hafız_32
Mon 27 September 2010, 08:30 pm GMT +0200
6.BÖLÜM
FİRLERE BENZEMEME VE İSLÂM TOPLUMUNU KESİNLİKLE KORUMA
islâm dini sadece insanın muhteva olarak seçkin olmasıyla yetinmez. İslâm, kendi şahsında müslüman, genel plânda müslüman ve yine umumi hatları itibariyle de İslâm toplumu için vardır. İşte onun seçkinliği kendisini bu noktalardan da gösterir. Bunun içindir ki, İslâm'da kâfirlere benzememekten nehyedilmesi, inancımız ve akidemiz gereği Rabbani sorumlulukların biridir.
Nitekim Kitap ve Sünnet bu mesele ile ilgili olarak bir hayli delil ile dopdolu bulunmaktadır. Zira dış görünüm itibariyle kâfirlere benzemek, bir süre sonra insana, onlann.akide ve inançlarını da benzetir, onların akidelerine de benzeyiş itibariyle yönelmeye başlar, veya onlara sevgi beslemeye, onlar gibi hareket etmeye, onların arzu ve istekleri doğrultusunda, onlarla uyum göstermeye gidebilir. Kısaca müslümanı hep hayatı ve yaşayışı itibariyle başkasına meyleden bir hale getirir. Öyle ki müslümanı her çağıran sese eğilmeye götürür.
Kaldı ki ALLAH (c.c), müslüman için izzet, şeref ve üstünlük istemektedir, asil olmasını dilemektedir. Eğer biz Kur'an'ın eğitim ve terbiyesine eğilecek olursak, şu gerçeği görmüş olacağız. İslâm, öncelikle uzun bir süre, müslümanları en sağlam ve doğru bir akide üzerinde eğitip terbiye etmiştir. Yani henüz îslâmî teklif ve yükümlülükler gelmezden önce, İslâm kendi bağlıları olan müslümanları, sağlam bir akide ve iman temeli üzerine oturtmuştur. Ne zamanki bu mübarek ağacın tohumlan ruhlar üzerinde etkinliğini gösterdi, kalplere iyice yerleşti, bundan böyle sorumluluklar da birer birer geldi. İşte bu iman ve İslâm terbiyesiyle müslüman eğitile eğitile en yüksek tepe noktasına tırmandırılmış olunmaktadır.
İşte bu eğitimin bir devamı olarak Medine döneminde kâfirlere benzeme ile ilgili yasaklama gelmiş bulunmaktadır. Bu yasaklamanın da cihad hükmünden sonra geldiğini görmekteyiz. Bunun sebebi islâm toplumunu her türlü yabancı unsurlardan arındırılmasını sağlamak, yabancı bir unsurun İslâm toplumuna girmesini önlemektir.
Aynı zamanda İslâm, örnek bir İslâmî şahsiyetin veya kişiliğin gelişmesine de çok özen gösterir, bu noktada buna düşkün ve haristir. Kaldı ki İslâm, akidesi, muhtevası, özü itibariyle de bir tektir, eşsizdir. İslâm aynı zamanda yapısı ve görünümüyle de böyledir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı İslâm'a bağlı olan kimselerin de, İslâm, seçkin olmasını ister. Çünkü ALLAH (c.c), onları zulmün karanlıklarından İslâm aydınlığına çıkarmıştır.
Halbuki günümüz dünyasındaki müslümanlar, her konuda körü körüne başkalarına tabi olmaları sebebiyle helâl olmuşlardır. Bu tabi oluş ve kâfir batılıya kendisini benzetmesi, imanlarının zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. İman zayıf olunca da, ilericiliğin bir simgesi olarak kendilerini kâfir batılıya benzetmekte buluyorlar.
Bu konuda Prof.Muhammed Esed diyor ki:"...Bu insanların çok sathî ve yüzeysel planda düşündüklerini gösterir. Onlar herhangi bir medeniyet veya uygarlığı taklid edebileceklerini, hayatın dış görünümü itibariyle bunu uygulayabileceklerini ve fakat bu uygulamanın aynı zamanda ruhlarında ve özlerinde herhangi bir etkilerinin olmayacağına inanırlar. Derler ki, biz özde değişmedikçe şekli bir değişikliğin bizim inancımız ve itikadımız üzerinde herhangi bir etkisi olmayacaktır.
"Esasen uygarlık öyle şekli anlamda boş bir şey ifade etmez. Fakat herhangi bir medeniyet, aynı zamanda canlı bir hayat demektir. Biz o medeniyeti aldığımız andan itibaren, şeklini kabullenmekle, onun beraberinde getirmiş olduğu etkin faktörleri de aynen kabul etmiş oluruz, demektir. Çünkü bu, içimize etki eden ve gerçekten önemli bir rol oynayan faktördür. Medeniyeti şekil itibariyle almakla, giderek bu şekil yönü bizim akıl ve düşüncemiz üzerinde de etken olacak, en azından sağlıklı düşüncemizi önleyecektir, hem de bu konuda hiçbir mülahazaya varmaksızın, akıl üzerinde bir yavaşlık gösterecektir.
"Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kim kendisini bir kavme (topluma) benzetirse o da onlardandır.”[131] hadisini söylediği zaman, zaten bu benzemece"" benzetmenin ölçüsünü takdir buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu hadisi, meşhur bir hadistir. İşte bu meşhur hadis, işin sadece edebiyat yönünü ifade etmek için değildir. Bu, kesinlikle uyulması gereken bir hükmü ifade eden bir tabirdir. Bu, şunu göstermektedir. Müslümanlar bir başka medeniyet veya uygarlığı taklid etmek suretiyle o medeniyetin içinde eriyip gitmesinler.
"İşte işin bu yönü itibariyle, toplumsal hayat noktasından bizim, (önemli olan) ile (önemli olmayan) arasında bir fark görmememiz mümkün değildir. Bu dış yön itibariyle benzeme, "sadece büyük bir hatadır" demek değildir. Meselâ giyim itibariyle onlara benzesek de, "ne var ki, bu sadece dış görünüşü ilgilendiren bir konudur" diye farzetsek ve böylece yola çıksak, bu, yanlış olur. "Bu dış benzeyiş yönünden müslümanın hayatından endişeye yer yoktur, zira aklî ve ruhî yönünü ilgilendirmemektedir, demek doğru değildir.
Genel olarak medeniyet veya uygarlıklar, uzun bir süre bir toplumu etki altına alırsa, bu belirli bir yönden olsa bile, yine bazı yönlerden ruh ve öz üzerinde etkisi olur. Meselâ herhangi bir medeniyeti ele aldığımızı düşünelim, bu, giderek kişilerin, milletlerin ve toplumların bediî olan idrakine ve eğilimlerine tesir eder. İlk önce belli bir tarafını benimseyerek başlar ve bu giderek, devamlı olması halinde, bu devamlılık ve süreklilik müddetince o toplumun düşünce ve inançları üzerinde belli yönlerden etki eder, eğilimlerinde farklılık olmasına götürür. Kişiye Avrupalılık giysi-sini°giydirdin mi, bundan böyle müslüman, düşünce bakımından kendisi ile bir Avrupalı arasında herhangi bir farkın olmadığını, kendisinin de onun gibi düşünmeye başladığını görür, buna uyum da gösterir. Şekil bakımından bu benzerlik sonunda düşünce alanını da^tesir^altma alır. Kişi böylece yepyeni bir elbise giymiştir, yaptıkları ile düşündükleri arasında da bir uyum meydana gelir, böylece de müslüman okluğunu, ifade eder. Halbuki kendisini bağlı bulunduğu toplumun kültürel imkânlarından soyutlamıştır, kendi toplumunu taklid etme zevkinden kopmuştur. Akla kul olma elbisesini giymiştir. Ona bu yeni elbiseyi giydiren ise, yabancısı olduğu batı uygarlığı olmuştur.
"Müslüman Avrupalıyı giyimde, kuşamda,adet ve törelerinde,hayat tarzlarında taklid etmeye başlayınca,kendisi her ne kadar benim davam,ve amacım budur,demiş olsa bile o bizzat fiilen Avrupa uygarlığını tercih ettiğini açıklamış olmaktadır. Çünkü davranışları ve düşünceleri,bunu yanıtmakadır. Bir kimse medeniyet ve uygarlık olarak batıyı tasvip edecek, yabancı kültürleri üstün görecek, bunu, onun bediî akıl ve düşüncesine göre, amaçlarına uygun olarak sürdürecek, sonra da kalkıp, "bunun benim özüm ve ruhum üzerinde bir etkisi olamaz" diyecek, bu, yanlıştır. Kişi, kendi dininin temeline ruh ve özde aykırı bir uygarlığı düşünecek, tatbik edecek, sonra da "ben tam bir müslümanım" diyebilecek, işte bu mümkün değildir.
