- Fihi Ma-Fih

Adsense kodları


Fihi Ma-Fih

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Wed 27 January 2010, 04:41 pm GMT +0200
Fihi Ma-Fih

Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı


RAHMÂN VE RAHİM ALLAH ADÎYLE; ONA DAYANIRIM BEN

1. BÖLÜM: "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul." Halk, bu sözün dış anlamını almıştır. Onlarca bilgin kişinin, bilginlerin kötülerinden olmaması için beylerin tapısına gitmemesi gerektir. Halbuki sözün anlamı, onların sandıkları gibi değildir. Asıl anlamı şudur:
Bilginlerin kötüsü, beylerden yardım gören, beyler yüzünden düzelen, doğru yolu tutan kişidir. Beyler bana ihsanlarda bulunsunlar, beni saysınlar, bana mevkii versinler kuruntusuyla, onlardan korkarak okumaya başlamıştır da beyler yüzünden işi düzene girmiştir; bilgisizliği bilgiye dönmüştür. Bilgin olunca da onların korkusundan, onların cezasından edep sahibi olur, ister-istemez doğru yolu tutar. Artık ne çeşit olursa olsun, ister görünüşte bey onun ziyaretine gelsin, ister o, beyi ziyarete gitsin, herhalde ziyaret eden odur, ziyaret edilense bey. Fakat bilgin, beyler yüzünden bilgiye sahip olmamışsa, önceden de, sonradan da bilgisi Allah için elde edilmişse o başka; balık nasıl sudan başka bir yerde yaşayamazsa, elinden başka bir şey gelmezse bu bilgin kişinin ele yolu-yordamı, ancak doğru yola gitmektir; bu, onun kendi huyundandır.
Bu çeşit bilgini yürüten, çekindiren akıldır. Zamanında, bilsinler-bilmesinler, herkes onun heybetinden çekinir; onun ışığından onun aksinden yardım ister. Böylesine bilgin, beyin tapısına gitse bile gerçekte ziyaret eden beydir, ziyaret edilen kendisi. Çünkü herhalde bey, aldığını ondan alır, yardımı ondan görür;oysa beye aldırış bile etmez. O bilgin güneş gibi heryana ışık salar; işi-gücü, herşeye, herkese bağıştır.
Güneşte taşları lâ´l, yakut, inci, mercan haline getirir; toprak dağları bakır, altın, gümüş madeni yapar;toprakları yeşertir, tazeleştirir; ağaçlara çeşit-çeşit meyveler bağışlar. Onun işi, sanatı vermektir, bağışlamaktır. Verir de almaz. Hani Araplarda söylene gelen bir atasözü vardır; "Biz vermeyi öğrendik,almayı öğrenmedik" derler; onun gibi. Hâsılı böylesine bilginler ziyaret edilenlerdir, beylerse ziyaret edenler.
Aklıma şu âyeti tefsîr etmek geldi. Söylediğim söze uygun da değil amma mademki aklıma geldi
söyleyeyim de bitsin-gitsin.
Ulu Allah buyurur ki: "Ey Peygamber, ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah, yüreklerinizde hayırlı bir niyet bulunduğunu bilirse size, sizden alınandan daha da hayırlısını verir, suçlarınızı örter. Allah, suçları örten bir rahîmdir."
Bu âyetin inişine sebep şudur: Allah rahmet etsin, Mustafâ, kâfirleri bozmuş, öldürmüş, yağmalamış, birçok tutsak tutmuş, ellerini,ayaklarını bağlatıp getirtmişti. O tutsaklardan biri de, Allah razı olsun, amcası Abbas´tı, o da onların arasındaydı. Bütün gece bağlanmış, hiçbir şeye güçleri yetmez, aşağılık bir halde ağlıyorlar, inliyorlardı. Kendilerinden umut kesmişlerdi. Kılıcı, öldürülmeyi bekliyorlardı. Allah rahmet etsin, Mustafâ, onlara baktı da güldü. Onlar görüyorsun ya dediler, onda da insanlık hali var; halbuki bende insanlık huyu yok diye dâvaya kalkışmıştı. Dâvası, gerçeğe aykırıymış. İşte bak, bize bakıyor, bizi bağlanmış, zincirlere vurulmuş bir
halde kendisine tutsak olmuş görüyor da seviniyor; tıpkı nefsine uyanlar gibi hani. Onlar da düşmana üst oldular, onları kahrolmuş gördüler mi sevinirler, çalıp çağırırlar.
Allah rahmet etsin, Mustafâ, içlerinden geçeni anladı da dedi ki:
Düşmanlarımı kahrettiğimi göreyim, yahut sizi ziyana uğramış göreyim de güleyim, sevineyim, hâşâ,bu benden uzak. Şu yüzden güleceğim geliyor: Can gözüyle görüyorum; bir topluluğu tutmuşum, külhandan cehennemden, o kapkara bacadan bağlarla, zincirlerle, çeke-sürüye, zorla cennete, Allah râzılığına, ölümsüz gül bahçesine götürüyorum da onlar, bizi bu tehlikeli yerden o gül bahçesine, o eminlik yurduna ne diye çekiyor, götürüyorsun diye ağlayıp bağırıyorlar; işte bu yüzden gülmem tutuyor. Bütün bunlarla beraber söylediğim sözü anlayacak, hali ap-açık görecek, can gözü daha sizde yok. Ulu Allah diyor ki: Tutsaklara söyle; de ki: Siz önce ordular topladınız; bir çok hazırlıklarda bulundunuz; erliğinize, yiğitliğinize,çokluğunuza güvendiniz. Kendi kendinize, Müslümanları şöyle edeceğiz, böyle kıracağız, kahredeceğiz dediniz. Gücünüzün-kuvvetinizin üstünde daha zorlu bir güç-kuvvet ıssı olduğunu görmüyordunuz. Yok
ediciliğinizden daha üstün bir yok edicinin bulunduğunu bilmiyordunuz. Hâsılı şöyle olsun-böyle olsun diye ne tedbirde bulunduysanız hepsi de aksi çıktı. Şimdi korku içindesiniz amma hâlâ da o illetten tövbe etmediniz. Umudunuz yok, hâlâ da bir güç-kuvvet sahibi bulunduğunu görmüyorsunuz. Gücünüz-kuvvetiniz varken beni görmeniz, kendinizi bana karşı yok olmuş bilmeniz gerek ki işler kolaylaşsın. Korkuya düşünce benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter. Ak öküzden kara öküz çıkaranın kara öküzden ak öküz çıkarmaya da gücü yeter. "Geceyi uzatırsan, gündüzün bir kısmı gece olur; gündüzü uzatırsın, gecenin bir kısmı gündüz olur;ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü belirtirsin" bu-yurulmuştur. Şimdi tutsaksınız; fakat tapımdan umut kesmeyin de elinizden tutayım sizin. "Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin; Allah rahmetinden kâfir olan topluluktan başkası umut kesmez."
Şimdi Ulu Allah buyuruyor ki: A tutsaklar, önceki yolunuzdan döner, Korkuda da, umutta da beni görür, herhalde kendinizi yok etmeme karşı yok olmuş sayarsanız sizi bu korkudan kurtarırım; sizden yağmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size; hattâ kat-kat fazlasını, daha da iyisini verir, sizi bağışlarım; dünya devletine âhiret devletini de katarım.
Abbas, tövbe ettim, tuttuğum yoldan döndüm dedi. Mustafâ, Ulu Allah ettiğin dâvaya delil ister
buyurdu. Beyit:Aşk dâvasına girişmek kolay,Fakat o dâvâya kesin delil gerek.
Abbas, hadi dedi, ne delil istiyorsan söyle. Mustafâ, Müslüman olduysan, Müslümanlığın iyiliğini
istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını müslüman ordusuna bağışla da Müslümanlık kuvvetlensinbuyurdu. Abbas, a Allah Elçisi dedi, bende ne kaldı ki? Hepsini yağmaladılar; bir eski hasır bile bırakmadılar.
Allah rahmet etsin, Mustafâ, gördün mü buyurdu, gerçek değilsin tuttuğun yoldan dönmedin; ne kadarmalın var, nerde sakladın, kime ısmarladın, nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi? Abbas, hâşâ dedi.
Mustafâ buyurdu ki: Bu kadar malı anana vermedin mi; filân duvarın dibine gömmedin mi, ona, dönersem bana verirsin; esenlikle dönmezsem şu kadarını filân işe harcarsın, şu kadarını filâna verirsin, bu kadarı da senin olsun diye etraflıca vasiyette bulunmadın mı? Abbas bunu duyunca parmak kaldırdı, tam gerçeklikle inandı. Dedi ki: Ey gerçek peygamber, ben, Hâman gibi, Şeddad gibi daha başkaları gibi eski padişahlara nasıl felek yâr olduysa sana da yâr oldu, baht elverdi sanıyordum. Fakat bunu buyurdun ya, bildim-anladım ki bu devlet, o yandandır, Allah’dandır. Mustafâ buyurdu ki: Doğru söyledin bu sefer; içindeki şüphe ipi koptu, duydum; sesi kulağıma geldi. Canımın ta içinde gizli bir kulağım vardır, kim şüphe ve kâfirlik zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulağıma gelir. Şimdi doğru söyledin, iman ettin.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu tefsîri Emîr Pervâne´ye şunun için söyledim; dedim ki: Sen önce Müslümanlığa kalkan oldun.
Kendimi feda edeyim. Müslümanlığın kalması, Müslümanların çoğalması için aklımı, tedbirimi kullanayım da Müslümanlık kalksın dedin. Kendi fikrine güvendin. Allahyı görmedin, herşeyi Allah´dan bilmedin. Böyle olunca da Ulu Allah o sebebi, o çalışmayı, Müslümanlığın zararına sebep etti. Çünkü sen Tatar´la bir olmuşsun, Şam´lıları, Mısır’lıları yok etmek, İslâm ülkesini yıkmak için onlara yardım ediyorsun, Allah, Müslümanlığın kalkmasına sebep olan tedbiri, Müslümanlığa zarar vermeye sebep kıldı. Şu halde Allah´a yüz tut, çünkü korkulacak bir hal bu. Sadakalar ver de seni, kötü bir hal olan şu korkudan kurtarsın. Ondan umut kesme. Öyle bir ibadetten böyle bir suça attı seni; fakat o ibadeti kendinden gördün de o yüzden suça
düştün. Şimdi suçta da umut kesme ondan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana getirenin,şu suçtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pişmanlık verir önüne sebepler çıkarır da gene Müslümanların çoğalmasına, Müslümanlığın kuvvetlenmesine çalışırsın. Umut kesme ki "Allah’ın rahmetinden, kâfir olan topluluktan başkası umut kesmez" Maksadım buydu, bunu anlasın da şu halde sadakalar versin, yalvarsın-yakarsın dedim; çünkü çok yüce bir halden aşağılık bir hale düştü; fakat bu halde de umutlanması gerek.Ulu Allah aldatır; insanın, bana güzel bir tedbir elverdi, güzel bir iş belirdi, yüz gösterdi diye aldanmaması için güzel şekiller gösterir, içinde kötü şekiller vardır. Her görünen, göründüğü gibi olsaydı
Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de "Herşey nasılsa öyle göster bana" der miydi? Güzel gösterirsin, gerçekte çirkindir. Çirkin gösterirsin, gerçekte güzeldir, özdür. Şu halde bize herşeyi, nasılsa öyle göster de tuzağa düşmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Şimdilik senin tedbirin güzel olsa, aydın olsa bile onun tedbirinden daha iyi olamaz; o, böyle derdi. Şimdi sen de her görünene her tedbire güvenme; yalvar-yakar, kork. Maksadım buydu benim. Oysa bu âyeti, bu tefsiri; şu anda ordular çekmedeyiz; onlara dayanmamak, bozguna uğrasak bile o korku, o çaresizlik halinde, gene ondan umut kesmemek gerek tarzında kendi meramınca tevil etti; sözü dileğine göre anladı. Benim maksadımsa
söylediğim şeyleri anlatmaktı.
2. BÖLÜM - Birisi, Mevlânâ söz söylemiyor dedi. Dedim ki: Sonucu o adamı yanıma benim hayalim çekti-getirdi. Şu hayalim, ona nasılsın, nicesin diye bir söz söylemedi. Sözsüz hayal, onu çekti buraya; hakıykatim onu sözsüz çeker de bir başka yere götürürse şaşılmaz bu işe.
Söz, gerçeğin gölgesidir, parça-buçuğudur. Gölge çekerse gerçek haydi-haydiye çeker. Söz bahanedir;insanı insana çeken can bağdaşmasıdır, söz değil. Birisi yüz binlerce mucize görse, söz duysa, kerametler seyretse kendisinde o peygamberle, yahut o erenle bir can bağdaşması yoksa fayda etmez. İnsanı coşturan, kararsız bir hale getiren can bağdaşmasıdır. Saman çopünde kehlibarla birazcık can bağdaşması olmasa hiç mi hiç kehlibara gitmez. Herşeydeki cinsin cinsiyle bağdaşması gizlidir, gözle görünmez.
Herşeyin hayali, insanı o şeye çeker. Bağ-bahçe hayali, insanı bağa-bahçeye çeker, dükkân hayali dükkâna.Fakat bu hayallerde düzenler de gizlidir. Görmüyor musun ki filân yere gidersin, pişman olursun, hayır sanmıştım amma dersin, değilmiş. Bu hayaller, örtüdür, âdeta; örtü ardında birisi gizli. Hayaller ortadan kalktı da gerçekler hayal örtüsü olmadan yüz gösterdi mi kıyamet kopar orda. Hal böyle olunca da pişmanlık kalmaz. Seni çeken her gerçek odur, başka şey de ondan başka değildir, seni çeken gerçeğin ta kendisidir. "O gün, gizli şeyler meydana vurulur."
Bu sözün de yeri mi ki söylüyoruz. Gerçekte çeken birdir, fakat sayılı görünür. Görmez misin ki bir adam yüz şey ister, çeşit-çeşit dileklerde bulunur. Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kalya isterim, meyva isterim, hurma isterim der. Bu istek, sayı gösterir, sayıyı dile getirir amma temeli birdir, temeli açlıktır, o da birdir. Görmez misin? Bir şey yer de doyarsa bunların hiçbiri gerekmez der. Şu halde belli oldu ki on değilmiş, yüz değilmiş, birmiş "Sayılarını, ancak sınamak için yaptık". Halkın bu birdir, onlar yüz diye sayması, bir sınamadır. Yâni erene bir derler, şu çokluk halkaysa yüz derler, bin derler. Bu, pek büyük bir sınanmadır. Bu görüş, bu düştüğünüz düşünce, yâni halkı çok, onu bir görüşünüz, pek büyük bir sınamadır. “Sayılarını, ancak sınamak için yaptık" Hangi yüz, hangi elli, hangi altmış? Elsiz-ayaksız, akılsızcansız
bir bölük halk, tılsım gibi, cıva gibi oynayıp durmada. Şimdi onlara altmış, yahut yüz, yahut da bin dersin, bunaysa bir. Halbuki onlar hiçtir, buysa bindir, yüz bindir, milyondur. "Sayılınca azdır onlar,saldırdılar mı çok."
Padişahın biri, birisine yüz kişinin geçineceği kadar dünyalık vermişti. Ordudakiler bu işin aleyhinde bulunuyorlardı. Padişah kendî kendine, bir gün dedi, size gösteririm, neden bu işi yaptım, anlarsınız. Savaş oldu, savaşta herkes kaçtı, yalnız oydu kılıç vuran. Padişah, işte dedi, o işi bunun için yaptım ben.İnsanın, ayırdetme kabiliyetini garezlerden arıtması, bir din dostu araması gerek. Din, dostunu tanır amma siz ömrünüzü ayırdetme kabiliyetinden mahrum bir halde geçirdiniz de onun da ayırdetme kabiliyeti arıklaştı, din dostunu tanıyamıyor. Sen, ayırdetme kabiliyetinden mahrum olan şu bedeni besledin.
Ayırdetme, bir huydan ibarettir. Görmüyor musun? Delinin de bedeni var, eli-ayağı var, fakat ayırt etmesi yok. Her pis şeye el atıyor, tutuyor, yiyor. Ayırdetme, şu görünen bedende olsaydı pisi tutmazdı. Hâsılı bildik ki ayırdetme, lâtif bir anlamdır, o da sendedir. Sense gece-gündüz, şu ayırdetme kabiliyetinden mahrum olan bedeni beslemeye koyulmuşsun; bu, ancak bununla olur diyorsun; halbuki bu da onunla olur.
Nasıl oluyor da sen, hep şu bedeni geliştirmedesin, onuysa tamamiyle bir yana atmışsın. Bu beden,ayırdetme kabiliyetiyle durur, o kabiliyet bedenle durmaz. O ışık, şu söz, kulak ve bunlardan başka pencerelerden dışarıya vurur; bu pencereler olmasa başka pencerelerden baş çıkarır. Tıpkı şunun gibi hani:Bir ışık getirmişsin, güneşin önüne koymuşsun; güneşi bu ışıkla, bu rnumla görüyorum diyorsun. Hâşâ; mum getirmesen de güneş kendini gösterir. Muma ne ihtiyaç var?
Allahdan umut kesmemek gerek. "Gerçekten de kâfirlerden başkası Allah rahmetinden umut kesmez"umut, eminlik yolunun başıdır. Yola gitmiyorsan bari yol başını gözle. Eğrilikler yaptım deme, doğruluğu tut sen, hiçbir eğrilik kalmaz. Doğruluk, Musa´nın sopasına benzer, o eğriliklerse büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi hepsini yer-gider. Kötülük ettiysen kendine ettin, senin cefan, nerden ona erişecek?
Ş i i r
Bir kuş o dağa kondu, sonra uçtu-gitti;
Bak da gör, o dağda ne birşey fazlalaştı, ne birşey eksildi dağdan.
Doğru oldun mu bütün onlar kalmaz. Sakın umut kesme.
Padişahlarla düşüp kalkmada şu bakımdan tehlike yok: Gidecek baş zâti gider; ha bugün, ha yarın.
Fakat şu yüzden tehlike var ki onlar o makama geçtiler mi nefisleri kuvvetlenir, ejderha kesilirler. Onlarla görüşüp konuşan, onlarla dostluk dâvasına girişen, onların malını kabul eden bu adam da çaresiz onların isteklerine uygun söz söyler; onların kötü düşüncelerini, hoşlansınlar diye kabul eder; aykırı bir söz söyleyemez; bu yüzden tehlikelidir; çünkü dine ziyandır. Onların yanını yaptın mı temel olan öbür yan, sana yabancı olur. O yana ne kadar gidersen sevgilinin bulunduğu bu yan, o kadar yüz çevirir senden. Dünya ehliyle ne kadar uzlaşırsan o, o kadar kızar sana. "Kim, bir zalime yardım ederse Allah o zalimi, yardım eden kişiye musallat eder."
Yazıktır denize varıp da bir parçacık su içmeyi, yahut bir testi su almayı yeter bulmak. Denizden
inciler, mücevherler, kuvvet veren yüz binlerce şeyler elde ederlerken denizden su alıp götürmenin ne değeri vardır ki? Aklı olanlar bununla övünür mü hiç, ne yapmıştır ki bu işi yapan? Hattâ dünya, bir köpüğüdür bu denizin; denizse erenlerin bilgileridir. İnci de nerede? Bu dünya, çer-cöple dolu bir köpüktür amma o dalgaların çıkıp batması, yürüyüp dönmesi, denizin coşup kabarması, köpürüp kükremesi yüzünden o köpük, bir güzellik elde eder. "Kadınları, oğulları, yüklerle altınları-gümüşleri, damgalanmış cins atları, davarları, ekinleri isteyip Özleyiş sevgisi, bunlara ait sevgi, insanlar için bezenmiş, süslenmiştir."
Bezenmiş, süslenmiştir buyurdu ya, demek ki o güzel değildir. "Güzellik, eğretidir onda, başka bir yerdendir. O, altın suyuna batırılmış, yaldızlanmış kalp paradır; yâni bir köprücükten ibaret olan şu dünya kalptır, kadri, değeri yoktur; fakat biz onu altınla kaplamışız; çünkü "insanlar için bezenmiştir,süslenmiştir."
İnsan Allah usturlabıdır, fakat usturlabı bilmek için müneccim gerek. Tere satanda, yahut bakkalda da usturlap bulunabilir, fakat ondan ne fayda görür usturlupla göklerin hallerini, dönüşlerini, burçları, tesirlerini, inkılâpları, bunlardan başka daha birçok şeyleri ne bilir ki? Şu halde usturlap münecime fayda verir. "Kendini bilen rabbini bilir." Usturlap, nasıl göklerin hallerini gösteren bir aynaysa "And olsun ki Âdemoğullarını ululadık" diye anılan insanın varlığı da Allah usturlabıdır. Ulu Allah, onu, kendisini bilen,anlayan bir yaratık olarak yarattığından insan, kendi varlığının usrurlabından Allah tecellisini, neliksizniteliksiz güzelliği, soluktan- soluğa, bakıştan-bakışa görür, seyreder; o güzellik bu aynadan hiç mi hiç ayrılmaz.
Üstün ve yüce Allah’ın öylesine kulları vardır ki onlar, hikmet, bilgi ve anlayış, ululuklar elbiselerini giyinirler. Halkta onları görecek görüş yoktur amma onlar, pek kıskanç olduklarından bu elbiseleri giyerler de kendilerini gizlerler. Hani Mütenebbî, Kadınlar ipekli elbiseleri süslenmek için değil,Güzelliklerini korumak için giyindiler der ya, tıpkı onun gibi işte.
3. BOLÜM - Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollar´la uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum dedi.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu işler de Allah işi; çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Şu halde bu da hayırlı bir iştir. Ulu Allah madem ki böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Allah yardımına mazhar oluşunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevşeklik, bir usanç hâsıl oldu mu bu, Allah yardımından mahrum oluşunuza delildir. Çünkü ulu Allah, usanca uğrayan adamın,o işin öylesine bir hayırlı işe sebep olmasını istemez. Hamam gibi hani. Hamam sıcaktır amma o sıcaklığı,külhanda yanan ot, odun, tezek gibi şeylerdendin. Ulu Allah, görünüşte kötü görünen, insanı tiksindiren sebepler meydana getirir; görünüşte kötüdür amma adamın hakkında yardımdır, lûtuftur. Hamam bunlarla
kızar, halka da faydası dokunur.
Bu sırada dostlar geldiler, içeri girdiler. Özür getirerek buyurdu ki: Size kalkmıyorum, söz söylemiyorum, hal-hatır sormuyorum amma bu da ağırlamaktır. Çünkü herşeyi
ağırlama, o vakte göre olur. Namazda babanın, kardeşin halini-hatırını sormak, onları ağırlamak yaraşmaz.
Namazdayken dostlara, yakınlara iltifat etmemek, iltifatın, okşamanın ta kendisidir. Çünkü onların yüzünden kendisini ibadetten, Allahya dalıştan ayırmaz, hatırı dağılmamış olur. Onlar da azaba, azara hak kazanmamış olurlar ki bu, iltifatın ta kendisidir, okşayışın ta kendisidir; çünkü onları azaba uğratacak şeyden çekinmiştir.
Birisi, Allahya namazdan daha yakın yol var mıdır diye sordu. Buyurdu ki: Gene namazdır, fakat namaz, yalnız şu görünen şekil değildir. Bu, namazın kalıbıdır; çünkü bu namazın önü vardır, sonu vardır. Önü, sonu olan herşey kalıptır; çünkü tekbir, namazın önüdür, selâm namazın sonu. Şehadet getirmek de yalnız dille söylenen söz değildir. Çünkü onun da önü vardır, sonu var.
Harfe, sese gelen herşeyin önü, sonu olur, o da görünüştür, kalıptır. Canıysa neliksiz-niteliksizdir, sonu yoktur; ne başlangıcı vardır, ne bitimi. Sonu-ucu şu namazı peygamberler icad etmişlerdir. Şimdi şu namazı meydana çıkaran Peygamber şöyle der: "Allahla bir vaktim olur ki o vakte ne şeriatle gönderilmiş bir peygamber sığabilir, ne de Allahya yaklaştırılmış bir melek" Şu halde bildik-anladık ki namazın canı, yalnız şu görünen şekil değildir; dalıştır, kendinden geçiştir; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya sığamaz.
Salt anlam olan Cebrail de sığmaz. Allah sırrını kutlasın, Mevlânâ Bahâeddin Veled´den gelen bir hikâye vardır: Bir gün ashap onu dalmış buldular. Namaz vakti de geldi-çattı. Bâzı müritler Mevlânâ, sözlerine aldırış bile etmedi. Onlar kalktılar, namaza koyuldular. İki mürit Şeyh´e uydu, namaza kalkmadı. Namaza durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî´ydi. Bu zat, can gözüyle ap-açık gördü ki imamla beraber namaza duran ashabın hepsi de kıbleye arka vermiş; yalnız Şeyh´e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye karşı.
Çünkü Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş-gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Allah ışığında helâk olmuştur; "ölmeden önce ölün" sırrına ermiştir. Artık o Allah ışığı haline gelmiştir. Kim Allah ışığından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o şeyh, kıblenin de canı kesilmiştir. Hani şu halk yüzlerini Kâ´be´ye çevirirler ya; o Kâ´be´yi bir peygamber yapmıştır. O evi, o yaptığı için de o ev, dünyanın kıblesi olmuştur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi-haydi kıble olur-gider; çünkü o ev, o peygamber yüzünden kıble olmuştur.Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bir gün, bir dostu, seni çağırdım, nasıl oldu da gelmedin diye azarladı. O dost, namaz kılıyordum dedi. Mustafâ dedi ki: Seni ben çağırmadım mı? Adam, çaresizim ben dedi. Mustafâ buyurdu ki:
Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Bunda kaldığın zaman nasıl kendini çaresiz görüyorsan, her halde, hattâ gücün-kuvvetin yeterken de çaresiz görmelisin. Çünkü senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karşı yok olmuş-gitmişsin. İkiye bölünmüş değilsin sen ki kimi zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz kalasın. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmış yoksul olmuş bil. Arık bir adamın da yeri mi var, sözü mü olur? Arslanlar, kaplanlar, timsahlar bile onun karşısında hep çaresizdir, tir-tir titrerler. Gökler, yerler, hep çaresizdir, onun buyruğuna uymuştur. O pek büyük bir padişahtır; onun ışığı, ayın, güneşin ışığına benzemez ki o ışık varken herhangi birşey, olduğu yerde kalakalsın. Onun ışığı, perdesiz yüz gösterdi mi, ne gökyüzü kalır, ne yeryüzü... Ne güneş kalır, ne Ay. O padişahtan başka kimsecik kalmaz. "Herşey helâk olur, ancak onun hakikati kalır"
Padişahın biri, bir dervişe, Allah tapısından dedi, bir tecelliye uğrarsan, o tapıya bir yakınlık elverirse sana, beni de an. Derviş, ben dedi, o tapıya ulaştım mı, o güzellik güneşi vurdu mu, kendimi bile hatırlayamam, seni nasıl anayım?
Fakat Ulu Allah, bir kulu seçti de kendisinden geçirdi mi, kim onun eteğini tutarsa, kim ondan muhtaç olduğu birşeyi isterse, o ulu kişi, Allah katında onu anmasa, istemese de Hak, onu yerine getirir. Hani bir hikâye söylerler; bir padişah varmış, onun da pek özel, pek yakın bir kulu varmış. O kul, padişahın sarayına gideceği vakit ihtiyacı olanlar dertlerini anlatırlar, ona, padişaha sunsun diye yazılı kağıtlar verirlermiş. O da bu kâğıtları cüzdanına kormuş. Fakat padişahın tapısına var di mı, padişahın güzelliğinin ışığı o kula vururmuş da kul, padişahın karşısında kendinden geçer-gidermiş. Padişahsa benim güzelliğime dalıp giden kulumun nesi var-nesi yok diye âşıkçasına onun göğsünü, cebini yoklar, cüzdanını ararmış. Derken o yazdı kâğıtları bulur, neler yazılmışsa hepsini yazar, tekrar kâğıtları cüzdanına kormuş. Böylece o söylemeden herkesin ihtiyacını giderir, bir tanesini bile reddetmezmiş. Hattâ dileklerini kat-kat, dilediklerinden de fazla
verirmiş. Aklı başında olan, ihtiyacı olanların dileklerini padişaha söyleyebilir başka kulların yüz tane dileklerinden bir tanesini bile arada-sırada yerine getirirmiş.
4. BÖLÜM - Birisi, burada birşey unutmuşum dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Dünyada unutulmaması gereken birşey var. Herşeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat
herşeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş basarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir. "Gerçekten de biz, arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi o." O emâneti göklere arzettik, kabul edemedi. Bir bak da gör, göklerden aklı şaşırtan ne işler meydana gelmede. Taşları l´âl, yakut yapıyor; dağları altın, gümüş madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzünü coşturuyor, diriltiyor,
ölümsüz cennete döndürüyor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor,anlatılmasına imkân bulunmayan yüz binlerce şaşılacak işler başarıyor, şaşılacak şeyler meydana getiriyor.
Dağlar da çeşit-çeşit madenler veriyor. Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma onlardan o bir tek iş meydana gelmiyor da o tek işi insan görüyor, başarıyor, "And olsun ki Ademoğullarını ululadık" dedi,"Göğü, yeri aluladık" demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o iş, ne yerlerin, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, o işi görmüyorsam bunca iş görüyorum ya dersin; dersin amma seni öbür işler için yaratmadılar ki. Bu, şuna benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen, değer biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmuşsun da kokmuş öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da boşu-boşuna bırakmadım ya, böylesine bir işe kullanıyorum onu diyorsun. Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmişsin, içinde şalgam pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh yapmışsın da diyorsun ki; İş
görüyorum; kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek işler değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçağı bu işe kullanmak, akıl işi midir ki?
Ulu Allah, sana pek büyük bir değer vermiştir. Buyurdu ki: "Gerçekten de Allah, cennet karşılığı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıştır."
