ebu Abdullah, bu meselede Adiy b. Hatem´den (ra) nakledilen şu hadise dayanmaktaydı: Adiy (ra) Allah Resulü´ne şunu sormuştu: Avın peşinden köpeğimi gönderdiğimde köpeğim yanında başka bir köpekle gelirse ne yapayım? Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştu: Avı hangisinin öldürdüğünü öğreninceye kadar o avı yeme. Ebu Abdullah´a kendisine sıhhatli dirhem verildiği halde onları tekrar kalıba döken kimsenin durumunu sorduğumda ise şöyle demişti: Bu meselede Allah Resulü (sav) ve ashabından nakledilen açık bir yasak vardır. Ben de dirhemlerin kırılmasını ve parçalara ayrılmasını mekruh görürüm. Kendisine şunu sordum: Kalıba dökmem için bir dinar verilse ne yapmam gerekir?
Şu cevabı verdi: Önce o dinarla dirhem alırsın, sonra o dirhemlerin aldığı kadar altın alırsın. Eğer aldığın dirhemler, ganimet malı ve sahibi de onların aynı olmasını isterse o zaman eşit ölçüde olmalarına dikkat edersin. Böylelikle hepsi aynı emsal olurlar.
Ebu Abdullah, Alkame b. Abdullah´ın babası vasıtasıyla Allah Resulü´nün (sav) şu uygulamasını rivayet etmiştir: O, sakıncası olmadıkça müslümanlar arasında geçerli olan bir sikkeyi kırmayı yasaklamıştı [51] Ebu Abdullah, buradaki sakıncayı, dirhemler arasındaki farklılık olarak tefsir etmiştir. Farklılık, insanlardan bir kısmının ´iyi´ diğerlerinin de ´kötü´ dediği dirhemlerde olur. Bu şekildeki dirhemler kırılabilir.
Ebu Abdullah´a, ücret karşılığı çalışıp mescidde oturan kimsenin hükmünü sormuştum. Bana şöyle dedi: Terzi ve benzeri zanaat ehlinin mescidde oturmalarından hoşlanmam. Çünkü mescidler, Allah Teala´nm isminin zikredilmesi için bina edilmişlerdir. Oralarda alışveriş mekruhtur.
armi
Tue 12 January 2010, 03:58 pm GMT +0200
Yine ona, ip eğiren birinin, muhtemelen yağmur sebebiyle mezarlığa gidip oradaki kubbelerden birinin altına sığınarak orada çalışmasının hükmünü sordum. Bana, mezarlığın ahiret yurdunun bir parçası olduğunu ve orada çalışmanın da mekruh olduğunu söyledi.
Ebu Abdullah´a un alırken bir ölçeğin üstüne 4.370 kilogram ilave etmenin hükmünü sorduğumda ise şunu söylemiştir: Bu kötüdür ve insanların aldatılmaması gereken bir miktardır. ´Peki kilo ve daha altının hükmü nedir?´ diye sorduğumda, bu miktarlarda insanların karşılıklı aldanabileceğini söyledi.
Ebu Abdullah´a yastık ve yataklarda dolgu için kullanılan samanın durumuyla ilgili olarak şunu sorduk: Tüccar için dikilen yastık ve yatakların onlar tarafından içindeki samanın kalitesi bil-dirilmeksizin satılmasının hükmü nedir? Şöyle cevap verdi: Tüccar, kendisine güvendiği kimseler dışındakiler için bu işi açık olarak yaptırmalıdır.
Ebu Abdullah´a, kendi giyimim için satın aldığım bir elbiseyi kâr gayesiyle satıp satamayacağımı sorduğumda ´Hayır* dedi ve ilave etti: Eğer onu pahalı satacaksan, giydiğini belirtmen gerekir. Aksi halde, kullanılmış giysi pazarında satarsın. Yine ona, gümüş destinin satış hükmünü sorduğumda, desti kırılmadıkça satılamayacağım söyledi. İpeğin satılamayacağını da o söylemişti.
Ümeyye b. Huld dedi ki: Yunus b. Ubeyd bir mal alacağı zaman, Sus şehrindeki vekiline bildirerek belli bir malın istendiğini ve onun kimden alınabileceğini öğrenmesini talep ederdi.
el-Mervezi´den şu söz nakledilmiştir: Ebu Abdullah´a cevizi saçmanın hükmünü sordum. Bunun mekruh olduğunu söyleyerek cevizin çocuklara taksim edilerek verilmesini tavsiye etti. Bir defasında yine Ebu Abdullah´ın evine gitmiştim. Oğlu bir maharet gösterdi ve çocuklara vermek üzere aldığı cevizi onlara paylaştırarak dağıttı. Onların üzerine saçmayı hoş görmeyerek şöyle dedi: Bu, yağmalama gibi olur.
Ebu Abdullah, İbnü´l-Mübarek´in bazı meselelerle ilgili görüşlerini zikrettikten sonra şöyle demişti: Bu meseleler arasında biri vardır ki çok ilginçtir. Bu mesele şöyle gündeme gelmişti: îbnü´l-Mübarek´e, vurduğu kuş, başka bir şahsın arazisine düşen kimseyle ilgili şu soru sorulmuştu. Av, onun mu, yoksa düştüğü arazinin sahiplerinin mi hakkı olur? Îbnül-Mübarek, bu soruyu ´Bilmiyorum* diye cevaplamıştı. Aynı soru, Ebu Abdullah´a da sorularak ´Bu meselede sen ne diyorsun?* denildi. Ebu Abdullah, ´Bu, gayet ince bir mesele, bununla ilgili herhangi bir nakil bilmiyorum´ cevabım verdi.
Bir defasında Ebu Abdullah´a şunu nakletmiştik: İsa b. Abdül-fettah dedi ki: Bişr b. el-Hars´a (ra) şüpheli bir konuda anne-baba-ya itaat etmenin hükmünü sordum. Bunun çok ağır olduğunu söyledi. Ebu Abdullah´a dedim ki: Şüpheli konuda da anne-babaya itaat sözkonusudur. Ardından dedi ki: Bunu Muhammed b. Mukatil´e söylediğimde, şu karşılığı verdi: Ben de aynı fikirdeyim. Bişr b. el-Hars da, onun söylediğini ikrar etmiştir. Ebu Abdullah bunun ardından şöyle demiştir: Anne-babayla hoş geçinmek ne kadar da güzeldir! O, başka bir zaman da şöyle demişti: Günah, kalplere nasıl da nüfuz etmiş!
el-Mervezi şunu anlatmıştır: Bir defasında, adamın birini Ebu Abdullah´ın meclisine götürdüm. Adam, ´Kardeşlerim şüpheli yollardan kazanç elde eden kişiler. Annem, onların getirdiklerini pişirip bizi yemeğe çağırmış, biz de o yemekten topluca yemiş olabiliriz. Bunun hükmü nedir?´ diye sordu. Ebu Abdullah şu cevabı verdi: Bu, Bişr´in konuşması gereken bir konudur. Senin içinse, Allah Teala´mn gazabına uğramamanızı niyaz ettiğim bir noktadır. Ebu´l-Hasan Abdülvehhab´a git ve ona da sor.
Adam, ona giderek, ´Bu hususta bildiğin bir şeyse varsa bana bildir dedi. O da Hasan´ın şu sözünü aktardı: Kişi, cihada gitmek için annesinden izin ister ve annesi kendisine izin verdiği halde, gönlünden kalmasını istediğini hissederse cihada gitmeyerek annesinin yanında kalmalıdır. Ebu Abdullah´tan şunu işitmiştim: Annesi hayatta olan birinin ilim talep etmek üzere sefere gitmek için ondan izin istemesinin hükmünü sorduğunda şu cevabı verdi: Eğer o kimse, nasıl abdest alacağını ve nasıl namaz kılacağını bilmeyecek derecede cahil ise, ilim talebinde bulunması onun için daha öncelikli bir farzdır.
Bunları biliyorsa, annesinin yanında kalması kendisi için daha elzem bir farizadır.
Ben de kendisine şunu sordum: Bir münkeri gördüğü halde onu değiştirecek ilmi kuvveti yoksa, o zaman ne yapar? Şu karşılığı verdi: Anne-babasmdan izin ister, eğer verirlerse ilim talebi için yola çıkabilir.
Ebu´r-Rebi es-Suii´den şu hadise nakledilmiştir: Basra´da Süf-yan-ı Sevri´nin (ra) meclisine gittim. Ona, ´Ey Eba Abdullah, ben muhtesiplerle (=fiyatları ve islami kuralların uygulanışını kontrol eden görevliler) beraber kadın gibi davranan erkekleri basıyoruz. Kimi zaman da onların evlerine, duvarlarından tırmanarak giriyoruz. Bunun hükmü nedir?´ dedim.
´Evlerinde kapı yok mu?´ diye sordu. ´Evet var, ama kaçmalarını önlemek için böyle yapıyoruz´ dediğimde davranışımızı çok çirkin buldu ve beni ayıplayarak ´Bunu kim içeri aldı?´ diye sordu. Ben de, ´Sırf derdime derman olacak bir tabip için geldim´ dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kendimiz hasta olduğumuz halde tabip olarak anıldığımız için helak olduk! Ardından da şunu ekledi:
İyiliği emredip kötülükten sakındıran kimse, şu üç hasleti taşımalıdır: Sakındırdığında yumuşak, emrettiğinde adaletli, sakındırdığında adaletli, emrettiğinde bilgili ve sakındırdığında bilgili olmak.
Ahmed b. Muhammed b. Haccac´ın şöyle dediği nakledilmiştir: Bir defasında Süfyan-ı Sevri´ye (ra) şunu sordum: Pazarı dolaşırken davul görürsem kırıyorum, ne dersin? ´Gücün yetiyorsa kırabilirsin´ dedi. ´Ölü yıkamak için davet edildiğimde davul çaldığını işitirsem ne yapmam gerekir?´ diye sorduğumda ise şöyle dedi: Gücün yeterse onu kır, aksi halde oradan ayni.
Tambur kırmanın hükmünü sorduğumda, kırılabileceğini söyledi. ´Saklanmış tambur için ne yapmam gerekir?´ diye sorduğumda ise, ´Eğer senden gizlenmişse kırma´ dedi. ´Sokakta kölenin elinde bulunan küçük bir tambur gördüğümde ne yapmam gerekir?´ diye sorduğumda ise, ´Eğer açıkta ise onu da kırabilirsin´ dedi.
Süfyan-ı Sevri´ye (ra) nergis suyu satanlara karşı ne yapmam gerektiğini sordum. Şöyle dedi: Nergis suyundan civa yapıldığını söylüyorlar. Teki sırf meyhane sahipleri satın alıyorsa, o zaman ne yapmak gerekir?´ diye sorduğumda şu karşılığı verdi: Satıcıya bu husus sorulur, eğer öyle ise, pazarda sattırılmaz.
Adamın biri ona şöyle bir husus arzetmişti: Babam, pazarda her türlü kimseyle alışveriş yapıyor. Hatta sizin muameleyi mekruh gördüğünüz kimselerle dahi ticari muamelede bulunuyor, ne dersiniz? Şu cevabı verdi: Servetinin kârı kadar olan mikdan bırakılır. ´Peki alacağı ve borcu varsa, ne yapmak gerekir?´ diye sorulduğunda şöyle dedi: Alacağı alınıp borçlusuna verilir. ´Böyle davranılma-sını uygun görür müsünüz?´ diye sorduğumda şöyle karşılık verdi: Sen de onu borcunu ödemekle yetinmiş halde bırakırsın.