"Aslında yabancı bir medeniyete karşı eğilim göstermek, şuur ve düşünce yapısı itibariyle, bir eksikliğin sonucudur, başka bir şey değildir. Bugün müslümanların başına her ne gelmiş ise hepsi batı uygarlığını taklid etmekten kaynaklanmaktadır."[132]
“ALLAH (c.c), bu işten, Muhammed (s.a.v.) için bir şeriat var etmiş ve bunu onun için uyulması gereken bir yasa yapmıştır. Bu yasaya (şeriata) uymayı da ona emir buyurmuştur. Aynı zamanda Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, bilmeyenlerin heva, istek ve tutkularına uymasını da yasaklayıp menetmiştir. Burada: "Bilmeyenler" ifadesine şeriata karşı olan ve muhalefet eden tüm unsurlar dahildirler. Bunların hevaları ise akıllarının estiği gibi davranmaları, müşrik unsurların yapageldikleri şeylerdir. Bunlar görünürde ne gibi davranışlara sahipseler, bunların tamamını kapsar. Çünkü bunların batıl dinleri ve bu manadaki şeyler bu tür yanlış ve İslama aykırı şeyleri gerektirir. O halde onların görünürde yapageldiklerini işlemek, bu konuda onlara muvafakat edip, onlarla uyum sağlamaktır. Bu da onların arzu ve isteklerine uymak anlamındadır. Nitekim bunun içindir ki, bazı hususlarda müslümanların kendilerini taklid etmeleri, onlara muvafakatlan sebebiyle, kâfirleri sevindirir, bu gibi şeylerden ötürü onları mutlu kılar.
Yapılan iş veya hareket ve davranış onların heva ve isteklerine tabi olmak ve boyun eğmek anlamına gelmediğini farzetsek bile, şurası kesinlikle unutulmamalıdır ki, onların sundukları bir şeyde, onlara muhalefette bulunmak meselesi, "Onların heva istek ve arzularına uyma" meselesini kökünden kazıyıp silecek ve o işi terketme bakımından da ALLAH'ın rızasını ve hoşnudluğunu kazanma bakımından çok daha büyük bir yarar ve yardım getirecektir.[133]
Bir. başka delil. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:"Sen onların milletine (dinlerine) uymadıkça, yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: 'Kuşkusuz doğru yol, Allah'ın gösterdiği dosdoğru yoldur/ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutku) larına uyacak olursan, senin için ALLAH'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı." (Bakara, 2/120)
Şimdi bu ayete dikkat edecek olursak, Rabbim burada "Onların milleti yani dini" durumunu belirtirken, peşinden de "Onların nevalarına" uyma yasaklığı gündeme getirilmiş olmaktadır. Çünkü küfür toplumu, kesinlikle, bir toplum onların dinlerine girmedikçe, onların arzulan doğrultusunda hareket etmedikçe bundan hoşnud kalamazlar. Mutlak bir şekilde onların dinlerine uyulmalıdır ki, senden hoşnud kalabilsinler, ister az ve ister çok olsun, kesinlikle onlara tabi olmaktan, neva ve arzulan doğrultusunda hareket etmekten menedüme vardır. Şurası da bilinen bir gerçektir ki, bunların üzerinde bulundukları din ve inançlarına tabi olmak, bir tür, onların arzularına, neva ve isteklerine tabi olmak anlamını taşır. Veya onların arzu ettikleri şeylere tabi olma zanm uyandırır.[134]
Yine Kur'an'dan deliller sunmaya devam edelim. Bakara sûresinden bir âyet, kıblenin Kudüs'ten Kâ'be yönüne doğru değişmesiyle ilgilidir. Rab-bimiz bu âyetlerde şöyle buyurmaktadır:"Andolsun ki, kendilerine kitap verilenlere (yahudi ve hıristiyanlara) her ayeti (delili) getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Hatta onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine de uymaz. Andolsun, eğer sen gelen bunca ilimden sonra onların neva (arzu ve istek) larına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun." (Bakara, 2/145)
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde mutlaka gerçeği gizlerler."
"Gerçek (hak) Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
"Herkesin (her toplumun) yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yansınız. Her nerede olursanız, ALLAH sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz ALLAH, her şeye güç yetirendir."
"Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbin'den olan bir haktır. ALLAH, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir."
"Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Siz de her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı kullanabilecekleri delilleri olmasın. Onlardan korkmayın, Ben'den korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete eresin iz." (Bakara, 2/146-150)
Seleften, yani önceki geçmiş alimlerden birçokları bu âyetleri şöyle yorumlamışlardır:"Yahudiler, kıbleleri olan Kudüs'e yönelmemiz sebebiyle, bir delil ve hüccet ileri sürerek, şöyle konuşmasınlar: "Kesinlikle bu insanlar yani müslümanlar, bizim yöneldiğimiz kıbleye, Kudüs'e yönelmektedirler. Yakında bizim dinimize de uymaları ihtimal dahilindedir! İşte bu manada bir delil ileri sürmemeleri için Rabbimiz, onlara kıble bakımından bile muhalefeti kesinlikle emir buyurdu. Her şeyden yüce ve münezzeh olan Rabbimiz, kıblenin feshi meselesindeki hikmeti ve değişmeyi şöyle açıklamaktadır: Kıble noktasından kâfirlere muhalefetin sebebi,batıl olan hususlarda onlara özentiden ye benzemekten kesinlikle ilgiyi ve münasebeti kesmek içinindir. Bu meseleyi böyle anlamak, hemen her muhalefet ve muvafakat konularında sabit ve geçerlidir. Çünkü kâfirlere ait olan herhangi bir hususta, ona tabi olmak ve uymak, onun eline bir delil vermek anlamını taşır. Bu da tıpkı yahudilerin elindeki kıblenin bir delil ve hüccet olarak ileri sürülmesi gibidir veya buna yakın bir anlam taşır.[135]
Herhangi bir halde veya konumda onlara benzemenin yasak olduğunu belirten delilleri Kur'an sıralıyor:
"Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın." (Yunus, 10/89)
Yine Rabbimiz buyuruyor:
"Bozguncuların yoluna uyma." (A'raf, 7/142)
Bir başka âyette Rabbim buyuruyor ki:
"Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız." (Nisa, 4/115)
İşte sunmuş olduğumuz tüm bu deliller, müslüman olmayan unsurlara, yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmenin ve onlara benzemeyi ter-ketmenin meşruluğunu göstermektedir.[136]
Hz. Peygamber (s,a.v.)'in sünnetinden bu konuya ilişkin deliller ise bir hayli çoktur. Bunlardan bir tanesi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu mealdeki hadisleridir:"Kim bir kavme kendini benzetirse o da onlardandır."[137] îbnn Teymiye bu hadisin isnadının sağlam olduğunu söylerken, aynı zamanda der ki: En azından bu hadis, insanın kendisini kâfirlere benzetmesini haram kılmaktadır. Gerçi ilk bakışta bu, kendisini kâfirlere benzetenin kâfir olduğunu da gösterir ama, hiç olmazsa bu, haramlığın bir delilidir. Çünkü aşağıdaki âyete baktığımızda teşebbüh yani kendini kâfirlere benzetme küfrü gerektirir. Rabbim buyurur ki:
"Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır." (Maide, 5/51)
Bu da aynen Abdullah b. Amr'ın söylediğine benzemektedir:"Kim müşriklerin yurdunda kalırsa, onların yılbaşlarına (nevruzlarina) katılır ve bayramlarını kutlarsa ve ölünceye dek (ölüm kendisine gelinceye dek) kendisini onlara benzetirse, bu da onlarla beraber kıyamet gününde haş rolü nacaktır.''[138]
Bu, küfrü gerektiren mutlak teşebbühe, kendini kâfire benzetmeye yorumlanıyor, kimi zaman ise şöyle yorumlanmıştır: Kişi kendisini onlara benzettiği oranda, benzeşme ölçüsüne göre küfre girer veya onlardan sayılır. Durum ister küfür olsun, ister masiyet olarak değerlendirilmiş olsun, veya küfrün yahut masiyetin bir şiarı olmuş olsun, hüküm aynıdır, durumda bir farklılık söz konusu değildir.
