meryem
Tue 28 December 2010, 09:55 am GMT +0200
A. Fiil ve Harekette Bulunma İmkânı
Ahlâkî mükellefiyetin vazgeçilmez bir şartı olarak, fiilin maddî imkânı düşüncesi üzerinde ısrar etmek fazlalıkmış gibi görünebilir. Hiç kimse-nin olmayacak bir işe mecbur tutulamayacağım fıtrî bir gerçek olarak sadece (müştere^vicdan) kabul etmekle kalmaz, fakat bu aynı zamanda şu pek çok Kur'ân âyetlerinin de beyanıdır: "Allah herkese, verdiği imkânlar ölçüsünde sorumluluklar yükler[89]"Biz bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz"[90]Allah hiç kimseye.aynı ifade[91].Bu sonuncu âyetin nazil olduğu şartları, yükümlülükle uyuşmaz olarak düşünülen imkânsızlığın manasını belirlememize yardım etmektedirler. Bir önceki âyette, şöyle denmişti: "îçinizdekini açıklasanız da gizle-seniz de Allah sizden onun hesabım soracaktır[92].Bu genel ifadenin metnine bağlı kalan Hz. Peygamberin ashabı onun vicdanda cereyan eden herşeye uygulanacağını sanmıştı: Düşünceler, kararlar, arzular, düşler, hayaller, v.s. ...Onlar buna uymadaki güçsüzlüklerinden yakınarak derhal Hz. Peygamberin önünde diz çöktüler. "Bizler telkinlerimize ve iç lisanımıza hakim değiliz", diye belirttiler. "Bizden öncekiler —ehli kitap— gibi, biz işittik ve itaatsizlik ediyoruz, demek mi istiyorsunuz? diye cevap verdi Hz. Peygamber. Bunun yerine şöyle deyiniz: "Biz işittik ve itaat ediyoruz." İşte bunun üzerine[93] yukarıda zikredilen açıklayıcı âyetin vahyi vuku buldu: yükümlülük, insana sadece onun imkânları ölçüsünde hitap etmektedir. Böylece onlar anladılar ki, iradeye tabi olamayan ruhun durumları, doğrudan doğruya bir sorumluluğun konusu olmamaktaydılar ve asla öyle olmıyacaklardır; aynı şekilde refleksler, içgüdüler, iştahlar ve tabiî eğilimler de öyledirler.İşte bu nedenle, sevgi ve nefret, korku veya ümit ile ilgili tüm emirler, müfessirler tarafından aklî olarak, bu durumların doğurucusu olmak bakımından önceki bir fiile veya hemzaman olan ya da sonraki bir eylemle ilişkili olacak bir şekilde, fakat asla gayrı iradî bir şeyle alakalı olmamak üzere yorumlanmıştı. İşte bu şekildedir ki, bizatihi nefsânî ve gayrı iradî bir durum olan Allah aşkı, iradî bir fiil vasıtasıyla kazanılabilir. Sınırsız ilâhî lütfün temaşası ve onun bize aralıksız olarak ihsan ettiği nimetlerin hatırlanması; zira insanlar, kendilerine yapılan hizmetlerin, velî nimetlerine olan sevgilerini belirlediği bir şekilde yaratılmışlardır. Ve işte bu anlamdadır ki, Allah aşkı hadiste bir emrin konusunu teşkil etmiştir: "Size bol bol sunduğu nimetlerden dolayı Allah'ı seviniz[94]. Aynı şekilde yakınını sevmek de nisbeten benzer usullerle veya daha da uygun başka uygulamalarla belirlenebilir ki, onun Hz. Peygamber tarafından tavsiye olunan güzel bir Örneğini bulmaktayız: "Birbirlerinizi affediniz (veya musâfaha yapınız) kinleriniz kaybolacaktır, aranızda hediye alıp veriniz, böylece karşılıklı bir dostluk yaratırsınız[95].Buna karşılık: "Sinirlenme veya öfkelenme[96] emri, bu heyecanın sebeplerinden ziyade neticelerini amaçlamış gibi görünüyor. Şu halde o, şunu demek