Ebu Abdullah´a, gidişatını beğenmediğim bir yakınımın kendisi için bir giysi veya yün satın almamı istediğini, bu durumda ne yapmam gerektiğini sordum. Bana şöyle dedi: Öyle biri ise ona yardım etme ve onun için hiçbir şey satın alma. Ancak annen emrederse yapabilirsin. Çünkü böyle bir alışveriş, anneni Öfkelendirmenden daha hafif bir kusurdur.
Bir defasında Ebu Abdullah´a şu husus sorulmuştu: Faiz ticareti yapan bir baba, alacağını tahsil için oğlunu gönderse, oğlunun ne yapması gerekir? Ebu Abdullah şöyle dedi: Tahsilata gitmemeli ve babasına şöyle demelidir: Siz tevbe edinceye kadar oraya gitmeyeceğim.
Ebu Abdullah´a, hadis ravilerinden birini anmıştım. ´Allah Te-ala ona rahmet etsin, bir huyu dışında çok değerli adamdı!´ dedi. Ardından da, İnsanın bütün huyları kamil olmayabilir´ dedi. Kendisine, Teki onun bir hasenesi olsun yok mudur?´ diye sorduğumda, ´Elbette vardır, ben bile kendisinden hadis yazmıştım. Ama güzel olmayan bir huyu da vardı´ dedi. ´Ne gibi?´ diye sordum. Şu cevabı verdi: Hadisi, kimden aldığını pek önemsemezdi.
Bir keresinde Ebu Abdullah´ın Bişr b. el-Hars´ı anarak şöyle dediğini işittim: Allah Teala ona rahmet etsin. Onda ünsiyet, zikir ve büyük bir vera mevcuttu. O, kendisine sorulan hususlarla ilgili olarak çoğu zaman, ´Böyle bir soru ancak Bişr´e sorulur, bu Bişr*in konuşması gereken bir noktadır, bu konuda konuşmak bana düşmez´ derdi. Bir defasında Ebu Abdullah´a eski elbiselerle dolaşan fakir bir adamdan söz etmiş ve, ´Ne kadar da ilme muhtaç biri´ demiştim. Bana şöyle dedi: Fakirliğine ve ilimden uzak oluşuna karşı gösterdiği sabırdan dolayı onun hakkında böyle konuşma. Ben yatağa her girişimde onu hatırlarım. O ve onun gibiler, bizden daha hayırlıdır.
Süfyan-ı Sevri´ye şöyle bir hadise nakletmiş tim: İbnü´Müba-rek´e salih bir alimin nasıl bilinebileceği sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Dünya hakkında zühd gösterir ve ahiret amellerine yönelir. Bunun üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi: Evet, salih bir alim böyle olmak ister. Ebu Abdullah´a, başka bir kadına sözle hücum ederek nesebi hakkında iddiada bulunan bir kadının hükmünü sormuştum. Bununla ilgili olarak hiç bir şey söylemedi. Israr ederek sorumu tekrarladım. Şöyle bir karşılık verdi: Doğru olduğunu bildiğin halde niçin soruyorsun?
Bir defasında Ebu Abdullah´ın İbni Avn´dan sözederek şöyle dediğini işittim: İbni Avn, evlerini müslümanlara kiralamazdı. ´Niçin?´ diye sordum. ´Onları -kira Ödeme- endişesine düşürmemek için´ dedi.
Ibnü´l-Mübarek, Hakim b. Züreyk´ten ve onun babası vasıtasıyla Said b. el-Müseyyeb´den şunu nakletmiştir: O, buğdaya karşılık un vermenin hükmüyle ilgili olarak bunun faiz olduğunu söylemiştir. Bir defasında Ebu Abdullah´a şöyle bir hadise nakletmiştik: Bişr b. el-Hars´ın kardeşi, Eyle şehrinden kendilerine hurma göndermişti. Annesi, ev halkına dağıtmak üzere ayırdığı hurmalardan birini kenarda tutmuş ve Bişr"e, ´Üzerindeki hakkım için, onu sakın yemeyesin´ demişti. Bişr, annesinin sözünü unutarak o hurmayı yemiş ve ardından üst kata çıkmıştı. Annesi onun arkasından yukarı çıktığında Bişr"in hurmayı istifra ettiğini gördü. Muhtemelen kardeşinin kazancında kusur vardı. Bu hadise üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi: Bunun benzeri bir hadise de Ebu Bekir´den (ra) rivayet edilmiştir.
Ebu Abdullah, Vüheyb b. el-Verdle ilgili şunu anlatmıştı: İb-nü´-Mübarek ona Mısır´dan gelen yiyecekler hakkında bir şeyler söylemişti. İbnü´l-Mübarek bunu, onun kolaylığı için söylemişti. Mısır´dan gelen yiyecekler hakkında çok titizlendiğini bilmiyordu. Halbuki Vüheyb, kuru üzüm dışında Mısır´dan gelen hiç bir yiyecek maddesini yemezdi.
Ebu Abdullah şöyle demiştir: Bişr b. el-Hars Bağdat menşeli gıda maddelerini yemezdi. ´Fakat, Bağdat menşeli gıda maddesi yiyenleri de kınamazdı´ dediğimde şu açıklamada bulundu: Tek başına yaşadığı için buna muktedir olabilmiştir. Geçindirdiği bir ailesi olmadığı gibi, kendisine rızık temin eden biri de yoktu. O, yalnız yaşayan biriydi. Evimde kimse olmasa, ben de yemezdim.
Ebu Abdullah´a göre, fethedilmiş şehir arazisinin emlak ve arazisinden sadece geçinmeye yetecek kadar almak, fazlasını tasad-duk etmek gerekir. O, bu hususla ilgili olarak, ´Bu tür arazi ve emlaki satmayı yerinde bulmam´ demiştir. Ona, ´Bu tür arazinin suyundan içen kimsenin durumu nedir?´ diye sorduğumda şöyle demişti: İçinde yaşadığımız bütün bu emlak ve arazi mirastır. Gelirinden ancak zaruret miktarı kadarını almak gerekir.
Yine ona, bu tür arazi ve emlakin satın alınmasının hükmü sorulduğunda soru sahibine şöyle demiştir: Eğer kendine yetecek bir gelirin varsa satın alma. Aynı meseleyle ilgili olarak başka bir mecliste de şöyle demiştir: Kişinin bu tür arazi ve emlak içinde bulunan ev veya arazisini satmasını mekruh görürüm. İhtiyacından fazlasını satın alması da böyledir. Eğer ganimettten payına düşen, ihtiyacından fazla ise o miktarı tasadduk olarak vermesi daha güzeldir.
Ebu Abdullah dedi ki: Fetih yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak, bütün müslümanlara vakfedilmiştir. Ömer (ra) bu tür arazi ve emlaki olduğu gibi bırakmış ve insanlara taksim etmemiştir. Osman (ra) da böyle davranmış ancak sahabeden İbni Mesud (ra) ve Sa´d (ra) gibi bazı zevata iktâ´ olmak üzere tahsiste bulunmuştur. Ali (kv) de onun uygulamasını tasvip ederek taksimde bulunmamıştır.
Ebu Abdullah dedi ki: Bu meselede İbnül-Mübarek´in görüşünde olanların durumu büyük bir imtihandır. Onların iddiasına göre fetih yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak o savaşa katılan mücahid-ler arasında taksim edilmelidir.
İmam Şafii Bağdat´ta satılan bir evle ilgili olarak, orayı ilk fethederek o eve sahip olan kimseye başvurulmasını şart koşmuştu. Kendisine, bunun nasıl mümkün olabileceğini sorduğumda tebessüm etti ve şöyle dedi: Medine´ye gider ve Medine halkına sorar. Ebu Abdullah bu konuda şöyle demiştir: Medine halkı da bu meselede İmam Şafii´nin görüşündedir. Onlara göre her hangi bir şehir silah kuvvetiyle fethedildiği zaman, arazi ve emlaki fatihleri arasında taksim edilir.
Ebu Abdullah´a bu meselede İmam Şafii ve Medineliler*e muhalif olanların kimler olduğunu sorduğumda, ´Ömer b. Hattab (ra) ve Ali b. Ebi Talib´dir (kv), o ikisi bu tür arazi ve emlaki bütün müslü-manların malı olarak görmüşlerdir´ dedi.
Ebu Abdullah´a böyle bir şehirde kendisine bir ev miras düşen kimsenin ne yapması gerektiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: İmam Şafii´ye göre, o şehri fethederek o eve sahip olan kimse bulunmalıdır. Kendisine, ´Peki sizin görüşünüz de böyle midir?´ diye sorduğumda, ´Evet´ dedi. Ne kadar da güzel söyledi!
Şu an sahip olduğumuz türden arazi ve emlak arasında bu tür bir mala sahip olup elinden çıkarmak isteyen kimseye şunu tavsiye ederiz: En güzeli bu tür gayri menkulü vakfetmektir. Çünkü o, savaş edilmeksizin elde eldilmiş ganimet hükmündedir.
Ebu Abdullah´a Basra ve Kûfe´nin durumunu sorarak bu şehirlerin de silah gücüyle fethedilip edilmediğini sorduğumda şu cevabı verdi: Bu şehirler bizzat müslümanlar tarafından kurmuşlardır.
Ebu Abdullah´ın meclisine bir adam götürmüştüm. Adam, ´Fetih yoluyla alınan arazilerden iki parça arazi babamdan bana miraskaldı, ne yapmam gerekir?´ diye bir soru sordu. Ebu Abdullah şöyle dedi: O arazileri yakınlarına vakfet. Eğer yakının yoksa, o zaman komşularına vakfet.
Bir defasında da, adamın tekinin bu türden bir eve mirasçı olduğu söylenmişti. O da, evi vakfetmesini tavsiye etmiş ve bu tür arazi ve emlakin müslümanlar için ganimet hükmünde olduğunu belirtmişti.
Ebu Abdullah, fetih yoluyla ele geçirilip devlet başkanı tarafından mücahitlere tahsis edilen arazi ve emlakin satın alınması için ruhsat vermişti. Ben de kendisine, satmanın mekruh olduğu bir şeyi satın almaya ruhsat vermenin nasıl olabileceğini sordum. Şu karşılığı verdi: Bana göre satın alma satmadan farklıdır. Buna delil olarak da Sahabe´nin uygulamasını gösterdi. Aralarında İbni Ab-bas (ra) ve İbni Mesud´un (ra) da bulunduğu sahabiler mushaf almaya ruhsat verirken satmayı mekruh görmüşlerdi.
Bir keresinde Ebu Abdullah´a ´Devlet tarafından bağışlanan bir evde mi yoksa bir hayvan ağılında kalmayı mı tercih edersin?´diye sorulmuş, o da ´Hayvan ağılında´ demişti.