Bir başka durum var ki, adam bir fiil veya iş işlemektedir. Yaptığı bu iş veya fiil ve davranışı bir başkası da yapmakta, her ikisi de yaptıkları bu işte ittifak etmekte ve benzeşmektedirler. Ancak yapılan bu işi, biri diğerinden almamıştır. Kısaca ortak bir özellik görülmektedir. Böyle birinin diğerinden almadığı ve fakat ortak özellik taşıyan şeylerde de benzeşme veya kendisini benzetme hükmü aynen geçerli midir, yoksa bir başka türlü mü değerlendirilir? İşte böyle bir şeyin benzeşme veya kendisini benzetme olması konusunda kesinlik yoktur. Fakat bununla beraber, mademki yapılan o davranış kâfirlerinkiyle bir uyum göstermektedir, durumun benzeşme ve kendini benzetmeye varmaması bakımından bunun yasaklanması ve nehyi güzel olur. Zira aynı zamanda böyle bir davranışı yapmamakta onlara muhalefet hükmü de yer almaktadır. Bu itibarla yapılan bir davranış şayet kâfirler tarafından da işleniyorsa, her ne kadar bu fiil onlardan alınmış değilse de, görünürde bir benzerlik olmasın diye, onlara muhalefet için bu nehyedilir, yani yasaklanır.[139]
Yine Hz. Peygamber'in sünnetinden delil sunmaya devam ediyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:"Sizler kesinlikle, sizden öncekilerin yollarını karış karış ve arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, onların peşinden gireceksiniz." Sahabe diyor ki: "Ey ALLAH'ın Rasûlü, bunlar yahudiler ve hıristiyanlar mı?" diye sorduk. Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdular: "Ya kimler olacak?"[140]
Yine Sahih'te rivayet olunduğuna göre, Abduliah b. Ömer (r.a.) anlatıyor:"Sahabe Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Semud kavminin toprağı olan Hicr denilen yerde konakladılar. Buradaki kuyulardan su çektiler ve bu su ile hamur yoğurdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), onlara, buradaki kuyulardan çekmiş oldukları suları dökmelerini ve yoğurdukları hamurlan da develere yem olarak yedirmelerini emretti. Hz. Peygamber, ashabına, her zaman develerini götürüp suladıkları kuyudan su ihtiyaçlarını karşılamalarını kendilerine emretti."[141]
Müşriklere ait bir ağaç vardı. Müşrikler bu ağaca silâhlarını asıyor, "Zatu Envat" adım veriyorlardı. Müslümanlardan bazısı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dediler ki: Ey ALLAH'ın Rasûlü! Müşriklerin silâhlarını astıkları bir ağaçlan (zatu envatı) olduğu gibi sen de böyle bir zatu envat edin-sen olmaz mı (bize izin verir misin)? İşte böyle bir durum karşısında Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Allahu Ekber! Siz de, tıpkı Hz. Musa'nın kavminin Hz. Musa'ya: "Onların ilâhları olduğu gibi, bizim için de bir Üah yap" dedikleri gibi demiş oldunuz. İşte o, bir toplumun gelenekleri ve adetleridir. Siz de kesinlikle sizden öncekilerin adetlerine ve geleneklerine yönelip bineceksiniz."[142]
Hz. Peygamber (s.a.v.), mücerred manadaki bir ağaçtan onları menetmektedir. Halbuki onlar bunun gölgesinde barınacaklar ve onların yaptıkları gibi silâhlarını dallarına asacaklardı. O halde bundan çok daha büyük bir tehlike arzeden müşriklere kendisini benzetme noktasında veya bizzat şirk olan bir şeyde nasıl susulabilir ki?[143]
Acaba bunlardan hangisi daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır? Hayret! Düşünün bir kere, silahlarını asacakları bir şeyden menediliyorlar. Çünkü burada kâfirlere benzeme olayı gündeme gelmektedir. Veya içinde teşriin (yasamanın), helâl ve haram kılmanın, ilzam etmenin ve cezalandırmanın yer aldığı bir hayat nizamı ki, bu, temel itibariyle kâfirlere muhalefete dayanmaktadır.
Yine yahudi ve hiristiyanlara, kısaca kafirlere muhalefete ve onlara kendisini benzetmekten menedilmesine ilişkin sünnetten bir başkaca delil. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:
"Gerçekten yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakalını) boyamazlar. O halde onlara muhalefet edin."[144]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:"Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet edin. Çünkü onlar, ayakkabıları ve mestleriyle namaz kılmazlar (ibadet etmezler)."[145]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Bizden başkasına kendisini benzeten bizden değildir:”[146]
Kuşkusuz bu deliller ve daha bir çokları şu gerçeği amaçlamış olmaktadırlar: Kötülüklerin gelebileceği kapıları ve yolları tıkamak esastır. Zira dış görünüş itibariyle müşabehet, yani benzeşme, giderek yapılan işlerde, amelde ve maksatta da benzemeyi getirir.[147]
Ancak bazı durumlar var ki, görünürde kimi zaman kâfirlere müşareket yani bir tür ortak yönler olmasını gerektirir, işte böylesi bir muvafakat ne zaman olur ve muhalefet ne zaman başlar?
Şeyhu'l-İslâm Ebu Abbas Ahmed b. Teymiyye (rh), bunu şu cümleleri ile cevaplıyor:Aslında bunlara muhalefet etmek, ancak müslümanın din noktasından üstünlük elde etmesinden sonradır ve yücelmeyi sağlamasıyla mümkün olabilir. Bu ise cihad yoluyla elde edilir. Düşman durumundaki kâfirleri cizye vermeye ve onları küçük düşürmeye mecbur kılmakla sağlanır. Bilindiği gibi, müslümanlar işin başında zayıf ve güçsüz iken, kendilerine müşrik ve kâfirlere muhalefet etmeleri meşru kılınmamıştı. Fakat din kemale erince, üstünlük kazanıp varlığını gösterince bu muhalefeti de beraberinde getirmiş oldu. Böylece kâfirlere muhalefet meşru kılınmış oldu.
Bunun gibi durumlarda acaba bugün için ne söylenebilir? Zira yukarıdaki ifadeler, İbn Teymiyye'nin kendi çağıyla ilgili bulunmaktadır. Acaba o çağları izleyen daha sonraki çağlarda durum nasıl değerlendirilmelidir?
Şayet bir müslüman Daru'l-Harp'te ise veya Daru'1-Harp olmayan bir küfür diyarında ise, bu durumda müslüman, kendisine zarar gelebilecek dış benzerliklerde, onlara muhalefet ile memur değildir. Bu hususta onlara muhalefet edecek diye bir durum söz konusu değildir. Hatta kimi zamanlarda müslüman kişi için, zahirdeki (dıştaki) hususlarda onlara benzemesi müstahap veya bu, kendisi için vacip yani gerekli olabilir. Fakat bu gibi durumların da mutlaka dini noktadan bir maslahata dayanması gerekir. Meselâ onları dine davet etmek gibi, veya onların içyüzlerini öğrenerek, bunu müslümanlara bildirmesi veya müslümanlara gelebilecek bir zarar veya tehlikeyi önlemek için yapması ve bu gibi şeyler ki, bütün bunlar güzel ve iyi maslahata ve amaca bağlı bulunmaktadır. Fakat Daru'l-İslâm olan bir ülkede, ALLAH'ın hicret yoluyla orada üstün ve güçlü kıldığı dininin hakim olduğu bir ülkede, kesinlikle kâfirlere muhalefet meşru kılınmıştır. Burada kâfirler küçük düşürülecekler ve kesinlikle kendilerinden cizye, yani vergi alınacaktır. Çünkü güç müslümanlarındır.
Zaman ve durumlara göre bu kimselere muvafakat ve muhalefetin ortaya çıkması, aynı zamanda hadislerin de gerçek manalarının ortaya çıkmasıdır.[148]
İslâm alimleri -ALLAH kendilerine rahmetiyle muamelede bulunsun- bu hususta gerçekten güzel bir kural ortaya koymuşlardır. İbn Kayyım'ın da söylediği gibi şeriat bu temele dayanır, halkın durumu ve işi bu hesaba bağlıdır. Bu gerçek de şudur:
İki maslahattan en büyüğünü ve en yücesini tercih etmek. Şayet iki mefsedetin, kötü şeyin en kötüsüne düşmek yerine, daha aşağı bir derecede ve durumda olan bir maslahatın kaçırılması gerekse de, en büyük mefsedet yerine bu, kabul edilir. Çünkü daha büyük bir zararın önlenmesi için böyle yapılması gerekmektedir. Bir maslahatı kaçırır ama, böylece daha büyük olanını kaçırmamak amaçlanmıştır. Bir mefsedet ve hata irtikab ediliyor ve işleniyor ama, bununla daha büyük bir tehlikenin ve mefsedetin işlenmesinin önüne geçiliyor.[149]
Fakat bütün bunlara rağmen müslüman için gerekli olan şey, dikkatli olmasıdır. Zira bu öyle kolay kolay bilinebilecek bir iş ve bir mesele değildir. Ancak bu, ALLAH'ın bir kulunun kalbine vereceği bir ilham ile bilinebilir, basiret isteyen bir iştir. Böyle bir imkana sahip olabilmek için de kişinin hemen her bakımdan Rasülüllah'a kesinlikle tabi olması, ALLAH (c.c), nezdinde üstün olan amellere titizlikle uyması sayesinde kazanılır. Bu amellerin ALLAH'a en sevgili olanı hangisidir ve ALLAH'ın hoşnudluğunu kazandıranı hangisidir, bunu yapmakla sağlanır.[150]
Biz, kitap ehline hangi hususlarda muhalefette bulunmak durumunda olabiliriz, bunun etraflı olarak açıklanmasını istersek, bu meseleyi üç kısım altında ele alabiliriz.[151]
1- Her iki şeriatta da meşru olan şeyler veya bizim için meşru olduğu gibi, onların da işledikleri şeyler. Meselâ, Aşure gününde oruç tutmak gibi, namaz ve orucun aslında bunlarda da olması gibi. Fakat burada bir incelik bulunmaktadır. Bu gibi ibadet olan şeylerde onlara muhalefette bulunmak, yapılan işin sıfatında yani niteliğindedir. Mesela bizim bu orucu hem dokuzuncu ve hem onuncu günü tutmak suretiyle yerine getirip, böylece onlara muhalefet etmekteyiz. Yine kitap ehline muhalefet olsun diye, iftar yapmada ve akşam namazını kılmada acele davranmak gibi. Yine bunlara muhalefet olsun diye, sahuru geciktirmek, yahudilere muhalefet olsun diye mestlerle namaz kılmak gibi. İşte gerek ibadetlerde gerekse adetlerde buna benzer birçok husus vardır.
2- İlk başta meşru olmasına rağmen, sonra tamamen neshedilen, yani yürürlükten kaldırılan şeyler: Meselâ: Cumartesi günü gibi. Veya orucun yahut namazın farziyyeti gibi. İşte bu hususta onlara muvafakatta bu-lunmaktan nehyedilmiştir, burada yasaklama söz konusudur.