Değer bakımından iki dünyadan da artıksın; Fakat neyleyeyim ki değerini sen bilmiyorsun
Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek fazla senin. Ulu Allah buyuruyor ki: Sizi de, soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da, zamanınızı da satın aldım ben; bana harcarsanız, bana verirseniz karşılığı ölümsüz cennettir; değerin budur işte bence. Fakat sen, tutar da kendini cehenneme satarsan kendine zulmetmiş olursun. Hani o yüz dinarlık bıçağı duvara
saplayıp ona bir kabak, yahut bir testi asan kişi gibi.Şimdi gelelim sözümüze.
Bahane getiriyor da ben kendimi yüce işlere harcamadayım. Fıkıh, hikmet, mantık, nücûm, tıp, daha da başka bilgiler öğreniyorum diyorsun. Sonucu, bunların hepsi de senin içindir. Fıkıh öğreniyorsan kimse elinden ekmeğini kapmasın, elbiseni soymasın, seni öldürmesin de sağ-esen kalasın diye öğreniyorsun.
Yıldız bilgisini öğreniyorsan gökyüzünün hallerini, yıldızların yeryüzüne tesirlerini anlamak, yeryüzünde ucuzluk mu olacak, pahalılık mı; eminlik mi hüküm sürecek, korku mu; bilmek için öğreniyorsun; bunların hepsi de sana ait. Yıldız kutlu olur, kutsuz olur, senin talihinle ilgiliyse bu da senin için. Düşünürsen anlarsın ki temel sensin, onların hepsi de senin parça-buçuğun. Parça-buçuğunda bunca yayılış, bunca şaşılacak şeyler, bunca şaşılacak haller, sonsuz âlemler olursa artık var da gör, sen asılsın, sen de ne haller var. Çünkü parça-buçuklarında bile can âleminde ne çıkışlar var, ne inişler var, ne mutluluklar var, ne kutsuzluklar var, faydalar var, zararlar var. Hani, filân canda şu Özellik var, ondan şu iş meydana gelir, filân şu işe yarar dersin ya.
Senin şu uykudan, şu yiyip içmeden başka bir gıdan daha var. "Rabbime konuk olurum, o beni
doyurur, suvarır" denmiştir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmuşsun da şu gıdaya dalıp gitmişsin; gecegündüz bedeni beslemedesin. Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var. Fakat sana hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların ahırında kalakalmışsın; ölümsüzlük dünyasının padişahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma beden üst olmuş da o yüzden gönlün de bedenin buyruğuna uymuş, ona tutsak olup kalmış. Hani Mecnun, Leylâ´nın bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ´ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye giderdi. Mecnun kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin-geriye dönmüş-gitmiş.
Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve, başıma belâ oldu diye bağırıp deveden yere atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu.
Şiir:
Devemin dileği geride, benim dileğim ilerde;
Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.
(Mevlânâ) buyurdu ki: Allah sırrını kutlasın Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik söz söyler, sohbet ederken birisi, senin mehdini filândan duydum dedi. Seyyid, bir göreyim, bakayım buyurdu, o filân da kim? Kimin nesi? Beni tanıyacak,övecek bir derecede mi? Beni sözle tanıdıysa tanımamış demektir. Çünkü bu söz kalmaz; bu harf, bu ses kalmaz. Bu dudak, bu ağız kalmaz. Bunların hepsi de arazdır. İşimle tanıdıysa gene böyle. Yok, beni zâtımla tanıdıysa o vakit anlarım-bilirim ki o, beni övebilir, o övüş, bana aittir, beni övüştür.
Hikâye: Bu, şuna benzer hani. Derler, anlatırlar ya; padişahın biri, oğlunu, yıldız, remil bilgileriyle başka bilgileri öğrenmesi için hünerli bir topluluğa vermişti. Çocuk, pek aptal olmakla beraber bu bilgileri elde etmiş, tam usta olmuştu. Bir gün padişah, yüzüğünü avucuna aldı, oğlunu sınamak için gel dedi, söyle bakalım, avucumda ne var? Çocuk, avucundaki dedi, yuvarlak, sarı, ortası boş. Padişah, doğru buldun dedi,peki, söyle bakalım, bu ne çeşit birşey, ne olabilir? Çocuk kalbur olacak dedi. Padişah dedi ki: Akılları şaşırtacak kadar ince vasıflarını bilgi kuvvetiyle bildin de kalburun avuca sığamayacağını nasıl bilemedin?
Şimdi zamane bilginleri de böyledir işte. Bilgilerde kılı kırk yararlar, kendilerine ait olmayan şeyleri iyiden-iyiye bellemişlerdir; onları iyice kavramışlardır. Fakat asıl önemli olan, bütün bunlardan fazla kendilerine yakın bulunan, kendi varlıklarıdır; kendi-kendilerini bilmezler. Herşeye helâldir, haramdır diye hüküm verirler, bu caizdir, o caiz değildir, şu helâldir, şu haramdır diye hükmederler de kendileri helâl midir, yoksa haram mı; caiz midir, değil mi; temiz midir, pis mi; onu bilmezler. Şu içi boş oluş, sarılık, şekil,yuvarlaklık, yüzün için eğretidir. Yüzüğü ateşe attın mı bunların hiçbiri kalmaz; hepsinden arı olan özü, zâtı kalır. İşte herşeyin vasfını söylemek, bilgilere, işlere, sözlere ait övüşlerde bulunmak da böyledir; buna benzer; bütün bunlardan sonra baki kalan zâtiyle ilgisi yoktur bunların. Onların övüşleri şuna benzer; Hep
bunları söylerler, anlatırlar da sonunda, avuçtaki kalburdur hükmüne varırlar; çünkü asıl olan şeyden haberleri yoktur.
Meselâ ben kuşum, duduyum, yahut bülbül. Bana, bir başka türlü öt derlerse ötemem. Çünkü dilim, budur benim, başka türlü söz söyleyemem ben. Bu, şunun aksinedir amma. Birisi kuşların ötüşünü taklit eder, onlar gibi öter, fakat kuş değildir, kuşların düşmanıdır, avcısıdır o. Öter, şakır; maksadı, kuşların kendisini kuş sanmalarını sağlamaktır. Ona, başka türlü seslen deseler seslenebilir; çünkü bu ötüş, onun ötüşü değildir, eğretidir onda; başka türlü ses de çıkarabilir o. Çünkü o, insanların kumaşlarını çalmak, her evden bir başka kumaş göstermek için öğrenmiştir bunu.
5. BÖLÜM - Dedi ki :
Bu ne lûtuftur ki Mevlânâ şereflendirdi bizi; hiç beklemezdim; gönlümden bile geçmezdi; buna lâyık da değilim. Benim gece-gündüz el kavuşturup onun kullarının-kölelerinin safında bulunmam gerekti;halbuki ona bile lâyık değilim hâlâ. Bu ne lûtuf?
(Mevlânâ) buyurdu ki: Bütün bunlar, himmetinizin yüceliğinden. Yüce, büyük bir dereceniz var. Ağır,yüce işlere koyulmuşsunuz. Himmetinizin yüceliği yüzünden gene de kendinizi kusurlu görüyorsunuz; buna razı olmuyorsunuz; kendinize birçok şeyleri gerekli biliyorsunuz. Gönlümüz daima tapınızda; fakat, bedenle de şereflenmeyi diledik. Fakat bedenin de pek büyük bir itibarı var; hattâ itibarın da yeri mi? Beden, özle ortak. Özsüz beden, nasıl bir işe yaramazsa bedensiz öz de bir işe yaramaz. Hani tohumu, kabuksuz olarak yere ekersen baş vermez, tutmaz; fakat kabuğuyla ekersen tutar, büyük bir ağaç olur. Şu halde bu bakımdan bedenin de büyük bir kadri var; böyle de olması gerek zâti. Onsuz bir iş görülemez; hiçbir maksada ulaşılamaz; evet, vallahi de böyledir bu. Asıl, anlamı bilene, anlam haline gelene göre anlamdır.
Hani derler ya "İki rek´at namaz, dünyadan da hayırlıdır, dünyadakilerden de." Amma bu, herkese göre değil; birisi olsa da dünya yüzünde ne varsa hepsine sahip olsa, bütün dünyanın malına-mülküne sahipken hepsi elinden çıksa, iki rek´at namazını kaçırmak, ona bundan da daha zor gelirse işte o kişiye göredir bu.
Dervişin biri, bir padişahın yanına vardı. Padişah ona, ey zâhit dedi. Derviş, zâhit sensin dedi. Padişah,ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi, bütün dünya benim. Derviş, hayır dedi, ters görüyorsun sen. Dünya da, âhiret de, bütün mal-mülk de benim, âlemi ben zaptetmişim; bir lokmayla bir hırkayı yeter bulan sensin."Artık nereye dönerseniz dönün, Allahın zâtına dönersiniz." Bu, boyuna böyledir, tecelli hiç kesilmez,sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta feda etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa yayılan hayvanlara benzerler.
Buyurdu ki: Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları olduğunu ikrar etmen için gösterdi. "Elbette geçeceksiniz bir halden bir hale; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?" Bunu, ilerdeki katları ikrar etmen için gösterdim, inkâr edip var olan budur ancak demen için değil. Bir usta, sanatını,hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermediği başka hünerlerine de ikrar edip var olan budur ancak demen için değil. Bir usta, sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermediği başka hünerlerine
de ikrar ettirmek, inandırmak için gösterir. Hani padişah da, kendisinden daha başka şeyler de istesinler,umsunlar, bu umutlarla keseler örsünler, diksinler diye bağışlarda, ihsanlarda bulunur. İşte bu, bu kadardır, padişah artık başka birşey vermez; verip vereceği budur ancak desinler diye değil. Hattâ padişah,birisinin böyle diyeceğini, bu düşünceye kapılacağını bilse ona asla ihsanda bulunmaz.
Zâhid ona derler ki işin sonunu görür, dünya ehliyse ahiri görür. Fakat Allahya tam yaklaşmış arifler,ne sonu görürler, ne ahiri. Onlar, öne bakarlar da her işin başlangıcını bilirler. Hani bilen biri buğday eker;bilir ki buğday bitecektir, buğday biçecektir o. Sonu, önceden görmüştür. Arpa, pirinç, başka şeyler eken de böyle. Madem ki önü gördü, sona bakmaz artık; bütün sonlar, önceden malûmdur ona; fakat bunlar azdır. Sonu görenlerse orta hallilerdir. Ahırdakilere gelince yayılan hayvanlardır.
İnsana yolu gösteren derttir, hem de her işte. İnsan, hangi işe koyulura koyulsun, o işin derdi, o işin hevesi, aşkı, gönlünde doğmazsa adam, o işe girişemez; o iş, dertsiz kolay gelmez ona. İster dünya olsun,ister âhiret... İster alış-veriş olsun, ister padişahlık... İster bilgi olsun, ister yıldız; isterse başkası; hepsi de böyledir. Meryem de doğum ağrısı başlamadan baht ağacının yanına gitmedi. "Doğum ağrısı, onu hurma ağacının dibine sevk etti." Onu, ağaca götüren o dertti de kuru ağaç meyve verdi. Beden Meryem´e benzer.Her birimizin bir Îsâ´sı var. Bizde dert meydana gelirse Îsâ´mız doğar; fakat dert olmazsa Îsâ, geldiği o gizli yoldan gider, gene aslına kavuşur; ancak biz mahrum kalırız; faydalanamayız ondan. Can, iç âlemde yokluk-yoksulluk içinde; tabiat dışarda nimetlere gark olmuş Şeytan, yiyip içmeden mîde fesâdına uğramış, Cemşîd´se daha sabah kahvaltısı bile etmemiş.
Mesîh´in yeryüzündeykeni hastalığını tedâvi ettir;
Mesîh göğe ağmaya koyuldu mu derman, elden çıkar-gider.
6. BÖLÜM - Bu söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiyedir. Fakat söz söylenmeden de anlayan kişiye söz söylemeye hacet mi var? Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür. Bunların hepsi de "ol der,oluverir" sözüyle bildirildiği gibi sözden doğmuştur. Yavaş söylenen sözü bile işiten kişiye anlatmaya koyulmanın, bar-bar bağırmanın ne lüzumu var? ,
Bir Arap şâiri, padişahın birinin tapısına geldi. Padişah Türk´tü, Farsça bile bilmiyordu. Şâir, padişaha arapça pek güzel bir kaside düzmüştü. Padişah tahtına oturmuştu. Bütün dîvan ehli huzurdaydı. Beyler,vezirler, teşrifata göre sıralanmıştı. Şâir, ayağa kalktı. Getirdiği kasideyi okumaya başladı. Padişah beğenilecek yerlerde başını sallıyor, şaşılması gereken yerde şaşkınlık gösteriyor, gönül alçaklığı gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda bulunuyordu. Dîvan ehli şaşırdılar. Padişahımızın arapça bir söz bile bilmezdi; tam yerinde nasıl oluyor da başını sallıyor; yoksa arapça biliyordu da bunca yıldır bizden mi gizliyordu; arapça edebe aykırı bir söz söylediysek vay bizim halimize diyorlardı..Padişahın pek sevdiği bir kölesi vardır. Ona at verdiler, katır verdiler, mal verdiler; bir o kadar daha vermeyi de boyunlarına aldılar.
Bize şu hali bildir, padişah arapça biliyor mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl baş sallıyordu; yoksa bu,keramet miydi, ilham mıydı, öğren de haber ver bize dediler.
Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmişlerdi, birçok av avlanmıştı. Padişahı memnun gördü, hali sordu.
Padişah güldü de vallahi dedi, ben arapça bilmem; amma başımı sallıyordum, çünkü o şiirden maksadı nedir, onu anlıyordum da başımı sallıyor, anlıyor, beğeniyordum.
Artık anlaşıldı ya, temel olan, maksattır, o şiirse maksadın parça buçuğudur; o maksat olmasaydı o şiir söylenmezdi. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. İkilik, parça-buçuklardadır; temelse birdir. Nitekim şeyhlerin yolları, görünüşte çeşit-çeşittir. Hallerinde, sözlerinde, hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat bakımından hepsi de birşeydir; o da Allahyı aramaktan, dilemekten ibarettir. Hani şu konağa bir yeldir,eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır; kilimleri oynatır; çer-çöpü havalandırır; havuzun suyunu zerre-zerre dalgalandırır; ağaçları, dalları, yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine aykırı, çeşit-çeşit halleri belirtir amma maksat, temel, gerçek bakımından hep bir şeydir; çünkü hepsinin hareketi bir yeldendir.(Biri dedi ki: Kusurumuz var. (Mevlânâ) buyurdu ki: Kim bu düşünceye düşer, ah ne haldeyim, neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve yardıma uğrayış delilidir. "Azarlayış kaldıkça sevgi de vardır" derler. Çünkü dostlar azarlanır, yabancılar azarlanmaz.
Amma azarlayışta da fark var. İnsanı dertlendiren, müteessir eden, akıllandıran azar, sevgiye, yardıma delildir. İnsana dert vermeyen, geçip giden azar, sevgiye delil olamaz. Hani tozu gitsin diye halıyı döverler ya, akıllılar buna azar demezler. Fakat baba çocuğunu, adam sevdiğini döverse buna azar derler; sevgi delili, böyle bir vakitte meydana çıkar. Şu halde madem ki kendinde bir dert, bir pişmanlık görüyorsun; bil ki bu, Allah’ın yardımına, sevgisine delildir. Kardeşinde bir ayıp görüyorsan o ayıp, sendedir de onda görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü "inanan, inananın aynasıdır." O aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan incindiğin zaman, kendinden inciniyorsun demektir.
Dedi ki: Bir fili, su içsin diye bir su kaynağına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor, başka bir fil var sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu ki kendinden ürkmekdedir. Zulüm ediş, kin güdüş, hasret, hırs, insafsızlık,ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir başkasında gördün mü ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin. İnsan, kendi kelliğinden,kendindeki çıbandan iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, gönlüne hiç de tiksinti gelmez.Fakat bir başkasında küçücük bir çıban, yahut azıcık bir yara görse onun yediği yemekten tiksinir, o yemek,içine sinmez. İşte kötü huylar da kelliliklere, çıbanlara benzer. İnsan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez;fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun
ya, o da senden ürker, incinirse mâzur gör; senin incinişin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor. "İnanan, inananın aynasıdır" dedi,"kâfir, kâfirin aynasıdır" demedi. Amma bu, kâfirin aynası yok demek değildir; onun da aynası vardır amma aynasından haberi yoktur.
Bir padişahın gönlü daralmıştı, bir ırmak kıyısına oturmuştu. Beyler, ondan ürküyorlar, korkuyorlardı.Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir maskarası vardı; pek yakındı ona. Beyler onu çağırdılar. Eğer dediler,padişahı güldürebilirsen sana şu kadar dünyalık veririz. Maskara, padişahın yanına gitti, fakat ne kadar çalıştı-çabaladıysa bir türlü güldüremedi. Padişah ona bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu güldürsün; boyuna suya bakıyor, başını kaldırmıyordu bile. Maskara, padişaha, suda ne görüyorsun dedi.
Padişah, bir kaltaban görüyorum deyince maskara, a âlemin padişahı dedi, bu kul da kör değil ya.
İşte buna benzer hani; sen onda bir şey görüyorda inciniyorsan o da kör değil ya, senin gördüğünü o da sende görürsün.
Ona karşı iki "ben" olamaz; oraya iki "ben" sığamaz. Sen de "ben" diyorsun, o da "ben" diyor. Ya sen onun Önünde öl, ya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat o ölmez, buna imkân yok. Ne dış âlemde ölür o, ne zihinde; çünkü "o, bir diridir ki ölmez". Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfü vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkân yok, sen öl de o, sana tecelli etsin, ikilik kalksın-gitsin. İki kuşu birbirine bağlasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört kanat olmuştur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa bağlasan diri kuş uçar; çünkü ikilik kalmamıştır.
Güneşte öylesine bir lütuf var ki yarasaya karşı ölür; amma buna imkân yoktur da a yarasa der,
lûtfum herşeye ulaşmış, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen mümkün. Öl de ululuk ışığımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık Kafdağı´nın Zümrüdüanka´sı ol.
Allah kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir kul, Allah dan dostunun sağlığını istemedeydi. Allah kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu istemiyorum dendi. O Allah kulu ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi. Allah ım diyordu; onun sağlığını dilemeyi gönlüme veren sensin;bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi: Dilediğinin olmasını istiyorsan başını ver, sen yok ol, kalma,geç-git şu dünyadan. O kul, Yârabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için başıyla oynadı da işi oldu. Bir kulda bu lûtuf olur, bir günü bile, önü-sonu bütün dünya ömrüne değen ömrünü feda ederse o lûtfu yaratanda böyle bir lûtuf olmaz mı? İmkân mı var buna? Madem ki onun yok olması mümkün değil, bari sen yok ol gitsin.
Ağır canlı biri geldi de (1) büyük bir kişinin (2) üst tarafına geçti-kuruldu. (Mevlânâ)
buyurdu ki: (1) Selim Ağa nüshasında kelimenin altına kırmızı mürekkeple "Şeyh Seref-i Herevî" yazılmıştır (109 a). İzzet Koyunoğlu nüshasında da gene kırmızı mürekkeple "Müstevfî´nin evinde oldu. Şeyh Herevî idi." mealinde "Şeyh Herevî bûd der hâne-i Müstevfî kaydı ilâve edilmiştir. (2) Selim Ağa nüshasında gene alta "Çelebi Hüsâmeddîn" yazılmıştır (109 a).
Işığın üst yanında olmuşlar, yahut alt yanında olmuşlar, ne farkı var onlarca? Işık yücelik dilerse
kendisi için dilemez; maksadı başkalarına fayda vermektir; başkalarının da ışığından faydalanmasını ister. Yoksa mum, nerde olursa olsun, ister aşağıda bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o. Mumun da yeri mi? Onlar ölümsüz güneştir. Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları şudur: Halkta onların yüceliğini görecek göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzağıyla dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür yüceliğe yol bulsun, âhiret tuzağına düşsün. Hani Mustafâ da Mekke´yi, başka şehirleri, onlara muhtaç olduğundan zaptetmiyordu; herkese yaşayış bağışlamak, aydınlık vermek, görüş lûtfetmek için zaptediyordu. "Bir avuçtur bu avuç ki vermeye alışmıştır; almaya alışık değildir."
Onlar halkı aldatırlar amma bağışta bulunsunlar diye aldatırlar, onlardan birşey almak için değil. Bir adam, hileyle kuşçağızları tuzağa düşürmek, onlara yemek, satmak için tuzak kurar; buna düzen derler.
Fakat bir padişah, kendindeki hünerden haberi bile olmayan değersiz, acemi doğanı tutup elinde- bileğinde besleyip terbiye etmek, yüceltmek, ona avlanmayı belletmek için tuzak kurarsa buna düzen demezler.
Görünüşte düzendir amma doğruluğun, verginin, bağışın, ölüyü diriltmenin, taşı lâ´l haline getirmenin, ölü erliksuyunu insan şekline sokmanın ta kendisidir; hattâ bunlardan da üstün bir şeydir bu. Doğan, kendisini niçin tutuyorlar, bunu bir bilseydi yeme muhtaç olmazdı da canla-gönülle tuzağı arardı; padişahın eline kendiliğin-uçar, konardı.
Halk, onların sözlerinin dış yüzüne bakar da der ki: Biz, bu sözleri çok işittik. İçimiz, kat-kat dolu bu sözlerle. "Kalblerimizde kılıf var; hayır, Allah küfürleri yüzünden lânet etmiştir onlara." Kâfirler,gönüllerimiz, bu çeşit sözlerin kılıfıdır, bu sözlerle dop-doluyuz biz derler de Allah, onlara cevap vererek buyurur ki: Hâşâ, gönüllerimiz bu sözlerle değil, vesveselerle, hay.allerle, ikilikle, hattâ lanetle doludur.
Çünkü "küfürleri yüzünden Allah lâ-net etmiştir onlara." Keşke o hezeyanlardan boş olsaydı da bu sözlerin bir kısmını kabullenseydiler; fakat bu kabiliyet de yok onlarda. Gözleri, bir başka renk görsün, Yûsuf´u kurt görsün; kulakları bir başka türlü ses duysun, hikmeti saçma-sapan bir söz saysın, gönülleri bir başka renge boyansın, vesveselerin, hayallerin yeri-yurdu olsun diye Ulu Allah, onların kulaklarını, gözlerini, gönüllerini mühürlemiştir. Gönülleri kışa dönmüştür; buzdan, soğuktan ne varsa derilmiş, toplanmıştır gönüllerinde. "Allah, gönüllerine ve kulaklarını mühür vurmuştur ve gözlerinde de örtü var onların." Hattâ bunlarla dolu olduğunu söylemenin de yeri mi? Ne onlar, ne onlarla övünenler, ne de soyları-sopları, ömürleri boyunca gerçeğin kokusunu bile duymamışlardır, gerçeğe ait bir tek söz bile işitmemişlerdir. Bir testi var, Ulu Allah onu bâzı kimselere suyla dolu gösterir, onları bu suyla suvarır, kanakana içerler. Bâzı kimselereyse boş gösterir, dudakları bile ıslanmaz. Testiden su içemeyen ne diye şükretsin? Bu testiyi dolu gören kişi şükreder.
Ulu Allah, "Allah Âdem´in balçığını kırk gün yoğurdu" hükmünce onu düzdü-koştu, bunca zaman yeryüzünde kala-kaldı. Lânet olasıca İblis, yere inmişti. Âdem´in kalıbına rastladı. O kalıba girdi,damarlarında döndü-dolaşti; iyice seyretti; kanla dolu olan damarlarını, sinirlerini, hıltlarını gördü. Dedi ki: Arş ayağında görmüştüm, bir İblis yaratılacak diye yazılıydı. Eyvahlar olsun, şaşarım doğrusu İblis bu değilse; olsa-olsa budur mutlaka.
Esenlik size dedi de kalktı (Mevlânâ).
7. BÖLÜM - Atabek’in oğlu geldi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Baban boyuna Allahyla meşgul, inançı
da üstün; bu, sözünden anlaşılıyor. Bir gün Atabek dedi ki: Rum kâfirleri, Tatar´a kız verelim de din bir olsun; şu yeni din, şu Müslümanlık ortadan kalksın dediler. Dedim ki: Bu din, ne vakit bir olmuş ki? Daima ikiydi, üçtü. Dindarların arasında da boyuna savaş vardı, öldürme vardı. Dini nasıl olur da bir yapabilirsiniz siz?
Mevlânâ bu hususta birçok faydalı şeyler söyledi de dedi ki:
Din orda, yâni kıyamet kopunca âhirette bir olur. Fakat burada, dünyada buna imkân yoktur. Çünkü burada herkesin bir dileği var, herkes bir başka havada; bu, burada birliğe imkân vermez. Fakat kıyamette olur; çünkü herkes bir olur, bir yere bakar, birşey duyar, birşey söyler. İnsanda birçok şeyler vardır. Fare vardır, kuş vardır. Kimi olur, kuş, kafesi yüceye ağdırır; kimi olur, fare, aşağıya çeker. İnsanda yüz binlerce birbirine aykırı canavarlar vardır. Ancak oraya giderlerse fare, fareliği bırakır, kuş, kuşluğundan geçer;hepsi de bir olur-gider. Çünkü istenen şey, ne yücelerdedir, ne aşağılarda. İstenen meydana çıktı mı ne yukarıya uçar insan, ne aşağıya iner. Birisi bir şey kaybetse sağı-solu arar, önde-ardda aranır. Fakat onu buldu mu ne yukarıyı arar, ne aşağıyı; ne solda arar, ne sağda; ne önde arar, ne ardda; her yan derilir, bir yerde toplanır-gider. Kıyamet gününde de herkesin görüşü bir olur; herkes bir dili söyler, bir sözü duyar,
bir şeyi düşünür. Hani on kişinin bir bağı, yahut dükkânı olsa, onu da ortak olsa sözleri de bir olur, dertleri de; oyalandıkları şey de birdir.
İstenen bir kimsedir. Bu yüzden kıyamet gününde de herkesin işi Allahya düşer de herkes bir olurgider. Bu bakımdan dünyada herkes, bir başka işle uğraşır. Birisi kadın sevgisine düşer, öbürü mal sevdasına. Biri kazanca düşer, öbürü bilgiye. Herkes, dermanım, zevkim, hoşluğum, rahatım ondadır der,buna inanır. Bu, Allah’ın bir rahmetidir. İnsan dilediği, aradığı şeye yönelir; fakat bulamayınca geri döner.
Bir an durur, düşünür de der ki: O zevk, o rahmet, aranası birşey; galiba iyi aramadım, tekrar arayayım.Gene arar, fakat-bulamaz. Böyle aranır-dururken ansızın rahmet, perdesiz olarak yüz gösterir. Ondan sonra anlarbilir ki yol, o değilmiş.
Fakat Ulu Allah’ın öylesine kulları da vardır ki kıyametten önce de böyledir onlar, gerçeği görürdururlar. Allah yüzünü, özünü ululasın. Ali, buyurur ki: "Perde açılsa da yakıynim artmaz." Yâni "kalıbı kaldırsalar, kıyamet belirse, gene yakıynim ziyadeleşmez."
Bu, şuna benzer hani: Bir topluluk, kap-karanlık bir evde her biri bir yana yüz tutup namaz kılsa
gündüz olunca, yüzlerini kıbleden başka bir yana çevirmiş, o yana namaz kılmış olanların hepsi de namazlarını kaza ederler; fakat geceleyin yüzünü kıbleye tutan, kıbleye yönelip namaz kılan, ne diye kaza etsin? Zâten hepsi de onun döndüğü tarafa dönecekler. Şu halde şu gece çağında ona yüz tutan, ondan başkasından yüz çeviren kullar var ya, kıyamet, onlarca ap-açık meydandadır, kopmuş-gitmiştir zâten. Sözün sonu yoktur; fakat isteyen ne kadar isterse o kadar iner. "Hiçbir şey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen bir miktarda indiririz." Hikmet yağmura benzer. Madeninde sonsuzdur,fakat ne kadar gerekse o kadar yağar. Kışın, baharın, yazın, güzün, miktarınca; baharın biraz daha çok,yahut az. Amma geldiği yerde sonsuzdur o. Şekerciler şekeri, eczacılar ilâcı kâğıda korlar. Fakat şeker,kâğıtta olduğu kadar değildir. Şekerin madenleri, ilâçların madenleri sonsuzdur; kâğıda nerden sığacak?
Hani kınamışlardı da Allah esenlik versin ona, Kur´ân Muhammed´e neden âyet-âyet iniyor da sûre-sûre inmiyor demişlerdi. Allah rahmet etsin, esenlik versin ona, Mustafâ buyurdu ki: Bu ahmaklar ne söylüyorlar? Bana tam olarak birden inseydi yanar-giderdim., kalmazdım ki. Çünkü bilip anlayan, azdan çoğu anlar, birşeyden birçok şeyleri, bir satırdan defterleri. Bu, şuna benzer: Bir topluluk oturmuş, bir hikâye dinliyordu. İçlerinden biri, anlatılanı tam olarak biliyordu, olayın içinde bulunmuştu o. Bir işaretten olayın hepsini anlıyordu. Sararıyordu, kızarıyordu, halden hale giriyordu. Başkaları, duydukları kadar anlıyordu, çünkü o hallerin hepsini bilmiyorlardı ki. Fakat bilen, o kadarından pek çok şey anlamıştı.
Geldik sözümüze: Evet, aktarın yanına geldin mi, şekeri çoktur amma kaç parayla geldin, ona bakar, o kadar şeker verir. Burada da gümüş para, himmettir, inançtır. İnanç ve himmet miktarınca artar-durur söz.
Şeker almaya geldin mi çuvalına bakarlar, ne kadarsa o kadar tartarlar; bir kile, yahut iki kile verirler.Fakat adam, tutmuş da deve katarları getirmişse, birçok çuvallarla gelmişse kilecilerin gelmelerini buyururlar. Çünkü bu iş uzun sürecek, çabuk savulmayacak, kileci gerek derler; kilecileri getirirler. Böylece bir insan vardır; ona denizler bile yetmez; bir insan da vardır, birkaç katre yeter ona; fazlası ziyan verir.