Ebu Abdullah´a, ´Devlet tarafından bağışlanan ´sevâd´ arazisi, diğer pazar yerlerinden daha kârlıdır´ demiştim. Bana şöyle dedi: Bunlann durumu bellidir ve sen de onların kimler için olduğunu bilirsin. ´Peki oralarda amel etmeyi de mekruh mu görürsün? Bu hususta kalbimde bir tereddüt var dediğimde ise şu cevabı verdi: İbni Mesud (ra) dedi ki: Günah, kalplere ne de çok nüfuz edendir! Ebu Abdullah´a şöyle bir mesele sormuştum: Adamın biri serhat boylarına gitmek istiyor. ´Sevâd´ emlakinden olup içinde oturduğu evi satmak isterse hükmü nedir? ´Satmamalidir* dedi. ´Peki adam, ´Sırf harabe olarak satmak istiyorum´ derse, bunun hükmü ne olur?´ diye sorduğumda tebessüm etti. ´Eğer müşteri rıza gösterirse olabilir dedi. Bu, onun açısından şei^i bir hile hükmündeydi. Ardından da şöyle dedi: İbni Şirin de, ´sevâd´ arazisinden bir yere varis olmuştu. ´Bu bir ruhsat mıdır?´ diye sordum. O da, ´Bu, İbni Sirin´Ie ilgili olarak iyi bilinen bir husustur´ dedi.
Ebu Bekir şöyle demiştir: Ebu Abdullah´ın şunu dediğini işittim: Hiç bir şeyim olmadığı zaman çok sevinçli olurum. Hiç bir şey fakirliğe denk olamaz. Bir keresinde de şöyle demişti: Şu gelir, azığımızdan başkası değildir.
Ebu Abdullah´a bir adamın onunla ilgili olarak söylediği şu sözü haber vermiştim: Eğer Ebu Abdullah gelirini terkedip sığınabileceği bir dost bulursa ona karşı hayranlığım daha da artar. Bu söze şöyle karşılık verdi: O, çok kötü bir yiyecektir. Başka bir vesilede ise şöyle dedi: Böyle bir şeye alışan kimsenin fenalığına tahammül edilemez. Sonra da şunu ekledi: Böylesi benim için daha çok hoşlanılacak bir durumdur.
Eğerci Abdullah b. Nuh şu hadiseyi nakletmiştir: Bir gün Bişr şöyle dedi: Ey eğerci, devlet tarafından bağışlanan araziden uzak mısın? Ben de, ´Evet´ dedim. Bunun üzerine benim için için şöyle dua etti: ´Allah Teala seni oralara yerleşmeye muhtaç etmesin!
Bişr´in arkadaşlarından birinden şöyle bir hadise nakledilmiştir: Hastalığının tedavisi için bir bitki tavsiye edilmişti. O bitki de, sırf ´sevâd´ arazisinde bulunan bir çiftlikte yetişmekteydi. Bunun üzerine Bişr´in. arkadaşı şöyle demişti: Derdimin tek dermanı o bitkide olsa dahi, yine de istemem.
Muhammed b. Hatim şunu nakletmiştir: îbnu Ebi Bişr"den şunu duydum: Bişr´le beraber idik. Bab-ı Harb beldesinden çıktığımızda Bişr şöyle dedi: Ey Ebu Yakub, şu belde ve ona girmeyi mekruh görenler hakkında çok düşündüm. Unutma ki tabakhanede çalışan deri ustası orada bulunduğu esnada içerideki pis kokuyu far-kedemez. O pis kokuyu ancak oraya dışardan gelenler hissedebilir.
Bir zat şunu nakletmiştir: Bişr b. el-Hars´ı şöyle derken işittim: Günahlarımdan biri de Bağdat´ta oturmamdır. Şuayb b. Harb şöyle demiştir: Şu Bağdat halkından kimin bir hayrı vardır?
Abdülvehhab dedi ki: Bağdat halkından bir kısmı, Şuayb b. Harb´ın yaşadığı Medain´e gitmiş ve kendisine Bağdat´ta yaşamanın hükmünü sormuşlardı. O da kendilerine Bağdat´a geri dönmemelerini tavsiye etmişti. Onlar da bu tavsiye üzerine Bağdat´taki evlerim terkederek oradan ayrılmışlardı. Bunlardan biri Meda-ih´de su çıkartarak satma işine girmişti. Şuayb onlardan birini gördüğünde şöyle demişti: Süfyan (ra) seni görseydi çok mutlu olurdu.
Bir keresinde Ebu Abdullah´a şu hadiseyi nakletmiş tim: Tarsus´tan bir mektup geldi. Orada bir topluluk, Neyfii´l-Esel´den çıktıktan sonra yanlarında bulunan bakliyatı yol üzerindeki bir değirmende dövdürmüşler. Daha sonra bu değirmenle ilgili olarak mekruh gördükleri bir hususa muttali olmuşlar ve içlerinden kimi payına düşen miktarı tasadduk ederken, kimi de elinde tutmuş. Bana görüşüm soruldu.
Ben de şu cevabı verdim: Bu meselede hiç bir şey tavsiye etmiyorum. Ben olsam böyle bir gıdanın yenilmesine de, tasadduk edilmesine de rıza göstermezdim. Bunu Ebu Abdullah´a sordum. Onun mezhebi, mekruh gördüğü bir hususu ihtiva eden gıda maddesi veya kazancı tasadduk etmek gerektiği yönünde oldu.
Ebu Abdullah´a şöyle bir mesele sorduk: Adamın biri bir yerden odun satın almış ve bir binek kiralayarak onu beldesine taşımıştır. Daha sonra odunun menşei hakkında hoşuna gitmeyen bir hususun farkına varmıştır. Size göre bu adam ne yapmalıdır? Onu yerine iade mi etmeli, yoksa başka bir yola mı başvurmalıdır? Bunun üzerine tebessüm etti ve ´Bilmiyorum´ dedi.
Ebu Abdullah´a şöyle demiştik: Adamın biri size şöyle bir soru sormuştu: Yağ satan birinde, mekruh görülen bir huy bulunduğu zaman ondan alınan yağ ile aydınlanmanın hükmü nedir? Siz de şöyle cevap vermiştiniz: Onun yağıyla aydınlanmak doğru olmaz. Şimdi ne dersiniz?
Ebu Abdullah, Osman b. Zaide´yle ilgili şöyle bir hadise nakletti: Osman´ın hizmetçisi, efendisinin sevmediği birilerinden ateş almıştı. Osman bunu öğrenince o ateşi söndürmüştü. Ebu Abdullah bu hadiseyi anlattıktan sonra şunu ekledi: Yağ satanın durumu daha vahimdir. Bir defasında Ebu Abdullah´a ocağı aydınlatarak yanan odunun kaynağını mekruh gördüğümü söylemiştim. Bunun üzerine ocağın üstünü kapattı. Ben gidip başka odun getirdim ve ocağa onu attım.
Ebu 4-bdullah´a iğdiş edilmiş bir kölenin hanımının saçlarına bakıp bakamayacağını sorduğumda ´Hayır, bakamaz´ dedi. ´Peki memesinde hastalık bulunan bir kadım tedavi eden kimsenin elini kadının memesine sürmesinin hükmü nedir?´ diye sorduğumda ise, ´Zaruret gereğidir´ dedi ve bunda bir mahzur görmedi. Kendisine şu açıklamada bulundum: Bunu sormam gerekiyordu, çünkü memeyi tedavi edecek kimse bana, ´Kadının memesini görmem ve elimi onun üzerine koymam gerekir demişti.
Ebu Abdullah´a, diğer kadınlar gittikten sonra kadın ile halvet ortamına giren sürmecinin durumunu ve bu tür halvetin yasakolup olmadığını sorduğumda şöyle dedi: Sürmeci yol kenarında çalışmıyor mu? ´Evet´ denildi. Bunun üzerine şu izahatta bulundu: Yasaklanan halvet, evde (=dört duvar arasında) gerçekleşen halvettir.
Ebu Bekir dedi ki: Ebu Abdullah´a şunu sordum: Kişi leş yemek ile başkasına ait bir yemeği izinsiz olarak yemek tercihleriyle karşı karşıya kaldığında ne yapmalıdır? Dedi ki: Leş yemesi daha doğrudur. Çünkü böyle bir zaruret halinde leş yemek helal kılınmıştır.
Ebu Abdullah´a bir duvarın veya hurma ağacının yanından geçerken oradaki yemek veya meyvayı yiyen kimsenin hükmünü sordum. Şöyle cevap verdi: Allah Resulü´nün (sav) ashabından bir topluluk bunda bir mahzur görmemiştir. Teki leş yemekle başka birine ait yiyeceği izinsiz olarak yemek tercihiyle karşı karşıya kalan kimse hakkında görüşünüz nedir?´ diye sorduğumda ise şöyle dedi:
Sahibinin izni olmaksızın bu tür bir yiyeceği yiyebilir ama taşımak üzere üstüne alamaz. ´Peki adam bir bağın yanından geçiyorsa durum ne olur?´ diye sordum. O zaman da şöyle bir açıklamada bulundu: Eğer bahçenin duvarları varsa, oraya girmez. Duvarları yoksa oradan yiyebilir fakat yanma alamaz.
Ebu Abdullah´a, Mekke evlerinin kira gelirleriyle ilgili görüşünü sormuştum. Aşırılığından dolayı hoş görmediğini söyledi. Bir ev kiralayıp oradan ayrıldıktan sonra kira bedelini ödemeyen kimsenin durumunu sordum. Kiranın ödenmemesini de hoş görmediğini söyledi ve şunu ilave etti: Bu, kan aldıran kimsenin durumuna benzer. Kan aldırdıktan sonra ücretini ödemek gerekir.
Ebu Abdullah´a Mekke´de ev satın alma ve satmayla ilgili görüşünü sorduğumda ise şöyle dedi: Bunu tavsiye etmem. Filan, filan kimselerin evleri gibi büyük evler aldığınızda hac zamanı avlunuzu açmak ve hacıların oralara çadırlarını kurmalarına müsaade etmek zorunda kalırsınız. Hiç bir kuvvet de buna mani olamaz. Bu meyanda kendisine şöyle dendi: Ama Ömer b. Hattab
Ebu Abdullah´a huyu beğenilmeyen kimselerin dağıttığı sulann hükmü sorulmuş ve bu sularla abdest alınıp alınamayacağı hususundaki görüşü istenmişti. O, ´Cuma günü namazın kaçırılması endişesi bulunmadıkça bu gibi sularla abdest alınmaması gerekir* diyerek görüşünü dile getirdi.
Yol kenarına koyulan suların içilip içilemeyeceği sorulduğunda ise, ´Bu soru Hasan´a da sorulmuş ve o içilebileceğini söylemiştir´ dedi. Ardından da şunu ilave etti: Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) Üm-mü Said´in yol üzerindeki sularından içmişlerdir.
Bir defasında Ebu Abdullah´a şu hadiseyi aktardık: Fudayl´m hizmetçisi ona iki dirhem getirmiş ve ´bu iki dirhemi filan kişinin evinde çalışarak kazandım´ demişti. O kimse Fudayl tarafından sevilmeyen biriydi. Fudayl dirhemleri alarak taşların üzerine fırlattı ve şöyle dedi: Allah Teala´ya ancak temiz olanla yaklaşılabilir! Ebu Abdullah onun bu titizliğine çok şaşırdı ve ´Allah Teala ona merhamet buyursun!´ dedi.