Aynı zamanda durum bunların bayramları için de böyledir. Zira meşru bayramlarda, kimi ibadetler ya vacip olarak veya müstahap olarak vardır. Meselâ namaz gibi, zikir, sadaka, ibadetler gibi şeyler hep meşru olan şeylerdir. Bu gibi bayramlarda kimi şeyler var ki, bunlar mubahtır, kimisi müs-tahaptır, kimisi de vacip olabilir. Bunlar da insanların nefis ve ruhları açısından bir payı olan adetler ve gelenekler olabilir. Meselâ: Bolca yemek yedirme ve elbiselerde, giysilerde görülen iyilikler bu türden şeylerdir.
Fakat bu manada meşru olmayan ve ibadet diye sunulan batıl şeylerin, adetlerin, töre ve geleneklerin hiç birisi meşru değildir, geçerli değildir.
İşte bunun içindir ki, bize iki bayramda yedirmek vacip olmuştur. Bu iki bayramdan birinde namaz ile birlikte fıtır sadakası meşru ve vacip kılındığı gibi, diğerinde de namazla birlikte kurban kesmek meşru ve vacip kılınmıştır. Dikkat edilirse her ikisinde de bir yedirme sözkonusudur.
İşte kitap ehline, mensuh olan yani hükümleri yürürlükten kaldırılan ibadetlerde ve adetlerde uymak, onlara muvafakatta bulunmak, bu iki hususun her ikisinde veya bir tanesinde uyum sağlamak, temelde meşru olan şeylerde onlara muvafakat etmekten daha kabih ve çirkindir. Bu yüzden onlara bu gibi şeylerde muvafakat haram kılınmıştır. Ancak birinci kısım da, muhalefet etmeme haram olmayıp mekruh olmuş olur.
3- İbadetlerde, geleneklerde veya her ikisinde birden ortaya koydukları şeyler. Bunlar çirkinin de ötesinde çirkindir. Kabinin kabinidir. Mesela müslümanlar herhangi bir şeyi veya yeniliği ortaya koysalar, bu, çirkin ve kabih görülmektedir. Zira herhangi bir peygamber böyle bir şeyi kesin bir şekilde meşru kılmış değildir. Şimdi bu gibi bir işi bir müslüman değil de bir kâfir ortaya koymuş ise, artık bunun kötülüğü ve çirkinliği, kabih-
ligi konusunda bir tartışmaya bile yer yoktur. İşte bu gibi bir hususta onlara muvafakat etmek, kötülüğü açık bir şekilde ortadadır. Bu, işin bir temeli ve esasıdır.
Bir başka temel ve esas ise* herhangi bir ibadet, adet veya her ikisi konusunda teşabüh ve benzeşmenin olmasıdır. Dolayısıyla bu durum da ümmet içinde meydana getirilen şeyler ve bid'atlerden olmaktadır. Biz, onların damgasını taşıyanlar hakkında konuşmak istiyoruz. Fakat bizim için meşru olanlar hakkında veya bizden önce büyüklerimizin (selef alimlerimizin) işledikleri için bir şeyler söyleyecek değiliz.
Bu üç maddeyi şöylece özetleyebiliriz. Birincisinde görüldüğü gibi yapılanlar ve işlenenler mekruhtur. İkinci maddede yer alanları işlemek haramdır. Üçüncüsünde yer alanları yapmak ise daha ağır bir şekilde haram kılınmıştır.
Teşebbüh Ve Velâ Arasındaki Alâka
Burada fazladan birtakım şeyler söylemek isteriz:Aslında sari (kanun koyucu), hüküm koyucu, hiçbir hayır bırakmaksızın hepsini ümmete göstermiştir. Aynı zamanda hiçbir şer ve kötülük de bırakmaksızın, hepsi hakkında gereken uyarıyı yapmıştır. Zahirî ve görünürdeki şeylerde, kafirlere muhalefeti emreden Şari-i Hâkim, bunu birkaç yüce hikmet sebebiyle yapmıştır.[152] Bu hikmetlerden bazısı şöyledir:
1- Zahiri şeylerde esasen müşareket yani ortaklık, iki müteşabih yani benzeşme arasında tenasüb ve teşakül yani benzeşmeyi getirir. Bu ise kişiyi ahlâkta, yapılacak işlerde onlara muvafakat etmeye götürür.
Zira bu, yaşanılan ve duyulan bir haldir. Meselâ üzerine savaş kahramanlarının ve askerlerinin elbisesini giyenler, kendi kendine onlar gibi olmaya, onların huyu ile huylanmaya çalışır. Neredeyse karakterleri o askerlerin karakterine tıpa tıp uyar. Ancak biri çıkıp da kendisini böyle bir işten menetmesi halinde, bundan kurtulabilir.
2- Aslında görünürdeki şeylerde muhalefet, zıtlık ve ayrılık meydana getirir. Yine gazabı ve sapıklık sebeplerini gerektirecek şeylerle de ilginin kesilmesini sağlar. Hidayette olanlara, ALLAH'ın rızasına göre hareket edenlere de bir şefkat ve acıma getirir. Böylece Rabbimiz kendisinin felaha eren ordusu ve askeri ile, hüsrana uğrayan düşmanları arasındaki muvalatın kesilmesini de gerçekleştirmiş olur.
Kalb hayat itibariyle ne kadar tam ve mükemmel olursa, bizzat İslâmın ne olduğunu yine İslâmî ölçüler dairesinde bilirse, işte böyle bir durumda ancak hem içten ve hem dıştan yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olmanın, uzak durmanın anlamını da o derece mükemmel bir şekilde anlamış olur. Ben gerçek hayat ve İslâm derken, sadece sözde müslüman adım taşıyanı veya mücerred yani soyut anlamda ben içten tam olarak inanıyorum diyen kimseleri kasdediyor değilim. Kitap ve Sünnetin öngördüğü ölçüde yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olmanın, onlardan uzak durmanın manası gerçek olarak anlaşılmış olur. Yine bunların bazı müslümanlarda var olan onlara ait ahlâk ve huylarından da uzaklıkları gerçek anlamıyla ortaya konulmuş olur. Bu suretle de gerçek müslüman, sözde müslüman-lardan gereğince uzak kalır.
3- Yahudi ve hıristiyanlara, mevcut görünürdeki yollarına uymak, onlara bu hususta uyum göstermek, yine zahiri anlamda onlarla bir arada olmayı da netice itibariyle doğurur. İş öyle bir noktaya gelir ki, hidayete ermiş, ALLAH'ın hoşnutluğuna hak kazanmış olanlarla, gazaba uğramış ve dalâlete sapmış bulunan kimseler arasındaki belirgin özellikler de ortadan kalkıp kaybolur. İşte bunlar ve benzeri hikmet sebepleri bu işin önemini göstermiş olmaktadır.
Esasen bu müşabehet ve müşareket sadece mubah olan ve zahirde sembol anlamını taşımayan şeylerde böyledir. Bu durumda kişi, onlara müşabehetten ve benzeşmekten tamamen soyutlansa da, farketmez. Fakat şayet dıştaki benzerlik, zahiri anlamda bu sembolleri ve yolları gerçekten küfrü gerektiren şeylerden ise, bu takdirde yapılan iş de küfrün bir şubesi durumunda olur. Bu gibi şeylerin herhangi birisinde onlara muvafakat etmek, bir tür onların dalâleti ve masiyeti olarak yapılmış olunur. İşte bu, gerçekten bilmemiz gereken temel bir unsurdur ve çok dikkat etmemiz gerekir.[153]
Yahudi Ve Hıristiyanlara Müşabehet (Benzerliğe) Bir Tek Örnek (Bayram)
Bayramlar, bir ümmetin veya milletin belirgin özelliğini taşır. Ben buj rada yahudi ve hıristiyanlara kendini benzetmeyle ilgili olarak bir tek ör| nek seçtim. Bunun haramlığım yani bu manada onlara kendini benzetme! nin haramlığım gösteren birçok deliller yer almaktadır. Bu deliller, Kitaptan, Sünnetten, icma ve kıyastan oluşmaktadır.[154]
Şu ayet-i kerime Kur'an'dan bir delildir:"Ki onlar zûra tanıklık etmezler (şehadette bulunmazlar)." (Furkan, 25/72)
İmam Mücahid, bu âyetin tefsir ve yorumunu yaparken, burada göçen "Zûr" ifadesini müşriklere ait bayramlar olarak değerlendirmektedir. Nitekim Rebî' b. Enes, Kadı Ebû Ya'lâ ve Dahhak da bu manada görüş ortaya koymuşlardır.[155]
Mademki ALLAH (c.c.) "Zûr" olarak değerlendirilen şeyleri terkedenleri övmektedir. Hem de mücerred manada oraya gidip onların bayramlarını, törenlerini terkedenleri veya dinlemeyenleri Rabbim övmektedir. Bu da göstermektedir ki, bunun çok çok üstünde olan hususlarda onların yaptıklarını yapmada, Rabbim nasıl buna izin verebilir veya bunu uygun görebilir. Ki bu, her türlü hatayı, günahı ve hatta küfrü içine alan "Zûr" ifadesinin içinde yerini bulmaktadır. Bu sadece gidip ona şahit olma ve tanıklık etme demektir.