Bu, yalnız anlam, bilgiler, hikmet âleminde böyle değildir. Mallarda-mülklerde, altınlarda, madenlerde hep böyledir. Hepsi de sınırsızdır, sonsuzdur; fakat adamına göre sunulur. Çünkü insan, fazlasına dayanamaz;deli-divâne olur. Görmez misin Mecnun´u, Ferhat´ı, onlardan başka âşıkları? Bir kadının aşkı yüzünden dağlara-ovalara düştüler. Çünkü onlara, dayanamayacakları kadar istek sunuldu. Görmez misin Firavun´u?
Ona fazla mal-mülk sunuldu, Allahlık dâvasına girişti. "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın." İyiden-kötüden hiçbir şey yoktur ki katımızda, haznemizde sonsuz defineleri bulunmasın; fakat herkese, dayanacağı kadar göndeririz, çünkü uygun olanı da budur.
Evet, bu adam inanmıştır, fakat inanç nedir, onu bilmez. Çocuk da ekmeğe inanmıştır amma inandığı nedir, onu bilmez ya, tıpkı onun gibi işte. Bitkiler de böyledir. Ağaç,susuzluktan sararır-solar, kurur; fakat susuzluk nedir, bilmez. İnsanın varlığı bir bayrağa benzer. Önce bayrağı dikerler; sonra akıl, anlayış, kızış,öfke, yumuşaklık, lûtfediş, korku, umut gibi sayısını ancak Allah’ın bildiği sonsuz huylardan meydana gelmiş orduları, her yandan, o bayrağın altına gönderirler. Uzaktan bakan, yalnız bayrağı görür; fakat yakından bakan, bayrağın altındaki topluluğu da görür. Yâni gaflette olan, ancak şu bedeni görür, bilense bakınca onda ne inciler-mücevherler var, ne anlamlar var, anlayıverir.
Birisi geldi. (Mevlânâ) dedi ki: Nerdeydin Özlemiştik, neden geciktin?
O zat, böyle rastladı dedi. (Mevlânâ) bizde dedi, dua ediyorduk, bu rastgeliş dönsün-gitsin,
kalksın aradan. Ayrılık getiren rastlayış gerekmez. Evet, vallahi herşey Allah dandır amma Allah a göre iyidir; bize göre değil. Hani şu dervişler söylerler, herşey iyidir derler ya, doğru söylerler. Herşey Allah a göre iyidir, olgundur; fakat bize göre değil. Zina etmek, namaz kılmamak, namaz kılmak, kâfir olmak,Müslüman olmak, Allah a eş-ortak tanımak, Allah ı bir, eşsiz-ortaksız bilmek... Hepsi de Allah a göre iyidir; fakat bize göre zina etmek, doğrulukta bulunmak, kâfir olmak, Allahya eş-ortak tanımak, kötüdür;namaz kılmak, hayırlarda bulunmak iyidir; Allahya göreyse hepsi de bir. Nasıl ki bir padişahın mülkünde,zindan da var, darağacı da var; elbise de verir, mal-mülk de ihsan eder; maiyetinde adamlar da bulunur;düğün-dernek de olur, zevk-neş´e de; davul da vardır, bayrak da... Hepsi vardır, hem de padişaha göre hepsi iyidir. Hani elbise vermek, onun saltanatının yüceliğindendir ya;darağacı, zindan, öldürüş de saltanatının yüceliğindendir. Ona göre hepsi de olgunluktur; fakat halka göre elbise vermekle darağacına
çekmek, nasıl olur da bir olur?
8.BÖLÜM - Çaçaoğlu, namazdan daha üstün nedir diye sordu.
(Mevlânâ), bir kere dedi, namazın canı namazdan üstündür diye bu soruya cevap vermiştik, etraflıca anlatmıştık, ikinci cevap da şu:
İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiç bir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi. Her dinin namazı bir başka çeşittir; fakat hiçbir dinin imanı değişmez. Namazın şekilleri, kıblesi, başka şeyleri değişebilir; daha başka farklar da var; dinleyenin zevkine, özleyişine göre meydana çıkar. "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen miktarda indiririz. "Dinleyen, hamur yoğuranın önündeki hamura benzer; söz de suya benzer. Hamura, ne kadar su gerekse o kadar su döker.
Şiir:
Gözüm, bir başkasına bakıyorsa ne yapayım ben?
Kendinden şikâyetlen; çünkü onun ışığı sensin.
Gözüm başkasına bakıyor, yâni başka bir dinleyen arıyor senden başka; ne yapayım ben, gözümün ışığı sensin. Sen, senliğindesin, kendinden, varlığından kurtulmamışsın ki aydınlığın yüz bin kat artsın.
Hikâye: Bir adam vardı, pek arıktı, pek aşağılıktı; bir serçe kuşuna benzerdi, gözlere o kadar küçük görünürdü. Onu görmeden, çirkinliklerinden arılıklarından şikâyet eden aşağılık kişiler bile onu gördüler mi,Allah´ya şükrederlerdi. Bütün bununla beraber padişahın divanında vezirin yüzüne karşı sert sözler söylerdi,büyük lâflar ederdi. Vezir, bu yüzden dertlenir, fakat hazmederdi. Sonunda bir gün vezir kızdı; ey divan ehli, bu olmayasıca, onmayasıca herifi ben tuttum, topraktan kaldırdım, besledim-geliştirdim. Bizim, bizim atalarımızın ekmeğiyle, nîmetiyle, bizim soframızda adama döndü de yüzümüze karşı bu çeşit sözler
söyleyecek bir dereceye geldi diye bağırdı. Adam sıçrayıp kalktı da a divan ehli, a devletin büyük adamları ,a devletin direkleri dedi; doğru söylüyor. Onun ve atalarının nimetiyle, artık ekmeğiyle beslendim,büyüdüm de sonunda böyle aşağılık bir hale geldim, böylesine rezil-rüsvây oldum işte; başka birinin ekmeğiyle nimetiyle beslenseydim belki yüzüm de, boyum-posum da, değerim de bundan iyi olur, bundan üstün olurdu; o beni yerden kaldırdı amma ben, boyuna "keşke toprak olsaydım" deyip durmadayım; bir başkası beni topraktan kaldırsaydı belki böyle maskara olmazdım.
Şimdi, Allah eri tarafından terbiye edilen mürîdin canı kanatlanır. Fakat bir müzevvir, bir gösterişçi tarafından terbiye edilen ondan bilgi belleyen, terbiyeyi, savaşmayı ondan öğrenen, canı onun yüzünden sararıp solan kişi, tıpkı onun gibi aşağılık, arık, bunalmış, gamlı bir hale gelir, işkillerden kurtulamaz,duyguları noksan kalır. "Onlar ki inanmazlar, dostları şeytandır onların, onları ışıktan karanlıklara çıkarır."
Canı, gizli şeyleri görsün-göstersin diye bütün bilgileri, insanın mayasına katmış, o mayayı öyle yoğurmuş.Hani arı-duru su, dibinde taş mı var; çakıl mı, başka şey mi, ne varsa, yüzünde de ne yüzüyorsa hepsini gösterir ya; bu, sonradan birşey yapılarak suya verilen eğreti bir hal değildir, onun temelinde, aslında vardır bu, yaratılıştan verilmiştir ona; fakat su toprakla, yahut başka renklerle bulandı mı o hâssa, o hüner , ondan ayrılır, onu unutur-gider.
İşte Ulu Allah, bulanmış, bir başka renge girmiş küçük sular, onlara karıştı mı, bulanıklıklarından
kurtulsunlar, o eğreti renkten halâs olsunlar diye peygamberleri, erenleri, arı-duru ulu sular gibi gönderdi.
Küçük su, kendisini arı-duru görünce hatırına gelir, önce böyle arı-duruydum gerçekten de der; bilir ki bulanıklıklar da eğretiymiş, renkler de eğreti. Bu eğreti şeylere uğramadan önceki halini hatırlar da "bu birşey ki, bundan önce de bununla rızıklanmıştık biz" der. Şu halde peygamberlerle erenler, insana önceki hali hatırlatırlar, mayasına yeni birşey eklemezler insanın. Şimdi büyük suyu bilip tanıyan, ben ondanım,onunum diyen her bulanık su, akar, ona kavuşur, karışır-gider. Fakat büyük suyu tanımayan, onu kendisinden başka gören, kendi cinsinden başka bir cinsten sanan bulanık su, renklerle, bulanıklıklara sığınır; sonunda da ona karışmaz; denizden uzak mı, uzak düşer. Hani (Peygamber) buyurmuştur ya:"Canlardan, bilişenler uyuşurlar; bilmeyenler, hoşlaşmayanlar aykırılığa düşer." Onun gibi işte. Gene bunun için (Allah) buyurmuştur: "And olsun ki, size, sizden bir peygamber geldi." Yâni ulu su, küçük suyun
cinsindendir, ondandır, onun mayasındandır. Küçük su, ulu suyu kendinden görmüyor, onu inkâr ediyor,tiksiniyor ondan ya, bu da suyun kendinden değildir; bir kötü eş-dostun yüzündendir; onun sekli suya vurur da ondan. O kötü eş-dost, onunla öylesine karılmış-birleşmiştir ki ulu sudan, denizden ürküp kaçması,kendinden midir, yoksa o kötü eş-dostun kendine vuruşundan, kendisinde görünüşünden midir, bunu bile bilemez, anlayamaz; hani tıpkı toprak yiyen gibi, o da toprağa meylim, huyumdan mıdır, yoksa tabiatıma karışmış bir hastalıktan mı der; bilemez de bilemez.
Bil ki tanık olarak söze gelen her beyit, her âyet, her hadîs, çeşitli olayları görmüş iki tanığa benzer;nerde tanıklık ederlerse oraya uygun tanıklıkta bulunurlar. Hani iki tanık, bir evin vakıf olduğuna tanık olurlar. Gene o iki tanık, bir dükkânın satışına tanıklıkta bulunurlar. Aynı iki tanık, bir nikâha da tanık olurlar. Hangi olayda bulunurlarsa o olaya göre tanıklık ederler. Tanığın görünüşü bu, anlamı ayrı. Allah bizi de faydalandırsın, sizi de. "Renk, kan rengi amma koku, misk kokusu."
9. BOLÜM - O dedik, sizi görmeyi arzuluyor; Hudâvendgâr´ı görmeyi dilemekteyim deyip
duruyor.
Mevlânâ buyurdu ki:
Hudâvendgâr´ı şu anda, gerçek olarak göremez.Çünkü onun Hudâvendgâr´ı görsem diye görmeyi
arzuladığı şey, Hudâvendgâr´ın yüzündeki örtüdür; bu anda Hudâvendgâr´ı örtüsüz göremez. Halkın babaya, anaya, kardeşe, dostlara, göklere, yerlere, bağlara, bahçelere, sayvanlara bilgilere, ibadetlere,yiyeceklere, içeceklere, hâsılı bu çeşit şeylere duyduğu istek, beslediği sevgi onları benimseyip esirgeyiş de buna benzer. Hepsi de Allahyı özler, onu ister. Bu şeylerin hepsi de örtüdür. Bu dünyadan geçtilerde o padişahı örtüsüz gördüler mi bilirler-anlarlar ki onların hepsi de perdeymiş, yüze tutulan örtüymüş;diledikleri, gerçekte o bir tek şeymiş. İşte o vakit bütün güçlükler çözülür, gönüllerindeki bütün soruların,cevabını işitirler; herşey açığa çıkar. Allah’ın cevabı her müşkülü teker-teker, ayrı-ayrı cevaplandırmayı da gerektirmez. Bir cevapla bütün sorular, bir uğurdan bilinir, müşkül çözülür-gider. Hani kışın, herkes,elbisesine bürünür, kürkünü giyer, bir tandır başına çöker. Emekliye-sürüne soğuktan bir bucağa girer,sığınır ya. Ağaç, ot, daha başka bütün bitkiler de soğuktan meyvesiz, yapraksız kalırlar; soğuk, bir zarar
vermesin diye varlarını-yok-larını içlerine çeker, gizlerler. Bahar görünüp de cevaplarını verince, onların ölümü-dirime, bitkiye ait çeşitli soruları bir uğurdan cevaplandırılmış olur, müşkülleri hallolur-gider. Hepsi de baş çıkarırlar, o belâ neden gerekmiş, anlarlar, bilirler. Ulu Allah bu örtüleri, bir iş için yaratmıştır.
Allah’ın yüzü, örtüsüz görünseydi biz ona dayanamazdık, faydalanamazdık da; örtüler yüzünden yardım görmedeyiz, faydalanmadayız. Şu güneşi görüyorsun ya, hani onun ışığıyla yol yürüyoruz, görüyoruz, iyiyi kötüden ayırdediyoruz; onunla ısınıyoruz; ağaçlar, bağlar-bahçeler meyve veriyor; ham meyveler, ekşi, acı meyveler, onun ısısıyla oluyor, olgunlaşıyor, tatlılaşıyor; altın, gümüş, lâ´l, yakut madenleri, onun tesiriyle oluyor, türlü sebeplerle bunca faydalar veren şu güneş, daha yakına gelse hiç bir fayda vermez; hattâ bütün dünya, bütün halk yanar-gider, birşeycik kalmaz. Ulu Allah dağa, örtüyle-perdeyle görününce dağı,ağaçlarla, güllerle, yeşilliklerle dolduruyor,süslenmiş-bezenmiş bir hale sokuyor;, fakat örtüsüz-perdesiz
göründü mü, onu alt-üst ediyor, zerre-zerre parçalayıp gidiyor. "Rabbi, dağa göründü mü onu param-parça etti."
Birisi, kışın da aynı güneş yok mu diye sordu (Mevlânâ) dedi ki:
Bizim koyundan bahsedişimiz, örnek getirmektir; maksadımız budur. Yoksa orda ne koyun vardır, ne deve. Örnek başkadır, denk-eşit oluş başka. Akıl, onu çabasıyla anlayamaz; anlayamaz amma çabasından da ne vakit kurtulur akıl? Çabasını bırakırsa akıl değildir o. Anlaşılmaz, anlamaya imkân yoktur amma akıl, ona derler ki gece-gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düşüncelere dalar, çalışır-çabalar, kıvranır-durur, kararsız bir hale düşer. Akıl, pervaneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervane, kendini muma vurur,yakar, helak olur-gider; fakat pervane de ona derler ki o yanıştan zarar görse, elemlere düşse bile muma dayanamasın; kendisini atsın-gitsin. Bir yaratık olsa da pervaneye benzese, fakat mumun ışığına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervane değildir. Pervane de kendisini mumun ışığına vursa da o ışık
pervaneyi yakmasa ona da mum demezler. Şu halde Allahya dayanan, ona ulaşmak için çalışıp
çabalamayan kişi, insan değildir; fakat Allahyı anlar-bilirse o bilinen-anlaşılan da Allah değildir. İnsan ona derler ki çalışıp çırpınır, Allah’ın ululuk ışığının çevresinde rahatı-kararı kalmaz.Allah da odur ki insanı yakar-yandırır, yok eder-gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.
10. BÖLÜM - Pervâne dedi ki: Mevlânâ Bahâeddi

armi
Wed 27 January 2010, 04:48 pm GMT +0200
Şimdi bu halk da böyledir. Esirgeme yüzünden birisi öğüt verse hased ediyor derler. Fakat o adamda bir maya varsa sonunda anlama yüz tutar. Çünkü ona Elest gününde bir katredir, damlamıştır; sonunda o katre, işkillerden, mihnetlerden kurtarır onu. Gel, niceyebir uzak kalacaksın bizden, niceye bir ilişkiler,sevdâlar içinde bunalıp duracaksın? Fakat insan, bir topluluğa ne söz söyliyebelir ki o topluluk, o çeşit sözü ne bir kimseden duymuştur, ne şeyhinden.
Mayasında ululuk olmayan,
Büyüklerin adlarını duymaya dayanamaz.
Anlama yüz tutmak, önce o kadar güzel görünmez amma gittikçe tatlılaşmaya başlar. Görünüşün
tersinedir bu. Şekil önce güzel görünür, onunla ne kadar çok düşer-kalkarsan o kadar soğursun ondan.
Nerde Kur´ân´ın şekli, görünüşü, nerde Kur´ân´ın anlamı. İnsana bak; nerde şekli, nerde anlamı? İnsanın şeklindeki anlam gitti mi bir soluk bile evde bırakmazlar onu.
Allah sırrını kutlasın, Mevlânâ Şemseddîn buyurur, anlatırdı. Büyük bir kervan bir yere gidiyormuş.
Çöle düşmüşler. Ne bir mâmurluk bulmuşlar, ne bir içim su. Derken ansızın bir kuyuya raslamışlar; fakat kovası yokmuş. Bir kab elde ederler, ip bulurlar. Kaba bağlayıp kuyuya sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş kova yoktur. Bir kap daha bulup sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş, kova yok. Bir kap daha bulup sallarlar. Gene ip kesilir. Derken kervandan birini iple kuyunun dibine indirirler, o da çıkmaz, orda kalır. Kervanda akıllı biri varmış; o, ben ineyim der. Onu sallarlar. Kuyunun dibine varması yaklaşınca korkunç bir Zenci karşısına çıkar. Akıllı adam, bundan kurtulmama imkân yok, bâri aklımı başıma devşireyim, kendimi kaybetmeyeyim, bakalım, başıma ne gelecek der. Zenci, uzun masal söyleme der,
tutsağımsın benim, doğru cevap vermedikçe hiçbir şeyle kurtulamazsın. Adam, buyur der. Zenci, yerlerden neresi daha iyidir diye sorar. Akıllı adam, kendi-kendine tutsağım, çaresizim onun elinde; Bağdat desem, yahut başka bir şehri söylesem belki onun yerini kınamış olurum der. İnsana nerde bir eş-dost bulunursa orası daha iyidir; isterse orası kuyu dibi olsun, orası daha iyi; isterse fâre deliği olsun, orası daha iyi diye cevap verir. Zenci, beğendim-beğendim, kurtuldun; dünyada bir tek adam var, o da sensin; Şimdilik seni bıraktım-gitti; senin yüzünden öbürlerini de âzâd ettim; bundan böyle hiç kan dökmeyeceğim; dünyadaki
bütün insanları senin sevginle sana bağışladım der. Sonra da bütün kervan halkını suvarır, kandırır. Şimdi bundan maksad, anlamdır; bu anlamı bir başka çeşit söyleyebilmek de mümkün, fakat mukallid, ancak şu şekli görür; onlara söz söylemek güçtür. Şimdi bu sözü başka bir örnekle söylesen de duymazlar.
19. BÖLÜM - Tâceddin Kabaî´ye, şu mollalar aramıza giriyorlar, halkı, din yoluyla inançsız bırakıyorlar dediler buyurdu. (Sonra da) dedi ki:
Hayır, onlar bizim aramıza girip bizi inançsız edemezler. Hâşâ, bizden değildir onlar. Hani bir köpeğe altın tasma takarlar ya. Takarlar amma bu yüzden o köpeğe av köpeği demezler ki. Avlanmak, av köpeğindeki bir huydur, bir hünerdir; ister altın tasma tak, ister yün. Bilginlik de cübbeyle, sarıkla değildir bilginlik, bilgin kişinin özündeki bir hünerdir; bilgin, ister ağır kumaştan yapılmış kaftan giysin, ister abayakebeye bürünsün, farketmez. Nitekim Peygamberin zamanında da münâfıklar, din yolunu kesmek istediler; mukallidi din yolunda gevşetmek için namaz elbisesi giyindiler. Çünkü kendilerini Müslümanlardan
göstermeselerdi bunu başaramazlardı. Yoksa bir Firenk, yahut Musevî, dini kınasa sözünü dinlerler mi hiç?
"Vay o namaz kılanlara ki namazlarının şartlarını unuturlar önem vermezler, gösteriş için kılarlar, en değersiz şeyi bile vermezler."
Sözün tümü şu: O ışık sende de var, fakat insanlık yok; insanlık iste; maksat budur; bundan ötesi boş söz ancak. Söz fazla bezenince maksat unutulur. Bir bakkal, bir kadını seviyordu. Kadının cariyeciliğiyle, şu halde, bu haldeyim, seviyorum, yanıyorum, kararım yok, sitemlere uğramışım, cefâler çekmedeyim, dün şöyleydim, dün akşamım şu halde geçti diye haberler yolladı; uzun-uzadıya masallar okudu. Cariyecik, kadının yanına varınca dedi ki: Bakkalın selâmı var; gel de diyor, seni şöyle böyle edivereyim. Kadın, bu kadar soğuk mu söyledi dedi. Cariye, o uzun-uzun söyledi-durdu amma maksadı bu, temel olan da maksattır, ötesi başağrısı dedi.
20. BÖLÜM - (Mevlânâ) buyurdu ki:
Gece-gündüz uğraşıyor, kadının huylarını güzelleştirmeye çalışıyorsun. Kadının pisliğini kendinle temizlemedesin; kendini onunla temizlersen daha iyi olur; çünkü onu da kendinle beraber temizlemiş olursun. Kendini, onun için temizle; ona doğru git. Sence olmayacak bir söz bile söylese doğru söylüyorsun de. Kıskançlığı bırak. Kıskançlık, erkek huyudur amma şu bir tek iyi huyla birçok kötü huylar peydahlanır sende. Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber, bunun için "Müslümanlıkta keşişlik yoktur"
buyurdu; keşişler yalnız yaşarlar, dağlara çıkarlar, evlenmezler, dünyadan vazgeçerler; bunlar yoktur Müslümanlıkta. Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber’e ince, gizli bîr yol gösterdi yüce, büyük Allah. Nedir o yol? Kadınların cefâlarını çekmek, olmayacak sözlerini dinlemek, onlara üst olmak, kendi huylarını temizlemek, güzelleştirmek için evlenmek. "Gerçekten de sen, pek büyük, pek güzel huylara sahipsin."
İnsanların cefâlarına, eziyetlerine dayanmak, kendi pisliğini onlara sürmek gibidir. Senin huyun,
onların kötülüklerine dayanman yüzünden güzelleşir, iyileşir; onların huylarıysa bu saldırma, bu haddini aşma yüzünden kötüleşir. Bunu bildin ya, kendini temizlemeye bak. Onları, kendi pisliğini onunla temizlediğin bir çaput bil. Nefsini yenemezsen aklını başına devşir de tutalım, aramızda nikâh yok; başı boş bir sevgili o; istek üstün olunca yanına gidiyorum de; kızgınlığını, hasedini, kıskançlığını bu yolda yen, gider kendinden; onların cefâsına dayanmak, olmayacak şeylerine tahammül etmek tadını alıncaya dek bu dersi ver kendine. Ondan sonra artık bu ders olmadan da dayanmaya başlarsın, kendine zulmetmeye alışır
gidersin; çünkü artık faydanı, apaçık bunda görürsün.
Rivâyet etmişlerdir; Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber, sahâbeyle bir savaştan gelmişti.
Bu gece şehrin dışında yatacağız, yarın gireceğiz şehre diye davul çalın buyurdu. A Allah elçisi dediler,sebebi ne? Olabilir ya dedi, kadınlarınızı yabancı erkeklerle buluşmuş görürsünüz; canınız sıkılır; bir fitnedir, kopar. Sahâbeden biri dinlemedi; kalkıp gitti; karısını bir yabancıyla buldu. Peygamber´in yolu buydu:
Kıskançlığı, öfkeyi gidermek için zahmet çekmek; kadını doyurmak, giydirip kuşatmak için zahmet çekmek;yüz binlerce hadsiz-hesapsız zahmetler tatmak; böylece de Muhammed´lik âlemi yüz gösterinciyedek dayanmak, Îsâ´nın yolu, çabalamak, yalnızlık, isteğe uymamaktı; esenlikler ona, Muhammed’in yoluysa kadının ve insanların derdini-cefâsını çekmek. Mâdemki Muhammed´in yoluna gidemiyorsun, bâri Îsâ´nın
yoluna git de bir uğurdan yoksun kalma. Sende bir arılık varsa yüz sille yersin, meyvesini, karşılığını ya görürsün, yahut da göreceğine inanırsın; mademki buyurmuşlardır, haber vermişlerdir, elbette böyle bir şey var, sabredeyim de zamanı gelir, birdenbire o haber verdikleri şey bana da ulaşır dersin; ulaştığını da görürsün. Değil mi ki bu zahmetler yüzünden şu anda hiçbir şey elde edemedim amma sonunda defineler bulacağım diyorsun. Bunu gönlüne koymuşsun; defînelere ulaşırsın, beklediğinden, umduğundan fazlasını
elde edersin. Bu söz, şimdi tesir etmez amma bir zaman sonra daha pişkin, daha olgun bir hale gelirsin, o vakit adam-akıllı tesir eder sana.
Kadın nedir, dünya ne? İster söyle, ister söyleme; o, neyse gene odur, yaptığını bırakmayacaktır o. Hattâ söyledikçe daha da beter olur. Meselâ bir somun al, koltuğuna koy, sakla, bunu kimseye
vermeyeceğim de vermeyeceğim; vermek şöyle dursun, göstermeyeceğim de de. Ekmek, bolluğundan,ucuzluğundan yerlere dökülüp saçılmıştır, köpekler bile yemiyor amma vermemeye, göstermemeye kalkıştın mı, bütün halk ona düşer; sakladığın, göstermediğin o ekmeği mutlaka göreceğiz diye yalvarmaya, seni kınamaya, sövmeye koyulur. Hele koltuğuna-yenine sakladığın, vermemeye,göstermemeye savaştığın o ekmeğe öylesine düşerler ki bu düşkünlük, haddi-sınırı aşar-gider. Çünkü "İnsan men´edildiği şeye düşer." Kadına gizlen diye emrettikçe onda, kendini gösterme isteği çoğalır-durur; halkta da o kadın ne kadar gizlenirse onu görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen oturmuşsun, iki tarafın da isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru-düzen bir iş sanıyorsun; oysa ki bu iş, bozgunculuğun ta kendisi. Mayasında kötü bir işte bulunmamak varsa, yapma desen de, demesen de iyi huyuna, temiz yaratılışına uyacak, ona göre hareket edecektir o; bırak, işkillenme sen. Yok, tersine, mayası pisse gene kendi yolunu tutacaktır o. Gerçekten de yapma-etme, görünme demek, isteği arttırır ancak; başka şeye yaramaz.
Şu adamlar, Allah sırrını kutlasın, Tebrizli Şemseddîn´i gördük diyorlar. A hoca diyor, onu gördüm ben.
A kızkardeşi orospu, nerde gördün? Damdaki deveyi görmeyen, iğne yordamını gördüm, ipliği de geçirdim diyor. Ne hoş söylemişler o hikâyeyi; hani, iki şeye güleceğim geliyor demiş; biri, Zencinin parmak uçlarını karaya boyaması, öbürü körün pencereden başını çıkarması. Onlar da tıpkı buna benzer. Can gözü kör olanlar, beden pencerelerinden başlarını çıkarmışlar; ne görecekler ki. Onların beğenmelerinden, inkâr etmelerinden ne çıkar? Akıllıya göre ikisi de birdir. Beğenen de, beğenmeyen de... İkisi de görmemiştir,saçma-sapan söylenip durmada. Önce görüşü elde etmek gerek, ondan sonra bakmak. Görüş elde edildikten sonra da nasıl görülecek onlar? Dünyada bunca görüş sahibi, gerçeğe ulaşmış erenler var; onlardan başka da erenler var; onları bunlar bile göremezler. Onlara "Allah’ın örttüğü, gizlediği erenler"
derler. Şu erenler, yârabbi, gizli erenlerinden birini göster bize diye yalvarıp yakarırlar. Fakat onlar dilemedikçe, onlara gerekmedikçe ne kadar gözleri açık olsa göremezler o gizli erenleri. Şu başı boş kahpelerden hiçbiri, onlarca gerekmezse ulaşamaz onlara, göremez onları. Allah’ın gizli erenlerini, o gizli erenler dilemedikçe görmeye-tanımıya imkân mı var? Bu iş kolay bir iş değil. Melekler bile bunda kaldılar da "Biz seni överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemedeyiz, seni kutlamadayız", hepimiz de seviyoruz seni, hepimiz de candanız, salt ışığız; şunlar, şu bir avuç topraktan ibâret, obur insanlar, "Kan dökecekler" dediler. Şimdi bütün bunlar, insanın ibret alıp tir-tir titremesi içindir. Kutsal meleklerin ne
malları vardı, ne mevkileri. Ne perdeleri vardı, ne örtüleri. Salt ışıktı onlar. Allah güzelliğiyle, salt aşkla gıdalanırlardı. İleriyi görürlerdi; gözleri keskindi. Böyle olmakla beraber insanın, eyvahlar olsun; ben kim oluyorum ki; nerden neyi tanıyacağım diye tir-tir titremesi, hattâ insana bir ışık ışısa, bir zevk yüz gösterse bile ben buna nerden layıkım ki deyip Allahya binlerce defa şükretmesi için melekler, inkârla ikrar arasında kala-kaldılar.
Bu sefer Şemseddîn´in sözünden daha da çok zevk duyacaksınız; çünkü insanın beden gemisinin
yelkeni inançtır. Yelken oldu mu, yel, onu büyükbir yere sürer-götürür. Fakat yelken olmazsa söz, bir yeldir ancak.
Ne hoştur sevenle sevilenin arasında hiçbir teklif-tekellüfün olmayışı. Bütün bu teklif-tekellüfler,
yabancılar içindir. Aşktan başka herşey haramdır âşığa. Bu sözü iyice, tam anlatırdım amma yeri-sırası değil. Suyun gönül havuzuna akması için çok arklar açmak, dereler kazmak gerek. Yoksa ya dinleyen topluluk usanır, yahut da söyleyene usanç gelir, bahaneler getirir; dinleyenlerden usancı gideremeyen kişininse iki pul bile değeri yoktur. Âşık, sevgilinin güzelliğine delil getirmez kimseye. Hiç kimse de sevgilinin güzel olmadığını belirten bir delili âşığın gönlüne yerleştiremez. Şu halde anlaşıldı ki burada delilin işi yok; burada aşk istemek gerek. Şimdi beyitte mübalâğa yapsak da âşık hakkında mübalâğa değildir o. Görüyoruz hani, mürîd , şeyhin görünüşüne, şekline özünü, anlamını saçıp döküyor da,A şekli bile binlerce anlamdan daha da hoş olan diyor. Çünkü zâten şeyhe gelen mürîd, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur.
