ayten
Wed 29 September 2010, 10:54 pm GMT +0200
Fetva
İKİNCİ TARAF: FETVA
MÜCTEHİDİN VERDİĞİ FETVAYA MÜTEALLİK KONULAR
Konu dört mesele altında ele alınacaktır:
BİRİNCİ MESELE:
Müftî, ümmet içerisinde peygamber makamında bulunmaktadır.[1]
Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder:
(1)
Bu konuda naklî deliller vardır: Meselâ hadislerde şöyle buyu-rulur: "Şüphesiz âlimler, peygamberlerin varisleridir, Peygamberler ne dinar ne dirhem miras bırakmamışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır[2]"Ben uyumakta iken (rüyamda) bir bardak süt ikram edildi. Ben ondan içtim. Öyle kandım ki, bana kanmışlık tâ tırnaklarımdan çıkıyor gibi geldi. İçmemden arta kalanı Ömer b. Hattâb´a verdim" Orada bulunanlar: "Bunu ne ile yordunuz Yâ Rasûlallah!" diye sordular. O da: "İlim ile" buyurdu. Bu hadiste ifade edilen şey, miras anlamına gelir. Öbür taraftan Rasûlullah, "Sen ancak bir uyarıcısın[3]âyetinde de ifadesini bulduğu üzere uyarıcı (nezîr) olarak gönderilmiştir. Allah Teâlâ, ulemâ hakkında ise: "Mü´minlerin hepsi toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları) uyarmak için geride kalmalıdır"[4] buyurmaktadır. Buna benzer daha başka nasslar da vardır.
(2)
Müftî, hükümlerin tebliği konusunda Rasûlullah´m naibi olmaktadır. Konu ile ilgili olarak Rasûlullah şöyle buyurmaktadır: "Dikkat edin! Burada hazır bulunanlarınız, burada olmayanlara (bu anlattıklarımı) ulaştırsın![5]; "Bir âyet de olsa, onu benden tebliğ edin![6] "Siz işitirsiniz, sizden işitilir, sizden işitenden işitilir..[7]Müftînin, Rasûlullah´ makamına kâim olmasının mânâsı işte budur.
(3)
Müftî bir bakıma Sâri´[8] sayılmaktadır. Çünkü şeriat adına bildirmiş olduğu şey, ya bizzat şeriatın sahibinden menkuldür, ya da bu nakillerden istinbât yoluyla çıkarılmış şeylerdir. Birinci tısım karşısında müftî, sadece tebliğci durumundadır. İkinci kısımdan olan hükümlerde ise, müftî, hüküm inşası konusunda O´nun makamına kâim bulunmaktadır. Hüküm inşâ[9] yetkisi de sadece Şâri´e aittir. Madem ki müctehid, kendi değerlendirmesi ve içtihadına göre hüküm inşasına yetkili kılınmıştır, işte bu açıdan o da, Sâri´ kavramı altına girmektedir. Bu noktadan hareketle kendisine tâbi olunması ve koymuş olduğu hüküm doğrultusunda amel edilmesi vacip olmaktadır. Bu, Rasûlullah´a halef olmak demektir. Dahası, müftînin sadece tebliğci durumunda olduğu menkûl şeriatla ilgili olarak, gerek şer´î lâfızlardan mânâların anlaşılması açısından ve gerekse (uygulama esnasında) onların dayanaklarının tesbiti (tahkîku´l-menât) ve hükümlere indirgenmesi açısından, onlar üzerinde durması ve değerlendirme yapması zarureti vardır. Her iki iş de, yine müftî tarafından yapılacaktır. Dolayısıyla o, bu açıdan da Sâri´ makamına kâim bulunmaktadır. Nitekim hadiste: "Kur´ân´ı okuyup (anlayan) kimse, nübüvveti iki böğrü arasına almış demektir"[10] buyurulur.
Şu halde müftî, peygamber gibi Allah Teâlâ´dan haber veren kimse konumundadır, yine peygamber gibi kendi değerlendirmesine tâbi olarak şeriatı mükelleflerin fiillerine indirgemektedir, emri, hilâfet menşuru[11] ile ümmet hakkında peygamber emri gibi geçerli olmaktadır. JBu yüzden de: "Ey inananlar! Allah´a itaat edin, Pey-gamber´e ve sizden olan ulû´l-emre itaat edin!"[12]âyetinde onlara "ulâ´l-emr" adı verilmiş ve itaatleri, Allah´a ve -peygamberine itaat ile eş tutulmuştur.
Bu mânâya delâlet eden deliller çoktur.
Bu husus üzerine bir başka mânâ daha doğmaktadır ki, o da şudur:" [13]
İKİNCİ MESELE:
Müftîden sadır olan fetva, sözü ile olduğu gibi fiili ve ikrarı (onay) yolu ile de olur.
Sözlü fetva: Söz ile verilen fetva konusu açıktır; dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yoktur.