istiyor: Kızgınlığın düşünülmemiş sonuçlarına kendini kaptırma; onlan başka yöne yönelterek, kötü istikâmete giden hareketlere mukavemet et[97].Dayanılmaz bedahat karşısında, sadece rıza gösterilebileceğinden dolayı, bizzat inanca kadar hiçbir şey yoktur ki, müştak bir mükellefiyet olarak düşünülmesin, işte bu nedenle, imanla ilgili tavsiyelerini özetlemek isteyen Kur'âm Kerim, onların hepsini yalnızca bir teke irca etmektedir: Yalnızlık içerisinde veya bir tek kişinin eşliğinde, yani kalabalığın tesirinden uzakta elde edilecek tefekkür[98]Bununla birlikte, islâm Tarihi, bu mesele hakkında Eş'arîler ve Mutezi-lîler arasında meydana gelen bir tartışmaya şahit olmuştur: Allah, sadece insanlara taşınmaz bir yük yüklemekle kalmayıp, fakat üstelik onları imkânsızı yapmaya da zorlayabilir mi? Ve, garip şey. Prensip olarak, akıl yürütmelerine büyük bir serbestlik tanıyan Mutezile burada Kur'ân metnine harfiyen uymayı savunurken, ekseriya müslüman Ortodoksluğun Ehl-i sünnetin bayrağını taşıyan (şunu kabul etmek gerekir ki onlar daima en iyi temsilciler değildirler) Eş'arîler, karşı görüşü savunmakta ve Allah için gücümüzün üstünde olanı, gerçekleştirilmezi ve hatta anlamsızı gerçekleştirmeyi bize yüklemek imkânı ve meşruluğunu talim etmektedirler. Şayet tartışılan nokta, her doktrinin bütünü içerisine yerleştirilirse, bu tutum değişikliğinin nedenini bulmak kolay olacaktır.Mutezilî düşünce içerisinde bu tutum, sadece akim ışıkları vasıtası ile yüce varlığın bizzat özüne, onun fiillerini yöneten ahlâkî kanunlara ve aynı şekilde bizim uymamız gerekenlere ulaşmak iddiasında olanlara ve bütün bir rasyonel sisteme bağlıdır. Üstelik, bir kere ilâhî kanunlar bilinince, onlar oradan Allah'ın hiçbir şekilde uymamazlık yaparmyacağı, bütün bir belirli kurallar silsilesini çıkarmaktadırlar. Allah iyidir, hakimdir ve adildir. Şu halde, sadece onun sıfatlarıyla bizatihi uyuşmaz olan değil, fakat şüphesiz bizim öyle idrak ettiğimiz şeyi de Allah yapmamalıdır ve yapamaz, diye tasdik etmektedirler. Ötekiler arasında, müteakip kurallar oradan kaynaklanmaktadırlar: Allah, yaratıklar için faydalı gayeler amaçlamaksızm, hiçbir şey yaratmamalıdır; iki mümkün iyiden, O'nun en mükemmeli gerçekleştirmesi gerekir; ne onları belirlemek ne de onlara engel olmak için Allah, bizim iradî fiillerimize müdahale etmemelidir; buna karşılık O'nun bizi, iki zıt hususunda eşit bir güçle teçhiz etmesi ve onların arasında serbestçe seçim yapmak üzere bizi bırakması gerekir; Allah, itaat edeni mükâfaatlandırmak zorundadır; tevbe etmeksizin isyan edeni Allah affetmeksizin cezalandır-malıdır, aksi halde O bir adaletsizlik işleyecektir. Allah'a karşı bizzat kendimize veya başkalarına karşı olan ödevlerimizin tabiatı mı söz konusudur? Onlar zorunlu olarak iyi ve kötünün tabiatından sadır olmaktadırlar; oysa ki bu tabiat hususunda bizim aşağı yukarı doğuştan bir bilgimiz mevcuttur. Şayet Allah, mukaddes kitaplarında iradesini izhar etmemiş, elçilerine emirlerini vahyetmemiş bile olsa, buna rağmen biz onları bilecek ve onları takip etmek zorunda bırakılacaktık. Mukaddes Kitaplar ve peygamberler sadece bizim aklî görüşlerimizi tasdik ve izah etmekten başka birşey yapmamaktadırlar.