Ebu Abdullah tasaddukta bulunacağı zaman, çok ihtiyatlı olma görüşündeydi. O, bu nıeyanda şöyle derdi: Kişinin sadaka verdiği zaman hakikaten tasaddukta bulunması çok hoşuma gider. Dünyadan baki kalan nedir ki[52]
Ziyafetten Ayrılmayla İlgili Ahmed B. Hanbel´in (Ra) Görüşü
Ahmed b. Abdülhalık bize şunu nakletmişti: Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel´e bir ziyafete davet edilen kişinin hangi sebeplerden dolayı oradan ayrılabileceğini sorduk. O da şöyle cevap verdi: Ebu Eyyub el-Ensari (ra), İbni Ömer´in (ra) kendisini davet ettiği ziyafeti evinin lüks döşeli olmasından dolayı terketmişti. Huzeyfe (ra) ise, davet edildiği evde, bir takım yabancı giysiler gördüğü için ziyafetten ayrılmıştı.
Kendisine şunu sordum: Ev lüks döşeli olmasa ama bir takım gümüş eşyalar bulunsa o zaman he yapmak gerekir? Şu cevabı verdi: Eğer kullanılan eşyalar gümüşten ise, oradan ayrılmak daha güzeldir.
Ebu Abdullah´ın şöyle dediğini işittik: Dostlarımızdan biri fitne devrinden önce bizi evine davet etmişti. Biz de ara sıra Affan´a giderdik. Bir seferinde orada gümüş eşya gördüm ve oradan hemen ayrıldım. Davetlilerden bir topluluk da beni izledi. Ev sahibi bu olaya çok içerlemişti.
Ebu Abdullah´a, davet edildiği evde sürmeliğin başının gümüşten olduğunu gören kişinin ne yapması gerektiğini sordum. Sürmelik, kullanılan bir eşyadır, oradan ayrılmak daha uygundur. O, kapı sürgüsü gibi eşya için ruhsat vermişti. Çünkü bunlar önemsiz niteliktedir.
Ebu Abdullah´a cibinliğin hükmünü sorduğumda mekruh olduğunu söyledi. Yaka ve yere kadar uzanan elbiselerin durumunu sorduğumda ise bunlarda bir sakınca olmadığını ifade etti. Ebu Abdullah´a şöyle bir hadise nakletmiştik: Adamın biri bir topluluğu yemeğe davet etmişti. Sofraya gümüş kupalar ve deştiler getirildiği zaman davetliler sofradan kalkarak gümüş eşyaları kırdılar. Ebu Abdullah bundan hoşlandı.
Bir keresinde Ebu Abdullah´a, davet edilen kişinin gittiği evde lüks mefruşat ve saf ipek döşemeler gördüğü zaman orada oturup oturamayacağım sordum. ´O evden ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) ayrılmışlardı dedi. Bu hadise, ibni Mesud´dan (ra) nakledilmiştir. ´Peki onlara iyiliği ve doğruyu emretmek gerekir mi?´ diye sorduğumda ise, ´Evet, böyle kimselere bunun caiz olmadığını söylenir1 dedi.
Ebu Abdullah´a şunu sordum: Saf ipek döşemelerin bulunduğu bir evde oturan biri, oğlunu herhangi bir sebeple içeri çağırdığında, çocuğun ne yapması gerekir? Şu cevabı verdi: Oraya girmez ve onunla beraber oturmaz. Başka bir vesilede ise, davet edilen kimsenin evde cibinlik gördüğü zaman ne yapması gerektiğini sordum. Cibinliği mekruh gördü ve şöyle dedi: Cibinlik bulundurmak gösterişten öte gitmez. Zira o, ne soğuktan, ne de sıcaktan korur.
Ebu Abdullah´a ´Davet edildiği evde resim gören kimse ne yapmalıdır?´ diye sormuştuk. ´Resimlere bakmaz´ dedi. ´Fakat ben baktım´ dediğimde şöyle dedi: Onları sökme imkanın varsa sökersin.
Ebu Salih el-Ferra´, Yusuf. b. Esbat´tan şunu nakletmiştir: Kimin davetine icabet etmem gerekir? Dedi ki: Yanına gittiğinde kalbin bozulan kimsenin davetine icabet ederek gitme. O, zenginlerin davetlerine katılmayı da mekruh görürdü.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a örtüye Kur´an ayeti yazılıp yazılamayacağını sorduğumda, bunun mekruh olduğunu söyledi ve şunu ilave etti: Yere çakılı veya perde gibi asılı şeyler üzerine Kur´an ayeti yazılmaz. Yeni bir ev kiralayan kimsenin orada gördüğü resimleri kazıyıp kazıyamayacağını sorduğumda ise kazıyabileceğim söyledi.
armi
Tue 12 January 2010, 04:05 pm GMT +0200
Ebu Abdullah´a, gittiğim herhangi bir hamamda bir resim gördüğüm zaman onun kafa kısmını kazımanın hükmünü sorduğumda, kazıyabileceğim! söyledi.
Eşyada Vera´
İbnü Abdülhalık dedi ki: Ahmed b. el-Haccac bize şunu nakletmiş-ti: Ebu Abdullah´a şunu sordum: Çocuklarla ilgilenmekten sorumlu bir vasi, onların kendisinden oyuncak almasını istedikleri zaman ne yapması gerekir? Bana şu cevabı verdi: Resim ise alamaz. Başka oyuncakları alabilir. Ardından bir şeyler anlattı.
Sözün bir yerinde ´Suret/resim, el veya ayak bulunan çizgiler değil midir?´ diye sordum. Şöyle dedi: Bu hususta Ikrime şunu söylemiştir: Başı olan her. türlü çizgi surettir. Ebu Abdullah ise şu tarifi yapmıştır: İnsanların elle göğüs, göz ve burun yaptıkları her şey surettir. ´Peki bu tür eşyayı satın almaktan uzak durmak sizce daha mı güzeldir?´ diye sorduğumda, ´Evet* dedi.
Ona el öpmenin hükmünü sorduğumda dini maksadlarla olması halinde bunun bir mahzuru olmadığını söyledi. Ardından da Ebu Ubeyde´nin (ra) Ömer b. Hattab´ın (ra) elini öptüğünü haber verdi. Eğer dünyevi gayelerle ise, kılıcından veya kırbacından korkulması gereken hiç bir adam bulunmadığını söyledi. Ebu Abdullah bana şunu nakletmişti: Said el-Hacib dedi ki: Müslümanların veliahdi-nin eli Öpülmez. Dedim ki: Filan kişi ellerimi şöyle öpmek istedi, ama ben izin vermedim.
Ali b. Sabit´ten şu bilgi nakledilmiştir: Süfyan-ı Sevri´nin (ra) şöyle dediğini işittim: Adalet sahibi imamın elinin Öpülmesinde bir mahzur yoktur. Dünyalık için el öpmeyi ise mekruh görürüm. Bir keresinde Ebu Abdullah´a şunu söylemiştim: Adamın biri serhad diyarlarına gitmek istiyor. Şu durumu sana sormamı istedi: Gideceği Enbar yolu tehlikelerle dolu imiş. Yolda hırsızlarla karşılaşırsa, onlarla çarpışması doğru olur mu? Ebu Abdullah şöyle dedi: Eğer onun eşyalarını almak isterlerse onlarla çarpışır. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Malını korumak için çarpışırken ölen kimse şehittir".[53] ´Peki beraberinde giderseler, yine çarpışmalı mı?´ diye sorduğumda ise, ´Bizzat onun hayatına kasdetmedikleri sürece çarpışmaz´ dedi. O, silahlı eşkıyanın yolda refakatinden dolayı onlarla çatışmaya girilmemesi görüşündeydi.
Ebu Abdullah´a, müslüman bir esirin kaçıp kaçamayacağı sorulmuştu. ´Başardığı takdirde kaçabilir* dedi. Bir keresinde Ebu Abdullah´a şunu sormuştum: Adamın birine hızlı koşan birini getirseler, onun için herhangi bir topluluktan yardım isteyebilir mi? Ebu Abdullah, ´Hayır, ancak onu kendilerine gösterir. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır. Kendisine panter avcıları getirildiği zaman ´Filan bunlara şu kadar tasadduk etmiştir* buyurmuştur[54]Ebu Abdullah´ın Abdülvehhab´ı kasdederek şöyle dediğini işittim: Başkalarından çok daha temiz lokması vardır. O, bununla Abdül-vehhab´m mesleği olan kağıtçılığı kasdetmişti.
Ebu Abdullah dedi ki: Yahya b. Yahya vefat etmeden önce cübbe-sini bana vasiyet etmişti. Oğlu bana geldi ve durumu bildirdi. Genç adama şöyle dedim: O, salih bir insandı ve cübbesiyle daima Allah Teala´ya itaatta bulunmuştu. Ondan feyiz alacağımdan eminim.
Ulemadan bir zat şunu nakletmişti: Yahya b. Yahya´nın hanımı kendisine ilaç içirdikten sonra, ´Kalkıp evin içinde biraz dolansan daha iyi olur* demişti. O şu cevabı vermişti: Bunun sebebini bir türlü anlayamıyorum. Halbuki kırk yıldır nefsimle muhasebe ediyorum.
Musa b. Abdürrahman b. Mehdi´den şu hadise nakledilmiştir: Amcam vefat ettiği zaman babam bayıldı. Ayıldığı zaman altındaki kilimi kaldırmalarını istedi. Çünkü onu da varislerin haklarından saymışlardı.
İbnü Ebi Halid´den ise şöyle bir hadise nakletmiştir: Ebu´l-Ab-bas el-Hattab ile beraberdim. Hanımı ölen bir adama taziyede bulunmaya gittik. Evin zemininde bir kilim vardı. Ebu´l-Abbas evin kapısında dikildi ve, ´Ey kişi, hanımının senden başka varisi var mıdır?´ diye sordu. Adam da, ´Evet dedi. Bunun üzerine, ´Öyleyse sana ait olmayan şeylerin üstünde oturma dedi. Adam bunu duyar duymaz üzerinde durduğu kilimden uzaklaştı.
Bişr b. el-Hars´ın (ra) dostu İbnü´d-Dahhak´tan ise şu söz nakledilmiştir: Kocası vefat ettiği zaman kızkardeşime taziyeye gitmiştim. Orada geceleyeceğim için beraberimde üstüne yatabileceğim bir yaygı götürdüm. Varislerin hakkı olan eşyanın üzerinde uyumayı uygun görmedim.
İbnü Abdülhalık, el-Mervezi´den şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah´a mescid inşaatından arta kalan ahşap yongaları ve kerestenin hükmünü sorduğumda şöyle dedi: Bunların tasadduk edilmesi uygundur. ´Peki kireç ve kum ne yapılır?´ diye sorduğumda ise, ´Benzeri bir inşaatta kullanılır" dedi. Bir keresinde de Ebu Abdullah´a şunu sormuştum: Ramazan ayında itikafa çekilmek üzere gittiğim bir mescide, menşeini hoş görmediğim bir yerden kokulu ağaçlar getirilirse ne yapmam gerekir? O da şöyle karşılık verdi: Ağaçtan maksat kokusundan başka bir şey-olamaz. Ama yine de endişe edersen o mescidden ayrıl.