Fiilî fetva: Fetvanın fiil ile olabilmesi iki yoldan olur:
(1)
Fiil, kullanılışı yaygın olarak bilinen bir konuda anlatma kasdı içerir. Bu tür fiiller açık söz yerine geçer. Meselâ Rasûlullah parmaklan açık olarak iki elini göstermiş ve: "Ay böyle, böyle ve böyledir[14] buyurmuştur. Rasûlullah´a hacc hakkında soru sorulmuş ve (soruyu soran kişi): "Şeytan taşlamadan önce kurban kestim. Ne gerekir " demiş, Rasûlullah da başı ile işaret etmiş ve "Bir günah yoktur" demiştir.[15] Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İlim alınır, ortaya bilgisizlik ve fitneler çıkar, here çoğalır" Dediler ki: "Here nedir Yâ Rasûlallah!" O eliyle: "işte böyle" buyurdu ve sanki Öldürmeyi tarif ediyormuş gibi eliyle işarette bulundu.[16]Güneş tutulması (küsûf) hakkındaki Hz. Âişe hadisi de böyledir. Şöyle ki: Esma, namaz kılmakta olan Hz. Aişe´ye gelmiş ve "İnsanların bu hali ne " diye sual sormuş. O da başı ile göğe işaret etmiş. "Bu bir âyet midir " demiş. Hz. Âişe de: "Başı ile (evet anlamına) işaret etmiş"[17] Rasûlullah kendisine namaz vakitlerini soran kişiye: "Bu iki günü bizimle birlikte kıl!" demiş, sonunda da: "Vakit, bu ikisi arasındadır" buyurmuştur.[18] Bu mânâda örnekler gerçekten pek çoktur.[19]
(2)
Nümune-i imtisal olma ve bu amaçla gönderilmiş bulunmasının gereği olarak fiillerin beyan mânâsı içermesi: Bunun esası[20]Allah Teâlâ´nın şu buyruğudur: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü´minlere bir güçlük olmasın´[21]Hz. İbrahim hakkında ise: "İbrahim´de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.[22] buyurur. Örneklik, fiilin, örnek alman kimsenin işlediği şekil üzere işlenmesidir. Bizden öncekilerin şeriatı, bizim de şeriatımı zdır. Rasûlullah, Ümmü Seleme´ye: "Ben oruçlu olduğum halde, eşlerimi öper olduğumu ona bildirseydin ya[23]buyurmuştu. Yine o: "Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız, siz de öyle kılın![24]"Hac menâsikinizi[25]benden ahn![26] buyurmuştur. Rasûlullah´ın fiillerine uyma konusunda İbn Ömer hadisi vb. gizli kalmayacak kadar açıktır.[27] Bütün bunlar sebebiyle usûlcüler, hükümlerin beyanı konusunda onun fiillerini sözleri mesabesinde kabul etmişlerdir.
Durum böyle olup müftînin Rasûlullah´ın makamına kaim ve onun naibi durumunda olduğu sabit olunca, bundan müftînin fiillerine de aynı şekilde uyulması lâzım geleceği sonucu çıkar. Bu durumda, eğer fiili ile beyan ve anlatım kastetmişse ona uymanın gerekli olacağı açıktır. Böyle bir kasdı bulunmaması halinde ise hüküm, iki açıdan dolayı yine aynı şekilde olacaktır.
(1)
Müftî varistir. Varis olduğu kişi yani Raaûlullah hem sözü hem de fiili ile mutlak anlamda örnek bulunuyordu. Dolayısıyla onun yerini alan vâris de aynı şekilde olacaktır. Aksi takdirde gerçek anlamda bir verasetten bahsetmek mümkün olmaz. Şu halde müftînin fiilleri de, aynen sözlerinde olduğu gibi örnek alınma durumundadır; onları bu şekilde değerlendirmek gerekecektir.