İşte bu geniş ihtiraslara, insan aklına ziyadesiyle beslenen bu itimada karşı çıkmak içindir ki Eş'arîler, Mutezilî tezlerle teker teker savaşmaya teşebbüs ettiler. Ancak, öyle anlaşılmaktadır ki, tartışma zihniyeti onları bazan ters taraftan aşırılıklar işlemeye sürükleyebilmiştir. İstidlalleri istidlallere karşı tutmak isteyen Eş'arîler, ilkin oldukça sağlam ve her halükârda az tehlikeli bir felsefî zeminden mahrum kaldılar. Sonlu zihnin sonsuz şeylerle boy ölçüşemezliği sebebiyle, benzerijkonu-da aklın hakemliğini reddetmekten ibaret bulunan şu olumsuz tutumdan söz etmek istiyorum. Fakat onlar olumlu zeminde, daha az makûl)'olmayan, yapıcı ve gerçekten Kur'ânî olan hiçbirini ne ihmal ne de mübalağa etmeksizin, karşıt sıfatları uzlaştrran bir çözüme ulaşamadılar. İşte bu şekildedir ki, Kur'ân bize, bir yandan "Allah istediğini emreder[99] diye talim ve tedris etmektedir. Bu formülü mutlak surette keyfî davranan biri anlamında anlamak mümkün müdür? Oysa ki O öte yandan bize, "Allah adalet kuralına göre karar verir[100] diye tasdik ediyor. İşte, bir başka şekilde, sıfatların aynı karşıtlığı: Bir âyette şöyle deniyor: "Ben dilediğim kimseyi, azabıma uğratırım[101]. Fakat aynı ayette "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır[102] ve başka yerde: "Allah'a şükreder ve iman ederseniz, Allah niçin size azab etsin. Allah şükredenlerin mükâfatını verici.[103]. Aynı şekilde, Allah bütün insanları, doğrulan suçlularla birlikte mahvedebilir[104], veya O'nun ne bize ağır yükler yüklemesine ne de bize karşı ezici tedbirler almasına hiçbir şey karşı duramazdı[105] diye beyan ettiğinde, şartın bu şeklinin şimdiki zamana pek dönüşmediği aşikâr değil midir? Hatta, madem ki Allah "kendi nefsine bir rahmet kanunu yazmıştır[106], onun asla Öyle olmayacağı bile tasdik edilebilir.O halde, Mutezilenin üzerinde ısrarla durmayı ihmal ettiği ilâhî mutlak kudreti kuvvetle vurgulamak ve onu bu sonuncuların önemle durdukları hikmetle karşı karşıya koymak yerine, bizim şiddetli ancak az ihtiyatlı nazariyecilerimiz, sadece adını muhafaza ederek, hemen hemen berikini Ötekisi lehine ortadan kaldırdılar.Her bir bölüm, bütün içerisinde kendi fonksiyonuna sahip olmak üzere, gayet güzel uyum haline konulmuş ve mükemmel düzenlenmiş bir eser bulduğumuz veya bir olayın iyi sonuçlara eriştiğini gördüğümüz zaman, bizim, olayların bazılarını ötekiler aracılığı ile açıklamak, bu ilişkiyi mekân veya zaman içerisinde, bu yapısal dayanışmayı ya da bu tarihî olaylar serisini istenmiş bir gayelilik şeklinde anlamak alışkanlığımız mevcuttur.Antropomorfizm! demektedirler bize Eş'arîler; bu beşerî yorum onlara göre, orada hiçbir gayeliliğin bulunmadığı ilâhî düzene uygulanamaz. Allah istediğini yapar ve O tüm amaçlara ilgisiz kalmaktadır. Allah bir şeyi bir başkasını amaçlayarak istemez. O berikini ve ötekini bir tek ve aynı egemen fiille ister.Pekâla! diyelim, fakat, bu amaçsız