Sünnetten delil ise şöyledir: Enes b. Malik (r.a.)'in rivayeti şöyledir: Demiştir ki: "Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde, Medine'lilerin iki günleri vardı ki, onlar bu iki günde oynayıp eğlenirlerdi. Bunu gören Ra-sûlüliah (s.a.v.): "Nedir bu iki günün önemi?" diye sordular. Medineliler: "Cahiliyet döneminde değer verip oynadığımız iki gündür" diye cevaplandırdılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"ALLAH (c.c), gerçekten sizin için bu iki günü çok daha hayırlı olan başka iki gün ile değiştirdi. Birisi Kurban bayramı günü ve diğeri de Ramazan bayramı günüdür."[156]
Bu hadisin konuya delâlet yönü şöyledir: Rasûlüllah (s.a.v.)'ın tasvip etmediği ve uygun görmediği cahiliye dönemine ait olan iki gün ve töreleri gereği de oyun oynamalarına izin vermediği bu günlere ilişkin şu ifadeler olmaktadır: "Gerçekten ALLAH (cc), sizin için bu iki gün yerine çok daha hayırlı iki gün vermiştir."
Burada bir şeyin değiştirilmesi, değiştirilen şeyin bırakılmasını ve yapılmamasını gerektirir. Çünkü bir şey, eğer kaldırılan şeyin yerine getirilip konulmuş ise, artık bundan böyle o kaldırılan şeyin yapılmasında ısrarın bir anlamı yoktur, o bırakılacak ve terk olunacaktır. Bu söz ise, ancak bu ikisinin birlikte terki halinde söylenmiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Beni bırakıp İblisi ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanızdır. Zalimlerin ALLAH'ı bırakıp şeytanı dost edinmeleri ne kötü bir mübadeledir." (Kehf, 18/50)
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: "O iki günden daha hayırlısı..." ifadesinden şu anlam çıkmaktadır: Cahiliye döneminde değer verdikleri iki güne karşılık olmak üzere îslâm'ın iki günü veya bayramı.
Her iki kitap ehlinin yani yahudi ve hiristiyanlarm bayramlarına ilişkin sakınca, tesbit ettiğimiz ve gördüğümüz gibi, hiçbir zaman tesbit ve tasvip etmediğimiz cahiliye bayramlarına ve şenliklerine nazaran çok daha büyük sakıncalar doğurmaktadır. Diğerleri de sakıncalı ve fakat ehli kitabınkileri daha büyük sakıncalar doğurmaktadır. Zira ümmet yani müs-lümanlar, genellikle yahudilere ve hıristiyanlara kendilerini benzetme konusunda uyarılmışlardır. Zira haber verildiğine göre herhangi bir toplum bu ehl-i kitapla ilgiii bir sakıncayı işleyecek olursa, o zaman olan olacaktır. Bu, cahiliye dininin ve inancının aksine olarak meydana gelecektir. Ancak böyle bir durum ise genel olarak bütün insanların kendilerini apaçık bir ölüm tehlikesine atacakları zaman meydana gelecektir. Bu, cahiliye döneminden daha şiddetli ve ağır olmayacaksa bile, en azından onun kadar olacağı da unutulmamalıdır. Yani kötülükleri hemen hemen denk olacaktır. Zira bir kötülük düşünün, onu yapan ve işleyen bir kesim vardır. O halde bunu işleyen insanların başına gelebilecek tehlikeden, henüz bir varlığı söz konusu olmayan kötülüğe nazaran mevcut kötülükten doğacak felaket çok daha büyüktür.[157]
İcma'dan delil: Tarihi kaynaklardan ve siyerden edindiğimiz bilgiye göre, ister yahudiler olsun, ister hıristiyan ve mecusî (putperestler) olsunlar, cizye vermek kaydıyla müslümanlara ait şehirlerde kalanlar, kendilerine ait bayramları sürdürmüşlerdir. Ancak bütün bunlara rağmen, selef döneminde jıicbir müslüman onlarınbu bayramlarına, tören ve ihtifallerine katılmamışdır.
İlerdeki sayfalarda anlatacağımız gibi, özellikle Hz. Ömer (r.a.)'in, zimmet ehline nasıl davrandığını bilmekteyiz. Hz. Ömer (r.a.)'in, ashabın ve fakihlerin üzerinde ittifak ettikleri duruma göre, zimmet ehli, bir İslâm beldesinde (Daru'lİslâm'da) açık bir şekilde bayramlarını icra edemezler. Mademki bu zevat bu konuda bir ittifakta bulunmuşlardır, o halde herhangi bir müslümanın bunu yapması nasıl caiz görülebilir? Müslümanın kâfirlere ait olan bir işi ve davranışı benimsemesi, işin kâfirin yapmasına göre daha fazla yaygınlık ve açıklık kazanacağını sağlamış olmaz mı?
Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Acemlerin (yabancıların) anlaşılmaz ifadelerinden uzak kalmanızı, bayramlarına ait günlerinde müşriklerin kiliselerine ve mabetlerine girmemenizi istiyorum ve sizi bu konuda uyarıyorum. Çünkü ALLAH'ın gazabı onların üzerine iner”[158] Kıyas yoluyla delil: Bayramlar da bir tür şeriat ve yasa türündendir. Bunlar da bir manada menhec ve menasik, yani kanun ve ibadet manasınadır. Nitekim ALLAH (cc.) şöyle buyurmuşlardır:
"Her biriniz için bir şeriat ve minhac (yol) tayin ettik." (Maide, 5/48)
Bu takdirde ister bayramlarında ve ister onların başkaca yollarında ve işlerinde yanlarında bulunmakta bir fark aranmaz. Her ikisi de yasak-hk açısından aynıdır. Kuşkusuz onların tüm bayram ve ihtifallerinde yanlarında yer almak, onlara muvafakatta bulunmak, küfürlerinde onlara muvafakattir, katılmadır. Bazı bölümlerinde onlara katılmak ise, küfrün bazı şubelerinde onlara katılmak anlamını taşır. Özellikle bayramlar, şeriat-lerin ve düzenlerle sistemlerin en belirgin olarak kendilerini ortaya koyduğu şeylerdir. Bu dinlere ve sistemlere ait her türlü şiar ve prensipler buralarda açık bir şekilde ortaya konulur. Onlara bu gibi şeylerde katılmak ve muvafakat etmek, küfrün en Özel ve belirgin şeriatlerinde onlara katılmak ve en açık prensiplerinde onların yanında yer almak anlamını taşır.
Hiç kuşkusuz bu gibi konularda onlara katılıp muvafakat etmek genel hatları itibariyle işi küfre vardırır.[159]
Diğer taraftan bunların kutladıkları bayramları, ALLAH'ın hem bayramlarını ve hem bağlılarını rahmetinden uzaklaştırmış olduğu bir din olmuş olmaktadır. Bu gibi durumlarda onlara katılmak ve yanlarında yer almak, ALLAH'ın gazabını ve öfkesini, cezasını çekmiş olur. Zira bu gibi şeyler özellikle ALLAH'ın gazabını çeken hususlardır.
Yine bu gibi şeylerden herhangi bir fiilin işlenmesine az bir şekilde de izin verilmesi halinde, bu, işin giderek artmasını sağlar. Diğer taraftan herhangi bir şeyin halk tarafından şöhret ve yaygınlık kazanması halinde, sıradan halkın da buna katılmalarına sebep olur. Bu defa insanlar bunun kök itibariyle nereden kaynaklandığını unuturlar, giderek bir gelenek haline ve hatta bayram haline getirirler. Öyle ALLAH'ın meşru kıldığı bir bayramla denk tutarlar. Hatta gerçek bayramları da geçer, böylece İslâmın ölmesini ve küfrün yaşamasını sağlar.[160]
Müslümanların kendilerini onlara benzetmesi halinde, özellikle de, bunlara ait bayramlarında böyle bir şeyi yapmaları halinde, bunların üzerinde ve kalblerinde bıraktığı bir tesir olacaktır. Bu onlara sevinç ve mutluluk verecektir. Zira böyle bir işin yapılmasında, müslüman bir kimsenin onların batıl olan şeylerine değer verdiğini, yücelttiğini akla getirir. Bu ise onları kahretme, onlardan cizye alarak kendilerini küçük düşürme prensibine aykırıdır. Durumları böyle olan bir toplumu, bir bakıma yüceltmek olur ki, bu yanlıştır.
Müşabehetin Özeti
Bu işi özetleyecek olursak, bu hal çoğu zaman işi ya küfre vardırır veya masiyete götürür yahut her ikisine birlikte vardırır. Kaldı ki, işi bu noktaya vardırmada herhangi bir maslahat, yani yarar yoktur. Bir iş ki, sonuçta durum böyle bir noktaya kadar gelebilmekte veya durumu buna vardırabilmektedir, o bu durumda haram olur. O halde müşabehet yani benzeşme olayı da haramdır.