(2)
Fiillerin örnek alınması toplum içerisinde gözde büyütülen insanlara nisbetle insan yaratılışında mevcut bir sırdır.[28] İnsanların, yaratılışlarında bulunan bu özellikten koparılmaları hiçbir şekil ve halde mümkün değildir. Özellikle de itiyat halini alması, sürekli tekrarlanması ve örnek alman kişiye karşı bir muhabbet ve meyil duyulması halinde bu imkânsızdır. Eğer bu halde bulunan bir kimse, bazı insanlarca örnek alınıp kendisine uyutmuyorsa, bilesin ki bu mutlaka bir başka örneğe uyulması sebebiyle olmaktadır. Bu durum[29] Rasûlullah zamanında iki yerde ortaya çıkmıştır:
a) Birincisi şudur: Rasûlullah müşrikleri inançsızlıktan imana, putlara tapmaktan Allah Teâlâ´ya kulluk ve ibadete davete başladığı zaman, onların örnek aldıkları şeylerin en başında ataları geliyor; onlara uyulması ve onların örnek alınması ilke kabul ediliyordu: "Onlara (müşriklere) ´Allah´ın indirdiğine uyun!´ dendiği zaman onlar: ´Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.´ dediler"[30]Yine onlar: ´Tanrıları, tek tanrı mı yaptı" Doğrusu bu tuhaf birşeydir!´ dediler"[31] Bu ve benzeri âyetler bu gerçeği ifade etmektedir. Rasûlullah onları uyarmaya devam etti; onlar ise, atalarım üzerinde buldukları gidişata ısrarla devam ettiler. Sonunda iş harbe kadar gitti. Onlar buna razı oldular; fakat gidişatlarını terketme-diler. İşin ilginç tarafı, kendilerinin davet edildikleri şeyin bir kısmı ataları Hz. İbrahim´e uymadan ibaretti ve onlara şeriatı Muhammedi de ilave edilmişti. Allah Teâlâ onlara hitaben: "Atanız İbrahim´in dini(nde olduğu gibi).[32] ifadesini kullanmıştı. Bu, onları en büyük atalarına uymaya, onun gidişatını takip etmeye çağırmanın bir kapısı oluyordu. Bununla birlikte onlara İslâm´da bulunan güzel ahlâk esaslarını, faziletleri açıklıyordu ki, ataları bunların çoğunu zaten güzel bulur ve onları yaparlardı. Böylece, örneklik, yanlış yolda olanları örnek almadan uzaklaştırıcı bir yol olarak kullanılmıştı ki bu, rıfk ve hikmetin gereği ile davette bulunmanın en belirgin yollarından biri olmaktadır. Kur´ân´da şöyle buyurulmuştur: "Sonra da sana ´Doğru yola yönelerek ibrahim´in dinine uy! Zira o müşriklerden değildi´ diye vahyettik[33] "Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!´[34] Allah´a davet yolunda takınılan bu incelik, Rasûlullah´ın davet metodunda sürekli kullandığı hikmet türlerinden biri oluyordu. Öbür taraftan, Kur´ân´da zikredilen üstün ahlâk, bizzat Rasûlullah´ın ahlâkı idi. Onlara nisbetle, fiil, sözü tasdik etmekteydi. Bu durum, ona uymayı ve onun örnek alınmasını telkin ediyordu. Dolayısıyla sonuçta onlar da boyun eğdiler ve Hakk´a döndüler.
b) İkinci mahal ise, ashabın İslâm´a girip, Hakk´ı tanıyıp, Rasûlullah´ın emir ve yasaklarına uyma konusunda birbirleri ile yanşa girmeleri anında olmuştur. Bazı hallerde Rasûlullah kendilerine bir emirde bulunmuş ve onları dinleri için kendileri hakkında hayırlı olacak şeye irşad etmiştir. Bununla birlikte onlar, Rasûlullah´ın bizzat işlemiş olduğu fiillere yönelmişler, onları sözlerine tercih etme yoluna gitmişlerdir. Meselâ, emrettiği halde ashap, ihramdan çıkmaya yanaşmamışlardır. Hatta Rasûlullah e§i Ümmü Seleme´ye: "Görmez misin şu kavminin halini! Emrettiğim halde, emrime uymuyorlar" diye serzenişte bulunmuştur. Bunun üzerine Ümmü Seleme: "Kurbanım kes ve tıraş ol!" demiş, Rasûlullah onun dediği gibi yapınca ashap da kendisine tâbi olmuştur. Yine visal orucu hakkında da benzer durum olmuş, onlara bu orucu yasakladığı halde onlar tutmaktan geri durmamışlar ve gerekçe olarak da bizzat kendisinin tutmakta olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [35]buyurdu. Buna rağmen onlar tutmaya devam edince, onlarla birlikte kendisi de visale başladı ve sonunda onlar güç yetiremediler ve Rasûlullah şöyle buyurdu: "Eğer ay gecikseydi, ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi"[36] Bir başka hadise şu şekilde olmuştur. Rasûlullah ashapla birlikte bir seferde iken onlara oruç tutmamalarını emretmişti. Kendisi ise oruçlu bulunuyordu. Bu hali gören ashab ya da bir kısmı emre uymamış ve duraksamışlardı. Bu durum bizzat kendisi bozuncaya kadar sürmüş, sonunda onlar da kendisine bakarak bozmuşlardı.[37] Onlar Rasûlullah´ın sözlerini araştırdıkları gibi fiillerini de araştırmakta idiler. Bu konu, onun makamına gelecek olan âlim için uyması gereken en ağır bir şart olacaktır. Beyân konusunda bu mesele ele alınmıştı. Ancak yapılan açıklama bir başka açıdandı. Buna rağmen her iki yerde de mânâ aynı noktaya çıkmaktadır.
Îtiraz: Belki burada biri çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz Ra-sûlullah masum idi. Dolayısıyla onun fiilleri hiç kuşkuya yer kalmadan uymaya (iktidâ) mahaldir. Diğer insanların durumu ise böyle değildir. Çünkü diğer insanların fiilleri (masum olmadıkları için) hata, unutma ve masiyete hatta iman bir tarafa küfre bile mahal bulunmaktadır. Bu durumda böyle birinin fiillerine nasıl güven duyulabilir Şu halde Rasûlullah´ın dışındaki insanların (burada müftî söz konusu) fiilleri, (şer´î bir hüccet gibi) uyulması gerekli şeylerden olamaz.
