saniyenur
Sat 28 May 2011, 10:55 am GMT +0200
FÜRUA AİT MESELELERDE ZANNİ DELİLLERLE AMEL EDİLİR
Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi bazı kimseler, delilin tesbitinde, yalnızca kitabetin kat'iyyet ifade ettiği zehabına kapılmışlardır. Bunun ne kadar yanlış olduğunu, önceki kısımlarda görmüştük.
Bu kimseler, daha sonra bu anlayışlarından hareketle, Şâri'nin (Allah ve Rasûlü) sünnetin yazımını yasaklamasını, O'nun tesbitinde kat'iyyetin meydana gelmesini istemediği anlamına yormuşlar, bunun bir neticesi olarak da Şâri'in bizzat onu delil olarak kabul ve hükümlerin tesbitinde hüccet olarak kullanılmasında itibar etmediği sonucuna varmışlar ve: "Sübûtun kati, olması, delilin bir şartıdır. Bu şartın meydana gelmemesini istemek, ona ihtiyaç duyan şeyin de tahakkuk etmemesini istemek demektir," demişlerdir.
Bu anlayışın temeli olan, ''Sübûtun kati olması, delilin bir şartıdır," görüşüne katılmıyoruz. Onlar, bunu her alandaki delil için söylüyorlar. Halbuki o, fikhî meselelerin ve fer'î hükümlerin dışında, Usûlü'd-Din ve itikad esaslarının tesbitinde aranan bir vasıftır. Bu, usûl ilminde geçtiği üzere haber-i vahidle kullukta bulunma meselesidir ki, şu anda konu ve kitabımızın dışında kalmaktadır. Ancak bu mesele, (muhaliflerimizce) sünnetin hücciyyetini ortadan kaldırmada bir esas olarak ele alındığı için kısaca izahında fayda görüyoruz.
Bu konuya girmeden önce, bir noktaya temas etmek istiyoruz: Tevatürün, ilim (kat'iyyet) ifade ettiği noktasında, müslümanlar arasında hiçbir ihtilâf mevcut değildir. Ancak nübüvveti inkâr eden Brahmanlardan "Sümniyye" isminde bir taife, bu konuda muhalefet etmiş ve icmâın kesin ilim ifade etmeyeceğini ileri sürmüştür. Onların bu tavırlarının, akla karşı apaçık bir enâniyet ve haktan yüz çevirme olduğu malumdur. Bu taife, çok uzak memleketlerde ve geçmiş milletlerde türemiş bir gruptur. Bu nedenle, onların icmâ konusundaki muhalefetleri, onun hüccet oluşunda ve kat'iyyet ifade edişinde herhangi bir olumsuz tesir icra etmez. Çünkü bunlar, müslüman olmayan bir topluluktur. Yalnızca kitabetin (yazımın) ilim ifade edeceği yolundaki iddiayı çürüten bir diğer husus da işte bu tevatür hakkındaki icmâdır.
Evet, müslümaniar, tevatürle elde edilen bilginin nazarî mi yoksa zarurî mi olduğunda ve tevatürün tahakkuku için gerekli olan şartlarda ihtilâf etmişlerdir. Ancak bu ihtilâf, sözkonusu iddia sahiplerine hiçbir şey kazandırmaz. Zira müslümanlar arasında, Hz. Peygamber (s.a.v)'den tevâtüren sabit olan bir haberle ibâdette bulunulacağı, kulluk yapılacağı konusunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Ve bu icmâ, yalnızca Kur'ân'ın kat'î olduğunu ileri sürerek onun dışında delil bulunmadığı yolundaki iddiayı çürütüp atacaktır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v)'tan tevatür yoluyla bize kadar nakledilen bir hayli haber mevcuttur.
Haber-i vahide gelince; râvisi âdil olmadığı takdirde, ne ilim (kat'iyyet) ve ne de zan ifade eder. Ancak herhangi bir karine veya tariklerinin çokluğuyla desteklenecek olursa, bu ikisinden neş'et eden bir te'kid sebebiyle ilim veya en azından zan ifade eder.[529]
Eğer râvi, adalet şartım taşıyorsa, bu nitelikteki bir haberin, delil olma bakımından kıymet ifade ettiğinde icmâ vardır. Ancak ilim mi yoksa zan mı ifade ettiği noktasında yine ihtilâf edilmiştir.