Ebu Avane, Abdullah b. Raşid´den şunu nakletmiştir: Ömer b. Abdülaziz´e (ra) beytülmalde bulunan misklerden bir parça götürmüştüm. Eliyle burnunu sıkarak koklamak istemedi ve şöyle dedi: Onun kokusundan ancak Abdülaziz b. Ebu Seleme istifade edebilir.
İsmail b. Muhammed şunu nakletmişti: Ömer´e (ra) Bahreyn´den bir misk getirilmişti. Ömer (ra) şöyle dedi: İsterdim ki tartısı güzel bir kadın bulayım da şu miski tartsın, ben de müslüman-lara dağıtayım. Hanımı Atike bn. Amr b. Nüfeyl, ´Ben iyi tartanın, izin ver de miski ben tartayım´ dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) ´Miski şöyle tartmandan korkarım´ dedi ve parmaklarını tamamen miskin içine soktuktan sonra ´Sonra da bununla boynunu sıvazlarsın, böylelikle ben de müslümanlara ait bir mala el sürmüş olurum´ diyerek hanımının teklifini geri çevirdi.
Süleyman et-Teymi dedi ki: Nuaym bana bir attarla ilgili olarak şunu nakletmişti: Ömer (ra) beytülmale ait bir miski satması için hanımına vermişti. Hanımı miski satmak üzere attara gitti. Attar, Ömer´in (ra) hanımının miski kendisine sattıktan onu karıştırdığını, arttırıp eksilttiğini ağzına alıp çiğnediğini, sonra da parmağının üzerinde kalan kısmını baş Örtüsüne sürdüğünü söyledi.
Ömer (ra) eve geldiğinde kokuyu hissederek hanımına ´Bu koku da ne?´ diye sordu. Hanımı da olup biteni anlattı. Bunun üzerine Ömer (ra) öfkelenerek şöyle dedi: Müslümanlara ait miski sen nasıl kullanırsın? Ardından hanımının başörtüsünü çekti ve üzerine su dökerek toprakla çitüedi. Sıktıktan sonra kokladığında yine koktuğunu gördü. Aynı işlemi defalarca tekrarladı. Attar şunu da anlatmıştır: Ömer´in (ra) hanımı başka bir zaman yine dükkanıma gelmişti. Miski verirken parmağının üzerinde bir miktar kaldığını farketti. Derhal parmağını ağzına koyarak ıslattı ve yerdeki toprağa silerek kokunun gitmesini sağladı.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a şunu sormuştum: Cuma günü, soğuk bir güne rastlarsa, sünnet olan gusül abdestini almak için hoşlanmadığımız birinin evinde su ısıttırmamızın hükmü nedir? Cevaben dedi ki: Guslü terketmek bence daha sevimlidir.
Ebu Abdullah, Ebu Sevr´in şu görüşünü reddetmiştir: Ebu Sevr´e göre kişinin tedavisi için bütün tabipler şarap içmesi üzerinde fikir birliği ettikleri zaman o kimsenin şarap içmesinde bir mahzur yoktur. Ebu Abdullah bu görüşü şiddetli bir şekilde reddetmiş ve şöyle demiştir: Makadın bile şarapla tedavi edilmesini mekruh görürken içilmesine nasıl müsaade edebilirim! Bu konuda benzeri ağır sözler sarfetmiştir.
Şuayb b. Harb´dan nakledildi ki: Oğlumun hırsızlık ettiğini veya zina yaptığını görmem, Allah Teala´yı tanımaz hale geldiğini görmemden daha sevimlidir.
Muhammed b. Ebu Davud el-Enbari dedi ki: Ebu Üsame´ye şunu sormuştum: İçki sunulan bir ziyafete icabet etmem gerekir mi? ´Hayır dedi. ´Ama Allah Resulü´nün (sav) şu hadisine aykırı düşmekten korkarım: "Her kim davete icabet etmezse isyandadır".[55] Bunun üzerine şöyle dedi: Günümüzdeki ziyafet davetlerine icabet etmeyenler, Allah Teala´ya ve Resulü´ne (sav) layıkıyla itaat etmiş olurlar!
Harun b. Maruf şunu anlatmıştır: Bir delikanlı yanıma geldi ve şöyle dedi: Babam, ilacı içkiyle karıştırıp içmem halinde boşanmamüzerine yemin etti. Ben de bunu Ebu Abdullah´a sordum. O da buna ruhsat vermeyerek Allah Resulü´nün (sav) şu hadisini okudu: "Her sarhoş edici haramdır. Her sarhoş edici de şaraptır"[56]
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a astarlı elbise diken terzinin hükmünü sorduğumda şu cevabı verdi: Eğer erkek içinse caiz olmaz. Kadınlar için mahzuru yoktur. Kadınlar için dikilen enli ve gösterişli giysilerin hükmünü sorduğumda ise, ´Lüzumundan geniş ve gösteriş gayesi taşıyan giysileri mekruh görürüm´ dedi. O, bu tür giysilerin bidat olduğunu söylerdi. Ona göre normal ölçülerde olan dış giysilerde bir mahzur yoktu. Kadınlar için de erkek giysileri gibi cepler dikilmesini mekruh görürdü.
Ebu Abdullah, kendi kızı için bir gömlek kumaşı kestirmişti. Ben de oradaydım. Terziye, cebi ön tarafa koymasını söyledi. Başka bir seferinde ise, kızı için kumaş kestirdikten sonra terziye yaka kenarlarını ince kesmesini ve enli yapmamasını söyledi. Ebu Abdullah´ın kendisi için de bir cübbe dikilmiş ve yakaları ince yapılmıştı. Bir gün kendisine şunu sordum: Gördüğünüz yaşlı ulemadan geniş yakalı birini gördünüz mü? ´Hayır* dedi.
Ebu Abdullah´ın yanında bulunduğum günlerden birindeydi. Önümüzden kaftan giymiş bir cariye geçti. Onun hakkında kendi kendine bir şeyler söyledi. ´Giysisinden hoşlanmadınız mı?´ diye sorduğumda, ´Nasıl olur da hoşlanmamazlık edebilirim? Allah Resulü (sav) erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etmiştir7 dedi[57]
Abdüssamed´den şöyle bir hadise nakledilmiştir: Yezid b. Harun ibadet ehli terzilerden birini çağırdı ve ona, ´Şu cariyeye bir kaftan dik´ dedi. Bunun üzerine terzi makası yere bıraktı ve, ´Ey Ebu Ha-lid, kaftan kimin içindir?´ diye sordu. Yezid sükut etti.
el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah´a hadis şeyhlerinden birinden sözedilmişti. ´Bahsettiğiniz şeyhi reddetmemin yegâne sebebi, zahidlere yakışan bir kıyafet giymemiş olmasıdır* dedi.
Ebu Abdullah´a ökçeli ayakkabı giymenin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Ben o tür ayakkabı kullanmam. Dışarıda veya çamurda gitmek için giyilebilir. Ama gösteriş için giyilmez. Bir defasında da kapının eşiğinde Sind tipi bir ayakkabı görmüştü. Bana, ayakkabının sahibini sordu. Ben de söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi: Lut´un (as) çocuklarına özenen biri. Ebu Abdullah´a ailemin çocuklar için Sind ayakkabısı almamı istediklerim söylediğimde, ´Sakın alma´ dedi. ´Onu abidler için olduğu gibi çocuklar için de mi mekruh görüyorsunuz?´ diye sordum. ´Evet, onlar için de mekruh görüyorum´ dedi.
Ziyad b. Eyyub şunu nakletmiştir: Said b. Iyaz´ın yanında oturuyordum. Kızının küçük çocuğu geldi. Ayağında Sind ayakkabısı vardı. ´Bu ayakkabıyı sana kim giydirdi?´ diye sordu. Çocuk da, ´Annem´ dedi. Bunun üzerine, ´Annene git ve onu çıkartmasını söyle´ dedi.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a kadınların koyu kırmızı elbise giymesinin hükmünü sordum. Bunu kesin bir şekilde mekruh gördü ve şöyle dedi: Süslenme ve gösteriş maksadıyla bu renk elbise giyilmemelidir. Kırmızı rengi ilk giyen Karun ve avanesidir. Onlar, halkın huzuruna kırmızılar içinde çıkardı.
Mücahid, kırmızı giysilerle ilgili olarak Abdullah b. Ömer´den (ra) şunu nakletmiştir: "Üzerinde kırmızı giysiler bulunan bir adam Allah Resulü´nün (sav) yanından geçti. Adam O´na selam verdiğinde Allah Resulü (sav) selamını almadı".[58]
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah kırmızı astarımı gördüğünde, ´Astarını niçin kırmızıya boyattın?´ diye sordu. Ben de, Yamalannı gizlemek için´ dedim. Bunun üzerene şöyle dedi: Yamaları niye bu kadar önemsiyorsun ki? ´Mekruh mu gördünüz?´ diye sorduğumda, ´Evet´ dedi.
Bir defasında da kendisine uçkur almamı istemiş ve ´İçinde hiçbir kırmızılık olmasın´ diye tembihte bulunmuştu. ´Kırmızıyı mekruh mu görüyorsunuz?´ diye sorduğumda ise, ´Evet´ demişti. Ebu Abdullah´a cenazenin üstüne örtülen kırmızı bezlerin hükmünü sorduğumda, onları da mekruh gördüğünü söylemişti. ´Peki tabutun üstündeki kırmızı bezleri çekip almamı tavsiye eder misiniz?´ diye sorduğumda, ´Evet´ dedi.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´ın ailesi üzerinde yazılar bulunan bir giysi satın almamı istemişlerdi. Ebu Abdullah, ´Onlara deki: Onu satın aldığımda üstündeki yazıları sökmemi uygun görüyorsanız alayım´ Kendisine, ´Onlar özellikle yazılı olanı istiyorlar" deyince, ´O zaman alma´ dedi.
Hanımın biri Ebu Abdullah´ın kendisini kına ile nakış yapmaktan menettiğini söyleyerek şöyle dediğini nakletmişti: Kınayı eline yak. Onunla nakış yapma. Ebu Abdullah kına hususunda şöyle demişti: Aişe (ra) dedi ki: Bütününe kına koy ve onu tamamen kınalı yap.
Süleyman et-Teymi, Ebu Osman´dan şunu nakletmiştir: Üm-mü´1-Fadl kızını Enes´e (ra) göndererek şunu sordurmuştu: Kadının boynuna takılan gerdanlığın ve kınanın hükmü nedir? O da şu cevabı vermişti: Namaz esnasında kadının boynuna deriden bile olsun bir gerdanlık takması müstehaptır. Kına yakarken ise, elinizi ona tam batırın.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a evi kireçle boyamanın hükmünü sormuştum. Şöyle cevap verdi: Zemini kireçliyorsa hane halkını topraktan korumuş olur. Duvarları boyamak ise mekruhtur. Ebu Abdullah´a yapımında çok büyük paralar harcanan bir mescid-den bahsetmiş ve kanaatini sormuştum. Bir müddet düşündü ve bunu hoş görmediğini söyleyerek şunu ilave etti: "Sahabe Allah Re-sulü´ne (sav) mescidi süslemenin hükmünü sormuştu. O da şöyle buyurmuştu: Mescidi, Musa´nın (as) çardağı gibi süslü bir çardağa çevirmemek gerekir".[59] Ebu Abdullah bu hadisi naklettikten sonra şunu ilave etti: Mescidleri bu şekilde boya ve nakışlarla süslemek Allah Resulü (sav) tarafından menedilmiştir.