Cevap: Eğer biz bu ihtimali, müsteftîye nisbetle müftînin fiillerinin hüccet olması konusunda sabit görecek olursak, aynı ihtimali onun sözleri konusunda da sabit görmemiz gerekir. Çünkü sözlerinde de hata etmesi, unutması, kasden veya yanılarak yalan söylemesi mümkündür; zira sözleri konusunda da masum değildir. Madem ki bu ihtimal sözleri konusunda dikkate alınmamaktadır, fiilleri hakkında da dikkate almamak gerekir.[38] Bu noktadan hareketledir ki, şer´an âlimin zellesi çok tehlikeli bulunmuştur. Nitekim bu konu burada ve Beyân bahsinde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu durumda müftînin, hem fiili hem de sözü ile fetva makamında bulunduğunun idraki içerisinde olması gerekmektedir.[39] Şu mânâda ki onun mutlaka fiillerine dikkat etmesi, onların hep şer´î esaslar dahilinde cereyan etmesine çalışması gerekir ki böylece kendisi fiilleri konusunda bir örnek telakki edilebilsin.
İkrar yani tasvip yoluyla fetvaya gelince bu, esas itibarıyla fiile râcidir. Çünkü el çekmek fiildir. Müftînin, (yanlış) bir iş gördüğü zaman onun yanlışlığını belirtici bir açıklama yapmadan geri durması, sanki onu açıkça onaylamış anlamına gelir. Usûlcüler, bunun Rasûlullah´a nisbetle şer´î bir delil olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu durumda, fetva makamında bulunan kişiye nisbetle de hüküm aynı olacaktır. Fiilî fetva babında ileri sürülen deliller aynısıyla tereddütsüz olarak bu konu için de geçerlidir. İşte bu anlayıştan hareketledir ki, selef-i sâlih iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak (emri bi´1-ma´rûf ve nehyi ani´l-münker) görevinin yerine getirilmesi konusuna son derece önem vermişler, bunun üzerinde azim ve sebatla durmuşlar, bu konuda karşılaşabilecekleri güçlüklere, ölüm vb. gibi sonuçlar da dahil olmak üzere maruz kalabilecekleri zararlara aldırış etmemişlerdir. Kötülüğün önünün alınması konusunda ruhsat hükümle amel etmeyi yeğleyen kimseler, dinini yaşamak için uzlete çekilmiş ve yalnız yaşamışlardır.[40] Tabiî bunu yaparken de, yaptıkları bu işin, kötülüklerin önlenmesi ilkesinin terkinin getireceği zarardan daha büyük bir zararın ortaya çıkmaması noktasını göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü iki serden daha hafif olanını (ehven-i şerreyn) işlemek, her iki şerri de birden işlemekten daha evlâdır. Mesele aslında, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama konusundaki kaidenin çalıştırılması sonucuna çıkmaktadır. Bu konuda söz konusu olan üç mertebe[41], delilleri ile birlikte olmak üzere ilgili eserlerde ele alınmış ve açıklanmıştır. [42]
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Bu mesele, bir önceki konu üzerine bina edilir. Şöyle ki: İlmin gereğine muhalif düşen bir kimsenin fetva vermesi sahih olmaz.[43]Gerçi usûlcüler bu konuya dikkat çekmişler ve gerekli açıklamalarda bulunmuşlar ise de, bu onların sözlerinde çok mücmel kalmıştır. Bu itibarla, fetvanın kısımları da dikkate alınarak konunun açıklanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
Fetvanın sözlü halinde, sözleri gayrımeşru bir şekilde sadır olmuş olabilir. Bu takdirde onun fetva ile ilgili sözleri, sair sözleri gibi değerlendirilir. Nasıl ki diğer sözleri gayrimeşrû bir hal üzere sadır olabiliyorsa, fetva ile ilgili sözleri de aynı şekilde olabilir. Böyle bir söze ise güven duyulamaz ve itibar edilemez.
Fiillerine gelince, eğer bunlar din ve ilim adamlarının fiilleri hilafına bir şekilde sadır olmuşsa, o fiillere uyulması, onların selef-i sâlihin amelleri cümlesinden kabul edilmesi ve onların örnek alınması sahih olmaz.
İkrarları yani tasvipleri de aynıdır; çünkü bunlar da fiilleri cümlesinden olmaktadır.
Sonra bu üç yönden (yani söz, fiil ve ikrardan) her biri, diğer iki kısma etki eder. Organlarıyla (yani işlediği fiil ile şeriata) ters düşmesi, sözü ile de ters düştüğünü gösterir. Sözü ile ters düşmesi de, fiili ile ters düşmesine delil olur. Çünkü hepsi de kalbî olan tek birşeyden[44] sadır olmaktadır.
Bu, ilmin gereğine muhalif olan bir kimseden sadır olacak fetvanın sahih olmadığının icmalî olarak beyanı olmaktadır.