Bahâeddin, şeyhin şekli için kendi anlamından geçmiyor, kendi anlamından, şeyhin
canına ulaşmak, anlamına varmak için geçiyor, değil mi diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Böyle olamaz; böyle olursa her ikisi de şeyh olur. Şimdi içinde bir ışık elde etmelisin ki şu işkil
yükünden kurtulasın, emin olasın, içinde böyle ışık bulunan kişinin gönlünde, beylik, vezirlik gibi dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibi çakıp geçiverir. Hani dünya ehlinin gönlünde de Allah korkusu, erenlerin âlemini özleyiş gibi görünmeyen dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibidir bunlar,çakar-gider. Allah ehli olanlarsa tümden Allahya vermişlerdir kendilerini; Allahya tutmuşlardır yüzlerini;Allahyla oyalanırlar; Allahya dalmış-gitmiştir onlar. Dünya hevesleri, erkekliği kalmamış adamdaki istek,gibi bir yüz gösterir, fakat durmaz, geçer-gider. Dünya ehli de ahret hallerinde tam bunun tersinedir.
21. BÖLÜM - Şerîf-i Pâ-sûhte der ki:
Dünyaya aldırış bile etmeyen o kutlu nîmet sahibi,
Herkesin,herşeyin canıdır da cana boşverir
Vehmin neyi kavrarsa
Onun kıblesidir o, fakat vehme aldırış bile etmez.
Bu söz, berbat bir sözdür. Ne padişahı övüştür, ne kendini övüş. A adamcık, o, sana aldırış bile
etmesin, bundan ne zevk alırsın sen? Dostların sözü değil, düşmanların sözü bu. Adam, düşmanına, sana boşvermişim, aldırmıyorum bile der. Şimdi şu ateş gibi giden âşık Müslümanı bir seyret, sevgiliden zevkşevk elde etmiş de sevgili diyor, bana aldırış bile etmiyor. Bu, şuna benzer: Bir külhancı, külhanda oturmuş da padişah diyor, sana da aldırış etmez, bütün külhancılara da boşverir. Şu külhancı adamcağızdan padişah
vazgeçmiş, ona aldırış bile etmiyor; peki bu adamcağız, ne zevk alabilir bundan? Evet, söz şuna devler, ki külhancı, ben külhanın damına çıkmıştım; padişah geçiyordu. Selâm verdim ona; bana birhayli baktı da geçti-gitti; sanki hâlâ da bana bakmada desin. Bu bir sözdür ki o külhancıya zevk verir. Fakat padişah külhancılara boşverir sözü, ne padişahı övüştür, ne külhancıya zevk verir. "Vehmin neyi kavrarsa" diyor. A adamcık, senin vehmine de esrarkeşin vehminden başka ne olabilir ki? İnsanlar, senin vehmine de aldırış etmezler. Vehminle onlara hikâyeler anlatsan usanırlar, kaçarlar. Vehim de ne oluyor ki Allah ona aldırış
etmesin. Aldırış etmeyiş âyeti kâfirler hakkındadır; hâşâ, mü´minler hakkında olamaz. A adamcık, Allah’ın aldırış etmeyişi meydanda, herkes bilir bunu; sende bir hâl olur da bir-şeye değerse üstünlüğü ne kadarsa o kadar aldırış eder sana.
Şeyh-i Mahalle de derdi ki: Önce görüş gerek; söyleyip duymak sonra. Nitekim padişahı
görürler amma padişaha yakın olan, onunla görüşüp konuşan adamdır.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu eğri, berbat, tersine bir söz. Allah eserlik versin, Mûsâ söyledi, işitti de ondan sonra görmeyi
diledi. Söz makamı Mûsâ´nın, görme, Allah rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ´nın. Öyleyse bu söz nasıl doğru olur, ne biçim sözdür bu?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Birisi, Allah sırrını kutlasın, ârifler padişahı Tebrizli Şemseddîn´in katında dedi ki: Bu sabah, kesin delille Allah’ın varlığını isbât ettim. Mevlânâ Şemseddîn buyurdu ki: Demin melekler gelmişlerdi; Allah ömürler versin, dünyadakilere karşı kusurda bulunmadı da hamdolsun Allahya, Allahmızın varlığını isbât etti diye duâ ediyorlardı bu adama. A adamcağız, Allah’ın varlığı zaten meydanda; onu isbâta delil gerekmez ki. Sen bir iş yapacaksan onun katında bir mertebe, bir makam sahibi ol, o mertebede, o makamda kendini isbât et; yoksa o, senin delilin olmasa da vardır. "Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemesin."
Bunda şüphe yok ki bu fakıyhler zekidir, kendi alanlarında gördükleri şeyleri yüzde yüz, tam görürler.
Fakat onlarla öbür dünyanın arasına, caizdir, caiz değildir düzeninin kurulması için bir duvardır,
çekmişlerdir. Bu duvar, onlara engel olmasaydı o bilgiyi hiç okumazlardı; o iş, öylece kala-kalırdı. Allah sırrını kutlasın ulu Mevlânâ da buna benzer bir örnek getirir de buyururdu ki:
O dünya bir denize benzer, bu dünyâsa köpük gibidir. Üstün ve Ulu Allah, köpükçeğizi de mâmur bir hale getirmeyi diledi de bir bölük halkın arkasını o denize döndürdü; onlar, bununla oyalanmasalar halk, birbirini yok eder, köpükçeğiz de bu yüzden yok olur-gider. Bir çadırdır, padişah için kurmuşlar. Bir bölük halkı da bu çadırın kurulmasına memur etmişler. Birisi, ben ipi germeseydim der, çadır nasıl düz dururdu.
Öbürü ben mıhı çakmasaydım der, ipi nereye bağlarlardı. Herkes de bilir ki bunların hepsi, çadırda oturup sevgiliyi seyretmek isteyen padişahın kullarıdır. Çulha vezirlik isteğine düşseydi de bez dokumasaydı bütün dünya halkı, çır-çıplak kalırdı. Ona, bu işe karşı bir sevgi, bu işte bir zevk verdiler de işini yeter buldu. Şu halde bu topluluğu, bir köpükçeğizden ibâret olan dünyayı düzene sokmak için yaratmışlardır; dünyayı da o erenin düzeni için. Ne mutlu o kişiye ki dünyayı, onun düzeni için yaratmışlardır; onu, dünyanın düzeni için
değil. Şu halde üstün, Büyük Allah, herkese, giriştiği işte bir yetiniş, bir tat veriyor; yüz bin yıl ömür sürse o işi bırakmıyor; her gün o işe karşı sevgisi daha da artıyor; o işte, o sanatta mahareti artıp duruyor; ondan lezzetler buluyor, hoşlanıyor. "Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemesin" demişler ya. İp gerenin ayrı bir tesbihi var, mıh çakanın ayrı bir teşbihi. Direği yonan, yapan marangozun ayrı bir tesbihi var, çadır bezini dokuyanın ayrı bir tesbihi; çadırda oturup zevk eder, safâ süren erenlerinse bam-başka bir tesbihi.
Şimdi bu topluluk, yanımıza geliyor ya; sussak usanırlar, incinirler; bir-şey söylesek onlara lâyık olan sözü söylemek gerek, o vakit de biz inciniriz. Giderler, bizden bezmiş, kaçıyor diye kınarlar bizi. Odun tencereden kaçar mı hiç? Kaçsa-kaçsa tencere kaçar, tencere dayanamaz, Ateşin odundan kaçması,kaçmak değildir. Onu arık görmüştür de o yüzden uzaklaşmıştır ondan. Gerçekte, ne halde olursa olsun tencere kaçmaktadır. Şu halde bizim çekinip kaçmamız, onların çekinip kaçmasıdır. Biz aynayız; onlarda bir
kaçış varsa o görünür bizde; onlar için kaçarız biz. Ayna, içinde insanın kendisini gördüğü bir araçtır. Bizi usanmış görüyorsan o usanç, onların usancından ileri gelir; çünkü usanç, arıklık sıfatıdır; buraya usanç sığmaz; ne işi var usancın burada?
Şöyle rasgeldi, hamamda Şeyh Salâhaddin´e fazla tapı kıldım. O da bana karşı fazla bir gönül
alçaklığında bulundu. O gönül alçaklığından şikâyet ettim. Bu sırada gönlüme şu düşünce geldi; kendikendime, tapı kılmada aşırı vardın; gönül alçaklığını yavaş-yavaş göstermek gerek;önce elini ovarsın, sonra ayağını. Derken azar-azar, işi bir yere vardırırsın ki artık o tapı kılma, o gönül alçaklığı, görünmez olur; o da buna alışır-gider. Hâsılı onu zahmete sokmamak, alçak gönüllülüğe karşılık alçak gönüllülük etmeye zorlamamak gerek... Onu buna alıştırırsan yavaş-yavaş alıştırırsın. Dostluğu da böyle yapmak gerek,düşmanlığı da böyle azar-azar. Önce öğüt verirsin; dinlemezse döversin, gene dinlemezse kendinden
uzaklaştırırsın. Kur´ân´da da deniyor ya: "Kadınlara öğüt verin, yataklarınızı ayırın onlardan, dövün onları."
Dünya işleri de böyle gider. Görmez misin? İlkbaharın barışı, dostluğu, başlangıçta azar-azar bir ısı gösterir; derken daha çok, derken daha da çok. Ağaçlara bak; yavaş-yavaş gelişirler. Önce bir gülümseme;derken yavaş-yavaş yapraklanırlar, meyve verirler, varlarını-yoklarını elde ederler; dervişçe, sûfîce, neleri varsa ortaya korlar; hepsini de oynarlar, yutulurlar.Dünya işlerinde olsun, ahret işlerinde olsun, işe ilk girişmede aşırı gidene o iş, kolaylaşmaz. Meselâ rıyâzat mı yapacak, yolunu şöyle göstermişler: Bir batman ekmek yiyorsa her gün bir dirhem azaltır; bir-iki yıl geçti mi yediği ekmeği yarım batmana indirmiş olur.
Öylesine azaltır ki bedene onun azalışını göstermez. İbâdet de, ibâdete yüz tutuş da, namaz da böyle. Hiç mi namaz kılmıyor; namaza başladı mı, Önce beş vakit namaz kılar, onu bırakmamaya gayret eder, ondan sonra boyuna arttırmaya koyulur.
22. BÖLÜM (*)- Temel olan, İbni Çâvûş´un, Allah sırrını kutlasın, Şeyh Salâhaddin´in aleyhinde
bulunmamasıdır. Böylece faydalar elde eder, şu karanlıklardan kurtulur, perdeler, önünden kalkar. Bu İbni Çâvûş, neler diyor onun hakkında? İnsanlar, şehirlerini, babalarını, analarını, ayâllerini, soylarını-boylarını bırakırlar da Hintten-Sintten yola düşerler, giydikleri demir çarıklar paralanır-gider. Maksatları da o âlemden koku almış bir eri bulmaktır. Niceleri vardır, bu özleyişle ölürler de aradıklarını bulamazlar. Bu çeşit bir eri, evinde hazır bulmuşsun da ondan yüz çeviriyorsun; bu, büyük bir belâ, büyük bir gaflet değil de nedir?
Allah saltanatını ebedî kılsın, Şeyhlerin Şeyhi, Allah ve din Salâh´ı hakkında bana Öğüt verir, gerçekten de büyük bir adam, pek ulu bir er; yüzünde de görünüyor zâten; en önemsiz şey şu: Hangi gün yanına gittiysem bir kere bile adınızı, efendimiz, mevlâmız şeklinden başka bir şekilde andığını duymadım; günlerden bir gün bile bu sözleri değiştirmedi derdi. Onu perdeleyip bu halden başka bir hale düşüren, kötü
garezleri değil de nedir? Şimdi de Şeyh Salâhaddin hiçbir şey değil diyor. Salâhaddin, onun kuyuya düşmek üzere olduğunu görüyor da başka insanları da kavrıyan esirgeyiciliği yüzünden kuyuya düşme diyor; başka ne yapıyor ki ona. Bu esirgemeden tiksiniyor o.
Salâhaddin´in râzı olmadığı bir şey yaparsan kahrının tâ içine dalarsın. Onun kahrında oldukça da nasıl için açılır? Gittikçe cehennem dumanına dalarsın, gittikçe kararırsın. Oysa öğüt veriyor sana, diyor ki:
Kahrımda kalma; kahır yurdumdan, gazep yurdumdan lûtuf, rahmet yurduma taşın; çünkü benim râzı olduğum şeyi işlersen sevgi yurduma, lûtuf yurduma girersin; bu yüzden de gönlün açılır, ap-aydın olur. O sana, senin iyiliğin için, hayrın için öğüt veriyor; sense bu esirgemeyi, bu öğüt vermeyi kötü bir düşünceye,bir gareze veriyorsun. Böylesine bir erin, senin gibisine karşı ne gibi bir kötü düşüncesi, ne gibi bir garezi olabilir? Sen, haram olan şaraptan, yahut afyondan; yahut semâ´dan, yahut bu çeşit bir başka sebepten sarhoş olursun da o anda bütün düşmanlarından razı olursun, onların suçlarını bağışlarsın, ayaklarını-ellerini öpmek istersin. Kâfir, mü´min, bu anda bir görünür sana. Şeyh Salâhaddin´se bu zevkin temelidir; zevk denizleri onun katındadır. Allah korusun, nasıl olur da birisine kin güder, birisine garez besler o. Bu sözleri, bütün kulları kavrayan esirgeyişinden, acıyışından söylüyor ancak; yoksa bu çeşit çekirgelere, kurbağlara ne
garezi olabilir ki? Bu saltanat, bu ululuk ıssı, hiç şu yoksullarla eşit olur mu?
Bengisu karanlıktadır derler. Karanlık, erenlerin bedenleridir; bengisu da onlardadır. Bengisuya, ancak karanlıkta ulaşabilirsin; şu karanlıktan çekinirsen, kaçarsan bengisuya nasıl ulaşacaksın? Puştlardan puştluğu, kahpelerden kahpeliği öğrenmek istersen binlerce istemediğin şeye, köteğe, dilemediğin şeylere katlanmak gerek, bunu belleyip elde etmek için dayanmak gerek değil mi? Bu, böyleyken peygamberlerin,erenlerin durağı olan ölümsüz, sürüp giden yaşayışı istiyorsun da sonra hoş görmediğin bir şeye uğramamak, sendeki bâzı huylardan vazgeçmemek dileğindesin; nasıl olur bu?
Şeyh sana, eski şeyhler gibi karını, evlâdını, malını, mevkiini bırak demiyor. Eski şeyhler, bunları
derlerdi. Hattâ karını bırak derlerdi, onu biz alacağız; mürîtler de dayanırlar, katlanırlardı buna. Size kolay bir öğütte bile bulunsa neden katlanmıyorsunuz, neden tutmuyorsunuz bunu? "Nice şeyler var, tiksinir,çekinirsiniz, oysa ki hayırdır size." Üstlerine körlük, bilgisizlik çöken şu insanlar, ne söylüyorlar; hiç düşünmüyor bunlar. İnsan bir çocuğu, bir kadını sevse neler yapar, ne düşkünlüklere katlanır; onu kandırmak için malını-mülkünü feda eder, varını-yoğunu verir de gönlünü eder; gece-gündüz vazgeçmez ondan, usanmâz-bezmez; fakat ondan başka herkesten usanç gelir ona. Şeyhin, Allah’ın sevgisi, bundan önemsiz midir? En aşağı bir buyruktan, en küçük bir öğütten alınıyor da çekiniyor, vazgeçiyor şeyhten.
Anlaşıldı ki o ne âşık, ne de istekli. Âşık olsaydı, isteği bulunsaydı söylediklerimizin kat-kat fazlasına katlanırdı; gönlüne baldan da, şekerden de tatlı gelirdi.
(*) Bu bölüm arapçadır.
23. BÖLÜM- (Mevlânâ) buyurdu ki:
Tokat tarafına gitmek gerek; o tarafın havası sıcak; Antalya da sıcak amma ordakilerin çoğu Rum;sözümüzü anlamazlar. Amma Rumların arasında da öyle kişiler var ki anlıyorlar. Birgün, bir topluluk içinde konuşuyordum. Aralarında kâfirler de vardı. Söz arasında ağlıyorlar, tat duyuyorlar, halden hâle giriyorlardı.
Birisi, onlar ne anlarlar, ne bilirler ki... Bu çeşit sözü, seçkin Müslümanların bile binde biri
anlayabilirken onlar ne anlıyorlar da ağlıyorlar diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu sözün özünü anlamaları gerekmez; sözden maksat neyse onu anlarlar ya. Sonunda hepsi de
Allah’ın birliğini söyler; hepsi de der ki: Allah yaratıcıdır, rızık veren odur, herşeyde tedbir, tasarruf ıssıdır,
herkes dönüp ona varır; ceza da ondandır, bağışlama da. Bu söz, Allahyı anlatıyor, Allah anışsı; bu sözü duydular ya; herkes heyecana düşer, tat alır; özleyişi artar herkesin; çünkü bu sözden sevgilinin, özlenenin, istenenin kokusu geliyor. Yollar ayrı amma maksat bir. Görmez misin? Kâ´be´ye giden yollar çok. Kimisi Anadolu´dan gider; kimisi Şam´dan, kimisi İran´dan, kimisi Çin´den. Kimisi de deniz yoluyla Hint´ten gelir,Yemen´den gelir. Yollara bakarsan büyük bir ayrılık var, sınırsız bir ayrılık var. Fakat maksada bakarsan hepsi de birleşmiş, bir. Herkes gönlünden Kâ´be´ye gitmeyi geçirmede; gönüllerin Kâ´be´ye büyük bir bağlılığı, sevgisi var, bu isteğe hiç mi hiç ayrılık, aykırılık sığmıyor. Bu istek, ne küfürle ilgili, ne îmanla. O
ilgide hiçbir bulanıklık yok. Hani ayrı-ayrı yollar var dedik ya; herkes oraya vardı mı yoldayken birbirleriyle çekişip savaşmaları da kalmaz, ayrılık-aykırılık da biter-gider, dedi-kodu da. Yolda giderlerken bu, ona, senin tutuğun yolun aslı yok, sen kâfirsin derdi; o da bunu öyle görürdü ya; Kâ´be´ye vardılar mı bilirler, anlarlar ki o savaş, yoldaymış maksatları meğerse birmiş. Meselâ kâsenin canı olsaydı kâseciye kul-köle kesilirdi; onunla aşk oyununa girişirdi. Şimdi şu kâseyi yapmışlar ya; kimisi bunu sofraya böyle koymak gerek der;kimisi içini yıkamalı der; kimisi tekmil yıkamalı der; kimisi yıkamak gerekmez der. Ayrılık-aykırılık bu şeylerdir. Fakat kesin olarak kâseyi bir yapan, bir yaratan var; kendi-kendine meydana gelmemiştir; bunda
herkes birdir; bunda hiç kimsenin ayrılığı yoktur.
Şimdi geldik insanlara. İnsanlar, gönüllerinde Allah sevgisini taşırlar, onu dilerler, ona yalvarırlar; herşeyi ondan umarlar; ondan başka herşeyi düzüp-koşan, herşeye gücü yeten birini tanımazlar. Bu çeşit anlayışsa ne küfürdür, ne îman. İçyüzde bir adı yoktur amma o anlam suyu içten coşup dil oluğundan aktı mı donar, şekle, söze girer; o vakit adı, küfür olur, îman olur; iyi olur, kötü olur. Hani bitkiler yerden biter ya; önce bir şekli yoktur onların. Şu dünyaya yüz tuttular mı başlangıçta güzel, ince görünürler, renkleri aktır. Dünyaya ne kadar ayak basarlar, dünyaya ne kadar gelirlerse o kadar kaba bir hale gelirler, o kadar katılaşırlar, başka bir renge bürünürler. İnananla inanmayan, bir arada otursa, fakat birşey söylemese ikisi
de birdir. Düşünce yüzünden hiç kimse sorumlu olamaz. Adamın içi, hürlük dünyasıdır. Çünkü düşünceler göze görünmezler; düşüncelere göre hüküm verilemez. "Biz görünüşe, dışa göre hüküm veririz; gizli şeyleriyse Allah bilir." Düşünceleri Ulu Allah belirtir sende; sen yüz binlerce çabada bulunsan, lâhavle çeksen düşünceleri uzaklaştıramazsın kendinden. Hani Allah’ın araca ihtiyacı yoktur derler ya; görmez misin, şu düşünceleri sende, araçsız, kalemsiz, şekilsiz-renksiz nasıl belirtmede. Düşünceler, havada uçan kuşlara, ormanda gezen ceylânlara benzer. Kuşu tutup kafese koymadıkça şerîatta satman, doğru olmaz;
zâti havadaki kuşu satamazsın; buna gücün yetmez: Satımda satılan şeyi alana vermek şarttır. Elinde değil ki neyi vereceksin? Düşünceler, içte kaldıkça adsız-sansızdır; onlara hüküm yürütemezsin; ne küfür diyebilirsin, ne Müslümanlık. Kadı, içinden şunu ikrar ettin, bu çeşit bir satışta bulundun; gel, içinden şu düşünceyi geçirmediğine and iç der mi hiç? Diyemez; çünkü hiç kimse gönülden geçene, hatıra gelene hüküm yürütemez. Düşünceler, havadaki kuşlardır. Şimdi söze geldi mi, o anda küfür, yahut Müslümanlık olduğuna, iyi, yahut kötü bulunduğuna hükmedilebilir. Nitekim bedenler bir âlemdir, hayaller bir âlem,vehimler bir âlem. Ulu Allahysa bütün âlemlerin ardında; ne o âlemlerin içindedir, ne dışında. Şimdi şu
düşüncelerde Allah’ın tedbirine bak, kullanışını seyret; bunları nasıl neliksiz-niteliksiz yaratmada; nasıl kalemsiz, araçsız düzüp koşmada. O hayali, o düşünceyi araşan, göğsünü yarsan, zerre-zerre etsen bulamazsın, orda. Kanda da bulamazsın, damarda da. Yukarda da bulamazsın, aşağıda da. Hiçbir yerde bulamazsın. Yanı-önü yoktur onun; neliksiz-niteliksizdir o. Dışarda da bulamazsın onu. Allah’ın düşünceleri düzüp koşması bu kadar göze görünmez, bu kadar adsız-sansız olursa bütün bunları yaradanın izi-tozu belirmez, gözlere görünmez de görünmez olduğunu artık var, seyret. Hani şu kalıplar, anlamlara karşı, göze görünür şeylerdir, bu anlamlarsa göze görünmez, neliksiz-niteliksizdir ya; Allah’ın lûtfu karşısında âdeta bedenler, göze görünür şekillerdir.
Perdeler ardından o kutsal can bir görünseydi,İnsanlardaki akılları da beden sayarlardı, canları da.
Ulu Allah, düşünceler âlemine sığmaz; hiçbir âleme de sığmaz ya. Düşünceler âlemine, yahut bir başka âleme sığsaydı düzülüp koşulanın onu kavraması, düşüncelerin yaratıcısı olmaması gerekirdi. Şu halde bilindi-an-laşıldı ya, o bütün âlemlerin ötesinde.
"Allah, and olsun ki Elçi sinin rüyasını gerçekleştirdi; Allah izin verirse Mescidül Harâma, kesin olarak gireceksiniz." Herkes Kâ´be´ye gireceğiz der. Kimisi de Allah izin verirse gireceğiz der. Allah izin verirse diyenler âşıklardır. Çünkü âşık, kendini bir iş-güç görüyor, dilediğini yapıyor görmez; sevgilinin işine-gücüne koyulmuş görür. Bu yüzden de sevgili dilerse gireriz der. Şimdi zâhir ehline göre Mescidül Harâm, halkın gittiği bu Kâ´be´dir. Âşıklara, haslara göreyse Mescidül Harâm, Allahyla buluşmadır. Onun için de Allah dilerse derler, ona ereriz, görme yüceliğine ulaşırız. Fakat sevgilinin Allah izin verirse demesine az rastlanır.
Bir garibin hikâyesi vardır hani. Fakat garip gerek ki garibin hikâyesini işitsin, duyabilsin.
Allah’ın öylesine kulları vardır ki onlar, özlenilenlerdir, sevilenlerdir. Ulu Allah onları diler. Âşıkların ödevleri neyse Allah, onlara karşı, o ödevleri işler; böylesine bir iştir, işler-durur. Hani âşık, Allah izin verirse varırız diyordu ya; Ulu Allah, o üstün ere karşı bunu der. Bunu anlatmaya koyulsak Allahya ulaşmış erenler bile ipin ucunu yitirirler; iş böyleyken bu çeşit haller, bu çeşit gizli şeyler, halka nasıl söylenebilir?
Kalem buraya geldi de başı yarıldı-gitti.
Minâre üstündeki deveyi göremeyen devenin ağzındaki bir tek kılı nasıl görebilir? Biz gelelim ilk
hikâyeye:Allah izin verirse diyen âşıklar, yâni sevgilinin işine-gücüne koyulmuş olanlar, sevgili izin verirse, dilerse diyenler var ya; onlar Allahya dalmışlardır. Oraya yabancı sığmaz; orda yabancıyı anmak haramdır.
Yabancının da yeri mi? Kendisini yok etmeyen oraya sığmaz. "Evde-barkta Allahdan başka şey yok." Şimdi buracıkta işte; "Allah Elçisinin rüyasını" diyor ya; şimdi bu rüya, âşıkların, gerçeklerin, özliyenlerin rüyasıdır. Yoruluşu da öbür dünyada meydana çıkar. Zâti bütün dünya hayalleri rüyadır; yoruluşu da öbür dünyada meydana çıkar. Hani bir rüya görürsün, ata binmişsin. Umduğunu bulacaksın derler. Atla umudun ne ilgisi var? Sana ter-temiz paralar verirler, bunu görürsün; bir bilginden, güzel, temiz şeyler duyacaksın diye yorarlar. Para, söze ne diye benzesin? seni darağacına asmışlar görürsen; bir topluluğun başı olursun.
Darağacı, ne diye başlığa, başbuğluğa benzesin? Böylece dedik ya, dünyanın halleri bir rüyadır. "Dünya,uykuya dalmış kişinin saçma-sapan düyasına benzer." Yoruluşları da öbür dünyada bir başka çeşit olur;buna benzemez. Onu Allahsal düş yorucu yorar; çünkü ona herşey ap-açıktır. Bu, şuna benzer hani; bir bahçıvan, bahçeye girer; ağaçlara bakar; dallarda meyveleri görmeden bu hurmadır, bu incirdir, bu nardır,bu armuttur, bu elmadır diye hükmeder; çünkü bu bilgiyi elde etmiştir o; yorduğu şeylerin, verdiği hükümlerin gerçek olduğunu görmesi, o rüyanın sonucu ne oldu, bunu anlaması için kıyâmetin kopması gerekmez. Bahçıvan, bu dal ne meyve verir, nasıl önceden bilirse o da bu rüyanın yorumu nedir, önceden görmüştür. Mal, karı, elbise... Dünyanın herşeyi, bir başka şey için gerektir, özü, kendisi gerek değildir bunların. Görmez misin? Yüz bin dirhemin olsa, sen de aç kalsan, hiç de ekmek bulamazsan o paraları yemen, onlarla geçinmen mümkün mü? Kadın, çocuk meydana getirmek, isteği gidermek için gerek. Elbise
soğuktan korunmak için gerek. Böylece bütün şeyler birbirine ulanır-gider; tâ, ululandıkça ululansın, Allah a varır, zâti asıl istenen de odur; öbürünü onun için isterler, başka bir şey için değil; çünkü o, hepsinin ötesindedir, hepsinden iyidir, hepsinden daha yücedir, hepsinden daha güzeldir. Peki, hal böyleyken onu, ondan daha aşağı birşey için nasıl isterler? "Herşey döner, ona varır-dayanır." Ona erişenler, tümden dileğe erişir; artık ondan daha sonra geçilip gidilecek bir yer yoktur.
İnsan, kuşkular işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu, işkili gidermeye imkân yoktur; meğer ki âşık olsun.Âşık oldu mu, onda ne kuşku kalır, ne işkil. "Birşeyi sevdin mi ona karşı kör eder, sağır eder seni o sevgi."
İblis Âdem´e secde etmedi; buyruğa karşı geldi; dedi ki: "Beni ateşten yarattın, onuysa topraktan
yarattın." Benim özüm ateşten, onun özüyse topraktan. Yücenin, aşağılık kişiye secde etmesi nasıl yaraşır?
Bu suç, bu karşı koyuş, Allahyla bu çekişme, İblis´i lânete uğrattı, uzaklaştırdı da yarâbbi dedi, hepsini sen yaptın, senin sınamandı bu; sonra da bana lânet ediyorsun, uzaklaştırıyorsun kendinden beni. Âdem´se suç işledi; Ulu Allah onu cennetten çıkardı. Ulu Allah Âdem´e dedi ki: A Âdem, seni suçlandırdığım, yaptığın suç yüzünden seni sıkıştırdığım zaman niçin benimle çekişmedin; elinde delil de vardı; bana, herşey senden, sen yaptın; dünyada ne dilersen o olur; dilemediğin şey asla olmaz demedin. Elinde böylesine doğru, sağlam bir delil varken neden böyle bir söz söylemedin? Âdem, yârabbi dedi, bilmeye biliyordum amma sana karşı edebi bırakmadım elden, bir de sevgim, sana karşı koymaya bırakmadı beni.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu şerîat, su içilecek bir kaynaktır. Padişahın dîvanına benzer hani. Orda yapılması gereken,
yapılmaması buyurulan şeyler, öldürme, adâlette bulunma gibi halkın geri kalanlarıyla, ileri gidenleriyle ilgili buyruklar var. Padişahın dîvanından çıkan buyruklar sayısızdır, sayılamaz onlar. Pek de güzeldir, pek de faydalıdır. Dünya o buyruklarla durur. Fakat dervişlerin, yok-yoksul kişilerin hali, padişahla görüşüp konuşmaktır; buyruk verenin bilgisini öğrenmektir. Nerde buyrukları bilmek, nerde buyruk vereni bilmek,padişahla konuşup görüşmek. Arada pek büyük bir fark var. Padişahla konuşup görüşenlerin halleri bir medresedir sanki. Orda fakıyhler var. Her fakıyhin bir müderrisi var; yaratılışına göre ders veriyor. Buna karşılık da ona aylık veriyor. Birine on, öbürüne yirmi, daha öbürüne otuz. Sözü, herkesin kendi anlayışına
göre söylüyoruz. "İnsanlara, akılları miktarınca söz söyleyin, akıllarınıza göre değil; böyle hareket edin de Allah ı, Elçi´sini yalanlamasınlar."