İkincisi ise, bunun hâramlığında herhangi bir kuşkuya yer yoktur. Çünkü şeriatın bu konudaki tesbiti, çoğu zaman bir şeyi, neticede işi küfre vardırmaktadır, o şey de böylece haram olmaktadır. Aynı zamanda gizli ve sinsi bir şekilde işi böyle bir noktaya vardıran şey de yine haramdır, veya az da olsa işi sonuçta böyle bir duruma getiriyorsa, yine haramdır. Yani açıktan bir çağırma yok, fakat sonuçta işi böyle bir noktaya getiriyorsa bu da haramdır.[161]
Müslüman bayram münasebetiyle bütün bu hükümleri kesin bir şekilde öğrenince, artık ölçü olarak Kitap ve Sünneti ele almalı ve buna göre değerlendirmeye girmelidir. Meselâ günümüzde bayram diye uydurulan günler, bunları ortaya koyanlar, bu bayramlar sebebiyle kâfirler ve dinsizlerin tebrikleri hep bu manada değerlendirilmelidirler. Meselâ kurtuluş ve ayaklanma bayramı, oturma bayramı, yılbaşı bayramı, anneler günü, yasama bayramı, şeriattan kurtuluş bayramı, vatan bayramı, sürgünden kurtuluş bayramı... gibi cahiliye dönemine ait isimlerle anılan birçok bayramlar. Bunlar herhangi bir güç tarafından indirilmiş bayramlar değillerdir. Yani bunlar ALLAH'ın meşru kıldığı bayramlar değillerdir. Ki tutup bunları ALLAH'ın meşru kıldığı bayramlara benzetmektedirler. Bütün bunlar ALLAH'ın şeriatına ve hükmüne aykırıdırlar.
Bugün müslümanm görevi, bunların hiç birisini tasvib etmemek, bunları tebrikte bulunmamaktır. İslâmın iki bayramı olan Fıtır yani Ramazan bayramı ile Kurban bayramlarıyla yetinmektir. Diğer günlerde İse, mesela cuma günü ile diğer günler gibi günler bizi, küfrün ve küfür erbabının prensipleri olan şeyler icad etmekten bizi müstağni kılmaktadır. Onların günleri gibi günlere ihtiyaç duymaktan bizi kurtarmaktadır.
İlk İslâm Toplumundan Bize Işık Tutan Aydınlatıcı Bir Örnek
İslâm toplumunda müslüman olmayan unsurlarla, müslümanlann birbirlerinden ayırd edilmesini açık ve net bir şekilde ortaya koyan aydınlatıcı bir örnek sunmak isteriz.
Söz ne zaman bu ilk İslâm toplumuna gelirse, insanda bir haz ve bir tad meydana getiriyor ki, ruhta gerçekten bu büyük topluma uymak ve onlar gibi olmak arzusu, umudu ve emeli harekete geçmektedir. Tüm gayretler çemrenip harekete geçiyor ve böylece bu iman kafilesinin katarına, hidayete ve hayır davetçilerine katılmak istiyor.
Hz. Ömer el-Faruk (r.a.)'ıın getirmiş olduğu ve uymayı zorunlu kıldığı bir şartnamesi veya kanunu vardır. Buna göre Hz. Ömer, muamele ve ilişkilerinde müslümanlarla müslüman olmayan unsurların birbirlerinden ayırd edilmesini öngörmekteydi. Zimmet ehli ile müslümanlannjıyırd edilmesini bir şartname veya genelge ile ortaya koyan Hz. Ömer, islâm toplumunun muhafazasını istiyordu.İslam toplumu bu sayede kendi başına bağımsız bir kişiliğe sahip olacak aynı zamanda bu Hanif yani tevhid dininin emrettiği gibi" zimmet ehlinin de haklarına riayet edecektir.
Esasen Hz. Ömer'in müslümanlarla müslüman olmayan unsurların birbirlerinden fark edilmesini bir genelge ile öngörmesi, onun akide ve inancının ruhunda meydana getirdiği derin bir duygu ve hassasiyetten kaynaklanmaktadır. O böylece bir yetkili ve sorumlu kişi olarak görevinin bilincinde olduğunu gösteriyordu. Tıpkı bir çoban gibi, ümmetin başında, ümmetten sorumlu bir kimseydi. Nitekim sahih bir hadiste bu gerçek dile getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz kendi raiyyesinden yani idaresi altındaki şeylerden sorumlusunuzdur”[162]
Beni burada zimmet ehli konusunu seçmeye bizzat sevk eden şey, zimmet ehlinin İslâm toplumunda harbî ve sözleşmelilerden farklı olarak ayrı bir konumlarının bulunmasıdır.
Öyle ki zımmîler İslâm toplumunun ortasında yetişip yaşamaktadırlar. Mutlaka bu hususta müslümanlann onlardan korunabilmelerini sağlayan özel tedbirlerin bulunması ve uygulanması gereklidir. Çünkü müslümanlann bunlarla bir arada bulunmaları sebebiyle, kendilerini onlara benzetme yönüne gitmemelerini sağlamış olsun. Onların arasında İslâmî şahsiyetin erimesini önlemiş olsun. Çünkü İslâm dini, müslümanların diğer unsurlardan çok farklı bir yerlerinin ve konumlarının olmasını, her konuda onlardan seçkin olmalarını istemektedir.
Ayrıca bu Hanif yani tevhid dininin bir vasfı da adalettir. Karşımızdaki insan kâfir de olsa, kendilerine karşı adil davranmak bu dinin gereğidir. O halde onlara adil davranmanın, sınırı nereye kadardır, bu sınırın alametleri nerede biter? Özellikle de zımmîler şayet İslâm toplumunun ortasında yaşamaya karar vermişlerse, bu sınır ne olmalıdır?
Bunun cevabını biz Hz. Ömer'in şartnamesinde veya kanunnamesinde veya genelgesinde görebilmekteyiz. Hz. Ömer (r.a.) bununla müslümanları korumayı ve zimmet ehlinin haklarını muhafazayı öngörmüştür ki, işte bu şartname elimizde bunun kanıtıdır. Şartname müslümaniarın himayesini getirirken, zımmîlerin haklarını da garanti ediyor. Bunun yanında zımmîlerin kesinlikle kendilerini Müslümanlardan ayıran giysilerini, dinlerini gösteren işaretlerini taşımalarını da öngörmektedir. Böylece karşımızdaki şahsın müslüman mı, yoksa bir zımmî mi -diye bir şaşkınlığa meydan bırakılmasın. Çünkü böyle bir şeyin yapılmaması halinde karmakarışık bir toplum meydana gelir ki, bunların ne sınırlandırılmış bir yönleri ve ne de belirlenmiş bir hüviyetleri olmuş olur. İşte böyle olmaması için Hz. Ömer,şartnamesini yürürlüğe koymuştur. İbn Teymiyye'nin de ifade ettiği gibi, bu artlar şu hükümleri ihtiva etmekte idi: Şuurda, giyimde, isimlerde, bineklerinde konuşmalarında mutlaka bir farklılık olması gerekiyordu. Çünkü amaç islâm toplumunda yaşayanların birbirinden ayırd edilmesiydi. Evet bu ve benzeri konularda müslümanın kâfirden ayırd edilmesi, birinin ötekisine görünürde benzememesi içindi. Fakat Hz. Ömer işin sadece yüzeysel kalanıyla ilgileniyor değüdi. Kısaca müslümanları kâfirlerden ayıran özellikler gerçekleşti ve iş bitti, demiyordu. Aksine Hz. Ömer (r.a.)'e göre hemen bütün hususlarda, hidayet ve yol oîarak değerlendirilen her hususta müslümanlann diğerlerinden farklı olması gerekiyordu. Durum böyle olunca da, mutlaka bu konuda müslümanlar tarafından bir icman, kesin kararın olması gerekiyordu.
Yapılacak olan icma, müslümanların dış yönleri itibariyle kafirlerden hemen ilk karşılaşılmada tanınmalarının sağlanması, onlara kendilerini benzetmeyi bırakmaları, terketmeleri. Gerçekten iki Ömer gibi hidayet bayrağını omuzlamış bulunan Emirler (liderler) ve daha niceleri bu konuda pek titiz hareket etmişler ve bunun gerçekleştirilmesi için çaba sarfetmişlerdir. Çünkü amaçlarına kavuşabilme ancak böyle sağlanır.