Konunun genişçe açıklanmasına gelince: Meselâ müftînin, kişiye kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında susmasını emretmesi halinde, eğer bizzat kendisi de lüzumsuz şeyler hakkında sükût eden biri ise, o zaman fetvası doğru olacaktır. Eğer lüzumsuz konuşmalara dalan kimselerden biri ise, o takdirde fetvası doğru olmayacaktır. Sana dünya karşısında zahidâne bir hayat yaşamanı öğütler ve bizzat kendisi de aynı şekilde yaşarsa o zaman fetvası doğru olacaktır. Yok kendisi dünyaya dört elle sarılır bir halde olursa o zaman fetvası yalan olacaktır. Sana namazları vaktinde ve üadil-i erkana riayetle kılmam öğütler ve kendisi de öyle olursa, fet-vâsı doğru, aksi takdirde yalan olacaktır. Emir mahiyetinde olan diğer şer´î hükümler hakkındaki fetvasında da durum aynı olacaktır. Yasaklar hakkında da durum aynıdır: Meselâ, yabancı kadınlara bakmayı yasakladığı zaman, eğer bizzat kendisi de bakmayan biri ise, fetvası doğru olur. Kendisi doğru sözlü biri olduğu halde yalan söylemeyi, zina etmediği halde zina etmeyi, kendi kötü sözlü olmadığı halde kötü sözde bulunmayı, kötü kimselerle düşüp kalkmadığı halde, onlarla beraber olmayı yasaklarsa... vb. bütün bunlarda fetvası doğru ve o kimse sözüne ve fiiline uyulan biri olur. Aksi takdirde ne fetvası doğru olur, ne de sözüne ve fiiline uyulabilir. Çünkü sözün doğruluğunun alâmeti, fiile uygun düşmesidir. Hatta bu, ulemâya göre hakikatta doğrunun bizzat kendisidir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ: "Mü´minler içerisinde Allah´a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda can vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir" [45]buyurmuş, bunun zıddı yani fiilin söze uygun düşmemesi hakkında da "Onlardan kimi de, ´Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (ve zekât) vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız!´ diye Allah´a and içtiler. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah´ın emrinden yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah´a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu" [46] buyurmuştur. Görüldüğü gibi doğruluk konusunda, sözün fiile uygunluğuna, yalan konusunda da sözün fiile uygun düşmemesine itibar edilmiştir. Allah Teâlâ (Te-bük seferine iştirak etmeyip) geride kalan üç kişi hakkında da: "Ey inananlar! Allah´tan sakının ve doğrularla beraber olun!´[47] buyurmuştur.[48]
Buna göre âlim, bir hüküm, emir ya da nehiy hakkında bir söz söylediği zaman, aslında o şey, kendisi ve diğer mükellefler arasında müşterek birşey olmaktadır. Dolayısıyla eğer o söylediği şeye uygun hareket ederse, doğru söylemiş; yok tersine hareket ederse yalan söylemiş olur. Muhalefet hali ile birlikte fetva sahih olmaz; fetva ancak uygunluk halinde sahih olur.
Bu konuda değerlendirme yapacak kimselerin insanların efendisi (Rasûlullah´ı dikkate almaları yeterli olacaktır. O-nun fiilleri ile sözleri arasında tam ve kusursuz bir uyum bulunuyordu. Kendisi hakkında: "Allah Teâlâ, rasûlü hakkında dilediği şeyi helâl kılar..." diyen kimseye, durumun öyle olmadığını ifade ile tepki göstermişti. Yine kendisine yöneltilen bir durum hakkında[49]"Ben yapıyorum" dediği zaman: "Sen bizim gibi değilsin. Allah Teâlâ, senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarım atfetmiştir" diyen kimseye kızmış ve: "Vallahi, elbette ben sizin Allah´tan en çok korkanınız ve O´ndan ne ile sakınacağını en iyi bileniniz olmayı umu-yorum"[50] buyurmuştur. Kur´ân´da da Şuayb´dan bahsederken Allah Teâlâ: ("And olsun ki), Allah bizi ondan (kâfirlik-ten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah´a karşı iftira etmiş[51] oluruz"[52]buyurmuştur. Yine Allah Teâlâ: "Size yasak ettiğim şeylerde aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum"[53] buyurmuştur. Âyet, sözün fiile uygun düşmemesi halinin, sözün yalan olacağı sonucunu gerektireceğini beyan etmektedir. Bu, bundan önceki meselede geçen hususun gereği olmaktadır. Peygamberlerin, henüz peygamber olmadan Önce Allah Teâlâ´yı bilmemekten ve O´ndan başka mabudlara tapınmaktan korunmuş olmaları hakkında (delil olmak üzere) şöyle demişlerdir: Çünkü kalpler, hali böyle olan birinden nefret eder. Aynı mânâ, peygamberlikten sonraki hayatı için usûlle ilgili konular bir tarafa ferî hükümler hakkında da evleviyetle geçerlidir. Çünkü eğer onlar bazı şeyleri emretseler ve bazı şeyleri yasaklasalar ve sonra da dönüp Allah saklasın! onları işleyecek olsalardı, bu onlardan uzaklaşılması-nın en önemli sebeplerinden biri olur ve onlara uymaktan yüz çevirmeyi gerektirirdi. Veraset yoluyla onların makamında bulunan kimselere gelince, bu makama gerçekten ulaşabilmiş olmanın göstergesi, fiilin söze uygun olarak sâdır olmasıdır. Rasûlullah (meşhur Veda hutbesinde) ribayı yasaklayınca: "Kaldırdığım ilk ribâ, (amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs´ın ribasıdır" buyurmuş, cahiliye âdeti olarak süregelen kan dâvalarını kaldırdığını ilan ettiği zaman da: "Kaldırdığım ilk kan davası da, bizim davamız yani Rabîa 6. el-Hâris´in[54]kanıdır" buyurmuştur.[55] Bir hırsızlık olayında cezanın tatbik edilmemesi için tavassut edilmesi karşısında:"Canım elinde olan Allah´a yemin ederim ki, eğer Rasûlullah´ın kızı Fâtıma çalmış olsaydı, mutlaka elini keserdim´[56]buyurmuştur. Bütün bunlar, söz ile fiilin (uygulamanın) birbirine uygun olması, insanların Allah´ın hükümleri karşısında eşit oldukları esasının hem kendisine hem de yakınlarına nisbetle korunması gerektiği konusunda açıktır.