24. BÖLÜM- Bu imâreti herkes bir kuruntuyla yapar. Ya vergili olduğunu göstermek için, ya adının anılmasını sağlamak için, yahut da bir sevâb elde etmek için. Ulu Allah’ın maksadı da erenlerin rütbelerini yüceltmek, yattıkları yerleri ululatmaktır. Onların ululanmaya ihtiyaçları yoktur, zâten uludur onlar. Mumu yüksek bir yere koymak isterler ya; bu, mum için değildir, başkaları içindir. Ona aşağı nedir, yukarı ne?
Mum, nerde olursa olsun ışıklıdır. Fakat ışığın başkalarına da ulaşmasını isterler. Şu güneş de
gökyüzündedir; aşağıda olsa gene güneştir o; güneştir amma dünya karanlıkta kalır. Şu halde onun yukarda olması, kendi için değildir, başkaları içindir. Hâsılı erenler de yüceden, aşağıdan, halkın ululamasından münezzehtir, böyle şeylere aldırış bile etmezler. Sana da o âlemin zerre kadar bir tadı, bir bakımlık lütfü yüz gösterse o solukta yüceden de, aşağıdan da, alışverişten de, başbuğluktan da usanırsın; herşeyden daha yakındır varlığın sana ya ; ondan da bezersin; hatırına bile gelmez. O ışığın mâdenidir onlar; o tadın özüdür onlar; artık aşağıyla, yukarıyla bağları mı olur? Onların övünmeleri Allahyladır; Allah da yukardan, aşağıdan münezzehtir. Şu aşağı-yukarı, bize göredir; çünkü ayağımız, başımız var bizim. Allah rahmet etsin,esenlikler versin, Mustafâ buyurdu ki: "Onun ağması balık karnında oldu, bense göğe ağdım, Arş´a vardım dîye beni, Yûnus´tan üstün tutmayın." Yâni, beni dedi, bu yüzden üstün tutacaksanız tumayın; çünkü onun
ağması balık karnında oldu; bense göklerin yücesine ağdım; fakat Ulu Allah’ın ne aşağısı vardır, ne yukarısı. Yukarıya nasıl vurur, görünürse, aşağıya da öyle vurur; öyle görünür; balık karnına da öyle vurur,Öyle görünür. O yüceden de münezzehtir, aşağıdan da. Her yer birdir onca.
Çok kimseler vardır ki başarırlar, maksatları bam-başkadır; Allah’ın maksadıysa bam-başka. Allah,Muhammed dinini ululamak, yaymak, dünya durdukça durdurmak istedi. Bak da gör; Kur´ân için ne kadar tefsîrler yapıldı; onar-onar ciltler, sekizer-sekizer ciltler, dörder-dörder ciltler. Bunları meydana getirenlerin maksatları, kendi üstünlüklerini göstermek. Zemahşerî, kendi üstünlüğünü göstermek için bunca gramer,lûgat, yerinde kullanılmış söz incelikleriyle "Keşşâfı” meydana getirdi; maksadı kendi üstünlüğünü, kendi bilgisini göstermekti; fakat bununla da asıl maksat meydana geliyordu ki o da Muhammed dininin ululanmasıydı. Şu halde bütün halk, Allah işini görmede; fakat Allah’ın maksadından haberleri bile yok;onların maksatları başka. Allah, dünyanın durmasını istiyor da onları isteklere düşürüyor. Kadına, zevk
almak için yaklaşırlar; fakat ondan bir oğlan doğar. Böylece güzelliği için, tatlılığı yüzünden bir işe koyulurlar; fakat o iş âlemin durmasına sebep olur . Demek ki gerçek yönünden Allahya kulluk ediyorlar;ediyorlar amma o kuruntuyla yapmıyorlar bu işi. Gene bunun gibi hani, mescitler yaptırırlar; kapısına, duvarına, tavanına bunca paralan harcarlar. Fakat itibar kıbleyedir; maksat odur; ululanan kıbledir , yapanların, düzüp-koşanlann maksadı bu değildir amma bu işlerle kıble, ululandıkça ululanır.
Erenlerin şu büyüklüğü, görünüşte değildir. İyvallâh, onların yüceliği, büyüklüğü var amma neliksizniteliksiz.
Şu dirhem puldan üstündür ya, görünüşte değildir bu. Meselâ dirhemi dama koysan, altını da
aşağıya; kesin olarak herhalde üstün olan altındır; inci, lâ´l de altından üstündür; ister aşağıda olsun, ister yukarda. Hani kepek, kalburun üstündedir de un altında kalmıştır; onun gibi tıpkı; kesin olarak üst olan undur, isterse altta olsun. Şu halde yücelik görünüşte değildir; anlamlar dünyâsındadır; o öz, onda varken herhalde odur üst olan, odur yüce olan.
25. BÖLÜM- Birisi içeriye girdi (Mevlânâ) buyurdu ki:
Sevgilidir, alçak gönüllüdür o. Bu, mayasında var onun. Hani meyvesi çok olan dal gibi; o meyve
onu aşağıya eğer. Meyvesi olmayan dalsa selvi gibi yücelere baş çeker. Meyve haddini aştı mı da
büsbütün yerlere döşenmesin diye o dala direkler dayarlar. Allah rahmet etsin, esenlikler versin,
Peygamberimiz pek alçak gönüllüydü; çünkü önden-sondan bütün dünyanın meyvesi onda toplanmıştı; bu yüzden de herkesten daha alçak gönüllüydü. "Selâm vermede Allah Elçisi´ni kimse geçememiştir."
Peygamber´den önce kimse ona selâm verememiştir; çünkü Peygamber, sonsuz bir gönül alçaklığıyla ondan önce selâm verirdi. Fakat tutalım önce selâm vermesin, gene de gönlü alçak olan oydu, selâmda ilk davranan oydu; çünkü selâmı ondan öğrendiler, ondan duydular. Öncekiler de, sonra gelenler de, hepsi onun vuruşudur, hepsi onun gölgesi. Bir kişinin gölgesi, eve ondan önce girse gölge, görünüşte öncülük eder görünür amma gerçekte ilk giren, o kişidir. Çünkü gölge, ona uyar. Bu huylar, şimdi meydana gelmiş de değil. Tâ o vakitten, Âdem´in zerrelerinde vardı. Onun parça-buçuklarında vardı bu zerreler. Kimisi aydındı, kimisi yarı aydın, kimisi de karanlık. Bu, şimdi meydana çıkmada. Fakat bu aydınlık, bu ışıklık,daha öncedir; onun zerresi Âdem´de hepsinden daha arıydı, daha aydındı, daha alçak gönüllüydü.
Kimi insan vardır, öne bakar; kimi insan vardır, sona bakar. Sona bakanlar üstündür, büyüktür;
çünkü görüşleri sonadır son-uca. Öne bakanlarsa daha has kişilerdir. Onlar, sona bakmamıza ne hacet var derler. Mademki buğday ekmişlerdir önce, elbette arpa bitmeyecek sonunda. Arpa ekenler de buğday biçmeyecekler. Şu halde onlar öne, başlangıca bakarlar. Bir bölük halk da vardır, daha da hastır onlar; ne öne bakarlar, ne sona. Onların hatırına ne ön gelir, ne son; onlar. Allahya dalıp gitmişlerdir. Bir bölük halk daha var ki dünyâya dalmış... Onlar da öylesine gaflete dalmışlardır ki ne öne bakabilirler, ne sona;bunlar, cehennem otlarıdır. Şu halde anlaşıldı ya, temel Muhammed´dir; "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım" denmiştir ona. Yücelikten, gönül alçaklığından, buyruk yürütmeden, yüksek rütbelerden ne varsa hepsi de onun bağışıdır, onun gölgesi; çünkü ondan meydana gelmiştir bunlar. Hani şu el ne yaparsa aklın gölgesidir o; onun gibi, aklın gölgesi vuruyor ele. Aklın gölgesi yok amma gene de gölgesiz
bir gölgesi var; hani kimi insanın varlıksız bir varlığı vardır ya; tıpkı onun gibi. Bir adama aklın gölgesi vurmasa bütün uzuvları hareketten kalır. El, tutup kav-rayamaz; ayak, adım atıp yol yürüyemez; göz,birşey göremez; kulak, bir-şey duysa ters duyar. Şu halde bu organların hepsi de aklın gölgesi yüzünden doğru, düzgün, iyi işler görüyorlar, yerinde işler başarıyorlar; gerçekte bütün o işler, akıldan meydana geliyor, organlar birer araç. Böylece bir insan da vardık ki pek büyüktür, vaktin halîfesidir; o Akl-ı Küll´e benzer; insanlarsa onun organlarıdır sanki; ne yaparlarsa onun gölgesiyle yaparlar. Onların birinden ters işler meydana gelirse bu, Akl-ı Küll´ün gölgesini, o adamın başından aldığındandır. Bir adam delirmeye başlar hani, beğenilmeyecek işlere koyulur; herkes de anlar ki aklı başından gitmiştir onun; akıl, gölge salmamaktadır ona; aklın gölgesinden, aklın korunmasından uzak düşmüştür o. Akıl, melek cinsindendir.
Meleğin şekli yoktur amma kolu-kanadı vardır; aklınsa ne şekli vardır, ne kanadı; böyle olmakla beraber gerçekte birdir onlar; bir işi başarırlar; huyları da birdir. Mâdemki bir işi görmedeler, görünüşe bakmamak gerek. Onların görünüşünü yaktın, erittin mi hepsi de akıl olur; ne kolu kalır, ne kanadı. Demek ki bildik,öğrendik ki hepsi de akıl olur; ne kolu kalır, ne kanadı. Demek ki bildik, Öğrendik ki hepsi de akıldır; fakat bedene bürünmüş; bu yüzden de onlara görünen akıl derler. Hani mumdan bir kuş yaparlar; o gene o mumdur, bir şekle bürünmüştür amma gene o mumdur o. Buz da böyledir. Erittin mi su olur. Buz haline gelmeden önce de suydu; kimse onu eliyle tutamazdı, ele-avuca sığmazdı. Fakat buz haline gelince elle tutulabilir, eteğe konabilir. Aradaki fark bundan ibârettir. Yoksa buz, o sudur, ikisi de birşeydir. İnsanın hali de şöyledir: Meleğin kanadını, getirip eşeğin kuyruğuna bağlamışlar; olabilir ya demişler, eşek,meleğin ışığından ışıklanır; onunla görüşüp konuşma yüzünden melek olur. Eşeğin onun rengine
boyanması, melek olması mümkündür çünkü,
Beyit
Îsâ, akılla yüceldi, göklere ağdı;
Eşeğinin de yarım kanadı olsaydı eşeklikte kalmazdı.
Eşeğin insan olmasına ne diye şaşılsın; Allah’ın herşeye gücü yeter. Şu çocuk, ilk doğduğu zaman eşekten de beterdir(*). Elini pisliğe atar, yalamak için ağzına götürür. Anası döver, bırakmaz onu.Eşeğinse bari bir ayırdedişi var; işerken, üstüne sidik sıçramasın diye ayaklarını açar. Ulu Allah, eşekten beter olan bir çocuğu insan ederse, eşeği insan yaparsa ne diye şaşılsın. Allah’ın katında şaşılacak hiçbir şey yoktur. Kıyamette insanın bütün organları teker-teker, ayrı-ayrı, eli, ayağı, öbür organları söz söyleyecek. Felsefeciler bunu te´vîl ederler de el nasıl söz söyleyebilir derler; elde bir iz, bir eser peydahlanır da söz yerine geçerse o başka. Hani bir yara olur, bir çıban çıkar da el söz söylüyor, isilik veren birşey yedim de böyle oldum diyor denebilir. Yahut el yaralansa, yahut da kararsa el söz söylüyor,beni bıçak kesti, yahut isli tencereye süründüm diyor denebilir. Elin, öbür organların söz söylemesi böyle olabilir derler. Sünnîler hayır derler; olamaz. O el, o ayak, duyulacak sözler söyler; dil nasıl söylerse hani.
Kıyamet gününde insan, ben çalmadım diye inkâr eder. El, evet, çaldın, ben de aldım diye apaçık söyler.
Adam, yüzünü eline, ayağına tutar da sen söz söylemezdin, nasıl oluyor da konuşuyorsun der. "her şeyi söyleten Allah bizi konuşturdu" derler; herşeyi söze getiren; kapıyı, duvarı, taşı, kerpici söyleten, bizi de söyletti; herşeye söz söyleme gücünü veren Yaratıcı, nasıl senin dilini söze getirdiyse bizi de söze getirdi
derler. Dilin bir et parçasıdır, elim bir et parçası. Bir et parçası olan dilin söz söylemesi akla sığar mı? Çok et parçası görmüşsündür; söz söylemeleri sence mümkün görünmez; görünmez amma Allahya göre dil bir bahanedir: Söz söyle buyurdu mu söz söyler. Neye de söyle buyurur, hükmederse söyler.
Söz, dinleyenin miktarına göre söylenir. Bizim sözümüz su gibidir; subeyi akıtır onu. Su ne bilsin
subeyi hangi eliyle hıyar ekilmiş yere mi akıtmıştır onu, lâhana ekilmiş yere mi, yoksa soğan ekilmiş yere mi? Şunu biliriz ancak; su çok geldi mi o yerler daha susuzdur; az gelirse orası dar bir yerdir; bir bahçedir, yahut dört duvarla çevrilmiş küçücük bir yerdir. "Allah, dinleyenlerin anlayışlarına göre hikmet ilham eder öğüt verenlere." Ben ayakkabı dikicisiyim; deri geniş amma ayak ne kadarsa o kadar keserim, o kadar dikerim.
İnsanın gölgesiyim, insanın boyuncayım;Boyu ne kadarsa o kadarını ben.
Yeraltında hayvancıklar vardır; yeraltında yaşarlar; karanlıktadır onlar. Yaşadıkları yerde göze,
kulağa muhtaç değillerdir. O yüzden de gözleri, kulakları yoktur. Göze, kulağa ihtiyâcı olmayana ne diye göz, kulak versin? Yoksa Allahda göz, kulak az değil, yahut nekeslik yok. Fakat birşeyi ihtiyâca göre verir.
İhtiyâcı olmayana birşey verecek olursa o şey, ona yük olur. Allah’ın hikmeti, lütfü, keremi yükü almaktır; iş böyleyken nasıl olur da birisine yük yükler? Meselâ keser, testere, törpü gibi dülger araçlarını bir terziye versen, bunları al desen, ona yük olur bunlar; terzi bu araçlarla iş göremez ki. Şu halde Allah, bir şeyi ihtiyâca göre verir. Bu, şuna benzer hani; yeraltında yaşayan o kurtlar, o karanlıkta yaşar-giderler. Bir bölük halk da vardır; şu dünyâyı yeter bulurlar, bu dünyâya ihtiyaçları yoktur; Allah a buluşmayı özlemezler. Can gözü, akıl kulağı, ne işlerine yarar onların. Şu baş gözüyle bu dünyâ işi olur-gider; o yana gitmeyi kurmazlar bile; onlara nasıl olur da can gözü verir? İşlerine yaramaz ki.
Sanma ki yol alanlar yok,İzleri belirmeyen olgun kişiler yok
Sen sırlara mahrem değilsin de Sanıyorsun ki başka çeşit erler yok.
Şimdi dünya, gafletle durur. Gaflet olmasa bu dünya kalmaz. Allahyı özleyiş, ahreti anış, esriyip
kendinden geçiş öbür dünyanın mîmârıdır. Tümden yüz gösterse bunlar, tümden o dünyâya gideriz,burada kalmayız. Ulu Allah burada kalmamızı, iki dünyânın olmasını diledi de iki kâhya dikti. Biri gaflet,öbürü uyanıklık; böylece iki dünyâ da mâmur olur-gider.
(*) Satırın kenarına arapça, "hamdolsun Allahya ki insan şeklinde eşek yarattı-hadîs" sözü yazılmıştır.
26. BÖLÜM - (Mevlânâ) buyurdu ki:
Katımda, yahut ben yokken lûtuflarda bulunuyorsunuz, çabalarda bulunuyorsunuz. Açıkça teşekkür etmiyorsam, sizi ululamıyorsam, sizden özür dilemiyorsam, bunlarda kusur ediyorsam kendimi büyük gördüğümden, yahut aldırış etmediğimden, yahut da nîmet verenin hakkını, karşılığında sözle, işle neükâfatta bulunacağını bilmediğimden değil. Fakat sizin ter-temiz inançınızdan biliyorum ki siz, onu özden, Allah için yapıyorsunuz, ben de özrünü Allah dilesin diyorum, ona bırakıyorum. Mâdemki yaptığını onun için yaptın; teşekkür etmeye kalkışsam, dille sizi ululasam, övsem Allah’ın vereceği sevâbın bir kısmını ben vermiş olurum. Çünkü bu gönül alçaklığı göstermeler teşekkür etmeler, övmeler, dünya tadıdır. Dünyâda bir zahmettir, çekersin ya; bu, bir mal vermeye, bir mevki bağışlamıya benzer; bunun karşılığının da tümden Allahdan gelmesi daha iyi. Bu yüzden teşekkür etmiyorum. Zâti teşekkürde bulunmak, dünya istemektir. Çünkü mal yenmez ki, mal olduğundan istenmez mal. Malla at alırlar,halayıkçağız alırlar, köle alırlar; bir mevki elde etmek isterler; böylece de övülmeyi dilerler. Zâti dünyâ
dediğin de adamın büyük, saygı değer olmasıdır; böyle olan adamı överler, sayarlar.
Buhârâ´nın Dokumacı Şeyhi, büyük bir erdi; gönül ehliydi. Bilginler, büyükler, onun katına gelirler ziyâretine varırlar, tapısında diz çökerler, otururlardı. Şeyh, anadan doğduğu gibiydi, okuma-yazma bilmezdi. Kur´ân´ın tefsîrini, hadîsi onun dilinden duymak isterlerdi. Derdi ki: Ben arapça bilmem; âyeti,hadîsi benim dilime çevirin de anlamını söyleyeyim. Âyeti diline çevirirlerdi. O tefsîr etmeye, gerçek nlamlarını söylemeye koyulurdu. Allah rahmet etsin, esenlik versin derdi; Mustafâ, filân duraktayken bu âyeti söyledi. Sonra o durağın makamları böyledir der, o durakların, o yolların hallerini, oraya ağmayı etraflıca anlatırdı. Bir gün Muarrif Alevî, onun tapısında kadıyı övüyor, dünyâda böyle bir kadı olmaz,rüşvet almıyor; eşi yok; pervâsız; özü doğru; Allah için halka adâletle muâmele etmede diyordu. Şeyh dedi ki: Şimdilik rüşvet almıyor diyorsun; biyol yalan bu söz. Sen Alevîsin, Mustafâ soyundansın, sonra da
tutuyor, onu övüyorsun; bu rüşvet değil mi? Onun karşısında onu övüyor, onu anlatıyorsun; bundan daha iyi rüşvet mi olur?
Tirmiz Şeyhülislâmı, Seyyid Burhâneddin, gerçekle ilgili sözleri güzel söylüyor; bunun sebebi de
şeyhlerin kitaplarını, sözlerini, onların sırlarıyla ilgili yazıları okumuş olması dedi. Birisi, sen de okuyorsun;nasıl oluyor da Öyle söz söylemiyorsun dedi. Dedi ki: Onda dert var, savaşma var, ibâdet var. Adam peki dedi, neden bunu söylemiyorsun, neden bu, hatırına bile gelmiyor da okumasını söylüyorsun? Temel olan bu, biz onu söylüyoruz, sen de onu söylesene. Onlarda, o dünyânın derdi yok. Kimisi ekmek yemeğe gelmiş, kimisi ekmeği seyretmeye. Bu sözleri öğrenip satmayı isterler. Bu sözler, bir geline, güzel bir halayıkçağıza benzer; onu, satmak için alırlar hani. O halayıkçağız, onu ne diye sevsin, ne diye ona gönül versin. O alış-verişte bulunan kişinin aldığı tat, satıştadır; erliği yoktur onun; halayıkçağızı satmak için alıyor; erliği, erkekliği yok ki halayıkçağızı kendisi için alsın. Puştun eline, güzelim bir Hint kılıcı geçse onu,
satmak için alır. Yahut bir babayiğidin yayı, eline düşse onu da satmak için alır. Çünkü onra o pazı yoktur ki tutsun da o yayı çeksin. O, yayı istese bile kirişi için ister; fakat kirişi çekecek gücü de yoktur; sadece kirişi sever. Onu da sattı mı, parasını allığa, rastığa verir puşt, başka ne yapacak ki? Onu sattıktan sonra ondan daha iyi ne alacak acaba?
Süryancadır bu söz; sakın anladım demeyin. Ne kadar çok anlar, bellersen o kadar uzak düşersin
anlamaktan, bellemekten. Bunun anlayışı, anlayışsızlıktır. Senin uğradığın belâ, düştüğün musibet, elde ettiğin yoksunluk, o anlayıştandır. O anlayıştan kurtulman gerek ki birşey olasın. Sen diyorsun ki kırbamı denizden doldurdum, deniz, kırbama sığdı; mümkünü yok bunun. Evet, kırbamı denizde yitirdim dersen bu söz güzel; temel olan da bu. Akıl, seni padişahın kapısına götürünceyedek güzeldir, dilenir. Onun kapısına geldin mi aklı boşa; o anda akıl, ziyan verir sana; yolunu keser. Meselâ biçilmemiş bir kumaştan bir kaftan, yahut bir cübbe diktirmek istiyorsan akıl, seni tutar, terziyedek götürür. Akıl, bu ânadek iyidir; seni
terziye ulaştırır. Şimdi bu anda aklı boşamak gerek; terziye karşı kendi düşünceni bırakmak gerek. Hasta da böyledir. Aklı o zamanadek iyidir ki onu tutar, hekime götürür. Hekime vardıktan sonra aklı bir işe yaramaz artık; kendisini hekime tapşırması gerek.
Senin gizli-gizli attığın nâralar, dostların kulaklarına geliyor; duyuyorlar onlar.Birşeyi olan, bir özü,bir derdi bulunan kişi anlaşılır. Deve katarının içindeki esrik deve, gözünden, yürüyüşünden, ağzının köpürüşünden, daha da başka şeylerinden belli oluverir: "Secdelerinin izleri yüzlerinden belli olur,yüzlerinde görünür." Ağacın kökü ne yiyorsa ağacın gövdesinden, başından, dallarından, yapraklarından,meyvelerinden belli olur. Birşey yiyip içmemiş ağaçsa solar-sararır; nasıl olur da attığınız şu yüce nâralar gizli kalır? Bu nâraların sırrı, bir sözden sözler anlamanız, bir harften nice şeyler duymanızdır. Hani birisi,Vasît okumuştur, büyük-büyük kitaplar okumuştur. Tenbîh´ten bir sözdür, duyar; onun şerhini okumuştur;o bir tek meseleden temeller, meseleler anlar. Tenbîh´in bir tek harfini duyunca hay der, yâni ben bu sözde birçok şeyler görmedeyim; onu elde etmek için zahmetler çekmişim, gecelerimi gündüz etmişim,
defîneler bulmuşum demek ister. "Göğsünü açıp ferahlatmadık mı" denmiştir ya, gönül anlatılmaya kalkışılsa sonu gelmez. Oysa o şerhi okumuştur; bir işâretten birçok şeyler anlar. Fakat okumaya daha yeni başlayan, o sözden anlamını anlar; ne haberi vardır onun, ne de hay-hay eder, nâralar atar.
Söz, duyanın miktarına göre söylenir, dinleyen, o hikmeti ne kadar çekmeye uğraşır, ne kadar
onunla gıdalanırsa hikmet, o kadar söylenir. O istemezse hikmet de söylenmez, yüz göstermez. Ne şaşılacak şey der, neden söz söylemiyor? Söyleyecek olan da ne şaşılacak şey diye cevap verir, neden söz söyletmiyor? Sana dinleme gücünü vermeyen, söyleyene de söyleme isteği vermiyor. Allah rahmet etsin,esenlikler versin; Mustafâ´nın zâmanında bir kâfirin Müslüman bir kölesi vardı; mayası temiz bir köleydi.
Sahibi, tasları al da hamama gidelim dedi. Yolda mescidin önünden geçiyorlardı. Mustafâ, sahâbeyle mescidde namaz kılıyordu. Köle, efendim dedi, Ulu Allah hakkıyçin şu tası bisoluk tut da iki rek´at namaz kılıvereyim; kılar-kılmaz gelirim. Köle mescide girdi, namaz kıldı. Allah rahmet etsin, esenlikler versin,Mustafâ, dışarı çıktı; bütün sahâbe de dışarı çıktı. Köle mescidde yapayalnız kaldı. Efendisi, kuşluk çağınadek bekledi, a köle, çık dışarı diye bağırdı.Köle, bırakmıyorlar beni diye cevap verdi. İş sınırı aşınca adam, başını mescidden içeri uzattı; bırakmayan kimdir, onu görmek istiyordu. Ne kimseyi gördü, ne kimsenin gölgesini, ne bir ayakkabı vardı, ne kımıldayan kimsecik. Köleye, seni dışarı bırakmayan kim
dedi. Köle, seni içeriye sokmıyan biri var ya dedi, beni dışarı bırakmayan o. Sen onu görmezsin hani, zâti insan, görmediği, duymadığı, anlamadığı şeye âşıktır. Gece-gündüz onu arar, ister; görmediğime kulumköleyim ben der. Anladığından, gördüğünden usanır, kaçar. Bu yüzdendir ki filozoflar, Allah’ın görüleceğini inkâr ederler; derler ki görürsen doyabilir, usanabilirsin, buysa olamaz. Sünnîlerce o, bir renkte, bir şekilde görünürse usanılır. Her solukta yüzlerce renkte, yüzlerce şekildedir. "Hergün bir iştedir o." Yüz binlerce yıllar görünse bir görünüşü, bir görünüşüne hiç mi benzemez. Sen de şu anda Allah ı izlerinde, işlerinde görüp duruyorsun. Her solukta çeşit-çeşit görmedesin; bir işi, bir işine hiç benzemiyor.
Sevinç vaktinde bir başka görünüş, ağlayış vaktinde bir başka görünüş, korku vaktinde bir başka görünüş,umut vaktinde bir başka görünüş. Allah’ın işleri, işlerinin görünüşü, izlerinin-eserlerinin görünüşü, renkrenk, çeşit-çeşit olur, bir-birine benzemezse elbette zâtının görünüşü de böyledir, işlerinin görünüşüne benzer. Onu, bununla kıyasla. Sen de bir parça-buçukken Allah’ın gücüyle bisolukta bin hale geliyorsun,bir kararda durmuyorsun.
Kullardan kimi kullar vardır, Kur´ân´dan Allahya varırlar; kimisi de vardır, hastır; Allahdan gelirler de Kur´ân´ı burada bulurlar; bilirler, anlarlar ki onu Allah yollamıştır. "Biziz Kur´ân´ı indiren; ve gerçekten de biziz onu koruyacak olan." Müfessirler derler ki bu âyet, Kur´ân hakkındadır. Bu tefsîr de iyidir amma şu da var: Yâni sana bir öz, bir istek, bir sürek verdik; onu koruyan, yitirmeyen, bir yere ulaştıran da biziz. Sen bir kere Allah de, ondan sonra ayağını dire; bütün belâlar sana gelir-çatar. Birisi, Allah rahmet etsin,esenlikler versin, Mustafâ ya dedi ki: Gerçekten de seni seviyorum ben. Mustafâ dedi ki: Aklını başına al,ne diyorsun sen? Adam, seni seviyorum dedi. Mustafâ, aklını başına al, ne diyorsun sen dedi. Adam tekrar, seni seviyorum ben deyince Mustafâ, öylesine ayağını dire dedi; kendi elinle seni öldüreceğim, vay sana. Birisi, Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ´nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki: Senin
bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun, dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm-kuvvetim kalmadı, dileğimisteğim kalmadı. Mustafâ, hâşâ dedi; benim dinimin şânından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini-barkını silip süpürmesin, ter-temiz etmesin de geri gelsin; "Ona ancak ter-temiz olanlar dokunabilirler." Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa, kendini sevmek, varlığına bağlanmak varken kendisine yol versin sana. Dostun yüz göstermesi için adamın,tümden kendinden de, dünyadan da usanması, kendine düşman kesilmesi gerek. Bizim dinimiz de hangi gönülde yerleşirse o gönlü Allahya ulaştırmadıkça, gerekmeyen şeyleri o gönül ıssından ayırmadıkça ondan el çekmez. Peygamber buyurdu ki: Şunun için din-celmedin, gam yemedesin: Gam yemen, önceki
sevinçleri, neş´eleri kusmandır. Mîdende onlardan birşey kaldıkça yemen için sana birşey vermezler;kusarken kimse birşey yiyemez. Kusması kesildi mi, o vakit yemek yer. Sen de sabret, gam yeme; gam yemen kusmaktır; kusman bitti mi bir neş´edir, çıkagelir; hem öylesine bir neş´e ki gam yok onda; öylesine bir gül ki tiken yok onda; öylesine bir şarap ki başağrısı vermez o. Dünyâda gece-gündüz dincelme,esenleşme istiyorsun. Bunun dünyâda olmasına imkân yok; amma gene de bir soluk bile isteği bırakamıyorsun. Dünyâda bir rahata ersen, bir huzur bulsan bile o rahat, o huzur, çakıp giden, durmayan bir şimşek gibidir. Hem de nasıl bir şimşek? Dolularla dop-dolu, yağmurlarla dop-dolu, karlarla dop-dolu,mihnetlerle dop-dolu bir şimşek. Meselâ birisi, Antalya´ya gitmek istese, fakat Kayseri yolunu tutsa,Antalya´ya varacağını umsa da, çabadan vazgeçmese de bu yoldan Antalya´ya ulaşması mümkün değildir;ancak Antalya yolunu tutarsa, topal da olsa, arık da olsa gene varır, erişir; çünkü yolun sonu orası. Dünya
işi bile zahmetsiz, eziyetsiz kolaylaşmıyor, ahret işi de böyle.Bâri şu zahmeti, şu eziyeti ahretten yana harca da yitmesin. Sen diyorsun ki: Ey Muhammed, al benim dinimi, dincelmiyorum ben. Bizim dinimiz,adamı dilenen şeye ulaştırmadıkça bırakır mı hiç?