ve karşı kuvvetsiz volontarizme rağmen onlar, irade ve varlık alanının, imkân ve mutlak kudret alanından daha sınırlı olduğunu kabul etmek zorunda değil midirler? Buna göre, Allah'ın yarattığı ve emrettiği her şeyin, onlar tarafmdan belirlenmemiş olmakla birlikte, adaletin ve iyiliğin gereklerine uygun olmasına hiçbir şey engel değildir. Ve, bizi meşgul eden vakıa ile ilgili olarak, eğer hukuken değilse bile hiç olmazsa fiilen, istikrarlı ve değişmez bir adete göre, Allah'ın insanları güçleri ölçüsünde sorumlu tuttuğu hususunda tatmin edilirsek, memnun kalacağız.Eş'arîler arasında en makul olanları, onu anladılar[107], fakat, polemiğin şiddetine kapılmış bulunan ötekiler, daha ileriye gittiler. Onlar, sadece ilâhî kudretin bir hakkı olarak değil, fakat daha önce tamamlanmış bir fiil olarak, bizatihi imkânsız olanla sorumlu olmayı tesis etmek için kurnaz bir çare bulmaya çalıştılar. Ve ibretâmiz bir gözü peklikle onlar, Kur'ân'da bile onun müşahhas misâllerini bulduklarını iddia ettiler. îşte onların bu, kıymetli buluşları onları ihtida ettirmek için yapılacak bütün gayretlere rağmen[108], Kur'ân'm küfür içinde öleceklerini bildirdiği bazı kâfirlerin durumudur[109]. Halbuki, bu insanlar, daimî imansızlıkları dahil, vahyolu-nan bütün gerçeklere inanmaya mecbur tutulmuşlardır. Şu halde imkânsızı yapmaya;
1. Çünkü Allah'ın gerçekleştirilemez olarak bildiği hiçbir şey asla var olamaz. .
2. Hatta bu, madem ki, O'na inanmak ve inanmamak olacaktır!, onların asla inanmıyacaklarınm ifade edildiği özel vahye inanma ile de tezad teşkil edecektir. Bu çift yönlü delilin etrafındaki formülleri çoğaltarak, Fahreddin Râ-zî onu rasyonalizmin ondan asla kaçamıyacağı en anlaşılmaz engel olarak sunmaktadır[110].Fakat, onun öncüllerinin gerçek oldukları farz olunsa bile, bu çift yönlü delillendirmede biz sadece, az çok göze batan fasid kıyaslar görmekteyiz.İlâhî gaybî bilgiden çıkartılan ilk delil, gayet seçik metafizik kavramlar olan mümkün ve gerçek, cevher ve varlık arasındaki bir karıştırmaya dayanmaktadır. Bir şeyin mevcut olmaması ve asla mevcut olmıyacağı, onun bizatihi imkânsız olmasından değildir. İlim eşyanın cevherini olduğu gibi gerçekliğini de değiştirmez. Onu kopya eder, yeniden ortaya koyar, açıklar. Eğer, Allah'ın namevcut olarak bildiği herşey imkânsız ise,aynı sebebten dolayı, O'nun mevcut olarak bildiği herşey zorunludur demek gerekir: şu halde kâinatta ilâhî iradenin icrası için ne kalmaktadır?İkinci delile gelince o, biri bağımsız ve diğeri bağımlı olan, iki çeşit Önerme arasındaki mantıkî bir karıştırmadan yararlanmaktadır. İnanmak ve inanmamak istenen bütün benzerlikler kurulmuş varsayıldığı halde işte o çelişkilidir. Fakat, asla inanmamaya inanmak inanmayan bir kimse için gerçek bir olaydır; madem ki o, onu bizzat kendisinde duymaktadır, o halde o, onu en dolaysız ve en içten tecrübe ile bilmektedir.Bu Kur'ânî alanda, tüm teşebbüsleri başarısızlığa uğradığından, bizim polemikçilerimiz araştırmalarını daha geniş ve katıksız olarak rasyonel olan bir alana yönelttiler; ve şimdi de onlar