Ahmed b. Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi´den şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah´a şunu sordum: Şehirli köylüye mal satmayacak, deniliyor, bu naftıl olur? O da şu cevabı verdi: Süfyan, Ebu´z-Zübeyr kanalıyla Cabir b. Abdullah´tan (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Şehirli köylüye malsâtmaz. Bırakın da Allah Teala insanların bir kısmını diğerleriyle rmklandırsın".[60] Denildi ki: Köylü, köyde yaşayan kimsedir. Siz ise şehirlisiniz. Köylü şehire geldiği zaman malların gerçek fiyatlarını bilemez. Siz ise, gerçek fiyatları bilirsiniz. Hadis-i şerif ile yasaklanan husus; bu gibi durumlardan istifade ederek köylüye fahiş fiyatla mal satmanızdır.
el-Mervezi der ki: Ebu Abdullah´a şunu sordum: Peki onun içinbaşkalarından mal satın almanın hükmü nedir? Çünkü sizin satmamanız halinde başkalarına gidecek ve onlardan pahalı fiyatla mal satın alabilecektir. Oysa birinin köylü için mal satın alması durumunda fiyatı daha ucuza gelecektir. Ebu Abdullah dedi ki: Üstteki hadis ile kasdedilen bu değildir. Öyle olsaydı insanlar arasındaki alışveriş hayatı tamamen biterdi. Burada kasdedilen köylüye doğrudan mal satmaktan sakınmaktır. Onun için mal alıvermekte her hangi bir mahzur yoktur.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a, Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen "Tek bir alışverişte iki şart olmaz"[61] ´hadisinin manasını sormuştum. Bana şu cevabı verdi: Bu; her hangi birinin cariyesini sattığı adama şöyle demesi gibidir: Bu cariyemi sana şu şartla satarım: Onu satacak olduğun olduğun zaman öncelik benim olacaktır.
Bir defasında da Ebu Abdullah´a ele geçirilmemiş mal üzerinden kâr etmenin hükmü sorulmuş ve şu misal verilmişti: Kişi eline, geçirmediği yiyecek maddesini satar ve bunun üzerinden kâr .ederse bunun hükmü ne olur? Bunun benzeri olarak bir de şu husus sorulmuştu: Toptan aldığı her hangi bir gıda maddesini, tartmadan satan kişinin durumu nedir? Her ikisi için de, ´Olmaz´ cevabını vermiştir.
Bir seferinde de kavun karpuz satışının hükmü sorulmuştu. O, bu tür mahsûllerin günü birlik satılması gerektiğini söylemiştir. Ebu Abdullah´a evin tavanında altın bulunmasının hükmünü sorduğumda bunun mekruh olduğunu söyledi ve daha ileri giderek ağır konuştu.
Ebu Abdullah´a soruldu ki: İçkiden sarhoş olan akrabayı kovmanın hükmü nedir? *Kişi içtikten sonra hükmü ne olur?´ dedi. Cevaben, ´evet, azarlamak veya kovmak´ denildi.el-Mervezi şunu aktarmıştır: Bir seferinde ona, içki içmeye zorlanan kimsenin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Ömer´den (ra) bu konuda şu söz nakledilmiştir: Kişi bir işkence görünceye kadar içki içmez. ´Peki içmemesi halinde ölümüne emredilirse ne olur?´ diye sordum. Dedi ki: Böyle biri bana göre Allah katında katledilmiş sayılmaz.
Ebu Abdullah´a hıristiyana ev satmanın hükmü sorulmuştu. Bunu tasvip etmeyerek şöyle dedi: Bu, doğru olmaz. Orada Allah´a inkar ve isyanda bulunmayacak mıdır?
Ebu Abdullah bana, ´Abdülvehhab Mekke´ye gitmem hakkında ne diyor?´ diye sormuştu. ´Senin oraya gitmeni uygun görmüyorum. Yakında iken selamette olamazken uzakta nasıl selamette kalabileceksin diyor" dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Salih bir zat da gitmememi işaret etti. Git ve kendisine, tavsiyesine uyarak Mekke´ye gitmekten vazgeçtiğimi söyle. Oysa biz gideceğini düşünerek bir takım ihtiyaçlarını satın almıştık.
Ebu Abdullah´a, gerekli parası bulunmadığı ve borçlu olduğu halde hacca niyetlenen kimsenin durumunu sormuştuk. Şu cevabı verdi: Böyle birinin borçlulardan müsaade almadıkça hacca gitmesi caiz değildir. Ama, niyet etmek suretiyle hacci üzerine farz kılmıştır.
Ebu Abdullah´a annesi görme özürlü olan ve yeterli maddi varlığı bulunan bir şahsın annesi için hacca gidip gidemeyeceğini sormuştum. Ebu Abdullah, eğer bineğe binecek kadar olsun gücü yoksa onun yerine hacca gidebileceğini söyledi. Bir keresinde de şöyle demişti: Kişinin ancak kendi yakınları için hacca gitmesini hoş görürüm.
el-Mervezi dedi ki: Dostlarımızdan birinin naaşım yıkamak üzere gasilhaneye girmiştim. Birden kelam ehlinden biri içeri girdi. Vefat edenin adım ona söylediğimde şöyle dedi: Sebat edip onu yıkamakla doğru ettin. Gasilhaneden çıksaydm bizimkilerden birinin gelerek onu yıkama işini üstlenmesinden emin olamazdın.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a arkasında kitap bırakarak vefat eden ve varisleri de bulunan birinin durumunu sordum. Bana şöyle dedi: Eğer varisleri, reşid olmayan çocuklar ise kitapları gömülür. Çocuklar üzerinde vasi olan kimse o kitapları toprağa gömer.
Ebu Abdullah´ın kadın gibi davranan erkekler hakkında şöyle bir fetva verdiğini işitmiştim: Onların hakkı, bulundukları şehirden sürülmeleridir.
Yine ona, varlıklı ama kocası gurbette olan bir hanımın hacca gidip gidemeyeceği meselesini sormuştum. Şöyle dedi: Kocasına mektup göndererek izin ister. Kocası izin verirse ancak mahrem yakınlarından birinin refakatinde hacca gidebilir. ´Eğer hacca gideceğinin bilinmesi halinde onu engelleyecek başka bir akrabası varsa, onlara bildirmeksizin hacca gidebilir mi?´ diye soruldu. ´Evet, hiç kimsenin hacca gideni engelleme hakkı yoktur dedi. Yalnız bu durumdaki bir hanımın yakınlarından biri olmaksızın hac seferine çıkamayacağını söylemiş, erkek süt kardeşi ile de gidebileceğini belirtmiştir.
Ebu Abdullah´a, bir ev veya dükkanı kiraladıktan sonra daha yüksek bir bedelle başkasına kiralamanın hükmü sorulmuştu. Bu meselenin ihtilaflı olduğunu söyleyerek her Hangi bir görüş belirtmedi. Yine ona, kökü kendi arazisinde bulunup dalları başkasının arazisine sarkan ağacı olan kimsenin durumu sorulmuştu. Komşuya sarkan dalların kesilmesi gerektiğini söyledi. ´Peki diğer arazi sahibiyle ağaçtaki meyvalarm taksimi üzerinde uzlaşsa ne olur?´ diye soruldu. Cevabı, ´Bilmiyorum´ oldu.
Ebu Abdullah´ın ihramlı kişinin mecbur kalması halinde avlanıp avlanamayacağı veya leş yiyebileceği hususuyla ilgili bir soru hakkında şöyle dediğini işittim: Leş yemeyle ilgili olarak görüşüm şu yöndedir: İbni Hakim rivayet etti ki: Vefatından bir ay önce Allah Resulü´nün (sav) şöyle bir mektubu bize ulaştı: "Leş etinden hiçbir şekilde istifade etmeyin".[62]
Ebu Abdullah´a ihramlı birinizi kestiği av hayvanının etinden yenilip yenilemeyeceğini sormoftum. ´Hayır, böyle birinin kestiği hayvanın eti yenilmez´ dedi. Ona, ´Peki azı dişini çıkarıp daha sonra yerine takan kimsenin durumu nedir? O, bu dişini üç vakit dışarıda tuttuktan sonra tekrar yerine takıyor. Şafii, kıldığı namazı iade etmesi gerektiğini söylüyor. Bu hususta sen ne dersin?´ dedim. ´Bana biraz süre ver dedi ve bir saat kadar düşündükten sonra şöyle dedi: Onun sözü hakikate çok uzaktır. Eğer o kimse eti yenilen koyun türü bir hayvanın dişini taksaydı bunda bir mahzur olmazdı. Bana göre o kimsenin kıldığı namazı iade etmesi daha doğrudur. Ebu Abdullah´a ana karnında bulunan ve ölü olma ihtimali de olan bir ceylan yavrusunun satılmasının hükmü sorulmuştu. Ebu Abdullah, eğer ölü olduğu kesin biliniyorsa satılamayacağını ifade etti. ´Peki murdar hayvanın derisinden mest veya ayakkabı dikilebilir mi?´ denildi. O da, ´Hayvan eşek ise mekruh görürüm´ dedi.
Ebu Abdullah´a, ´Hangi hususta görüş belirtirsiniz?´ diye sorulmuştu. Şöyle dedi: Bilmediğiniz ve araştırmayı murad etmediğiniz hususta.
Ebu Abdullah´a, içinde domuz kızartılmış bir fırında ekmek kızartmanın hükmü sorulmuştu. ´îyice yıkanıp domuz etinin tesiri tamamen giderilmedikçe orada ekmek pişirilmez´ dedi. ´Böyle bir fırının yıkılması doğru olur mu?´ diye sorulduğunda ise, ´Hayır* demişti. Ebu Abdullah´a eşek sidiği bulaşan bir kapta yıkanmadan önce dövülen bakliyatın hükmünü sormuştuk. Bu tür bir gıda maddesinin yenilemeyeceğini söyledi.
Ebu Abdullah´a, birlikte yattığı bir hanımı ve yiyecek ekmeği olan kimsenin nimet ehlinden sayılabileceğini söylemiştik. ´Doğrudur´ dedi. Ebu Abdullah´ın lokantalardan bahsettikten sonra evde elle hazırlanan yemekleri tercih ettiğini işittim. Bir keresinde kendisine şöyle demiştim: Abdülvehhab dedi ki: Ebu Abdullah´a şunu soruver: Hadis ilmiyle uğraşmama mani olan şeyler sebebiyle akıbetim hakkında endişe eder mi? Ebu Abdullah, ´Onu hadisle uğraşmaktan alıkoyan şeyler ne imiş?* diye sorduğunda, ´Geçim derdi ve iş´ dedik. Bunun üzerine, ´Bunlar onun için daha elzemdir" dedi.
el-Mervezi dedi ki: Dostlarımızdan birinin şöyle dediğini işittim: Ebu Abdullah´ı Cuma günü gördüm. Dilencinin biri mescidin önünde dileniyordu. Adamın biri bir parça kumaşı dilenciye vermek üzere ona verdi. Ebu Abdullah da kumaşı alarak dilenciye verdi.