Alimlerin cumhuru, bu tür bir haberin zan ifade edeceğini, şayet ilim ifade eden bir karineyle desteklenirse, o zaman kat'î bilginin hâsıl olacağını savunmuşlardır. İmam Ahmed (241/855) ise bu nitelikteki bir haberin, doğrudan ilim ifade edeceği kanaatine sahiptir.
Bu mesele üzerinde, sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz. Zann-ı galibimize göre, muhâtablarımız da haber-i vahidin zan ifade ettiği konusunda bizim gibi düşünüyorlardır. Ama enâniyet damarları kabarıp da bunun herhangi bir ilim ve zan ifade etmediğini söyleyecek olurlarsa, icmâ onları reddedecek ve burunlarını yere sürtecektir. Yok eğer, İmam Ahmed (r.h) gibi düşünüyorlarsa, bizi rahatlatmış, şüphelerini de izâle etmiş olurlar.
Râvisi âdil olan bir haber-i vahidin zan ifade ettiği tesbit edildikten sonra, bu haber-i vahidin içerdiği hükümlerle amel etmek, Mu'tezilî imamlarından el-Cübbâî (330/941) hariç, âlimlerin çoğuna göre caiz görüldüğü bilinmelidir. Usûl yazarlarının pek çoğu bu konuda ortaya çıkan ihtilâflara temas etmişlerdir. Ancak Cemu'l-Cevâmî yazarı İbn Sübkî (771/1369), bu konuda onlara muhalefet etmiş ve bu konuya değinmemiş tir. Onun, haber-i vâhidle amel konusunda el-Cübbâî'den naklen zikrettikleri şunlardır: "el-Cübbâî, haber-i vâhidle amel edilebilmesi için en az iki kişinin rivayet etmesini veya başka bir delille takviye edilmiş olmasını şart koşar. Nitekim, Sahâbe'den bazıları da bu şartlar muvacehesinde onunla amel etmişler ve aralarında bu anlayış yaygınlaşmıştı."[530]
Müellifin, Cübbâî'den yaptığı bu nakli,[531] diğer müellifler, onun rivayet şartları konusundaki görüşleri arasında zikretmişlerdir.
Öte yandan İbnu's-Sübkî (771/1369), Şerhu'l-Minhâc adlı eserinde, bu iki nakli çelişkili ve birbirini nefyeder mahiyette bulup şu şekilde cevap vermiştir: "Eğer, ileride kendisinden nakledileceği üzere, el-Cübbâî'nin bir taraftan haber-i vâhidle amel etmeyi aklen mümkün görmezken, diğer taraftan sayı şartını ileri sürmesi, haber-i vâhidle ameli onaylamak anlamına gelir denilirse bu çelişki, şöyle te'vil edilebilir: Birincisi, onun reddettiği haber-i vâhid, ıstılah anlamındaki yani mütevâtir derecesine ulaşamayan her haber-i vâhid değil, bilakis adalet şartını taşıyan tek bir kişinin yaptığı rivayettir (yani ferd haberdir). Bu itibarla, İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî (478/1085), şöyle demiştir: 'el-Cübbâî, bir kişinin haberinin kabul edilmeyeceği görüşündedir. Ona göre böyle bir haberin kabul edile-bilmesi için mutlaka sayı gerekmektedir. Bu da en az, iki kişi olmasıdır.' İkincisi ise o, bu meseleyi şehâdet konusunda olduğu gibi mütalâa etmektedir."[532]
el-Cübbâî'nin, haber-i vâhidle amel etmeye mâni olduğunu ileri sürdüğü şüpheye bakıldığında aynı engelin, tevatür derecesine ulaşmadıkça, iki veya daha fazla kimsenin yaptığı rivayetlerde de mevcut olduğu görülür. Çünkü, bunların rivayetleri ancak zan ifade etmektedir.
Fakat el-Cübbâî (330/941), Ebû İshâk (418/1027) ve İbn Fûrek (400/1015) gibi düşünüyor ve müstefîz (meşhur) haberin, nazarî ilim ifade ettiği yolundaki kanaata katılıyorsa bu takdirde, sözkonusu şüphenin ileri sürülemeyeceği gayet açıktır. el-Cübbâî'nin bu görüşte olduğuna delâlet eden diğer bir husus da Adûdüddîn el-Icî'nin (756/1355), onun, rivayette adedin şart olduğu konusundaki istidlallerini zikrederken: "Bilmediğin şeyin peşine düşme."[533] v.b. âyetlere yer vermiş olmasıdır. el-Cübbâî'nin bu âyet-i kerîme ile istidlalde bulunması, bize, yeterli sayı bulunduğu takdirde, haber-i vahidin ona göre ilim ifade ettiği hissini vermektedir.