Konu ile ilgili deliller sayılamayacak kadar çoktur.
İslâm şeriatı, söylediğinin tersini yapan kimseler hakkında yergide bulunmuştur. Bu meyanda olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurur: "insanlara iyilik yapmalarını emreder de kendinizi unutur musunuz ![57]; "Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur´[58] Cafer b. Burkan, Meymûn b. Mihrân´ın: "Kıs-sacı (vaiz), gazabı; onu dinleyen de rahmeti bekler[59] dediğini nakleder. Ona: "Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz âyeti hakkında ne dersin Acaba bundan maksat kendisini öven ve (asılsız yere) şu şu hayırları yaptım diyen kimse midir Yoksa kendisi ihmal gösterdiği halde, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan kimse midir " diye sordum. O bana: "Her ikisi de" diye karşılık verdi.
İtiraz: Eğer durum anlatıldığı gibi ise, o zaman fetva verme, iyiliği emretme ve kötülüğü Önleme işlerinin üstlenilmesi imkânsız bir hal alır. Halbuki ulemâ şöyle demektedir: İyiliği emretme ve kötülüğü önleme konusunda, bu işi yapacak kimsenin emrettiği şeyi yapan, yasakladığı şeyi de terkeden biri olması gerekmez; aksi takdirde böyle bir şart bu görevin tümden ortadan kalkması gibi bir sonucu doğurur. Daha önce de geçtiği üzere, aslı ortadan kaldırma sonucunu doğuracak olan tamamlayıcı unsurlar itibardan düşerler. Dolayısıyla aynı durum burada yani iyiliği emretme ve kötülüğü önleme konusunda da geçerlidir.[60] Aynı durum, fetva görevi için de söz konusudur. Hiç sürçmeyen, hiç hata yapmayan ve hiç sözü fiiline ters düşmeyen biri bulunabilir mi Özellikle de nübüvvet nurundan uzaklaşmış olan son dönemlerde böyle birini bulmak mümkün mü Evet! Mutlak anlamda sözü fiiline tam uygunluk arzeden bir kimsenin, bu mertebelere getirilmeyi herkesten önce hakeden biri olduğunda en ufak bir kuşku yoktur. Ancak öyle birinin bulunmaması halinde, fetva makamının boş kalması ve hiçbir kimse tarafından bu görevi üstlenmenin sahih olmaması gerçekten kabul edilebilir değildir.
Cevap: Bizim buradaki amacımız karşısında bu itiraz yerinde değildir. Çünkü bizim burada sözünü ettiğimiz husus, şer´î hüküm hakkında olmayıp, fetvaya yeltenmenin sıhhati ve vukuunda ondan istifadenin husulü konusundadır. Biz şunu söylüyoruz: Müctehid olan âlime, mutlak anlamda fetva vermesi ve bu görevi üstlenmesi vaciptir; sözü fiiline uygun düşsün düşmesin bu görevi üstlenmek zorundadır. Ancak verdiği fetvanın kabul görmesi ve beklenilen faydanın elde edilebilmesi için fiillerinin sözüne uygun olması şarttır. Aksi takdirde fayda hasıl olmaz; olsa bile her zaman için olmaz.[61] Şöyle ki: Eğer sözü fiiline uygun ise, o fetvadan beklenilen fayda hasıl olur ve hem sözde hem de fiilde ona uyma birlikte gerçekleşmiş olur. Veya en azından gerçekleşme işi büyük ölçüde beklenilir. Çünkü fiil, sözü ya tasdik eder ya da yalanlar. Sonra fiilin sözüne ters düşmesi halinde, bu durum onu adalet mertebesinden fâsıklık derecesine düşürebilir de, düşürmeyebilir de. Eğer muhalefet, onu adalet vasfından düşürebilecek bir düzeyde ise, ona uymanın doğru olmayacağı, kendisinin fetva verme işini üstlenmesinin sahih olmayacağı konusunda hem şer´an hem de âdeten herhangi bir tereddüt bulunmaz. Böyle birine uyan kimse de onun gibi (şeriata) muhalif düşmüş olur. Dolayısıyla gerçekte ne fetva ne de hükümden söz edilemez. Eğer ikinci durum söz konusu ise, o kimseye uyulması, ondan fetva talebinde bulunulması sahih olur ve bu durumda fetvası, muhalif düştüğü konuda değil de, uygun düştüğü alanda olur. Daha önce de söylediğimiz gibi, bir kimse sana zinayı terketmen, içki içmemen ve vacipleri yerine getirmen doğrultusunda fetva verse ve kendisi de dediklerini tutmuş olsa, bu durumda