Ben de kendisine şunu sordum: Aç olduğunu bildiğim bir komşum olduğu zaman ne yapmam gerekir? ´Ona mali yardımda bulunman gerekir dedi. ´Peki kendi yiyeceğim iki ekmek ise ne yapmam gerekir?´ diye sorduğumda, ´Ona da bir şeyler yedirmen gerekir. Hadiste gelen uyarı, Özellikle komşu içindir dedi.
Ebu Abdullah´a şunu sormuştuk: Kişinin kendine bir gömleği ve iki cübbesi varsa, bununla da yardımda bulunması gerekir mi? ´Şu soğuklarda kendi ihtiyacı olanı veremez. Ama fazlası varsa, onunla yardımda bulunması gerekir dedi. Teki zenginlerin mali yardımda bulunması gerekir mi?´ diye sorduğumuzda şöyle dedi: Bir şeyleri üstüste yığan kimselerse elbette gerekir.
el-Mervezi dedi ki: Yahya el-Cela´ ve Ebu Talib´den şunu işittim: Yezid b. Harun´dan şunu dinledik: Sürmeliğin infak edilmesinin hükmü sorulmuştu. ´Haramdır, uygun olmaz´ dedi. ´Ey Ebu Halid, alan da veren de razı olsa yine olmaz mı?´ diye soruldu. Şu karşılığı verdi: Zina eden erkek ve kadının her ikisi de buna rıza gösterseler, işledikleri fiil helal olur mu?´ Abdülvehhab´ın şöyle dediğini işittik: Ebu Üsame´nin şunu söylediğini duydum: Sürmelik yapan eller kırılsın!
Ebu Abdullah´a şunu sordum: Adamın birine on dirhem borç vermiştim. Borcunu sürmeli dirhemler olarak geri vermek istedi. Ben de bir dirhemini aldım. Bu hususta ne dersiniz? Dedi ki: Verdiğin borcu geri almış sayılmazsın. ´Peki sürmeli dinar olarak verse ne yapmam gerekir, sürmesini kazımam uygun olur mu?´ diye sorduğumda ise şu cevabı verdi: Bu tür paranın kazınarak temizlenmesi, sahibinin dürüstlüğünü gösterir.
el-Mervezi dedi ki: Yahya el-Cela´mn şunu zikrettiğini işittim: Şuayb b. Harb dedi ki: Oğlumu bir dirhemi kazırken görmem, benim için Allah yolunda sefere çıkmamdan daha sevimlidir.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah bana bir dinar verdi ve ´Bunu sağlam dirhemlerle değiştir dedi. Dinarını dirhemlerle değiştirdim ve dirhemleri kendisine verdim. Ertesi gün, dirhemlerden birinin bozuk olduğu ortaya çıktı. Ebu Abdullah´a, bozuk dirhemi değiştireceğimi söylediğimde bana şöyle dedi: Bu hususta alimler ihtilafa düştüler. Ortaya şu dört görüş çıktı:
Malik dedi ki: İlk değiştirme yok sayılır.
Sevri dedi ki: Dirhemlerden eksik çıkan kadarı, dinarlardan eksiltilir. Bu görüşün neye yaradığını anlayamadım. Teki sizin görüşünüz nedir?´ diye sorduğumda, ´Bunda bir mahzur olmayacağı ka-natindeyim´ dedi.
Ibni Ömer (ra) ise, bu dirhemi geri verme hakkının olmadığınısöylemiştir. Ebu Abdullah bunu yorumlayarak şöyle dedi: Meçhul bir ravi tarafından nakledilen bu görüş, sıhhatli değildir.
Katade ise, onun geri verilebileceğini söylemiştir.
Ebu Abdullah bunu da belirttikten sonra şöyle dedi: Katade´nin görüşü, insanlar için büyük genişlik ihtiva etmektedir. İstiharede bulun ve onu geri ver. Bozuk dirhemi bana verdi. Ben de onu değiştirdim.
Muğire, İbrahim en-Neha´i´nin içlerinde sahtesinin bulunması halinde dirhemleri dinarlarla değiştirmeyi mekruh gördüğünü söylemiştir. Veki\ Süfyan ve başka biri vasıtasıyla el-Hasan´dan şunu nakletmiştir: Ona dinar karşılığında bozuk dirhem veren kimsenin durumu sorulduğunda, bozuk olanları değiştirmesinde bir mahzur olmadığım söylemişti. Süfyan-ı Sevri dedi ki: Dirhem bozuk ise, onu geri verir ve dinardaki hissesi kadar o kimsenin ortağı olur.
Muhammed b. Cafer´den nakledildi ki: Ona, dinar vererek dirhem satın alan ve satıcıya şöyle bir şart koşan kimsenin durumu sorulmuştu: Eğer verdiğin dirhemler geri çevrilirse onun bedelini ödemek de sana düşer. Muhammed dedi ki: Said, Katade vasıtasıyla el-Hasan´m şöyle dediğini rivayet etti: Eğer dirhemler arasında sahtesi varsa onu geri verebilir. Her ikisi de şart koşamazlar.
Ebu Abdullah´a şu husus sorulmuştu: Yüz yaprak yazması karşılığında on dirhem verilmesi üzerine anlaşılan birine bir dinar verilse bunun hükmü ne olur? Cevaben şunu nakletti: İbni Ömer (ra) dedi ki: Her hangi bir şeyi dinar vermek üzere kiralayan, sonra da ona denk başka bir şey veren kimsenin bu yaptığında her hangi bir mahzur yoktur. Ancak verilen dirhemin, o günkü dinar değerinin tam karşılığı olması gerekir. Bir kuruş dahi fazlalık olmamalıdır.
Ebu Abdullah´a enseyi tıraş ettirmenin hükmünü sorduğumda şöyle dedi: O, mecusilerin adetidir. Huzeyfe (ra) bir yere davet edilmişti. Orada bir takım yabancı giysiler gördü. Oradan hemen ayrıldı ve şöyle dedi: Her kim bir kavme benzerse o onlardandır[63]Ebu Abdullah ancak kan vereceği zaman ensesini tıraş ettirirdi.
Ebu Abdullah´a, yüzdeki kılları aldırmanın hükmünü sormuştum. Bana şöyle dedi:
Yüzdeki kıllar makasla alınabilir. Ama onları cımbızla yoldurmak mekruhtur. Allah Resulü (sav) kıllarını aldıran kadınlara lanet etmiştir[64]
Ebu Abdullah´a, kadınlarda saç örmenin hükmünü sorduğumuzda bunun mekruh olduğunu söylemişti. Bir hanımdan şunu işittim: Ebu Abdullah´a saçları tarayıp ören kadınlardan biri gelmiş ve şöyle demişti: Ben, kadınların saçlarını tarar ve örerim. Bundan edindiğim kazançla hacca gitmem hakkında ne dersiniz? Ebu Abdullah, ´Hayır* dedi ve Allah Resulü´nün (sav) yasağından dolayı bu kazancı mekruh gördüğünü belirtti. Haccın daha temiz bir parayla yapılması gerektiğini ilave etti.
Ebu Abdullah´a yaşı ilerlemiş hanımların durumunu sorduğumda, onlar için bile saçları örmeye ruhsat vermedi ve tebessüm ederek şöyle dedi: Beyaz yüne dönmüş olsa dahi örülmez. Bir defasında Ebu Abdullah´ın evine gittiğimde bir hanımın kız çocuğunun saçını taradığını gördüm. Hanım çocuğun saçlarını tarayıp ördükten sonra kendisine, Ebu Abdullah´ın bunu mekruh gördüğünü söyledim. Kız çocuğu, babasının bunu menettiğmi ve kızdığını itiraf etti.
İbni Cüreyc´den nakledildi ki: Ebu´z-Zübeyr bana Cabir*den (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) kadınları saçlarını örüp toka bağlamaktan menetti".[65]
armi
Tue 12 January 2010, 04:09 pm GMT +0200
Ebu Bekir dedi ki: Ebu Abdullah´a kafayı tıraş etmenin hükmünü sordum. Mekruh gördüğünü söyledi. Ben de, TMekruh mu görüyorsunuz?´ diye tekrar sordum. ´Çok kesin bir kerahiyetle mekruh görüyorum´ dedi ve şunu ilave etti: Muammer de kafanın tıraş edilmesini mekruh görürdü.
Ebu Abdullah bu meselede, Ömer b. Hattab´dan (ra) rivayet edilen şu söze dayanmakta idi: Ömer (ra) adamın birine şöyle dedi: Eğer seni kafan tıraş edilmiş olarak görürsem, gözlerinin bulunduğu yere (kafana) vururum. Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Arkadaşlarımızdan birinin Ebu Abdullah´ın yanında namaz kıldığını gördüm. Saçını kökünden kazıtmıştı. Ebu Abdullah ise kafasını tıraş ettiğini sanmıştı. Adamı gece de görmüştü. Bana, ´Onu tanıyor musun?´ diye sordu. Ben de tanıdığımı söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kafasını tıraş ettiğin sandığım için ona ağır konuşacaktım.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a idrar tutmanın hükmünü sormuştum. ´Zaruret halinde bunda bir mahzur yoktur* dedi. Ebu Abdullah´ın sünnetçiye kap içinde iki dirhem verdiğini gördüm. Onun şöyle dediğini işittim: Çocukların oynadıkları cevizin yenilmesinden hoşlanmam.
Ebu Abdullah´a yırtıcı hayvan postlarının yere serilmesinin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Allah Resulü (sav) nehyettiği için yırtıcı hayvan postları sergi olarak kullanılmaz.[66]
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah´a şöyle bir hadise naklettim: Tüccarın biri, mallarının arkasında oturuyordu. İşçisi onun sevmediği birine bir elbise sattı ve ondan aldığı dirhemleri keseye attı. İşçi durumu efendisine anlattığı zaman, derhal keseyi alarak Yusuf b. Esbat´m yanına gitti. Ona olup biteni anlattı. Yusuf b. Esbat konuyla ilgili olarak .Süfyan ve İbnü´l-Mübarek´ten duyduklarım anlattı. Adam, ´Bu keseyi tasadduk etmedikçe kalbim rahat etmeyecek´ dedi. Ebu Abdullah şöyle dedi: Allah onun bu sadakasını mübarek kılsın.
Ebu Abdullah´a şöyle bir mesele sorulmuştu:
İhtiyaç sahibi biri var ve dostlarından biri ona birşeyler vermek istiyor ama onun kabul etmemesinden endişe ediyor. Bu durumda ne yapması gerekir?
Ebu Abdullah dedi ki: İhtiyaç sahibinin isteği ve nefsinin arzusu olmaksızın vermesi halinde, ihtiyaç sahibinin reddetmesinin ona ağır gelmesinden endişe ederim. Ardından şunu anlattı: O kimseye hamalla un götürdüm. Hamalın parasını verdin mi diye sorduğunda, ´Evet´ dedim. Bunun üzerine evinden ekmek getirdi ve hamala vermemi söyledi. Ben de verdiği ekmeği hamala ikram ettim.