Bununla birlikte, şöyle söylemek de mümkündür: el-Cübbâî, bir ara, teabbüdî konularda, haber-i vâhidle amel edilemeyeceği görüşünde olabilir. Sonradan, bu kanaatinden vazgeçerek onunla amel edileceğini belirtmiştir.
Ne var ki bazıları, onun hâlâ evvelki görüşünde devam ettiğini zannederek ilk görüşünü, bir kısmı da ikinci görüşünü nakletmiş olabilirler. Daha sonra da usûl yazarları, ikisi arasındaki çelişkiyi far-ketmeden her iki görüşü de bir arada zikretmişlerdir.
Belki de ibn Sübkî, Cemu'l-Cevâmi adlı eserini yazarken, ea son bu kanaat kendisinde hâsıl olmuş ve aklen teabbüdî konularda, haber-i vâhidle amel edilip edilemeyeceğinin cevazına dair ihtilâfı nakletmemiş tir.
Haber-i vâhidle amelin cevazına delâlet eden diğer bir husus da râcih olanla (kuvvetle muhtemel olan delille) amel etmenin zarurî oluşudur. Zira haber, Allah'ın hükmünü tayinde, en azından bir zan ifade eder. Kuvvetle muhtemel olan delille amel etmenin mâkul olduğuna ise hiçbir şekilde itiraz edilemez.
[529] Cumhur'a göre haber-i vâhid, mütevâtir derecesine ulaşmayan haberdir. Bazen "meşhur" diye isimlendirilen "müstefîz" de haber-i vâhid nevindendir. Müstefız haber, İlk râvisinden sonra çoğalıp yaygınlaşan haberdir. Râvi sayısının, en az iki, üç ve dört olması gerektiği yolunda görüşler ileri sürülmüştür. (Bkz. Şerhu'Cem'il Cevâmi, II, 88) Müstefız haber de diğer vâhid haberler gibi zan ifade eder. Ebû İshak (418/1027) ve İbn Fûrek (400/1015) gibi bazı âlimler, bunun, nazarî bir ilim ifade edeceğini söylemişlerdir. Hanefîlerin geneline göre ise meşhur, mütevâtir ve haber-i Vvhid'in karşılığıdır. Onu, kaynağı (ilk râvileri) âhad iken, ikinci ve üçüncü asırda, ümmetin kabulüyle birlikte tevatür derecesine ulaşan haber olarak tarif etmişlerdir. Onun, delilin kendisinden kaynaklanan en ufak bir ihtimal ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, yakın mesabesinde, kuvvetli bir zan ifade edeceğini söylemişlerdir. Bu İlme de "İ3m-i Tume'nîniyye" adını vermişlerdir. Ebû Bekir el-Cassâs (370/980) ise onun, "İlm-i Zarurî" ifade eden mütevâtirlerin dışında, "İlm-i Nazarî" ifade eden bir mütevâtir türü olduğu kanaatindedir (Bkz. Şe.rhu'1-Müsel-lem, II, 111).
Burada, haber-i vâhid'in, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildirdiği haberlerin dışındaki haberler olduğu bilinmelidir. Çünkü Mâsum'un haberi (bizzat kendisinden dinleyenîer için), yakın ifade eder.
[530] Suyûtî, bu konuda şöyle demektedir: "Mu'tezile'den Ebû Ali el-Cübbâî, adalet vasfını taşıyan âdil bir râvinin baberini, ancak aynı nitelikte başka bir râvinin rivâyetiyle onu desteklemesi veya Kitab'ın zahirine ya da diğer bir haberin zahirine muvafık düşmesiyle kabul eder. Rivayet edilen haberin Sahabe arasında şöhret bulmuş olması veya bir kısım -' ıbâbenin onunla amel etmesi de kabulünde etkendir. Bunu, Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'temed adlı eserinde kaydetmiştir. Ebû Nasr et-Temimi ise Cubbâî'nin, haber-i vahidi, ancak dört kişinin rivayet etmesi şartıyla kabul ettiğini kaydetmiştir." <Bkz. Suyûtî, Ted-ribu-Râvl 17).
[531] Bkz. Cemu'l-Cevâmi, 16. (Şerhu Cemu'l-Cevâmi, II, 93.)
[532] İbn Sübkî, Şerhu'l-Minhâc, II, 197.
[533] İsrâ, 36