sözünün fiili ile tasdiki gerçekleşmiş olur. Sana dünyada zâhidâne bir hayat sürmeni ya da lüks bir hayat sürenlerden uzak durmanı ya da benzeri adalet vasfını temelden zedelemeyecek olan başka bir hususu yapmam (ya da yapmamam) söylese, sonra onun dünyaya sarıldığını ve senin beraber olmamam istediği kimselerle düşüp kalktığım görsen, bu takdirde onun fiili sözünü doğrulamamış olur. Evet, gerçi şeriat bize müftînin sözüne uymamızı emretmiştir. Ancak diğer taraftan Sâri´ Teâlâ onu aynı zamanda hem sözü hem de fiili ile kendisine uyulsun, örnek alınsın diye o makama getirmiştir. Çünkü e peygamberin varisidir. Hal böyle iken, şeriata ters düşmesi halinde, sahip olduğu mevkiin gereğine muhalefet etmiş, fiil sözü yalanlamış olur. Zira insan fıtratı, fiillere tâbi olmaya daha yatkındır. Dolayısıyla âlimin tam anlamıyla örnek alınabilmesi ve fetvaya ehil olması ve verdiği fetvanın bir anlam ifade edebilmesi için mutlaka sözün fiil ile uyum arzetmesi gerekecektir. Ebû´l-Esved edDüelî ne güzel demiştir:
Önce kendinden başla ve nefsim önle azgınlığından,
Sen bilge birisin, eğer nefsin vazgeçer, arınırsa ondan,
O zaman söylediğin söz dinlenir,
Örnek alınır görüşün, fayda verir öğretim.
Bir huyu yasaklayıp da yapma kendin,
Eğer yaptıysan büyük bir ayıp işledin!
Bu hem akla hem de nakle uygun bir mânâdır. Sağduyu sahipleri arasında bu konuda görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
Fasıl:
Soru: Sözü ile fiili arasında terslik bulunan böyle bir müftî karşısındaki müsteftînin yani fetva talebinde bulunan kimsenin hükmü ne olacaktır Mükellefiyet getiren konularda onu taklid etmesi doğru olur mu Yoksa olmaz mı Yani böyle bir müftînin sözü esas alınır ve onunla amel edilebilir mi
Cevap: Bu sorunun cevabı, yukarıda arzedilen hususlar üzerine kuruludur. Şöyle ki; Vukûda sıhhat açısından ele alındığı zaman, bu sahih olmaz. Çünkü bu müftîye nisbetle sahih olmadığına göre, aynı şey müsteftîye nisbetle de sahih olmaz. Devamlı ve çoğunluk halde bulunan budur. Bunun dışında kalan ise, nadir gibidir ve hiçbir şekilde küllî bir esasa mesned olabilecek durumda değildir. Şayet konu, şer´î ilzam açısından ele alınacak olursa, o zaman meselenin fıkhı durumu açıktır. Eğer müftînin muhalefeti açık ve adalet vasfını düşürecek bir düzeyde ise, o fetva ile ilzam asla sahih olmaz. Çünkü sözün kabul edilmesi ve gereği ile amel edilmesi için, doğru olması şartı vardır. Adalet sahibi olmayan kimseye ise her ne kadar verdiği fetva haddizatında deliller doğrultusunda ve yerli yerinde olsa bile güven duyuîamaz. Çünkü fetvanın şenliği ancak kendisinin beyanına istinaden bilinebilecektir. Kendisi ise güvenilir biri değildir. Dolayısıyla müsteftînin böyle bir fetva ile ilzam edilmesi durumu düşer. Müsteftînin ilzamı durumu düşünce, acaba müftîye yönelik fetva verme görevi gibi bir mükellefiyet hâlâ var olmaya devam eder mi [62]Bunun cevabı, "Şart-ı serînin husulü, yükümlülük konusunda şart mıdır Değil midir " meselesinde[63] bulunan görüş ayrılığı üzerine kurulur. Konu usûl kitaplarında açıklanmıştır.
Eğer muhalefeti adalet vasfını düşürecek kabilden değilse, o takdirde sözünün kabul edilmesi sahih, verdiği fetva doğrultusunda amel edilmesi zimmetten borcun düşebilmesi için yeterli olur. Bu durumda şer´î ilzam her ikisine de birden yönelik olarak bulunur.[64] [65]
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Fetvada, en üst dereceye ulaşabilen müftî, insanları, halkın çoğunluğuna uygun düşecek biçimde itidal üzere olmaya sevkedebilen kimsedir. İdeal müftî hiçbir zaman insanları şiddet tarafına sevketmeyeceği gibi, çözülmeye götürebilecek tarafa da sevketmez; ifrat ve tefrit arasında orta yolu korumaya çalışır.