Hani anlatırlar, bir öğretmen, yoksulluğundan kış günü, sâdece ketenden bir cübbe giyinmişti.
Olacak bu ya, sel de dağdan bir ayıyı sürükleyip götürüyordu. Ayının başı, su içindeydi, gizlenmişti.
Çocuklar sırtını gördüler de hoca dediler, işte bir kürk, suya düşmüş, sen de üşüyorsun; al onu. Hoca pek muhtaçtı, pek üşüyordu. Bu yüzden postu almak için suya atıldı. Ayı, hocaya pençe attı. Adamcağız, su içinde ayıya tutulmuş-kalmıştı. Çocuklar, öğretmen, kürkü getir, getiremiyorsan bırak da sen gel diye bağırdılar. Öğretmen, ben kürkü bırakıyorum amma kürk beni bırakmıyor, ne yapacağım, ben de bilmiyorum dedi.
Allah özleyişi ne vakit bırakır seni? Burada şükretmek gerek ki irâdemiz, elimizde değil, Allah
elindeyiz biz. Hani çocuk, küçükken sütten, anasından başka birşey bilmez; tapacak odur ancak ona. Ulu Allah, hiç onu, bu halde bırakır mı? Daha ileri çeker; ekmek yemeye, oyun oynamaya düşürür. Derken oradan da çeker, akıl durağına ulaştırır. Şu çocukluk, öbür dünyâya göre de tıpkı-tıpkısınadır; öbür dünyâda da bir başka meme var; seni hâline koymaz, Öylesine bir yere ulaştırır ki o hâlin çocukluk olduğunu, hiçbir şeye yaramadığını anlarsın. "Şaşarım bir bölük halka ki onları zincirlere bağlarlar da cennete sürüklerler." "Tutun, bağlayın onları zincirlerle." Sonra nîmetlere ulaştırın, sonra da olgunluğa ulaştırın. Balıkçılar, balığı birden avlamazlar. Olta, balığın boğazına takıldı mı, kanı aksın, gevşesin,arıklasın diye birazcık çekerler. Sonra hâline bırakırlar. Derken gene çekerler. Sonunda tam arık-laşır, o vakit tutup alırlar. Aşk oltası da insanın boğazına takıldı mı, kendisinde bulunan güç, pis kan, yavaş-yavaş ondan akıp gitsin diye Ulu Allah, onu yavaş-yavaş çeker. "Gerçekten de daraltan da Allahdır, genişleten
de."
"Allah dan başka yoktur tapacak" sözü, herkesin inancıdır. Bir de hasların inancı var. Hasların
inancı, "Ondan başka varlık yoktur" sözüyle belirtilir. Hani bir kişi, rüyâda padişah olduğunu görür. Tahta kurulmuştur; kullar, perdeciler, beyler, çevre yanında ayakta durmadadır. Padişah olmam gerek, hem de benden başka padişah yok der. Bir de uyanır, bakar ki evde, kendisinden başka kimsecikler yok. Bu kez,benim der, benden başka kimse yok. Fakat buna uyanık göz gerek, uykulu göz, göremez bunu, onun işi değildir bu. Her bölük, öbür bölüğe aslı yoktur der. Bunlar, gerçek biziz, vahiy bize gelmiş, onların aslı yok der. Onlar da bunlara bu çeşit söyler. Böylece yetmiş iki millet, birbirlerine, aslı yok der. Şu halde hepsi de şunda birleşiyor: Diyorlar ki hepsine de vahiy gelmemiş; demek ki vahyin yokluğunda birleşiyorlar; gene bir bölüğe vahiy geldiğinde de hepsi bir, bunda da birleşiyorlar. Şimdi aklı-fikri başında bir ayırdeden inanç
ıssı gerek ki o bir bölük hangisidir, bunu bilsin, anlasın, "İnanan, anlayışlıdır, ayırdedicidir."
(Birisi) sordu, dedi ki: Bilmeyenler, anlamayanlar çok, bilenler, anlayanlar az.
Bilmeyenlerle, özü düz olmayanlarla bilenleri ayırdetmeye kalkışsak bu iş uzun sürmez mi?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bilmeyenler çoktur, bilenler azdır amma o azı bildin mi hepsini bilmiş olursun. Hani bir avuç
buğdayı bildin mi, dünyâdaki bütün buğday ambarlarını bilmiş olursun ya; hani birazcık şekeri tattın, tadını anladın mı, yüz çeşit tatlı yapsalar şekeri biliyor, anlıyorsan, yediğin şeyde şeker bulunduğunu bilir,anlarsın ya; onun gibi işte. Boynuz kadar bir şeker kamışını emen kişinin şekeri tanıyıp bilmemesi için iki boynuzlu olması gerek.
Size bu söz, tekrar gibi görünür; bu da ilk dersi anlamamış olmanızdandır; bu yüzden bize de hergün, bunu söylemek gerekiyor. Hani bir öğretmen, bir çocuğu üç ay okutmuş, çocuk gene de "elifte birşey yok" sözünü geçememiş. Çocuğun babası gelmiş de galiba demiş, hizmette kusurumuz var; bir kusurda bulunduysak buyurun da daha çok ağırlayalım sizi. Öğretmen, yok demiş; sizin kusurunuz yok; fakat çocuk bu dersi geçemiyor. Çocuğu çağırmış; "elifte birşey yok" de demiş. Çocuk, "birşey yok" demiş,"elifte" diyememiş. Muallim demiş ki: "Görüyorsun, hal, gördüğün gibi; bu dersi bile geçemedi, bunu bile öğrenemedi; ona yeni bir ders nasıl vereyim?
(Mevlânâ) hamd âlemlerin rabbi Allah´a dedi de sonra buyurdu ki:
Şimdicek, hamd âlemlerin rabbi Allaha dedik ya; ekmek, nîmet azaldı, yedik, bitirdik diye değil bu hamd. Nîmetin sonu yok; fakat iştah kalmadı, konuklar doydular; o yüzden hamd Allaha dendi. Bu ekmek,bu nîmet, dünyâ ekmeğine, dünyâ nîmetine benzemez; çünkü dünyâ ekmeğini, dünyâ nîmetini, iştahsız olarak da, dilediğin kadar zorla yiyebilirsin; çünkü canı yoktur; nereye çekersen seninle gelir; canı yoktur
ki senden çekinsin, dilemediği yere gitmesin. Bu, Allahsal nîmetin tersinedir. Allahsal nîmet, hikmettir;canlı bir nîmettir. İştahın varsa, adam-akıllı üstüne düşersen senin yanına gelir, sana gıdâ olur. Fakat iştahın kalmadı, üstüne düşmedin mi, onu zorla yiyemezsin, zorla kendine çekemezsin. Yüzünü örter,kendini göstermez sana.
Kerâmet hikâyelerini söyledi de

armi
Wed 27 January 2010, 04:49 pm GMT +0200
Şu söz, o kadar da büyük bir söz değildir, o kadar da kuvveti yok. Nasıl büyük olabilir ki sonucu
sözdür işte; hattâ arıklık verir; fakat Allah ona bir tesir vermiştir, insana Allahyı dileyip bulma heyecanını verir. Söz, arada bir perdedir, bir yüz örtüsü. İki-üç harfin bir araya gelmesinden doğan söz, ne diye yaşatsın insanı, ne diye heyecan versin insana? Meselâ biri çıkagelir yanına; ona saygı gösterirsin, merhaba dersin. Bu yüzden senden hoşlanır, seni sever o. Birine de iki-üç sözle söversin. O iki-üç söz öfkelendirir,kırar-geçirir o adamı. Şimdi iki-üç sözün, sevginin artmasıyla, râzılığın meydana gelmesiyle, öfkelendirmeyle, düşmanlık meydana gelmekle ne ilgisi var. Fakat Ulu Allah, herkesin gözü onun güzelliğini, onun olgunluğunu görmesin diye perdeler, örtüler yapmıştır bunlara; ince perdeler gerek arık gözlere. Sonra da o, bu perdeleri buyruklar haline getirir, sebepler yapar. Şu ekmek, gerçekten yaşayışa sebep değildir: Fakat Ulu Allah, onu yaşayışa, güç-kuvvet buluşa sebep etmiştir. Nihayet o cansızdır; insanın yaşayışı yok onda. Nasıl oluyor da gücü çoğaltıyor? Onda can olsaydı diri olurdu zâti.
52. BÖLÜM - Birisi, şu beytin anlamını sordu:
A kardeş, sen, o düşüncesin ancak;
Ondan başka neyin varsa kemiktir, kıldır.
Buyurdu ki:
Sen şu anlama bak; o düşünce sözü, o özel düşünceye bir işâret. Anlamı genişletmek için düşünce
dedik ona; gerçekte o düşünce değil; olsa bile insanların anladıkları bu cinsten düşünce değil. Düşünce sözünden maksadımız buydu. İnsan, o anlamı, halkın anlaması için biraz daha aşağılara inerek anlatmak istese insan, konuşan hayvandır der. İster gizli olsun, ister duyulsun, burada söz, düşünce olur; ondan ötesi de hayvan. Demek ki insanın düşünceden ibâret oluşu, öte yanının kemikten, deriden başka bir şey olmayışı doğrudur.
Söz güneşe benzer; bütün insanlar onunla ısınır, onunla yaşar. Güneş, boyuna vardır, hazırdır,
herkes, herşey, boyuna onun yüzünden sıcaktır; fakat her vakit görünmez. Yaşayanlar da onun yüzünden yaşadıklarını, onunla ısındıklarını bilmezler. Fakat şükür olsun, şikâyet olsun, ister hayır olsun, ister şer, söz söylemeye koyuldular mı, güneş göze görünür. Gökyüzündeki güneş gibi hani. Daima ışır-durur amma ışığı bir duvarı ışıtmadıkça görünmez. Tıpkı bunun gibi söz güneşinin ışıklarıda boyuna vardır amma, harf, ses vasıtasiyle belirmedikçe görünmez. Çünkü, güneş lâtiftir, hava da lâtiftir. Kesif bir şey gerek ki o kesâfet vasıtasiyle o lâtif nesne göze görünsün, belirsin. Meselâ birisine Allah sözü hiç yüz göstermemiş, şaşkın bir halde donakalmış. Allah şöyle etti, böyle buyurdu, böyle yapma dedi dedikleri zaman ısınır o adam,
Allah’ın letâfetini görür. Amma önce de vardı o ışık; hem de ona vurup duruyordu. Fakat yap-yapma emirleri söylenmedikçe, Allah’ın yaratışı, gücü anlatılmadıkça o ışığı göremiyordu. Kimi kişiler vardır;güçleri yetmez de bal yiyemezler, arıktırlar, bal ağır gelir onlara; kuvvetlenmeleri için zerde gibi, helva gibi bir yemeğin içinde yiyebilirler. Sonunda kuvvetleri bir hadde varır ki balı, bal olarak da yemeye başlarlar.
Hâsılı anladık-bildik ya, söz, lâtif, daima ışıyan, ışığı hiç kesilmeyen bir güneştir. Fakat sen, güneşi görmek,ondan zevk almak için kesif birşeye muhtaçsın. Derken iş bir yere varır ki ışıkları, o letâfeti kesif bir vâsıta olmadan da görebilirsin; buna alışırsın, onu seyretmeye koyulursun, güç kuvvet sahibi olursun; o letâfet denizinde şaşılacak renkler, şaşılacak şeyler görür-seyredersin. Neden şaşıyorsun ki o söz, söylesen de,söylemesen de boyuna sende var. Düşüncende söz yok dersen deriz ki: Onda da söz var; hem de boyuna var. İnsan, konuşan hayvandır demişler ya, o canlılık, sen diri oldukça sendedir; o halde sözün de boyuna seninle olması gerek. Hayvanın bir şey çiğnemesi, geviş getirmesi, hayvanlığının belirmesidir amma boyuna çiğneyip geviş getirmesi şart değil. Söz de buna benzer; söylemek, meram anlatmak içindir amma boyuna
söylemek de şart değil ya.İnsanın üç hali vardır. İlki şudur: Adam, Allah çevresinde çizginmez; herkese ibâdette, hizmette bulunur. Kadına, erkeğe, mala-mülke, çocuğa, taşa, toprağa ibâdet eder de Allahya ibâdet etmez. Derken insanda bir bilgi, bir anlayış belirir, Allahdan başkasına hizmet edemez olur. Derken bu halde de ileri gittikçe gider; öyle bir hale gelir ki ne Allahya tapı kılıyorum diyebilir, ne tapı kılmıyorum diyebilir; bu iki mertebeyi de aşmıştır artık. Bu topluluktan bir ses bile duyulmaz.
Allah, ne hazırdır, ne gaaip; ikisini de yaratandır o; yâni hazır oluşu da o yaratmıştır, gaaip oluşu da.
Öyleyse ikisinden de ayrıdır o. Çünkü hazır olsa kayboluşun bulunmaması gerekir; kayboluş, bulunmayış varsa bulunuş da var demektir. Çünkü hazır oluş, bulunuş halindedir bulunmayış, kayboluş. Demek ki o ne bulunmayışla vasfedilebilir, ne bulunuşla. Bunlarla vasfedilecek olsa zıddan zıddın doğması, gerekir. Çünkü bulunmayış halinde bulunuşu yaratması gerek; bulunuşsa bulunmayışın zıddı. Bulunmayış da tıpkı bunun gibi. Hâsılı zıddın doğması, Allah’ın kendisine bir benzer yaratması caiz değildir. «Ona benzer yok» diyor.
Bu mümkün olsaydı üstün olmayanı üstün görmek gerekirdi; aynı zamanda birşeyin, kendini meydana getirmesi gerekirdi. Oysa ki her ikisi de olamaz. Buraya vardın ya, dur artık, aklını yorma; aklın işi yok burada. Deniz kıyısına varan durmak da kalmayıncayadek durur, kalakalır. Bütün sözler, bütün bilgiler,bütün hünerler, bütün zenaatler, bu sözden tat-tuz bulur. Bu söz olmasa hiçbir işte, hiçbir zenaatte tat-tuz kalamaz. Bu, böyledir amma bilmezler; zâti bilmek de şart değildir. Şuna benzer hani; bir adam, mallımülklü bir kadın alır; kadının sürüleri, yılkıları, daha da birçok malı-mülkü vardır. Adam, o koyunları görürgözetir, atları tımar eder, bahçeleri-bağları sular. Bu hizmetlerle oyalanır amma bu işlerden, o kadının varlığıyla tat alır. Kadın aradan kalksa o işlerin de tadı-tuzu kalmaz, hepsi de ölür-gider; cansız görünür
adama. Dünyadaki bütün zenaatler, bütün bilgiler, herşey, ârifin zevk ışığından dirilik bulur, hoşluğa erer,
sıcak görünür. Onun zevki olmasa, onun varlığı olmasa bütün bu işlerde ne zevk kalır, ne tat. Hepsi de ölü görünür insana.
53. BÖLÜM - Buyurdu ki:
Önceleri şiir söylerken şiir söylemeye büyük bir istek duyardım; o vakit-ki şiirlerimde tesirler vardı.Şimdiyse o istek arıklaştı; battı-gitti; fakat gene de şiirlerimde tesirler var. Ulu Allah’ın türesi bu; her şeyi doğuş vaktinde geliştirir; onda büyük tesirler yaratır, birçok hikmetler belirtir. Batış vaktinde de aynı geliştirme vardır. «Doğunun da rabbidir, batının da.» Yâni doğan istekleri de yetiştiren odur, batan istekleri de.
Mu´tezile der ki: İşleri yaratan kuldur. Kuldan beliren her işin yaratıcısı, yapıcısı kuldur. Böyle
olmasına imkân yok. Çünkü kuldan beliren her iş, ya akıl, can, kuvvet, beden gibi kulun araçlarından biriyle belirir; yahut da vasıtasız belirir. İki halde de kulun bir şey yaratmasına imkân yoktur. Bu organlarla bir iş görülse bunları bir araya toplamaya gücü yetmez; şu halde o, bu araçla bir işi yaratamaz; çünkü araç,onun hükmü altına girmez. Bu araç olmadan da bir iş yaratamaz, çünkü araçsız bir iş görmesine imkân yoktur; demek ki ne halde olursa olsun, işleri yaratan Allahdır, kul değil. Hayır olsun, şer olsun, kuldan beliren her işi kul, bir kuruntuya uyar, bir şey umar da yapar. Fakat o işteki hikmet, kulun aklına-fikrine geldiği kadar değildir. O işte kendisine görünen anlam, kendisine beliren hikmet, elde ettiği fayda,gördüğü, elde ettiği kadardır da o yüzden o işi işlemiştir. Fakat onun tümden bütün faydalarını Allah bilir; o
işten neler elde edecek, Allah bilir onu. Meselâ, ahrette sevab elde etmek, iyi bir ad-san ıssı olmak,dünyada da aman bulmak için namaz kılarsın. Fakat o namazın faydası o kadar değildir; vehme sığmayacak kadar yüz binlerce faydalar elde edeceksin amma faydaları Allah bilir de kulu bu işe koyultur.
Şimdi insan, Allah’ın kudret avucunda bir yaya benzer. Ulu Allah, onu işlerde kullanır-durur. Gerçekte yapan-eden Allahdır; yay değil. Yay bir araçtır, fakat Allahdan haberi yoktur, dünyanın durması için gaflet içindedir. Kimin elindeyim ben diyen, kimin elinde olduğunu bilen yay, ne büyük yaydır. Ne diyeyim şu dünyaya ki gafletle durur; direği gaflettir. Görmez misin, birini uyandırdılar mı, dünyadan bezer, dünyada sanki erir-yok olur-gider. İnsanoğlu, küçükken büyümeye başlar ya, gaflet vasıtasiyle büyür, gelişir; yoksa hiç mi, hiç boy atmazdı, büyümezdi. Mâdem ki gaflet vasıtasiyle mâmur oldu, büyüdü; Allah gene ona,istesin, istemesin, zahmetler yollar, çalışmalar verir; böylece de o gafletleri yur, arıtır onu da ondan sonra
o âlemle tanıştırır insanı. İnsanın varlığı, bir çöplüğe benzer, pislikten meydana gelmiş bir tepedir. Pislikten meydana gelen tepe üstünse, padişahın yüzüğü vardır orda da ondan dolayı üstündür. İnsanın varlığı, bir çuval buğdaydır; padişah, şu buğdayı nereye götürüyorsun; benim ölçeğim orda diye bağırır. İnsanınsa ölçekten haberi bile yoktur; buğdaya dalmış-gitmiştir. Ölçekten haberi olsaydı buğdaya nerden aldırış ederdi. Şimdi seni yüce âleme çeken, aşağılık âlemden seni soğutan her düşünce, o ölçekten vuran parıltıdır; o ölçeğin ışığıdır ki dışarıya vurmadadır; insan bu ışık yüzünden o âleme meyleder. Yok, tutar da
aşağılık âleme meylederse bu ölçeğin perde altında gizlenmiş olduğunu bildirir.
54. BÖLÜM- Birisi, Kadı İzzeddin´in selâmı var; boyuna sizi Övüyor dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Kim bizi iyilikle anarsa Dünyada adı, İyilikle anılsın.
Bir kimse, bir kimse hakkında iyi söylerse o hayır, o iyilik, kendisinedir, gerçekte kendisini övüyor demektir. Bu, şuna benzer: Birisi, evinin çevresine güller, fesleğenler eker; evinin bahçesini güllükgülüstanlık yapar. Ne vakit bakarsa gül görür, fesleğen görür, boyuna cennettedir. İnsan, insanların hayrını söylemeyi huy edinirse birisinin hakkında hayırlı sözler söylemeye koyulur; o da onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur. Sevgiliyi anış güldür, gül bahçesidir, güzel kokudur, esenliktir. Fakat birisinin kötülüğünü söylerse onun nefretini .kazanır; o adam da onu andı mı, hayâli gözünün önüne geldi mi, yılan,
akrep görmüşe, yahut tiken, çöplük görmüşe döner. Madem ki gece-gündüz, güller, gül bahçeleri,
İrembagları görebilirsin, elindedir bu; peki, ne diye tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezerdolaşırsın?
Herkesi sev de boyuna güllükte-gülüstalıkta yaşa. Herkesi düşman bilirsen düşmanların hayalleri
gelir gözünün önüne; gece-gündüz tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezip dolaşırsın âdeta.
Erenler, herkesi severler, iyi görürler ya; bunu başkaları için yapmazlar, kendileri için bu işe girişmişlerdir;kötü, tiksinilen bir hayal görmemek isterler. Madem ki şu dünya da insanları anmaktan, hayallerini görmekten kaçınmaya imkân yok; nefret edilen bir kötülük, yollarını kesmesin diye anış-larının da,hatırlayışlarının da hep sevimli, hep güzel olmasına çalışırlar. Demek ki halka ne yapıyorsan, halkı nasıl hayırla, şerle anıyorsan hepsi de dönüp sana geliyor. Ulu Allah bunun için «Kim bir iyilik ederse kendisinedir o; kim kötülük ederse gene kendisinedir o» buyurur; «Zerre ağırlığınca hay-reden hayrını görür; zerre ağırlığınca şer eden şerrini görür» buyurur
Birisi şu soruyu sordu:
Ulu Allah «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» deyince melekler, «Orda
bozgunculuk edecek, kan dökecek bir topluluk mu yaratacaksın? Oysa ki biz hamdederek
noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemedeyiz, kutlamadayız seni» dediler. Daha Adem
gelmemişti; melekler, önceden insanların bozgunculuk edeceğine, kan dökeceğine nasıl
hükmettiler?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu sözü iki bakımdan dediler; biri nakle dayanır, öbürü akla. Nakle dayanan şu: Melekler bir
topluluğun meydana çıkacağını, sıfatlarının şöyle olacağını Levh-i Mahfûz´da gördüler, okudular; bu yüzden haberleri vardı, ikincisi de şu: Melekler, akıl yoluyla yerden, topraktan yaratılan insanların, çaresiz hayvan sıfatında olacaklarını, hayvandan da gene çaresiz bu çeşit işler meydana geleceğini buldular. Bu anlam,insanda olacak, konuşacak, söz söyleyecek insan; fakat madem ki hayvanlık var insanlarda, çaresiz suç işleyecekler, kan dökecekler. Çünkü bu, insanların gerekli huyu.
Bir bölük insan da başka bir anlam verir. Bunlar derler ki: Melekler, tüm akıldır, salt hayırdır. Onların bir işte dilekleri, istekleri hiç yoktur. Meselâ, sen uykuda bir iş yapsan onu dileyerek, isteyerek yapmazsın;bu yüzden de sorumlu olamazsın, kınanamazsın. Rüyada küfre dair bir söz söylesen, Allah birdir desen,yahut zina etsen bir şey denemez sana. Melekler, uyanıkken bu haldedir; insanların hali, bunun tersinedir;onların dilekleri, istekleri, tamahları, hevesleri vardır. Kendileri için herşeyi isterler; herşey kendilerinin olsun diye kana girmek de isterler ki bu, hayvan huyudur. Demek ki meleklerin hali, insanların haline zıttır.
Bu yolla insanların hallerinden haber verebilirler; orda söz de yoktur, dil de, fakat böyle demeleri, yâni hem söz söylememeleri, hem de söylemeleri şuna benzer: Hani şâir, havuz, doldum dedi der ya; havuz söz söylemiyor amma anlamı şu: Eğer dili olsaydı böyle derdi. Şimdi her meleğin içinde bir levh vardır; o levhe bakar da gücü yettiği kadar dünya hallerini, dünyada olacak şeyleri önceden okur. Vakti geldi de o okuduğu, bildiği şey oldu mu Ulu Allahya inancı çoğalır, sevgisi, esrikliği artar; Allah’ın ululuğuna, gizli şeyleri bilişine şaşırır-kalır. Bu sevginin, inancın, şaşmanın çoğalmasına da sessiz-sözsüz tespihidir onun.
Hani bir mimar, kalfasına haber verir de şu yapılmakta olan saraya bu kadar tahta, bu kadar kerpiç, bu kadar taş, bu kadar saman gidecek der ya; derken saray tamamlanır; mimarın dediği kadar da harç harcanır; hem de eksiksiz-artıksız; bu hal karşısında mîmann bilgisine kalfanın inancı artar. Onların halleri de buna benzer işte.
Birisi Şeyh´e sordu; dedi ki:
Allah rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ´ya» «Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım»
dendi; bu kadar ululukla beraber «Keşke Muhammed´in rabbi Muhammed´i yaratmasaydı»
derdi, bu nasıl olur?
Şeyh buyurdu ki:
Örnekle aydınlanır; buna bir örnek getirelim de anlayın. Köyün birinde bir adam vardı. Bir kadını
sevdi. İkisinin de evi-otağı birbirine yakındı. Beraberce yaşarnıya, birbirinden gelişmeye, birbiriyle büyümeye başladı bunlar. Yaşayışları bile biribirindendi bunların. Hani balık gibi; balık da suyla yaşar ya.
Yıllarca bir aradaydılar. Derken Ulu Allah, onları zengin etti. Birçok koyunlar, öküzler, atlar, mal-mülk, altın,uşak-köle nasib etti onlara. Malın-mülkün, adamın çokluğundan şehre vardılar, orda yerleştiler. İkisi de padişahlara lâyık birer büyük konak aidi; adamlarını o saraya yerleştirdiler. Bu, bir tarafa düştü, öbürü o tarafa. Hal bu hadde varınca o yaşayışı, o zevki sürdüremediler. Gönülleri ımıl-ımıl yanmadaydı. Gizli-gizli feryadlar ediyorlardı amma hallerini dile getirmelerine de imkân yoktu. Sonunda bu yanış haddi aştı; onları tümden ayrılık ateşine yaktı. Yanış da son hadde erişince duanın kabul edileceği yere varmış oldular. Atlan,
koyunları, azalmaya başladı. Yavaş-yavaş ilk hallerine döndüler. Uzun bir ölümden sonra gene o köyde biraraya geldiler. Yiyip içmeye, koşuşup murad almaya, murat vermeye koyuldular; ayrılık acısını da anarlardı. Şimdi Muhammed de «Keşke Muhammed´in rabbi Muhammed´i yaratmasaydı» dedi ya;
Muhammed´in canı, yapa-yalnız kutluluk âleminde, Ulu Allahyla buluşmuştu. Büyüyüp duruyor, o rahmet denizinde balık gibi dalgalar yutuyordu. Bu âlemde peygamberlik, halka kılavuzluk durağına ulaştı,büyüklük, padişahlık buldu, ad-san, sahabe ıssı oldu amma Önceki zevk âlemine döndükçe keşke diyordu,peygamber olmasaydım,.keşke bu âleme gelmeseydim. Çünkü o mutlak buluşmaya karşı bunların hepsi de yüktür, azaptır, zahmettir. Bütün şu ibadetler, çabalar, kulluklar, Allah hakkına, onun ululuğuna karşı şuna benzer: Birisi gelir, sana karşı eğilir, yere baş kor, kalkar, gider. Allah tapısında bütün yeryüzünü başına koşan buna benzer, bir kerecik başını yere koymuş sayılırsın. Çünkü Allah’ın hakkı daha da çoktur; onun lütfü, senin varlığından da öncedir sana. Seni nerelerden çıkardı da getirdi, var etti, kulluğa, tapı kılmaya istidat verdi sana da onun kulluğuna dair lâf ediyorsun. Bu kulluklar, bu ibâdetler şuna benzer: Tahtadan,
yünden insancıklar, hayvancıklar yaparsın da ondan sonra Allahya, bana buncağızlar hoş geldi; hoş geldi amma can bağışlamak senin işin dersin; can bağışlarsan ibâdetlerimi diriltmiş olursun; bağışlamak senin işin dersin; can bağışlarsan ibâdetlerimi diriltmiş olursun; bağışlamazsan ferman, gene senin.
ibrahim buyurdu ki: Allah odur ki yaşatır, öldürür. Nemrûd, ben de yaşatır, öldürürüm dedi. Ulu
Allah ona saltanat vermişti ya; o da kendini, gücü yeter gördü; bu işi Allahya vermedi; ben de diriltirim,ben de öldürürüm dedi. Bu saltanattan maksadım bilgidir. Ulu Allah insana bilgi, anlayış, derine dalış bağışladı; insan da ben bu işi yaparım, şu işleri diriltir, meydana getiririm, bundan zevk alırım dedi. Hayır...
Odur dirilten, odur öldüren.
´ Birisi Ulu Mevlânâ´ya sordu da dedi ki: İbrahim Nemrûd´a, Allahm öldürür, diriltir dedi.
Nemrûd, ben de bunu yaparım deyince ibrahim, bu kez bir başka delil getirdi de benim Allahm dedi güneşi doğudan doğdurur, batıdan batırır. «Gerçekten de Allah güneşi doğudan doğdurun Sen de Allahlık dâvasını güdüyorsan tersini yap. Şimdi burada, Nemrûd´un İbrahim´i alt etmesi gerekir; çünkü ilk sözünü bıraktı; ona cevap vermeden bir başka delil getirmeye koyuldu.