Sonra bana dönerek şöyle dedi: Vay canına, şu ana kadar hiç kimseden bir şey kabul etmemiştim. Ama Ebu Abdullah´ın getirdiği bir şey reddetmem sözkonusu olamaz. Onu getirdiğinde bereket bulurum. Ebu Abdullah, aynı adama bir kez daha un götürdüğünü ve onun yine ekmek verdiği ve şöyle dediğini bildirmiştir: Nefsim de bunu arzulamıştı. Ebu Abdullah, onun bu sözü üzerine tebessüm ederek şöyle demişti: Senin reddetme hakkın var. Biz ise, kabul etmeni isteriz. Adam o yardımı da kabul etmişti.
Ebu Abdullah´a, ince yelpaze satmanın hükmünü sormuştuk. Bunlar bir dirheme veya biraz fazlasına satılan yelpazelerdi. Cevaben şöyle dedi: Yelpazeler, ince elbiseler hükmündedir. Tam olarak ne kasdettiği sorulduğunda ise şunu söylemişti: Tüccardan alındıkça bunda bir mahzur yoktur.
Ebu Abdullah´a kirlenmiş mushafm gömülüp gömülmeyeceğim sormuştuk, dedi. Namazda iken annesi tarafından çağırılan kimsenin ne yapması gerektiğini sorduğumuzda şöyle dedi: İbnü´l-Münkedir dedi ki: Eğer kıldığı namaz nafile ise, namazı bırakarak annesinin çağrısına uymalıdır.
Ebu Abdullah´a şöyle bir mesele sormuştuk: Yolda giderken birinin cebinden bir kağıt düşse ve onun üzerinde bir takım hadis ve rivayetler bulunsa, bunları yazmamız ve ezberlememizin hükmü nedir? Şöyle cevapladı: Sahibinin izni olmaksızın caiz olmaz.
Ebu Abdullah´a vera´ hakkında bir şeyler sormuştum. Başını yere doğru eğdi ve sükut etti. Yüzü sanki değişir gibi oldu. Sorduklarımdan bazıları hakkında ´Estağfurullah´ diye mırıldanıyordu. ´Ne diyorsunuz, ey Ebu Abdullah?´ dedim. ´Beni mazur gör" dedi. Ben de, ´Sizi mazur görürsek bunları kime sorarız? Rehberler yolları şaşırır oldular* dedim. ´Sorduğunuz husus çok ağır bir konudur1
dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştim: Yetmiş yıldır ziyan içindeyim. Dünyadan ne kadar az alınırsa, hesap da o kadar olur.
Bir seferinde Ebu Abdullah´a şunu aktarmıştım: Adamın biri şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel ve Bişr b. el-Hars bana göre zühd sahibi değildirler. Ahmed´in yediği bir ekmeği, Bişr*in ise Horasan´dan gelen dirhemleri var. Ebu Abdullah tebessüm etti ve şöyle dedi: Ben zühd sahibi olmaya çalışanlardanım. Bir defasında da şöyle dediğini işittim: Teymi´ye bir hal geldi de yirmi sene kurduğu çardak veya çadırda yaşadı. O aşırı giden bir topluluğu anlattıktan sonra şöyle demişti: Onlara yaklaşmak da, onlarla birlikte oturmak da fitnedir.
Ebu Abdullah´a şunu nakletmiştim: İbnü´l-Mübarek´in azatlısı bana şunu anlattı: Said b. Abdülgaffar, İbnü´l-Mübarek´e şöyle bir soru sormuştu: Sevmediğin birinin evine ücret karşılığı oturmakhakkında ne dersin? ´Bunda bir mahzur yoktur dedi. Bunu aktardıktan sonra Ebu Abdullah´a şunu sordum: Hoşlanmadığınız biri, bir konaklama evi satın alsa, orada ücret karşılığı kalmam hakkında ne dersiniz? Cevabı ´Hayır oldu.
Ebu Vehb dedi ki: Ebu Abdullah yani İbnü´l-Mübarek dedi ki: Herhangi birinden satın aldığı cariyede kusur çıkan kimse, o cariyeyi satın aldığı kimseye değil ilk sahibine iade eder,
Abbas el-Anberi, Süfyan´la ilgili olarak bir kişiden şunu naklet-miştir: Abdurrahman b. Mehdi ile birlikte Abadan´da idik. Ellerimizi sel suyu ile yıkıyorduk. Ama o, öyle yapmadı. Hizmetçisini göndererek deniz suyu getirtti ve ellerini onunla yıkadı.
Abdüssamed b. Mukatil dedi ki: Selef mektup yazdıkları zaman onu kurutmak için sel kumu kullanmaz, adam göndererek deniz kumu getirtirlerdi. İbnu Haşrem bize şöyle bir mektup gönderdi: Bişr b. el-Hars, Abadan´da kralların yaptırdığı şadırvanlardan su içmedi. İçmek için gölden su getirtti.
Said b. Haysem Muhammed b. Halid´den şunu nakletti: İbrahim en-Neha´i, Ümmü Bekr denilen bir kadına uğramıştı. Kadın ip eğiren biriydi. Ona şöyle dedi: Ey Ümmü Bekr! Artık bunları ter-ketme zamanın gelmedi mi? Kadın şöyle cevap verdi: Ey Ebu Ümran! Bunu nasıl terkederim? Ben Ali b. Ebu Talib´in (ra) bunun kazananın en temiz kazanç olduğunu söylediğini işittim.
Ebu Abdullah´a şöyle dedim: İbnül-Mübarek´in azatlısı Hasan, Said b. Abdülgaffar hakkında şunu anlattı: O, ibnül-Mübarek´e şöyle bir mesele sormuştu: İki adam var ve bunlar senin hoşlanmadığın bir şahsın dükkanına giriyorlar, o, her ikisine de mükafaat veriyor. Biri kabul ederken diğeri kabul etmiyor. Mükafaatı kabul eden dışarı çıkıyor. Reddeden ise o kişiden bir şeyler satın alıyor. Bu ikisi hakkında görüşünüz nedir? İbnül-Mübarek sükut etti. İbnü Said ona, ´Sizi susturan nedir? Niçin cevap vermiyorsunuz?´ diye sordu. Bunun üzerine İbnül-Mübarek şöyle dedi: Cevap vermenin benim için daha hayırlı olduğunu bilseydim sorunu cevaplardım. Said dedi ki: Bu meselede asıl olan kerahet değil midir? İbnü´l-Mübarek, ´Evet´ dedi»
Bu hadiseyi dinledikten sonra Ebu Abdullah şöyle dedi: Bu sorunun cevabına kimin gücü yeter ki? İbnü´l-Mübarek´e denildi ki:
Kendisine mükafaat verilen ve bu para ile bir ev satın alan kimsenin evinde kalmam hakkında ne dersiniz? İbnül-Mübarek de sükut etti. Niçin cevap vermediği sorulduğunda ise şöyle dedi: Bu, cevap veremeyeceğim kadar dar bir sahadır. Kendisine şöyle dedim: Süf-yan-ı Sevri dedi ki: Maiyetin elinde olanlar haram kazançtır.
Ebu Abdullah, Abdülvehhab´ın şu sözünü benimsememiştir: O, kendisine mükafaat verilen kimsenin bunu başka birine verdiği zaman, paranın aynı hükümde olduğunu söylemişti. Ebu Abdullah, bunun çok ağır bir hüküm olduğunu söyledi. Ben de, ´ilkine verildiğinde mekruh görüp ikincisinde mahzursuz mu görüyorsunuz?´ diye sordum. Şu cevabı verdi: ilkinde mekruh görmem, aradaki iltimas ilişkisinden dolayıdır, ikincisinde ise bundan farklı bir durum mevcuttur.
Ardından da şöyle dedi: Her kime böyle bir para verilir veya bağışlanırsa onu kabul etsin ve sahabenin yaptığı gibi kendi parasından ayırsın. Ömer (ra) Ebu Ubeyde´ye (ra) bir para göndermişti. Ebu Ubeyde (ra) parayı aldı ama ayrı bir yere koydu. Mervan, Ebu Hüreyre´ye (ra) para gönderdiği zaman o bu parayı ayrı bir yere koyardı. İbni Ömer (ra) ve Aişe (ra) de kendilerine gönderilen hükümet paralarını ayırırlardı. İbni Ömer´in (ra) böyle bir parayı neye dayanarak kabul ettiğini sordum ve bir topluluğun buna delil olarak, eğer mubah olmasa idi onların da almayacaklarım söylediklerini belirttim.
Ebu Abdullah bunu tasvip etmedi ve şöyle dedi: Onların bunu almaları, bağışı reddetmeyi mekruh görmelerinden kaynaklanmaktaydı. Ama onu eşitçe ayırırlardı. Kendisine şunu söyledim: Rivayete göre Muaz´ın (ra) bu tür bir dinarı kalmıştı. Hamını onu kendisinden isteyince o da kendisine vermişti. Ebu Abdullah bunu açıklayarak şöyle dedi: Muaz (ra), hanımı o paraya muhtaç olduğu için kendisine onu vermişti.
Bunun üzerine ben de şöyle dedim: Siz böyle bir para ile imtihan edilen kimsenin, onun ayrımında titiz olması gerektiğini söylüyorsunuz. Aişe (ra) ise İbnül-Münkedir kendisine sıkıntısından dert yandığı zaman şöyle demişti: Eğer onbin dirhemim olsaydı size yardım ederdim. Ibnül-Münkedir sefere çıkınca Aişe´ye (ra) onbin dirhem gönderdi. O da bu parayı kendisine geri gönderdi ve sözü ile imtihan edildiğini söyledi. Aişe (ra) yaşadığı darlığa rağmen bu parayı geri vermişti. O, gerçekten zühd ve vera´ sahibi idi.
Ebu Abdullah dedi İd: Ebu Musa el-Eş´ari (ra) gibi sahabiler, bilmedikleri konuları Aişe´ye (ra) sorarlardı. Allah Resulü´nün (sav) hanımları arasında onun gibisi yoktu. Sadece onsekiz yaşında olmasına rağmen ilim ve ahlak bakımından böyle yüksek idi.
Ebu Yahya en-Nakıd dedi ki: Ebu Talib bize şunu nakletti: Abdullah b. Yahya b. Ebi Kesir, babası vasıtasıyla ensardan bir zatın şöyle dediğini rivayet etti: Allah Resulü (sav) kalp kulakçığını me-netti. Ebu Abdullah, ´Evet, öyledir5 dedi. Ben de, ´Bu nasıl bir hadistir?´ diye sordum. Hadisi açıklayarak şöyle dedi: Burada Allah Resulü´nün (sav) kalp kulakçığının yenilmesini menettiği haber verilmektedir.
Abdullah b. Ahmed´den nakledildi ki: Ebu´l-Gudde´ye bu hadisi sorduğumda şöyle dedi: Allah Resulü (sav) onu yememiştir. Sebebi de mekruh görmesidir. Nitekim Evza´i hadisi buna delalet etmektedir. Sözkonusu hadis, Vasıl tarafından Mücahid´den rivayet edilmiştir: Dedi ki: Abdullah b. Yezid, Ümmü Seleme´den (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) ona hayvanın kalp kulakçığını ne yaptığını sordu. O da attığını söyledi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) ´Makamın güzel olsun´ diye iltifatta bulundu".
Geçim ve kazanç yolları ile bunlarla irtibatlı hususları ele aldığımız bölüm burada sona ermektedir. Allah Teala hiç şüphesiz her şeyin en doğrusunu Bilen´dir. [67]