Yine şartnamede yer alan başka birtakım hükümlerde, dinlerinin mi|rı-ker olan şeylerini gizlemeleri, bunları açık bir şekilde yapmamaları onlardan isteniyordu. Meselâ açık bir şekilde içki içmekten menediliyorlardı. Kilise çanlarını açık olarak çalamazlardi, bayramlarda ateş yakmaya izin verilemezdi. Bu şartnamede yer alan yasaklardan bazıları şöyleydi: Dinlerinin şiarı kabu! edilen şeyleri de gizli yapacaklardı. Meselâ kitaplarını okurlarken sessiz olacaklardı. Diğer bir husus ise şöyleydi: Bu kimselere ikram olunmayacak ve bunların küçük düşürülmesi sağlanacaktır. Çünkü şeriat bunların aşağılanmasını emretmektedir.[163]
Şimdi biz burada Hz. Ömer (r.a.)'in bu şartnamesini olduğu gibi sunmak isteriz:
Süfyan-i Sevri Mesruk'tan Abdurrahman b. Ganem yoluyla rivayet ediyor. Abdurrahman b. Ganem demiştir ki:
"Ben, Hz. Ömer (r.a.), Şam hıristiyanlarıyla barış antlaşması yaptığı zaman, Hz. Ömer için kâtip olarak yazmıştım. Hz. Ömer bu yazısında onların şu şartları yerine getirmelerini öngörüyordu:
Kendi şehirlerinde ve şehirlerinin çevresinde herhangi bir manastır, bir kilise, bir kalaye (papaz veya piskopos yurdu), bir rahip mabedi yeniden inşa etmeyeceklerdir. Harabe haline gelmiş olanlarını yenilemeyecek-lerdir. Müslümanlardan herhangi bir kimse gelip kiliselerinde kalıp barınmak istediğinde, onları buralarda yeyip içmekten, rahatlarını teminden üç gün engellemeyeceklerdir. Herhangi bir casusu barındirmayacaklardır. Müslümanları aldatmak, onlara tuzak hazırlamak gibi gizli bir işe girmeyecekler ve gizlemeyeceklerdir. (İslâmı kabul etmedikleri müddetçe) çocuklarına Kur'an öğretmeyeceklerdir. Herhangi bir şirki açık ve aleni olarak işlemeyeceklerdir. Eğer yakınlarından herhangi birisi müslüman olmak isterse, buna mani olmayacaklardır veya müslümanlara saygı ve tazim belirtmek isterlerse, karşı çıkmayacaklardır. Eğer bunlar müslümanların meclisinde kalmak isterlerse, orada oturmalarına izin vereceklerdir. Giyimlerinde herhangi bir şekilde müslümanlara benzemeyeceklerdir. Müslümanlara ait künyeleri taşımayacaklardır. Hayvanlarına eğer tak m ayacaklardır, kılıç kuşanmayacaklar, içki satmayacaklardır (İçki alım satımı yapmayacaklardır). Başlarının ön taraflarını .traş edecekler, kesecekler, nerede olurlarsa olsunlar, kendilerine özgü giyimlerini giyecekler, zünnarlarmı takınacaklar, haçlarından ve kitaplarından herhangi bir şeyi müslümanların bulundukları yollarda açık bir şekilde taşımayacaklardır. Ölülerini müslümanlara yakın yerlerde gömmeyecekler (İslâm mezarlığından uzak olacaklar), çanlarını çok hafif bir şekilde çalacaklar, müslümanlann bulundukları yerlere yakın olan kiliselerde seslerini yükselterek okumayacaklar, bayramlarında şamata yaparak ortaya çıkmayacaklar, ölülerinin olması halinde bağırıp çağırmayacaklar, beraberlerinde bir ateş yakmayacaklar, içinde müslümanın hakkı bulunan bir köleyi satın almayacaklardır.
Bu şart kılınan şeylerden herhangi birisine aykırı davranmaları halinde, bundan böyle zimmetlikleri kabul edilmeyecektir. İnadçi halka ve isyancılara karşı uygulanan müeyyideler bunlar hakkında da, Müslümanlar tarafından uygulanacaktır.[164]
Hz. Ömer (r.a.)'in bu şartnamesi başka yollardan da rivayet olunmuştur. Hemen hepsi yukarıda anlattığımız konularda birleşmektedir. Bunun içindir ki İbn Kayyım (rh), bunun farklı rivayetlerine rağmen şu ifadelere yer veriyor:
"Bu şartların şöhret bularak yaygınlık kazanması, isnadına nerede ise ihtiyaç duyulmamaktadır. Çünkü bütün imamlar bunu kabul etmişler, bunu kitaplarında zikretmişler, delil ve hüccet olarak göstermişlerdir. Hz. Ömer'in bu şartnameleri dillerde ve kitaplarda durmadan dolaşmaktadır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.)'den sonraki halifeler de bunu uygulamışlar ve bununla amel etmişlerdir.[165]
Sübhanellahü!!
Aman ALLAH'ım! Dünkü zirveye varan durum ile, bugün sel üzerindeki bir köpük gibi yaşamamız arasındaki açık ve belirgin farkı bir görün. Bugün yeryüzünde hemen herkese yaltaklanıyor, kâfirlerin ve dinsizlerin arkasında şaşkın şaşkın yürümekteyiz. Dünkü gün ile bugünküsü arasında ne de ulaşılamayacak bir fark var? Bugünün müslümanı bütün bunlara rağmen halen kendisini müslüman saymaktadır.
O neslin sahip bulunduğu izzet, şeref, kuvvet ve Rabbani hakimiyet nerede? Günümüz Müslümanlarının kör bir taklitçilikle peşlerine takılıp gittikleri, hizasında yürümeye çalıştıkları kimseler ve düştükleri zaaf nerede?
Baktığın zaman şunu göreceksin: Günümüz müslümanları, haklarında yukarıdaki şartlar uygulanan zımmîlerin derecesine düşmüşlerdir.
Acaba günümüz müslümanlan kâfirlerin zimmîleri midirler?
Bana öyle geliyor ki, ileri sürdüğüm son durum farzedilmiş olsa, inanın ki, günümüz müslümanları, dünkü zımmîler kadar bile bir değere ve öneme sahip değiller. Dünkü zımmîler, İslâm'a göre zelil görülmekteydiler, belirli giysileri giyme zorunlulukları vardı, belli yerlerde bulunma mecburiyetleri bulunuyordu. Evet onlar böyle idiler.
Halbuki günümüz müslümanları, dinsiz doğuya ve kâfir batıya tabi olmaları yüzünden, sırf müslümanhkları sebebiyle aşağılanıyorlar, zillet içinde bulunuyorlar ve önemsenmiyorlar. İslâm düşmanlarının sahip bulunduğu şeylere hayretler ve şaşkınlıklar içinde bakıp bunlara önem veriyorlar, bu ümmetin eskilerinin sahip bulundukları ve yaşadıkları tüm şeyleri alaya ve eğlenceye alıyorlar.
Bugünkü müslümanlar böyle devam ettikleri sürece, ALLAH nezdinde değer bakımından en aşağılık olurlar. Çağdaş devletler toplumunda herhangi bir şekilde sözleri dinlenmez, çünkü en aşağılık olmuşlardır. Onlara heybet verecek, onları ürkütecek güçlerine sahip değillerdir.
Samimi ve dosdoğru olan müslümanm görevi, uyanık müslümanm vazifesi, İslâmin esasını, özünü kavramış bulunan gerçek idrak sahibi müslümanm ödevi, ayağının nereye bastığını bilmektir, sevgisini ve muhabbetini kime vereceğini, kime velayet yetkisi sunacağını idrak etmektir. Müslüman bilmelidir ki, ALLAH'ın düşmanlarını sevmek, onlara dostluk göstererek velayet yetkisini vermek, kendisini onlara benzetmek imanının doğ-ruluğuyla bağdaşamaz. Bunu yapanlar, sadece bir iddia ve sözde ifade ile müslüman olanlardır. Böylesi bir iddia ne yalan bir iddiadır.
İslâm alimleri, müslümanların içine sonradan sızabilecek herhangi bir şeyden onları korumak için, müsîümanın müsamahasını kötüye kullanıp müslümanlara kötülük yapmak için harekete geçmelerini Önlemek amacıyla, hangi hallerde zımmîlerle antlaşmanın geçersiz olduğunu kesin bir dille açıklamışlardır. İşte bu maddeleri şöylece sıralamak mümkündür. Zımmîlerin antlaşma ve sözleşmeleri aşağıdaki hallerde geçersizdir
1- Müslümanlarla savaşanlara ve müslümanları öldürmeye yardımcı olmak. Kadın veya erkek bir müslümani öldürmek.
2- Müslümanlara ait yollan kesmek.
3- Müşrik ve kâfirlere ait casusları barındırmak, yataklık etmek. Yazmak suretiyle veya bir başka yoldan müşrik ve kâfirler adına casuslukta bulunmak.
4- Bir müslüman kadınla zinada bulunmak veya nikâh adı altında ona yakın olmak.
5- Müslümanları dinlerinde fitneye sokmak.
6- ALLAH'a ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dil uzatmak, hakarette bulunmak.[166]
Zımmîlerin ALLAH'a, Rasûlüne, ALLAH'ın kitabına, dinine dil uzatmak suretiyle ahidlerini bozmalarına ilişkin deliller oldukça fazladır. Bütün bu deliller böyle bir kimsenin kesinlikle öldürülmesini emretmekte, katlinin vacip olduğunu bildirmektedir. Böyle bir fiili bir zımmî veya müslümanm işlemesi halinde öldürülmesi vaciptir. Konuya ilişkin deliller Kitap'tan, Sünnetten, Sahabeye ait icmalardan, tabiine ait icmadan oldukça fazladır. Ayrıca kıyas yoluyla da bir hayli delil vardır.[167]
İkitaptan (Kur'an'dan) Delil
Rabbimiz şöyle buyuruyor:"Eğer onlar sözleşme yaptıktan sonra, yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün o Önderleriyle savaşın (çarpışın, hemen öldürün). Çünkü onlarda yeminlerine uyma diye bir şey yoktur. Olur ki (böylece onlara tabi olanlar) cayarlar."