Ulu Mevlânâ buyurdu ki:
Başkaları herze yediler, sen de herze yemedesin. O bir sözdür, iki örnekle söylenmiş. Sen de
yanılmışsın onlar da. Bunun bir çok anlamlan var. Bir anlamı şu: Ulu Allah seni yokluk bucağından ana rahmine getirdi; orda şekil verdi sana; senin doğun, ana rahmiydi, ordan doğdun; mezar batısına batacaksın; bu, ilk sözün bir başka şekilde aynıdır. Allah diriltir, öldürür; şimdi senin de gücün yeterse mezar batısından dışanya çıkar, gerisin-geri rahim doğusuna batır. Bir başka anlamı da şu: Arif, ibâdete dalar, çalışır-ça-balar, yüce işlere girişir; böylece de kendisinde bir aydınlık, bir zevk, bir esriklik, bir huzur,bir esenlik belirir. O ibâdeti, o çabayı bıraktı mı, o hoşluk, batıya gider, batar. Şu iki hal, ibâdet, ibâdeti bırakış, doğudur, batıdır onca. Bu batış hali, kötülüklerde bulunma, bozuk-düzen gitme, suç işleme halidir ya; diriltmeye gücün yetiyorsa o ibâdetlerden, itaatlerden doğan o aydınlığı, o esenliği şimdi, batış halinden doğdur. Fakat bu, kulun işi değildir; kul, bunu hiç mi hiç yapamaz. Bu, Allah’ın işidir; dilerse
güneşi batıdan doğdurur, dilerse doğudan; çünkü «Dirilten de odur, öldüren de.»
Kâfir de Allah’ın noksan sıfatlardan arı olduğunu söyler, onu teşbih eder, inanan da. Çünkü Ulu
Allah haber vermiştir; kim doğru yolu tutar, doğruluğa çalışır, şariate, peygamberlerin, erenlerin yollarına uyarsa onda bunca hoşluklar, aydınlıklar, dirilikler belirir; bunun tersine hareket edenin gönlünde de böylece karanlıklar, korkular, kuyular, belâlar baş gösterir demiştir. Madem ki her ikiside bu yolları tutmuşlar, Ulu Allah’ın vâdettiği şeyler, artıksız-eksiksiz doğru olacak, çıkacaktır. Şu halde ikisi de Allah ı teşbih ediyor; o bir dille, bu bir dille; fakat bu teşbih edenle teşbih eden arasında fark var. Meselâ, bir hırsız hırsızlık eder; onu tutarlar, darağacına asarlar: O da Müslümanlara öğüt vermede, hırsızlık edenin
hali budur demededir. Birisine de padişah, eminliği, doğruluğu yüzünden elbise verir; o da Öğüt
vermededir Müslümanlara; fakat hırsız o dille öğüt verir, emin kişi bu dille. Sen, iki Öğütçünün arasında ki farkı seyret.
55. BOLÜM - Buyurdu ki: Nasılsın, gönlün hoş mu? Gönül aziz bir-şeydir. Ağa benzer. Düzgün,
sağlam olmalı ki av tutsun. Gönlü, hatırı hoş olmayan, yırtılmış ağa benzer; bir işe yaramaz. Birisinin hakkında beslenen dostluk da aşırı olmamalı, düşmanlık da. Bunların ikisinden de ağ yırtılır; ortalama gerek. Aşırı olmaması gerek dediğimiz bu dostluk, Allahdan başkasının hakkında. Allah hakkındaysa aşırılık düşünülemez bile. Sevgi ne kadar ileri olursa o kadar iyidir. Allahdan başkasına beslenen sevgi aşırı olursa... Halk feleğe kapılmıştır, feleğin çarkıysa boyuna döner; halkın hali de hal-den-hale döner-durur.
Birisi aşırı sevildi mi, o kişinin boyuna kutlu olmasını, büyük bir halde kalmasını ister insan. Bunaysa imkân yoktur. Bu bakımdan adamın hatırı darmadağın olur, canı sıkılır. Düşmanlık da aşırı olursa adam,düşmanının hep kutsuz olmasını, aşağılık olmasını ister. Oysa ki feleğin çarkı döner, onun ahvali de kimi vakit kutlu olur, kimi vakit kutsuz. Boyuna kutsuz olması da mümkün değildir; bu yüzden gene canı sıkılır.
Fakat Allah sevgisi, bütün âlemde, ateşi kutlu bilenlerde Musa dinine uyanlarda, Hıristiyanlarda, bütün,bütün var olanlarda gizlidir. Kim vardır ki kendisini meydana getireni sevmesin? Sevgi onda gizlidir amma engeller göstermez onu. Engeller kalktı mı, o sevgi de görünür. Var olanların da sözü mü olur, yeri midir yâni? Yokluk bile kendisini varlık âlemine getirir umuduyla coşup köpürmededir. Yokluklar, bir mevki elde etmek umuduyla padişahın tapısında saf düzmüş dört kişidir sanki. Herbiri, öbüründen utanmada; çünkü onun umusu, öbürünün umudunu kırmada. Evet, yokluklar da var olmak umuduyla saf düzmüşlerdir;
herbiri, beni var et demede, Allah’ın önce kendisini var etmesini dilemededir de birbirlerinden utanırlar âdeta. Şimdi yokluklar böyle olunca var olanlar nasıl olurlar? «Hiçbir şey yoktur ki onu Överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemesin.» Buna şaşılmaz; olmayan herşeyde onu överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söyler; asıl şaşılacak şey budur.
Kâfirlik de, din de... Her ikisi, senin yolunda yelip dururlar; Hem de birdir, ortağı yok
diye-diye.
Bu bir evdir ki yapısı gafletten. Cisimlerin, âlemin durması, hep gafletle. Şu büyüyen, gelişen beden de gafletle gelişmiş, yetişmiş. Gaflet küfürdür; din, küfür olmadıkça mümkünü, yok, olamaz. Çünkü din,küfürden vazgeçmektir. Şu halde küfür gerek ki terkedilsin. Demek ki ikisi de bir şey; değil mi ki bu, onsuz olmuyor, o da bunsuz olmuyor; birbirinden ayrılmıyorlar demek. Yaratıcıları bir. Bir olmasaydı yaratıcıları,birbirinden ayrılırdı onlar. Madem ki yaratan bir; «Birdir, ortağı yok» demektir.
Seyyid Burhâneddin güzel söz söylüyor amma sözlerine Senâyînin sözlerini çok alıyor dediler.
Seyyid buyurdu ki: Bu, şu söze benziyor: Meselâ, güneş güzel amma ışık veriyor demişler. Bunda bir ayıp yok ki. Çünkü Senâyînin sözünü nakletmek o sözü göstermek, belirtmektir. Herşeyi güneş gösterir. Neyi görmek istersek güneşin ışığıyla görürüz. Güneşin ışığından maksat, herşeyi göstermesidir zâti. Ancak şu güneş, işe yaramayan şeyleri gösterir. İşe yarayan şeyleri gösteren güneş, güneşin gerçeğidir, gerçek güneştir. Bu güneş, o gerçek güneşin parça-buçuğudur, o gerçek güneşin geçici bir şekildir. Artık siz de,parça-buçuk aklınız miktarınca şu gönül güneşinden bir ışık elde edin, bilgi ışığını isteyin de baş gözüyle görüneme-yen şeyler görünsün size, bilginiz artsın. Her ustadan, her dosttan bir şey anlamayı, bir şey
bellemeyi umun. Demek, anladık ya, şu görünen güneşten başka bir güneş var ki anlamlar, onunla meydana çıkıyor, gerçekler onunla görünüyor. Şu kaçıp sığındığın, onunla hoşlaştığın parça-buçuk bilgi, o büyük bilgiden, o bilginin ışığı. Bu ışık, seni o büyük bilgiye, o asıl güneşe çağırıyor. «Onlardır uzaktan seslenilenlerin ta kendileri.» Sen bu bilgiyi kendi yanına çekiyorsun. Oysa diyor ki: Ben buraya sığmam;sen de oraya geç varırsın. Benim buraya sığmama imkân yok; senin oraya gelmen de zor. Fakat imkânı olmayanı meydana getirmek mümkün değil; değil amma zoru başarmak mümkün. Zor amma çalış-çabala da ulu bilgiye ulaş. Onun buraya sığacağını umma; buna imkân yok.
Bunun gibi hani, zenginler de Allah zenginliğini severler de bu sevgiyle pul-pul, habbe-habbe para biriktirirler; sonunda zenginliğin ışığıyla zengin olmayı isterler. Oysa ki zenginliğin ışığı, onlara der ki: Ben çağıncıyım, o büyük zenginliğe çağırıyorum sizi. Beni buraya çekmeye kalkışmayın, buraya sığmam ben. Siz bu zenginliğe gelin. Hâsılı temel olan sondur. Son iyi olsun. Son iyiliği de şudur hani. Bir ağacın kökü, o can âleminde dikili olsa, dalları-budakları, meyveleri başka yerlere sarksa, meyveleri başka yerlere dökülse sonunda o meyveleri toplarlar, o bağa götürürler; çünkü kökü o bağdadır. Fakat tersine olsa bu işi,görünüşte teşbih eder, Allah birliğini söyler insan; söyler amma kökü bu âlemdedir; bütün meyvelerini de
bu âleme getirirler. Kökü de, dalı-budağı da o âlemde olursa bu, nur mudur, nurdur.
56. BÖLÜM - Ekmeleddin dedi ki:
Mevlânâ´ya âşığım; yalnız onun yüzünü görmek istiyorum; ahret hiç aklıma gelmiyor
zâti. Bu düşünceler, bu kuruntular olmaksızın yalnız Mevlânâ ile uzlaşmışım, onun cemâliyle
huzura kavuşuyorum; onu görünce, yahut hayâlini düşününce tatlar buluyorum.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Ahret, Allah aklına gelmiyor amma bütün bunlar, bu sevgide gizli,bu sevginin içinde. Halîfenin
tapısında güzel bir oyuncu kız çalpara çalıyor, oynuyordu. Halîfe, sanatın ellerinde dedi. Kız, ayaklarımda ey Tann Elçisinin halîfesi dedi; ellerimdeki güzellikte ayaklarımın güzelliği de gizli; onun için ellerim güzel.
Mürit, ahreti etraflıca hatırlamaz amma şeyhi görmekle ahret tadını, şeyhten ayrılmakla ahret´korkusunu duyar; bütün ahret ahvali bunda gizlidir. Nitekim birisi oğlunu, kardeşini okşar-sever; oğulluk, kardeşlik,vefa umusu, acımak, esirgemek, yakınlara sevgi, işin sonu, yakınların yakınlardan umdukları başka faydalar
var ya; bunların hiçbiri aklına bile gelmez amma bütün bunlar, o sevip okşamada gizlidir hep o sevip okşamanın içindedir. Hani yel de sopada tahtada gizlidir ya; sopada, tahtada yel olmasaydı ateş onu yakamazdı; çünkü yel, ateşin otudur, ateşin yaşayışıdır: Görmez misin, üfürmekle ateş dirilir. Sopa, tahta,suda, toprakta bile olsa yel, gizlidir onda. Gizli olmasaydı suyun yüzüne çıkamazdı. Söz söylüyorsun ya; akıl, beyin, dudak, damak, dil; bedenin başlan sayılan bütün parça-buçuk-lar... Unsurlar, tabiatlar, gökler...
Daha da yüz binlerce sebepler ki âlem, bunlarla durmada... Tâ sıfatlar âlemine var, sonra da zâta... Söz için gerekli bu kadar çok şeyler var amma bununla beraber gene de bu anlamlar sözle görünmezler,meydana çıkmazlar; fakat önceden de söylediğimiz gibi bütün bunlar, sözde gizlidir.
İnsana her gün beş-altı kere isteksizlik, zahmet, gelir-çatar. İnsanın elinde değildir ki bunu gidersin.
Kesin olarak insandan değildir, bir başkasın-dandır bu. İnsan, onun buyruğu altındadır. O başkası, insanı görür gözetir. Çünkü kötü bir iş işledikten sonra insana bir sıkıntı vermede. Görüp gözeten olmasaydı nasıl olur da o kötü işe uygun bir sıkıntı verirdi insana? Bütün bu isteksizliğe, can sıkıntısına karşılık gene de insanın içi, ben böyle bir kişinin buyruğu altındayım demez. «Allah insanı, kendi sureti üzerine yarattı.»
Allah, kulluk sıfatının zıddı olan Allahlık sıfatını eğreti olarak vermiştir insana. Başına bunca vurur da insan gene baş çekmeden vazgeçmez, o sıkıntıları, o eline geçmeyen şeyleri çabucak unutur-gider. Fakat fayda vermez bu unutuş insana; o eğreti sıfatı ona mülk etmedikçe silleden kurtulamaz insan.
57. BÖLÜM - Ârifin biri dedi ki: gönlün ferahlasın diye bir külhana gittim; külhan, bâzı erenlerin
kaçıp sığındığı yerdir. Gördüm ki külhancının bir çırağı var. Belini bağlamış, hizmet etmede. Külhancı, şunu yap, bunu et diyor ona. O da çevik bir tarzda dediğini yapıyor. Buyruğu hemencecik yerine getirmesi,külhancının hoşuna gitti de evet dedi, böyle çevik ol. Hep böyle çevik olur, edep gözetirsen yerimi sana veririm; kendi yerime geçiririm seni. Beni bir gülmedir, tuttu, gönlümdeki düğüm çözüldü, ferahladım. Bu dünya başlarının hepsi de kullarına karşı böyledir işte.
58. BÖLÜM - Buyurdu ki:
O müneccim diyor ki: Gökleri, şu toprak küreyi görüyoruz ya; siz, bunlardan dışarı bir şey var diye dâvâya girişiyorsunuz; bence bundan başka hiçbir şey yok; varsa gösterin, nerde? Bu soru bozuk bir kere,hem de baştan bozuk. Çünkü, nerdedir, göster diyorsun; oysa ki onun yeri yok zâti. Sonra gel bakalım,sen göster, senin o itirâzın nerden geliyor, yeri nerde? Dilde değil, ağızda değil, göğüste değil. Bütün bunları bir-bir kaz; zerre-zerre, param-parça et; bak bakalım, itirâzını, o düşünceni bunlar da bulabilecek misin? Bildik-anladık ki düşüncenin yeri yok. Sen, daha kendi düşüncenin yerini bilemiyorsun, düşünceyi yaratanın yerini nasıl bileceksin? Sana bunca düşünceler, binlerce kuruntular geliyor; çeşit-çeşit hallere
düşüyorsun. Hiçbiri de senin elinde değil, senin buyruğuna uymuyor. Bunların doğuş yerini bilseydin,nerden geldiklerini anlasaydın dilediğin gibi çoğaltır-eksiltirdin. Bütün bunların geçidi sende amma nerden geliyor, nereye gidiyor; ne yapmak gerek; senin haberin yok. Kendi ahvalini bilmekten âcizken yaratanını bilmeyi nasıl umuyorsun? Kahpenin kardeşi gökte yok diyor. A eşek, yok olduğunu nasıl biliyorsun? Evet,
gökyüzünü karış-karış ölçtün-biçtin; her yanı gezdin-dolaştın da haber veriyorsun, orda yok diyorsun, öyle mi? Evindeki kahpeyi bilmiyorsun, gökyüzünü nerden bileceksin. Hey gidi-hey; bir göktür, duymuşsun;yıldızların, göklerin adlarını işitmişsin; bir lâftır, ediyorsun. Gökyüzünü bilseydin, yahut göğe bir karış ağsaydın, bu herzeleri yemezdin. Biz de bu sözü söylüyoruz. Allah gökyüzünde değil diyoruz amma bizim bu sözden maksadımız, gökyüzünde değildir, yâni gökyüzü onu kaplayıp kavrayamaz; odur gökyüzünü kavrayan, kaplayan demektir. Fakat neliksiz-niteliksiz olarak gökle ilgisi var, neliksiz-niteliksiz olarak seninle ilgisi olduğu gibi hani. Herşey onun kudret elinde, herşey onun mazharı, onun tasarrufunda. Şu
halde gökten, varlıktan dışarı değil, fakat onlarda da değil. Yâni bunlar, onu kavrayamaz; odur hepsini kavrayan, kaplıyan..
Birisi, yer, gök, Arş, Kürsî olmadan Allah nerdeydi diye sordu. Dedim ki: Bu soru da baştan bozuk.
Çünkü Allah, ona derler ki onun yeri olmasın. Sense bunlardan önce nerdeydi diye soruyorsun. Sende olan bütün şeylerin de yeri yok. Sende olan şeylerin yerini bildin mi ki onun yerini arıyorsun? Hallerin,düşüncelerin bile yerleri yokken düşünceleri yaratanın yeri nasıl düşünülebilir? Düşünceyi yaratan, elbette düşünceden daha lâtiftir. Meselâ, bir ev yapan mimar, elbette evden daha lâtiftir; çünkü bunun gibi yüzlercesini de yapabilir, bundan başka yüzlercesini de. Hiçbiri, öbürüne benzemez. Başka başka tedbirler kuran o mîmarsa, mîmardan da daha lâtiftir: daha üstündür. Ancak o letâfet, duygu âlemine giren bir ev kurmadıkça, bir iş yapmadıkça görünmez; bir ev kurmalı, bir iş yapmalı ki letâfeti, yüzünü göstersin. Şu soluk, kışın görünür, yazın görünmez. Bu, yazın soluk kesilir, soluk yoktur demek değildir. Yaz lâtiftir,
onun için yazın soluk görünmez; kışın tersine hani. Bunun gibi senin sıfatların, senin anlamların da lâtiftir,
bir iş olmadıkça göze görünmez. Meselâ, yumuşaklığın vardır amma göze görünmez. Derken bir suçluyu
bağışlarsın; yumuşaklığın duygu âlemine çıkar, görünür. Böylece kahır da edersin sen; fakat kahrın da
göze görünmez. Fakat bir suçluyu kahrettin, vurdun-kırdın mı, kahrın da göze görünür. Böylece sonu yoktur bunun; ulanır-gider. Ulu Allah da pek lâtiftir, bu yüzden göze görünmez. Kudreti, sanatı gözle görülsün diye göğü, yeri yarattı. Bu yüzden de «Göğe bakmazlar mı; nasıl da kurduk onu» buyurur.
Söz, benim elimde değil; bu yüzden de incinirim. Çünkü dostlara öğüt vereyim derim, bunu isterim;söz, buyruğuma uymaz. Bu yüzden incinirim işte. Fakat sözüm benden daha yücedir, ben onun buyruğu altındayım; bu yüzden de sevinirim. Çünkü Allah’ın söylediği söz nereye varırsa orasını diriltir; pek büyük tesirleri görülür. «Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.» Allah’ın yayından fırlayan oka hiçbir kalkan,hiçbir zırh engel olamaz; bu yüzden sevinirim. Bilgi, tümden insanda olsaydı da bilgisizlik bulunmasaydı insan yanardı, varlığı kalmazdı. Demek ki bilgisizlik de istenmede; şu yüzden istenmede ki varlığın durması onunla. Bilgi de istenmede; şu yüzden istenmede ki Allahyı bilmeye sebep. Demek ki ikisi de birbirine yardımcı. Bütün zıtlar da böyle. Gece, gündüzün zıddı amma ona yardımcı; gündüzle aynı işi görmede.
Boyuna gece olsaydı hiçbir iş görülmezdi, hiçbir iş başa çıkmazdı. Boyuna da gündüz olsaydı göz, baş,beyin şaşırır-kalır, deli-divane olur, bir iş göremezdi. Geceleyin dinleniyorlar, uyuyorlar da beyin, akıl-fikir,el-ayak, göz-kulak, bütün organlar güç-kuvvet buluyor; gündüzün de o kuvvetleri harcıyor; demek ki hiçbiri, öbürüne zıt değil. Şu dünyada bir kötü iş göster ki onun içinde bir iyilik olmasın; hangi iyidir o iyi ki onda bir kötülük gizli bulunmasın? Meselâ, birisi, birini öldürmeyi kastederken zinâ etmeye koyulur. Zinâya koyulduğundan da kan dökmemiş olur. Zinâ kötüdür ama adam öldürmeye engel olduğu için iyidir. Demek ki iyi-kötü, birşeyden ibâret, bir-birinden ayrılmalarına imkân yok. Burada Mecûsîlerle bahsimiz var. Onlar iki Allah vardır; biri hayrı yaratır, öbürü şerri derler. Şimdi sen bana şersiz bir hayır göster de şer Allahsı
vardır, hayır Allahsı vardır diye ikrar edelim. İmkan yok buna: çünkü hayır, şerden ayrı değil ki. Mâdem ki hayırla şer, iki ayrı şey değil, mâdem ki aralarında ayrılık yok, şu halde iki Allah olması da mümkün değil.
Biz, mutlaka inan, bu, söylediğimiz gibidir diye zorlamıyoruz seni; hiç olmazsa diyoruz; olmaya ki dedikleri gibi ola diye bir sanı bilirsin sende diyoruz; onun için söylüyoruz hani. Fakat bu da meydanda ki inanmadın sen. Nasıl oldu da böyle olduğuna inanmadın? Allah, a kâfirceğiz buyuruyor, «Onlar gerçekten de dirileceklerini sanmazlar mı bir pek büyük gün için?». Vaatlerde bulunduk ya, doğru olmasın sakın diye bir sanı da mı belirmedi sende? Kâfirler, bir sanıya damı düşmedin; neden ihtiyatla hareket etmedin,neden bizi aramadın diye kınanacaklar zâti.
59. BOLÜM - «Abû-Bekr, çok namaz kıldığından, çok oruç tuttuğundan, çok sadaka verdiğinden
üstünlüğe ulaştırılmadı; gönlündekinin yüzünden yüceltildi.» Peygamber buyuruyor ki: Abû-Bekr´in başkalarından üstün oluşu, çok namaz kıldığından, çok oruç tuttuğundan değil; ona Allah lûtfetmiş de o yüzden; o da sevgidir. Kıyâmette namazları, oruçları, sadakaları terâziye korlar. Fakat sevgiyi getirdiler mi, terâziye sığmaz. Demek ki temel, sevgidir. Onu iste de çoğalt. «Hareketlerde bereketler var.» Yolculuğu arttırmazsan sermâye elden çıkar. Yerden de aşağı değilsin ya. Yeri bellerler, aktarırlar, bir başka renge sokarlar; bitkiler bitirir. Kendi haline bıraktılar mı, katılaşır- gider. Kendinde bir istek, bir dilek gördün mü,gel, git: bu gitmenin ne faydası var deme. Sen git, fayda da görünür elbet. İnsanın dükkâna gitmesindeki
fayda, ihtiyâcını bildirmeden başka bir şey değildir. Ulu Allah, evde otursa da adamın rızkını verir derler ya,bu aldırmamak dâvasına girişmektir. Rızk, tepeden inmez ya. O yavrucak ağlar da anası, ona süt verir. Bu ağlamamda ne fayda var düşüncesine kapılsa, ağlamak, süt vermeye neden sebep olsun kuruntusuna düşse sütten kalır. Şimdi görüyoruz ya, çocuğa, ağladığı için süt verilmede. Birisi, bir beyin, bir başın önünde eğiliyorum, secdeye kapanıyorum, ne fayda var bunda düşüncesine dalabilir. Fakat tapı kılıyorsun,diz çöküyorsun ya; sonunda o bey sana acıyor, bir parçacık ekmek veriyor. Beyden sana acıyan, beyin derisi, eti değildir. Bey öldükten sonra da bu deri, bu kemik yerindedir; uykuda, dalgınlıkta da öyle. Fakat o vakit, onun önünde tapı kılman yiter-gider. Anladık ya, o beydeki acıyış göze görünmüyor. Mâdem ki deride,kemikte bulunan görmediğimiz bir şeye tapı kılmadayız; deriden, kemikten dışarı birşeyin de bulunması
mümkün. Deride, kemikte gizli bir şey olmasaydı, Abû-Cehil´le Muhammed bir olurdu, aralarında bir fark kalmazdı. Şu kulak, ister sağırın olsun, ister duyanın, görünüşte birdir; arada bir fark yoktur. O da kulak, bu da; fakat duyanın kulağında bir duyan var; o gizli, o görünmüyor; demek ki temel, Allah’ın lûtfu. Tut ki bir beysin, iki tane de kulun var. Biri çok hizmetler ediyor, senin için birçok yolculuklara katlanmış; öbürüyse tembel, kullukta ileri değil. Fakat bir de bakıyoruz ki sen o tembel köleyi o hizmeti çok köleden fazla seviyorsun. O çok hizmet eden köleden de geçmiyorsun amma böyle olmuş işte; sevgiye hükmedilemez ki. Bu sağ göz, öbürü sol göz; görünüşte ikisi de bir. Peki, acaba o sağ göz ne hizmette bulundu da sol göz olmadı? Sağ el ne iş gördü ki sol, onu görmedi? Sağ ayak da böyle. Sağ göz, lûtfa uğramış işte. Böylece Cuma günü, başka günlere üstün olmuş. «Gerçekten de Allah’ın verdiği rızklardan
başka rızkları da vardır; onlar Levha yazılmıştır; onları Cuma günü isteyin.» Şimdi şu Cuma, ne hizmette bulundu ki başka günler, o hizmeti etmediler. Fakat Allah, ona lûtfetmiş; bu yücelik ona nasib olmuş. Bir kör, beni kör yarattılar, mâzûrum dese şu körüm, mâzûrum demesiyle körlük ondan gider mi hiç; günün yüzünü, güzellerin yüzlerini görebilir mi hiç? Körün, topalın, mâzûrum demesi, kendisine fayda vermez,kendinden zahmeti gidermez. Şu kâfirler küfür içindeler ya, küfür zahmeti içindeler, amma bir bakarsak
görürüz ki o zahmet de lûtfun ta kendisi. Çünkü o, esenlik zamanında Allahyı unutur, zahmete düştü mü anar. Şu halde cehennem, kâfirin tapınağıdır, mescididir. Çünkü Allahyı orda anar; hani zindanda,hastalıkta, diş ağrıyınca anarlar ya, onun gibi. Zahmet geldi mi, gaflet perdesi yırtılır, Allahyı ikrar eder,sızlanmaya, ağlamaya koyulur; yârabbi, ey merhametli Allahm demeye başlar. İyileşti mi, gene gaflet perdeleri gerilir önüne; nerde Allah der; bulamıyorum, göremiyorum ki; neyi arayacakmışım? Zahmet,meşakket vaktinde gördün, buldun ya; fakat şimdi görmüyorsun. Mâdem ki sıkıntıya düşünce görüyorsun,sıkıntıyı musallat eder sana da Allahyı anarsın. Cehennemlik, esenlikte Allahdan gaafildi, onu anmazdı bile.
Cehennemdeyse gece-gündüz Allahyı anar. Allah, âlemi, göğü, yeri, Ayı, güneşi, dolaşan yıldızları, iyiyi,kötüyü, halk, kendisini ansın, kulluk etsin ona, noksan sıfatlardan arı olduğunu söylesinler diye yarattı ya;
Mâdem ki kâfirler, esenlikte anmıyorlar; yaratılışlarından maksat da onu anmaları; öyleyse onu anmaları için cehenneme atılırlar. İnananlara gelince: Onlara sıkıntı vermeye hâcet yok; onlar, bu esenlikte o sıkıntıdan gaafil değiller; o sıkıntıyı, o zahmeti boyuna önlerinde görmedeler; akıllı çocuk gibi hani. Akıllı çocuğu bir kez falakaya yatırırlar, yeter; falakayı unutmaz o. Fakat ahmak çocuk unutur; bu yüzden de onu her solukta falakaya yatırmak gerek. Zeki at da böyledir; bir kere mahmız yedi mi, bir daha mahmızlamıya hâcet yoktur onu. Fakat ahmak ata her solukta mahmız gerek. Zâti insanları taşımaya lâyık değil, pislik yüklerler onu.
60. BÖLÜM - Kulağın bir şeyi tevâtürle işitmesi, o şeyi görüş hükmündedir; o şeyi görmüştür diye hükmedilir. Hani babandan oldun, anandan doğdun ya; sana, onlardan meydana geldin dediler. Bu çok-çok söyleyiş, sence öylesine bir gerçek olmuştur ki onlardan doğmadın deseler duymazsın, işitmezsin bile.
Nitekim Bağdad´ı, Mekke´yi bir çok kişiden duymuşsunuzdur, tevâtürle bunları işitmişsindir; sana bu şehirler yok deseler, andiçseler gene inanmazsın. Bildik- anladık ya, kulak, birşeyi tevâtürle duyarsa bu, görüş hükmündedir. Görünüşte tevâtürle söylenen söze nasıl görüş hükmünü verirlerse bir adam da gerek ki onun sözü, tevâtür hükmünde olsun. Çünkü o, bir kişi değildir, bin kişidir. Onun bir sözü de yüz bin söz sayılır:
Buna ne diye şaşmalı? Şu zâhir padişahı bile bir kişi amma yüz bin kişi sayılmada. Yüz bin kişi, bir sözsöylese kulak asılmaz da o söyledi mi, yerine gelir. Zâhirde böyle olunca canlar âleminde haydi- haydi olur.
Dünyayı tamamiyle gezdin amma onun için gezmedin ki. Senin bir kere daha gezip dolaşman gerek. «De: Gezin yeryüzünü.» O geziş benim için değildi; sarımsak, sovan içindi. Bir maksat için dolaştın ya; o maksat perde oldu sana; beni görmeye bırakmadı seni. Hani pazarda birisini aramaya, birisini bulmaya çalışır,gezer-dolaşırsın; kimseyi göremezsin o vakit; görsen bile hayal gibi görürsün. Yahut da bir kitapta bir mesele ararsın; gözün de o meseleyle dolmuştur, kulağın da, aklın da... Yaprakları çevirirsin de gene bir şey göremezsin. Bundan başka bir kuruntun, bundan başka bir maksadın oldu mu, nereyi gezersen gez; nerde dolaşırsan dolaş, o maksatla dolmuşsun sen; başka bir şey göremezsin artık.
Allah râzı olsun. Ömer´in zamanında biri vardı, pek kocamıştı. Öyle bir hale gelmişti ki kızı süt verirdi ağzına, çocuklar gibi sütle beslerdi onu. Allah râzı olsun. Ömer, o kıza buyurdu ki: Şu zamanda senin gibi baba hakkını gözeten bir çocuk yok. Kız cevap verdi de doğru buyuruyorsun dedi; ancak benimle babamın arasında bir fark var. Ben de ona hizmet ediyorum, hizmette hiçbir kusurum yok. Fakat babam beni besler,yetiştirir, aman, bir kazâya uğramasın diye üstüme titrerdi; bense gece-gündüz, sıkıntısının üstümden kalkması için Allahya duâ ediyor, ölümünü istiyorum. Babama hizmet ediyorum amma onun benim üstüme titreyişini nenden bulayım? Ömer buyurdu ki: Bu kız, Ömer´den daha fakıyh. Yâni, ben görünüşe göre
hüküm verdim, sen işin içyüzünü söyledim. Fakıyh ona derler ki birşeyin özünü bilsin, içyüzünü, gerçeğini anlasın. Hâşâ. Ömer gerçeği bilmez, işlerin sırrını anlamaz değildi. Fakat sahâbenin huyu böyleydi;kendilerini küçük gösterirler, başkalarını överlerdi.