bize, ilâhî yasama içerisinde imkânsıza mecburiyetin tecrit edilmiş bir vakıa olmak şöyle dursun, belli bir görüş açısından genel bir kural olduğunu kanıtlamak istemektedirler.Beşeri hürriyeti savunmak için, onların rakipleri olan Mutezilîler, orada herkesin çift yönlü davranmak veya çekimser kalmak gücünün tecrübesinin bulunduğu yerde, onu fiilin öncesine yerleştirdiler. Eş'ariler, fiilden önce iktidarın kuvve halinde olduğu, gerçek gücün fiille zamandaş bulunduğu şeklinde itirazda bulundular[111]; oysa ki bu güç, iki zıt üzerinde, yalnızca münavebeli olarak olanın dışında, asla kullanılmaz. İkisinden biri tarafından meşgul edildiğinden, birincisi olmaya devam ettiği sürece ikincisi imkânsız olarak kalmaktadır. Düzene itaatsizlik eden ve faaliyetini başka yerde kullanan, şu duruma göre, itaatsizlik ettiği sürece itaata kadir değildir; bununla birlikte, bu anda bile o ödevini yerine getirmek zorundadır. Bu zorunlu durumda, müstesna denilen haller yani orada ödevin gerçekleştirilemez bir konuya sahip olduğu vakıalar, hiç olmazsa düzenli haller kadar kalabalıktırlar.Fakat orada saf bir sofizmin var olduğunu kim görmez? Gerçekten de hiç kimse bir itaatsıza verilen emri, itaatsizlik ettiği halde bir itaat etme yükümlülüğü olarak yorumlamayı asla hayal etmemiştir. Gayet aşikârdır ki, sadece onu mukavemetini sona erdirmeye teşebbüs ettirmek ve onun faaliyetime ahlâkî bir bedel temin etmek bahis konusudur. Benzeri bir fiili "imkânsız" diye adlandırmakta ısrar edilirse, bu durumda orada sadece bir sahte problem bulunacaktır. Kelimenin tarifi hususunda uyuşmayan iki muhalif taraf, bu yolla bizzat olaylar üzerinde mutabakata varmışbulunmaktadırlar ve bizim savunduğumuz prensip oradan tertemiz çlıkmaktadır.
[89] et-Talâk 65/7.
[90] el-En'âm 6/152; ei-Mü'minûn 23/62.
[91] el-Bakara 2/286.
[92] Aym sure, 284.
[93] Krş. Müslim, Sahih, Kitâbü'1-Iman, Bab 56; Taberî, Tefsir, c. III, s. 97.
[94] Tirmizî, Suyutî tarafından zikredilmiştir, Cami.
[95] Malik, Mııvatta, Kitâb-ı Câmî.
[96] Buharî, Kitâbü'I-Edeb, Bab 76.
[97] Gerçekte bu konuda, hadislerde işaret olunan gerçek bir tedavi yöntemini bulmaktayız. İşte bu suretledir ki Hz. Peygamber, bu şiddetli heyecanın etkisi altında bulunan herkese, yüzünü ve azalarını abdestle serinletmeyi öğütlemektedir. (Ebû Davud, Kitâbü'1-Edeb, Bab 3). Bir başka tedavi bedenî pozisyonu değiştirmekten ibarettir; ayakta ise oturmak ihtiyaca göre ye-re uzanmak (aynı yer). Bütün bu psiko-fizyolojik tekniği, ihtiraslara hakim olma hususunda Descartes ve Malbranche'ın nazariyesi ile karşılaştırmak yerinde olacaktır.
[98] Sebe' 34/46.
[99] el-Mâide5/l.
[100] el-Mü'min 40/20.
[101] el-A'râf 7/156.
[102] Aynı yer.
[103] en-Nisâ 4/147.
[104] el-Mâide 5/17.
[105] el-Bakara 2/220.
[106] el-En'âm 6/12.
[107] Bk. Ibn Teymiye, Minhâc, c. II, s. 128.
[108] el-Müddessir 74/26; Tebbet 111/3.
[109] el-Bakara 2/6.
[110] Râzî, Tefsir, c. I, s. 185.
[111] Fiilin önceden kestirilmezliği ve davranışta bulunan benin dinamizmi üzerine temellenmiş bulunan Bergson'un nazariyesi ile karşılaştırınız.