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:“Kitap ehlinden ALLAH'a ve ahiret gününe iman etmeyenler, ALLAH'ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak dîn olan "İslâm"i din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye Verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)
Bir başka âyette de ALLAH (cc)şöyle buyuruyor:"Şüphesiz ALLAH'a karşı gelen ve Rasûlüne eziyet edenleri ALLAH, dünyada da ahirette de lanetlemiş ve onlar için hor ve hakir yapan bir azap hazırlamıştır. Mümin erkeklere ve mümin kadınlara, yapmadıkları bir şeyden ötürü eziyet edenler, şüphesiz İftira etmişler ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir." (Ahzab, 33/57-58)
Sünnetten Delil
Şa'bî Hz. Ali (r.a.)'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre:"Yahudi bir kadın Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sövüp dil uzatıyordu, küfrediyordu. Bu kadını (sahabeden) bir adam boğup öldürdü. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun kan davasını iptal etti, geçersiz kıldı."[168]
Yine bir başka delil. Bunu da îkrime (r.a.), Abdullah b. Abbas (r.a.)'tâ ı rivayet etmektedir. Bildirdiğine göre: "Bir âmânın, bir ümmü veledi, (kendisinden çocukları olan bir cariyesi) vardı. Bu kadın Hz. Peygambere dil uzatıp küfrediyordu. Adam kadını menediyor ve fakat kadın vazgeçmiyordu, onu azarlıyor, ancak o bundan anlamıyordu. Yine bir gece, bu kadın Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sövmeye ve dil uzatmaya başladı. Adam da (yanında bulunan) bir kargıyı alıp, bunu kadının karnına sapladı, kadin ölünceye dek, buna yaslandı durdu. Kadını öldürdü. Sabah olunca, durum Hz. Peygamber'e anlatıldı. Bu arada insanları da topladı. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Bu kadını öldüren kimse, gerçekten bana inanıyorsa, ayağa kalksın." Bunun üzerine âmâ olan zat ayağa kalktı ye sallana sallana insanları yararak gelip Hz. Peygamber'in huzurunda oturdu ve dedi ki:
"Ey ALLAH'ın Rasûlü! O kadının sahibi benim. O kadın hep sana dil uzatır, küfredip dururdu, ben onu menettim, anlamadı; azarladım fakat vazgeçmedi. Benim o kadından iki tane de oğlum var. İkisi de inci gibidirler. O benim esimdi. Dün yine sana dil uzatmaya ve küfretmeye başladı. Bunun üzerine ben de şişi aldım ve karnına batırdım, onu öldürünceye dek, üzerinde yaslandım durdum."
Bu durum karşısında Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Şa-hid olun, o kadının canı hederdir (bir hakkı yoktur)."[169]
Sünnetten bir başka delil: Şafiî bununla ihticac etmiş, bunu delil göstermiştir. "Bir zımmî şayet sövecek olursa, dil uzatırsa, Öldürülür. Bunun zimmetle ilgili hakları da kendiliğinden kalkmış olur. îşte bir yahudi olan Kâ'b b. Eşref kıssası buna örnektir."[170]
Sahabenin icmaından delil ise şöyledir:Bu gibi hususlar kendilerinden müteaddid meseleler sebebiyle anlatı-la gelmiş, bunlardan hiç birisi de bunu red ile karşilamamıştır. Dolayısıyla bu icma halini almıştır. İşte buna bir örnek: Olay Yemame ve Yemame bölgesinde emirlik görevinde bulunan Muhacir b. Ebu Ümeyye'ye dayandırılmaktadır.[171]
"İki şarkıcı kadından birisi Hz. Peygambere şarkılarıyla hakarette bulunuyordu. Emir bunun elini kesti, ayrıca bu kadının ön ait ve üst ikişer dişini çıkardı. İkinci kadın ise şarkılarında müslümanlara hakarette bulunuyordu. Bu kadının da eli kesildi ve üst ve alt ön dişlerinden ikişer tanesi çıkarıldı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona şöyle yazdı:
"Beni mutlu edip sevindiren bir iş yaptığın bana ulaştırıldı. Hz. Peygam-ber'e dil uzatan ve hakarette bulunan kadın hakkında yaptığını öğrendim. Şayet sen bu konuda beni geçmemiş olsaydın, mutlaka ben sana iki kadının öldürülmesini emredecektim. Çünkü peygamberler için cezalandırılacak olanların had cezalan başkalarınınkine benzemez. Kim müslümanlardan böyle bir şeyi yapacak olursa o kişi mürted olmuş olur, antlaşmalı veya sözleşmelilerden de kim bunu yapacak olursa, o da muhariptir, sözünde durmayandır.[172]
Hz. Ömer (r.a.) zamanında Kitap ehlinden bir adam, Hz. Ömer'in Şam'a girdiği sırada kendisine gelir. Üstü ve başı yara bere içindedir. Hz. Ömer (r.a.) bunu görünce kızar, hemen Ayf b. Malik'in huzura getirilmesini emreder.[173] Çünkü zımmîyi bu duruma getiren Eşcaîli Avf b. Malik'tir.
Hz. Ömer (r.a.), onu bu duruma sokmasının sebebini kendisine sorunca, cevap olarak derki:
Bu adamı bir eşek üzerindeki müslüman bir kadını çektiğini, hayvana dürterek huysuzlaşmasını sağlayıp kadını hayvandan düşürmek istediğini gördüm. Kadın bu şekilde düşmeyince, bu defa kadını itti ve kadın düştü, kadının üzerine abandı ve üzerinde yattı. Hz. Ömer, dediklerini doğrulaması için bana kadını getir, dedi. Avf ona gitti, beraberinde kadının babası ve kocası geldiler, Avf'ın anlattığının aynısını Hz. Ömer'e aktardılar. Hz. Ömer (r.a.), yahudinin idam edilmesi için emretti ve yahudi de asıldı. Sonra da Hz. Ömer (r.a.) şöyle konuşmuştur: "Biz böyle bir şey yapasınız diye sizinle barış antlaşması yapmadık." Devamla demiştir ki:"Ey insanlar! Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zimmeti hususunda ALLAH-dan korkun. Onlardan kim bu adamın yaptığı gibi bir iş yapacak olursa, onun için bir zimmet ve anlaşma yoktur."[174]
Kıyastan Delîl
Bunu da birkaç yönden ele alacağız:[175]
Birincisi: Doğrusu bizim dinimizin ayıplanması, peygamberimize hakaret edilmesi bize karşı açılmış bulunan bir mücahededir, bir muharebe ve savaştır. Bu da ahdi bozmak için yeter sebeptir. Çünkü ahdin bozulması bize karşı açılmış olan bir mucahede, muharebe gibidir. İşte bu ve benzeri durumlarda hiç tereddütsüz yapılması gereken yapılır.
İkincisi: Bizimle onlar arasındaki mutlak manadaki bir ahid ve antlaşma, onların bizim dinimize dil uzatmamalarını, hakarette bulunmamalarını, bu konuda dikkatli olmalarım da içerin Dinimize açık bir şekilde dil uzatmaktan, peygamberimize açıkça hakaretten uzak duracaklardır. Nitekim kanlarımıza, canlarımıza karşı da temkinli olacaklar ve bize karşı savaşır duruma geçmeyeceklerdir.
Üçüncüsü: ALLAH (c.c), bize, Peygamberine saygı göstermemizi ve tazimde bulunmamızı farz kılmıştır. Hz. Peygamberi tazim etmek demek, dinine yardımcı olmak, karşı gelenlerine de mani olmaktır. Saygı ve tevkı-ri ise: Ona tazimde ve saygıda kusur etmemektir. Bu da hemen her yoldan onun ırzını korumayı gerektirir. Zimmet ehli peygamberimize hakaret eder, bunu da bize duyurur olduğu bir halde, kendileriyle musalaha ve antlaşma yapmamıza izin yoktur, böyle bir şey caiz değildir. Çünkü şayet biz onları bu gibi durumlarında serbest bırakacak olursak, bizim Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı olan görevimizi yapmadığımız ortaya çıkar.
Kâfirlerin Girmelerinin Yasaklandığı Yerler
Birtakım yerler var ki buralara ALLAH düşmanlarının girmeleri ve buralarda ikametleri yasaktır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:"Sonra ALLAH, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira ALLAH bağışlayan, esirgeyendir." "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, biliniz kî, ALLAH dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Çünkü ALLAH iyi bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/27-28)
Burada konumuzla ilgisi olan âyet, tevbe 28. âyetidir. Bu âyetle ilg olarak İfav tarafından yayınlanan mealde, şöyle bir açıklama görmekteyiz. Konuyla ilgisi dolayısıyla aynen aktarıyoruz:
"Müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaştırılmaların sebebi ekonomik olduğundan ayette buna dikkat çekilerek zenginliğin ALLAH'ın lütfü olduğu, binaenaleyh pis olan müşriklerin Mescid'e yaklaştırılmaları yoluyla maddî çıkar aramanın uygun olmayacağı ihtar ediliyor.
Buradaki Mescid-i Haram'dan maksadın bütün mescidler olduğu, dolayısıyla müşriklerin hiçbir mescide girmelerinin caiz olmayacağı görüşünü hesaba katarsak, bugün camilerimizin yaşadığı vakıayı bu âyet ışığında daha iyi anlarız."
Ebû Hüreyre (na.)'den rivayete göre demiştir ki: Bizler Mescid'de bulunduğumuz bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v.) yanımıza çıkageldi de şöyle buyurdu: "Yahudilere gidin!" Biz de birlikte çıkıp, Beytülmedaris denilen yere kadar geldik. Hz. Peygamber (s.a.v.) kalktı ve onlara şöyle seslendi: "Ey yahudi topluluğu! Müslüman olun ki, kurtulasınız."