Çok kişi vardır, huzurda bulunmaya gücü yoktur; huzurda bulunmayınca hali daha hoş olur. Hani
gündüzün bütün aydınlığı güneştendir amma adam, bütün gün güneş değirmisine bakarsa onun elinden hiçbir iş gelmez, gözleri kamaşır- gider. Bu adamın bir işle oyalanması daha iyidir; bu, güneş değirmisine bakmamasıdır işte. Gene buna benzer; sayrının yanında, iştahını açmak, onu heyecana getirmek,kuvvetlendirmek için güzel yemeklerden söz açmak iyidir amma o yemekleri getirip önüne koysak, ona zarar verir o yemekler. Anlaşıldı ya, Allahyı arayıp dilemede tir-tir titremek, aşka düşmek gerek. Kimde titreyiş yoksa onun da titreyenlere hizmet etmesi gerek. Ağacın bedeninde, hiç mi hiç meyve bitmez; çünkü orda titreyiş yok. Dalların, budakların uçları titrer; fakat gene de dallara, budaklara kuvvet veren, ağacın bedenidir; meyve yüzünden balta yarasından da emindir. Mâdem ki ağacın bedeni, ancak baltayla titriyor;titreyenlere hizmet etmesi için titrememesi, öylece durması daha hoş.
Çünkü Muîneddîn o, aynüddin değil. Bir «mim» yüzünden fazlalık elde etti amma «Olgunluğa
eklenen fazlalık, noksanın ta kendisidir.» O «mim«in olması da kusurdur, noksandır; hani bir adam, altı parmaklı olur. Bu, bir fazlalıktır amma kusurdur, noksandır. Ahad olgunluktur; Ahmed´se, henüz olgunluk durağında değildir. O «mim» kalktı mı, tüm olgunluk kesilir; yâni Allah, herşeyi kavramış, kaplamıştır. Onun üzerine neyi eklersen noksan olur. Bu bir sayısı, bütün sayılarla beraberdir, onsuz hiçbir sayı olamaz.
Seyyîd Burhâneddin, faydalı bir söz söylüyordu. Ahmağın biri sözünü kesti de bize dedi, örneksiz söz gerek. Seyyîd buyurdu ki: Sen örneksiz gel de örneksiz söz işit. Sen de sana bir örneksin, şu görünen beden değilsin sen. Bu şeklin, gölgendir senin. Biri öldü mü, filân gitti derler. O, şu bedenden ibâretse nereye gitti ki? Anlaşıldı ya; senin görünen şeklin, özünün örneği, böylece de görünüşüne bakarlar da özünü anlarlar;bu, sağlanmış olur. Göze görünen herşey kabadır; hani soluk da yazın görünmez; fakat kış olunca soğuğun çetinliği yüzünden görünür.
Peygambere, Allah gücünü, Allah kuvvetini göstermesi, halkı çağırarak uyandırması gerek, fakat bir kimseyi istidat durağına ulaştırmak, onun işi değildir; bu iş, Allah işidir. Allah’ın iki sıfatı vardır: Kahır, lûtuf.
Peygamberler, ikisine de mazhardır. İnananlar, Allah lûtfuna, kâfirler, Allah kahrına mazhar olmuşlardır.
Allah ı ikrar edenler, kendilerini peygamberlerde görürler, kendi seslerini onlardan duyarlar, kendi kokularını onlarda bulurlar. Hiç kimse, kendisini inkâr edemez. Bu sebeple de peygamberler, ümmetlerine,biz siziz, sis de bizsiniz; aramızda yabancılık, ayrılık, yok derler. Birisi, bu benim elim dese ondan hiç de tanık istemezler; çünkü el, onun parça-buçuğudur amma onunla birdir- beraberdir. Fakat filân, benim oğlumdur dese tanık isterler; çünkü o da parça-buçuğudur amma ondan ayrılmıştır, ayrıdır.
61. BOLÜM - Kimileri der ki: Sevgi, saydırır, hizmet ettirir adama. Böyle değil. Sevilen kişinin isteği,saygı göstertir, hizmet ettirir. Sevgili dilerse seven, tapı kılar, hizmete koyulur; ondan boyuna hizmet belirir.
Fakat sevilen bunu istemiyorsa seven de vazgeçer hizmetten. Çünkü tapı kılmayı bırakmak, sevgiyi gidermez ki. Seven tapı kılmasa, hizmet etmese bile ondaki sevgi, sevgiliye tapı kılar, hizmet eder. Temel olan sevgidir, tapı kılmak, hizmet etmek, onun parça-buçuğudur. Yen sallansa, elin sallanmasındandır bu sallanış; fakat el sallanınca mutlaka yenin de sallanması gerekmez. Meselâ birisinin cübbesi pek geniş olsa da cübbenin içinde oynasa-dursa, cübbe de hiç kıpırdamasa pekâlâ olabilir; yalnız cübbeyi giyen oynamadıkça cübbe oynamaz; buna imkân yoktur. Fakat kimi kişi olur ki cübbeyi adam sanır; yeni el sayar;
mesti, şalvarın parçasını ayak beller; oysa ki bu el, bu yen, bu mest, bir başkasının elidir, bir başkasının yeni, bir başkasının ayağı. Hanî filân, fişmanın eli altındadır, filânın eli bu kadara yeter, filâna söz el vermiştir derler ya; bu sözlerde ki elden-ayaktan maksat, kesin olarak bu el, bu ayak değildir.
O bey geldi, derlenip toparlanmamıza sebep oldu; kendisi çıktı-gitti. Balarısının mumu balla bir araya getirmesi, sonra uçup gitmesi gibi hani. Çünkü onun varlığı şarttı, kalması değil. Analarımız- babalarımız, o balarısına benzerler; istekliyi istenenle bir araya getirirler; âşığı sevgiliye kavuştururlar; derken ansızın uçuverirler. Ulu Allah onları, mumla balı bir araya getirmeye vasıta kılmış. Onlar uçup giderler, mumla bal,bir de bahçıvan kalır. Bunlar zâti bağdan dışarı çıkamazlar. Bu bağ, öylesine bağ değil ki buradan çıkılıp gidilebilsin. Giderlerse bile ancak bağın bir bucağından öbür-bucağına giderler. Bedenimiz bu kovandır sanki; ondaki mumla bal da Allah aşkı. Babalarımız, analarımız vasıtadır amma onları da bahçıvan yetiştirir,ondan terbiye görürler. Kovanı bahçıvan yapar. Ulu Allah, balarılarını bu işe koşunca onlara bir başka çeşit
elbise verir; o işe göre bir elbise. Öbür dünyaya gittiler mi, elbise değiştirirler; çünkü orda bir başka iş görür onlar. Yoksa insan, gene o insandır; değişen elbisedir ancak. Hani birisi savaşa giderken savaş elbisesi giyer, silâh kuşanır, başına miğfer giyer; çünkü vakit, savaş vaktidir. Fakat meclise gelirken de o elbiseyi çıkarır; çünkü mecliste başka bir işe koyulacaktır; fakat adam, gene o adamdır. Fakat sen onu, o elbiseyle gördün ya, yüz çeşit elbise değiştirse düşünce o elbiseyle düşünürsün o adamı. Birisi bir yerde bir yüzük
yitirse, onu oradan alıp götürmüşlerdir amma o, yüzüğümü burada yitirdim diye hep orda döner-dolaşır.
Yaslı adamın mezarın başında, hiçbir şeyden haberi olmayan toprak yığınının çevresinde dönüp dolaşması,toprağı öpüp durması gibi. Bu, yüzüğümü burada yitirdim demektir amma hiç onu, orda bırakırlar mı? Ulu Allah bunca sanat meydana getirdi, kudretini gösterdi de bir gün iki canı kalıba alıştırdı; bu da Allah’ın hikmeti. İnsan, şu bedeniyle bir soluk mezara girse - otursa korkarım, deli-divâne olur. Bu böyleyken şekil tuzağından, kokmuş kalıptan sıçrar- kurtulur da nasıl orda oturur-kalır? Ulu Allah, insanların gönülleri mezarda ki yalnızlıktan, kara topraktan korksun diye, onları yeniden-yeniye korkutayım diye o türeyi kurmuş. Hani yolda, bir kervanı bir yerde soyarlar; kervandakiler, belli olsun, burası korkulu bir yer, tehlikeli
bir yer, herkes anlasın diye oraya iki-üç taşı, birbiri üstüne korlar; işte bu mezarlar da bu çeşittir, tehlikeli yerdir diye görünen işâretlerdir. Korku, insanların gönlüne tesir eder ya, bir suç işlenmesi gerekmez.
Meselâ, filân senden korkuyor derler; oysa ki sana karşı bir suç işlememiştir o; fakat bu söz yüzünden ona acırsın, gönlünde bir sevgi belirir. Tersine, filân senden hiç korkmuyor, gönlünde sana karşı bir ürküntü yok deseler yalnız bu söz yüzünden, içinden öfkelenirsin ona. Şu koşmak var ya, korkudandır. Bütün âlem koşuyor, fakat herbirinin koşması, halince. İnsanın koşması bir başka çeşit, bitkinin koşması bir başka çeşit,canın koşması bir başka çeşit. Canın koşması, adım atmadan, iz belirtmeden. Koruğa bir baksana. Ne kadar koştu da sonunda üzüm oldu. Şimdi tatlılaştı amma hemencecik bu durağa ulaşmadı ki. Ancak o koşuş göze görünmez, duyguyla anlaşılmaz. Fakat bu durağa ulaştıktan sonra anlaşılır ki buraya gelinceyedek bir hayli
koşmuş. Hani suya dalıp su altında yüzen kişi de yol alır, fakat gittiğini kimsecikler görmez. Birden sudan başını çıkardı mı, buraya varıncayadek su altında yüzüp gittiği anlaşılır.
62. BOLÜM - Dostların gönüllerine öylesine sıkıntılar gelir ki onları hiçbir ilâç iyi edemez. Ne
uyumakla iyileşir, geçer, ne gezip tozmakla, ne yiyip içmekle... Ancak dostu görmekle geçer o sıkıntı.
«Dostla buluşmak, sayrıya şifâdır.» Hem de o haddedek ki münâfık bile müminlerin arasına girse de otursa,onların tesiriyle bir solukta mümin olur-gider. Hani Allah’ın buyurduğu gibi: «İnananlarla buluştular mı,inandık derler.» Bu, böyleyken inanan, inananla düşer-kalkarsa ne olmaz? Münâfık kişiye bile bunu yapıyor,
inanana ne faydalar verir, bir bak da seyret. Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı kişinin sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit bir tesirde bulunur? Cüz’î nefsin, cüz´î aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi, cüz´î aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll´ün gölgesi. Cüz´î aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll´ün gölgesi olan varlıklar da
kendisine göre. Allah erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez;pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip-gitmişlerdir.
Can ilinde gökler var ki
Dünya göklerine iş buyurmada(*).
İnsanlar arasında şu özelliğe sahip olan, Zühal göğünün üstüne ayak basmış bulunan birisinin
bulunmasına şaşılır mı hiç? Biz de toprak değil miydik? Ulu Allah öylesine bir kuvvet verdi bize ki o kuvvetle cinsimiz olan topraktan seçildik, onu istediğimiz şekle, dilediğimiz hale soktuk; o bizim dileğimize uydu; ne yapmak istersek, ne şekle sokmak dilersek râmoldu bize. Gâh yücelere çekiyoruz onu, gâh aşağılara koyuyoruz. Gâh şarap haline getirmedeyiz, gâh kâse, testi yapmadayız. Gâh uzatmadayız, gâh kısaltmada.
Önceden biz de o topraktık, onun cinsindendik amma Ulu Allah, bizi o kuvvetle seçti-yüceltti. Şimdi biz de bir cinsiz ya; Ulu Allah kimimizi seçse de biz, ona karşı cansız sayılsak, o, bizi istediği hale soksa, bizim ondan haberimiz bile olmasa, fakat o bizi görse-bilse, bunda şaşılacak ne var ki? şimdilik haberimiz olmasa dedik ya; tam habersizlik değil maksadımız. Çünkü herşeyde birşeyden haberi oluş, bir başka şeyden haberi bile olmayıştır. Toprak bile cansızdır amma Allah’ın kendisine verdiğinden haberi vardır. Haberi olmasaydı suyu nasıl kabullenirdi, her tohuma, o tohuma göre nasıl dadılık ederdi, nasıl beslerdi onu. Birisi, bir işe
adam-akıllı sarıldı, o işe koyuldu mu, o işteki uyanıklığı, ondan başka işlerden haberi bile olmayışıdır. Biz, bu gaflet sözüyle tüm gafleti kastetmiyoruz. Bir kediyi tutmak istemişler; bir türlü tutamamışlar. Bir gün o kedi,kuş avlamaya koyulmuş, tümden kendini o işe vermiş; kuş avlamaktan başka herşeyi unutmuş; o sırada yakalayıvermişler onu. Demek ki tümden dünya işlerine sarılmamak, kolayına gitmek, aman, şu incinmesin,bu incinmesin gibi bağlarla bağlanmamak gerek. Definenin, hazinenin incinmemesine bak; çünkü onlar
incinirse gene o sevindirir, neş´elendirir onları; fakat Allah korusun, ona kim söz geçirebilir, kim ne edebilir?
Meselâ, senin her çeşitten kumaşların olsa boğulurken hangisine el atarsın? Hepsi de gereklidir amma şu meydandaki hazinene sarılırsın. Çünkü bir inciyle, bir tek lâ´lle binlerce süslenecek şey alınabilir. Ağaçtan tatlı bir meyve çıkar. O meyve, ağacın parça-buçuğudur amma Ulu Allah, o parça-buçuğu seçmiş, tümden üstün etmiştir. Ona öylesine bir tatlılık vermiştir ki ondan başka ağacın hiçbir yerine o tadı vermemiştir. Bu yüzden de o parça-buçuk, tümden üst olmuştur, ağacın özü odur, ağaçtan maksat o. Hani Ulu Allah buyurur ya: «Hattâ onlardan bir korkutucu geldi mi, şaşar-kalırlar.»
Birisi, «Bende bir hal var ki diyordu, oraya ne Muhammed sığabilir, ne Allahya
yaklaşmış bir melek.»
Şeyh buyurdu ki:
Şaşılacak şey, acaba bir kulda, Muhammed´in sığmayacağı bir hal olabilir mi? Demek bir hal var ki Muhammed sığmıyor o hâle, bulamıyor o hâli de senin gibi koltuğu kokmuş biri o hale sahip oluyor ha. Bir maskara, padişahı güldürmek istiyordu. Pek kızmıştı,pek incinmişti padişah. Padişahı güldürürse herkes bir şey verecekti ona; vaatlerde bulunmuşlardı. Padişah, bir dere kıyısında öfkeli bir halde dereyi seyre dalmıştı.
Maskara da padişahın yanında durmuş, dereyi seyrediyordu. Padişah maskaraya bakmıyordu bile; suya dalmış-gitmişti. Maskara bunda kaldı da padişahım dedi, suda ne görüyorsun ki boyuna bakıp duruyorsun?
Padişah, bir kaltabanı görüyorum dedi. Maskara, eh dedi, bu kulun da kör değil ya. Şimdi demek bir vaktin olacak ki Muhammed o vakte sığmayacak ha... Acaba bir hal olabilir mi ki senin gibi koltuğu kokmuş kişi o hâlin zevkine varsın da Muhammed´de o hal olmasın? Ne kadar hal sahibi olduysan onun yüzü suyu hürmetine oldun; onun yüzünden haller elde ettin. Çünkü önce bütün vergileri, bağışları onun önüne dökerler de sonra başkalarına dağıtırlar. Allah’ın türesi böyledir. Ulu Allah buyurdu ki: «Esenlik sana ey Peygamber; Allah’ın rahmeti, bereketleri sana.» Bütün saçıları sana saçtık. O dedi ki: «Allah’ın temiz kullarına da.» Allah yolu pek korkuluydu, adam-akıllı bağlanmış, kapanmıştı, karlarla dop-doluydu. Önce o,canıyla oynadı; at sürdü; yol açtı. Kim bu yola giderse onun kılavuzluğuyla, onun yardımıyla gider; çünkü yolu o meydana getirmiştir; her yere bir nişan koymuş, sopalar dikmiş, bu yana gitmeyin, şu yana gitmeyin... O yana giderseniz Âd kavmi gibi, Semûd kavmi gibi helâk olursunuz, bu yana giderseniz
inananlar gibi kurtulursunuz demiştir. Bütün Kur´ân bunu anlatır. «Kur´ân´da ap-açık deliller vardır.» Yâni bu yollarda nişanlar dikmişiz; birisi o sopalardan birini kırmak isterse herkes, yolumuzu yıkmadasın, bizi helâk etmeye çalışıyorsun; yoksa sen yol kesici misin diye ona kasteder. Şimdi, kılavuz Muhammed´dir, önce Muhammed´e gelmeden kimse bana gelemez: Hani bir yere gitmek istediğin vakit önce, filân yere gitmek gerek, uygun olan bu diye akıl kılavuzluk eder; ondan sonra göz kılavuz olur; ondan sonra da organlar harekete gelir. Organların gözden, gözün de akıldan haberi yoktur amma iş, bu sıraya göre olur-gider. İnsan gaflettedir amma öbürleri gaafil değildir insandan. Hâsılı dünya işine sıkı sarılmamak gerek; gevşek sarılmak
gerek. Çünkü Allah etmesin, dünya işine sıkı sarıldın, işe iyice giriştin mi, işin gerçeğinden gaafil olursun.
Allah râzılığını dilemek gerek, halkın râzılığını değil. Çünkü halktaki o râzılık, o sevgi, o esirgeme eğretidir;onları halka Allah vermiştir. Dilerse esenlik de vermez, zevk de. Bütün zevk, bütün nimet sebepleri varken hepsi de zahmet, meşakkat olur. Hâsılı bütün sebepler, Allah kudretinin elinde bir kaleme benzer. Kalemi oynatan da Allah elidir, yazan da; o istemedikçe kalem oynamaz. Şimdi sen kaleme bakıyorsun da bu kaleme bir el gerek diyorsun. Kalemi görüyorsun da eli görmüyorsun. Kalemi görüyorsunda eli aklına bile getirmiyorsun. Nerde gördüğün, nerde söylediğin? Onlara gelince: Onlar, boyuna eli görürler de bir de kalem gerek derler. Hattâ elin güzelliğine bakarlar da kalemi hatırlamazlar bile; yalnız böylesine el, kalemsiz
olmaz derler. Sense bir yerdesin ki kalemi seyretme tadına kapılmışsın da el aklında bile değil; artık onlar da, o elin seyri yüzünden nasıl olur da kaleme dalarlar. Arpa ekmeğinden tat almışsın; nerden buğday ekmeğini anacaksın? Onlar da buğday ekmeği varken nasıl olur da arpa ekmeğini anarlar? Yeryüzü, sana öylesine bir zevk vermiş ki göğü istemiyorsun bile. Oysa ki asıl zevk yeri göktür; yeryüzü gökten hayat bulur.
Göktekiler, nerden yeryüzünü hatırlarına getirecekler? Şimdi hoşlukları, güzellikleri, sebeplerde görme;anlamlar, sebeplere eğreti olarak verilmiştir; çünkü zarar veren de odur, fayda veren de; çünkü zarar da ondandır, fayda da. Sen ne diye sebeplere kakılmış-kalmışsın?
«Sözün hayırlısı, az olanı, maksadı bildirenidir.» Sözlerin en iyisi, fayda verenidir, çok olana değil.«Kul huvallah» pek azdır görünüşte; Bakara sûresiyse hayli uzundur. Fakat meram anlatma bakımından «Kul huvallah», Bakaradan üstündür. Nûh, bin yıl insanları çağırdı, başına kırk kişi toplandı. Allah rahmet etsin, esenlik versin Mustafâ´nın çağrış zamanı ne kadardı, meydanda; fakat bunca ülkeler inandı ona;
dininden bunca erenler, bunca yeryüzü direkleri geldi. Demek ki îtibar, azlığa-çokluğa değil; maksat merâmı anlatmak. Kimi kişinin az sözü, çok sözden daha faydalı olur. Hani Allah’ın ateşi pek çok, pek çetin olursa ondan faydalanamazsın, yanına bile yaklaşamazsın onun; oysa ki arık bir mumdan faydalanırsın. Demek ki maksat faydadır. Bir de kimi insana, sözü duymamak faydalıdır. Onlar görürler, bu da yeter-gider onlara; o faydalıdır bu çeşit kişilere. Duyarlarsa ziyan verir onlara söz. Bir şeyh, bir ulu kişiyle görüşmek için Tebrîz´e
geldi. Şeyhin zâviyesine varınca geri dön, senin için budur faydalı diye bir ses duydu; buraya ulaştın ya,şeyhi görürsen ziyan gelir sana diyordu ses. Az, fakat faydalı söz, şuna benzer: Yanmış bir mum, yanmamış bir mumu öper-gider; o muma zâti bu yeter, maksadına erişir-gider.
Peygamber, o görünen şekil değildir ki; onun şekli, bindiği attır. Peygamber, o aşktır, o sevgidir; boyuna ölümsüz kalan da odur. Hanî Sâlîh´in devesi gibi, görünüşte deve. Peygamber, o aşktır, o sevgidir; ölümsüz olan da odur.
Birisi dedi ki; Neden minârede yalnızca Allahyı övmüyorlar da Muhammed’i de anıyorlar.
Ona dediler ki:Zâti Muhammed´i övüş, Allahyı övüştür. Örneği de şunun gibi: Hani birisi, padişaha Allah uzun ömür versin; bana padişaha yol veren, yahut padişahın adını bana söyleyen kişi de yaşadıkça yaşasın dese onun övüşü, gerçekte padişahı övmedir. Bu peygamber, bana bir cübbe verin, ihtiyâcım var; yahut cübbeni,elbiseni bana ver diyor mu? Cübbeyi, malı ne yapacak o? O, senin elbiseni yeğinleştirmek istiyor ki güneşin ısısı ulaşsın sana. «Allahya güzel bir tarzda borç verin» diyor; yalnız mal istemiyor, cübbe istemiyor. O sana, maldan başka pek çok şeyler vermiş. Bilgi vermiş, düşünce vermiş, anlayış vermiş, görüş vermiş; bir soluk olsun diyor; görüşünü, düşünceni, kuruntunu, anlayışını, aklını bana harca; malı, sana verdiğim bu araçlarla
elde etmedin mi? Hem kuşlardan sadaka istiyor o, hem tuzaktan. Güneşin önünde çır-çıplak kalman daha iyi; yakmaz-karartmaz seni bu güneş; adamakıllı ağartır, bem-beyaz eder seni. Soyunamıyorsan bâri elbiseni yeğinleş-tir de güneşin zevkini gör. Bir zamandır, ekşiliği huy edinmiştin, bâri tatlılığı da bir dene.
(*) Bu beyit, bizim nüshada yok.
63. BOLÜM - Dünyada tahsille, bellemekle elde edilen her bilgi, «bedenler bilgisi»dir. Ölümden
sonra meydana gelen bilgiyse «dinler bilgisi»dir. «Ben Allahyım» bilgisini bilmek «bedenler bilgisi»dir; «Ben Allah ım» olmak, «dinler bilgisi»dir. Mum ışığını, ateşi görmek «bedenler bilgisi»dir; ateşte yanmak, mum
ışığında yanıp erimek «dinler bilgisi»dir. Görülen herşey «dinler bilgisi»dir; bilgiyle ilgili olan, bilinen her şey «bedenler bilgisi»dir. Hani dersin ya, gerçek, görüştür, görmektir; bundan öte bütün bilgiler, hayal bilgisidir.
Meselâ bir mühendis düşünür, bir medrese kurmayı hayâlinde canlandırır. Bu, bir düşüncedir; doğrudur da;fakat hayâldir. Medreseyi kurduğu, yaptığı zaman gerçek olur. Şimdi hayâlden hayâle de farklar var. Abû Bekr´in, Ömer´in, Osmân´ın, Alî´nin hayâli, sahâbenin hayâlinden üstündür. Hayâlden hayâle çok fark var.
Bilen bir mühendis, bir ev kurma hayâline düşer; mühendis olmayan da hayâllenir; arada büyük bir fark var;çünkü mühendisin hayâli, gerçeğe daha yakındır. Bu yanda hayâlden hayâle çok uzun yol var, çok büyük fark var; o yanda da gerçekler âleminde, görüş âleminde, görüşten görüşe farklar var; hem de sonadek sürer-gider bu. Hani derler ya, yedi yüz perde var, karanlıklardan, yedi yüz perde var, ışıktan... Hayâl âleminden olan herşey, karanlık perdesidir; gerçekler âleminden olan herşey, ışık perdesi. Fakat hayâl olan
karanlık perdeleri arasında fark olmadığı gibi pek de lâtif olduklarından gözle de görünmez o perdeler.
Görüşten görüşe bu kadar büyük, bu kadar derin fark olduğu halde gerçekler âleminde de o farkı anlamaya imkân yoktur.
64. BÖLÜM - Cehennem ehli cehennemde, dünyada oldukları gibi hoş, rahat bir haldedir. Çünkü
cehennemde Allahdan haberleri olacak; dünyadaysa Allahdan haberleri yoktu. Allahdan haberdar olmaktan daha hoş bir şey de yoktur. Dünyayı istemeleri, bir ibâdette bulunup dünyada da Allah lûtfuna mahzar olandan haber almayı istemelerindendir; yoksa dünyanın, kendileri için ahretten daha hoş olmasından değil.
Münâfık kişiyi, cehennemin en aşağılık çukuruna atmaları şu yüzdendir: İman, kucağına geldi onun da, küfrü kuvvetliydi, inanmadı; Allahdan haberdar olması için azâbı, daha çetin olur onun. Kâfirin yanına gelmedi
îman; küfrü de zayıf; pek az bir azâpla Allahdan haberdar olur. Hani başa sarılan pusu da tozlanır, halı da tozlanır. Pusuyu, bir tek kişi azıcık silker, tozu gidiverir; ter-temiz olur. Fakat halının tozunu gidermek için dört kişinin adam-akıllı çırpması gerek; onun gibi işte.
Cehennemlikler «Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de saçın» diyorlar ya; hâşâ;
istedikleri yenecek, içilecek şeyler olamaz. Bu, bulduğunuz şeylerden, size vuran, sizi parlatan ışıktan bize verin demektir. Kur´an, bir geline benzer. Sana yüzünü göstersin diye çarşafını çekersin. Onu okuyorsun amma bir hoşluk yüz göstermiyor, bir şey açılmıyor sana ya; çarşafını çektin onun; fakat seni istemedi; sana bir düzen kurdu; sana kendisini çirkin gösterdi; yâni ben dedi, o güzel değilim. O, kendisini her şekilde gösterebilir, gücü yeter buna. Fakat çarşafını çekmezsin, râzılığını dilersen, tarlasını sularsan, uzaktan-uzağa ona hizmetler eder, tapılar kılarsan, neden râzı olursa onu yapmaya çalışırsan çarşafını çekmesen de yüzünü
gösterir sana. Allah ehlini aramak gerek. «Kullarımın arasına katıl da cennetime gir» buyurdu çünkü. Ulu Allah herkese söz söylemez. Dünya padişahları da çulhayla konuşmazlar. Herkes padişaha onun vasıtasiyle yol bulsun diye bir vezir, bir nâip dikmişlerdir. Ulu Allah da kim Allahyı dilerse ona başvursun, ona kul olsun diye bir kulunu seçmiştir. Bütün peygamberler bunun için gelmiştir; Allahya onlardan başka yol yok.
65. BÖLÜM - Sırâceddin dedi ki: Bir şey söyledim, içime dert oldu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
O memurdur, o sözü söylemene engel oluyor. O memur gözünle göremezsin amma onun sürüşünü,onun verdiği derdi görür de bilirsin ki bir memur var. Su altında yüzersin; sana güller, fesleyenler dokunur.
Başka bir yana gidersin, tikenler batar sana. Anlarsın ki bu yan, tikenliktir, kötüdür, adama eziyet verir; o yansa güllük-gülüstanlıktır, esenliktir; ikisini de görmezsin amma anlarsın. Bu anlayışa vicdanî anlayış derler;görünenden de açıktır bu. Meselâ açlık, susuzluk, öfke, sevinç... Hepsi de gözle görülmez amma görünürden de açıktır bunlar. Çünkü gözünü açsan görülen bir şey yoktur ortada; yoktur amma açlığı kendinden hiçbir düzenle gideremezsin. Yemeklerdeki sıcaklık, soğukluk, tatlılık, acılık da böyledir; gözle görülmez; görülmez
amma görülenden daha da açıktır. Hâsılı bu görüşle ne işin var senin, şu bedenle ilgin nedir ki? Sen, bunsuz varsın, boyuna da bedensiz-sin zâten. Geceyse bedene aldırış bile etmezsin; gündüzse işlere koyulurgidersin;hiç de bedenle değilsin; peki, ne diye tir-tir, titrersin şu bedenin üstüne; bir an bile onunla değilsin ki; hep başka yerlerdesin; sen nerdesin, beden nerde? «Sen bir ovadasın; ben bir ovadayım.» Beden, pek yaman bir şaşırtmacadır. İnsan sanır ki o öldü mü kendi de öldü-gitti. Hey gidi hey; ne ilgin var bedenle senin? Büyük, pek büyük bir göz bağı bu. Firavun´un büyücüleri, bir zerrecik bu gerçeği anladılar,
bedenlerini fedâ ediverdiler; gördüler ki bu bedensiz var olmuşlar; bedenin onlarla bir ilişiği yok. İbrâhim,İsmail, peygamberler, erenler de böyle; bedeni, oluşunu, olmayışını anladılar da boşverdiler bedene.
Haccâc esrar içmişti de dalgay

ceren
Thu 7 March 2019, 06:58 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Bizlere bu bilgileri sunan kardesimizden rabbim razı olsun inşallah. ..