Bunun doğruluğunun delili, şeriatın orta yolcu özelliğidir. Bilindiği üzere İslâm şeriatı denge şeriatıdır. Daha önce de geçtiği üzere, Sâri´ Teâlâ´nın mükelleften istediği şey, ifrat ve tefrite düşmeksizin din yoluna sülük etmesidir. Buna göre müftî, müsteftîye vereceği fetvada bu noktayı göz önünde bulundurmaz ve orta yoldan çıkarsa, Sâri´ Teâlâ´nın kasdını ihlal etmiş olur. Bu yüzdendir ki dinde derinleşmiş ilim erbabına göre, orta yoldan çıkan ve ifrat ya da tefriti temsil eden görüşler yerilmiş, iyi karşılanmamıştır.
İkincisi, bu ortayolcu yaklaşım, Rasûlullah´ın ve değerli ashabının tutmuş oldukları yol olmaktadır. Rasûlullah bazı sahâbîlerin rahipler gibi evlenmeksizin uzlete çekilerek yaşama teklifini geri çevirmiştir. Muâz, cemaatle namaz kıldırırken çok uzatmış ve bu yüzden şikayete konu olmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah kendisine: "Muâz! Sen fitneci misin !" diye ağır uyarıda bulunmuş ve: "İçinizde dinden nefret ettirenler var!" demiştir.[66] Yine o, şöyle buyurmuştur:
"...(Ashabım!) Doğruluğa dikkat edin, ibâdetinizde ifrata düşmeyin. (Yolcu gibi) gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyün, gecenin bir saatinden de istifade edin. (Her hal ve hareketinizde) itidali elden bırakmayın ki maksadınıza ulaşasınız´[67]Bir başka defasında:
"Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usan-mayacaktır´[68] buyurmuştur. Yine o: "Ameller içerisinde Allah´a en sevimli olanı, az da olsa sahibinin üzerinde devamlı olduğu amel-dir´[69] buyurmuştur. Visal orucunu tutmalarına izin vermemiştir. Ve buna benzer itidali isteyen, ifrat ve tefriti kötü gören daha pek çok örnek vardır.[70]
Sonra orta yolu bırakıp da kenarlara çıkmak, adaleti terket-mek demektir ve bu yolla halkın maslahatlarının gerçekleştirilmesi mümkün değildir. İfrat (teşdîd) tarafı, insanları helake sürükler. Tefrit (çözülme) tarafi da sonuçta aynıdır. Zira müsteftî, sıkıntı ve meşakkat yoluna sokulması halinde dinden nefret eder ve bu onun âhiret yoluna suluktan kesilmesi sonucunu doğurur. Nitekim bu tecrübe ile sabit bulunmaktadır. Tefrit yani ihmal ve aldırmama yoluna sevkedilmesi halinde ise, kişi heva ve heveslerinin peşine takılıp yoluna bu şekilde devam eder. Oysa ki şeriat, insanları heva ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak için gelmiştir. Nefsânî arzuların peşinden gidilmesi helak edici bir durumdur. Velhasıl bu konuda deliller çoktur.
Fasıl:
Buna göre, fetva verirken mutlak surette ruhsatlara meylederek, orta yoldan yürüme, itidali elden bırakmama esasına ters düşer. Nitekim ifrat (teşdîd) yani zorlaştırma yoluna gitmek de aynı şekilde İtidal esasına terstir.
Muhtemelen bazı insanlar, ruhsatların terkedilmesinin bir ifrat (teşdid) yani zorlaştırma yolu olduğu zehabına kapılmışlardır. Bunlar ifrat ve tefrit arasında bir orta yol (İtidal) mertebesi de kabul etmemektedirler. Bu yanlıştır. Orta yol, şeriatın büyük çoğunluğu ve Kitab´ın esasıdır.[71] Şer´î hükümlere konu olan mahalleri tam istikra yolu ile araştıran kimseler, bunun böyle olduğunu bilirler. Kendisini ilim adamı zanneden kimselerden bu gibilerinin yaptığı şey, ilmî meselelerde mevcut bulunan görüş ayrılıklarına yapışmak olmaktadır. Bu gibileri müsteftînin arzusuna en uygun düşecek görüş hangisi ise onunla fetva vermek gibi bir araştırma içerisindedirler.[72]Bunu yaparken de şöyle demektedirler: Görüş ayrılığı bulunan bir konuda, müsteftînin nefsine ağır gelecek görüşü seçip onun doğrultusunda fetva vermek, onu zora koşmak ve sıkıntı altına sokmak mânâsına gelir. Halbuki görüş ayrılıklarının bulunması rahmettir ve rahmet ancak bu şekilde gerçekleşir. Teşdîd ile tahfif yani zorlaştırma ile kolaylaştırma arasında bir mertebe de yoktur. Bu anlayış, şeriatta gözetilen mânânın tamamen tersine çevrilmesi demektir. Daha önce de geçtiği üzere, heva ve heveslere tâbi olmak, ruhsat kapısının açılmasına sebebiyet verecek türde bir meşakkat değildir. Görüş ayrılıklarının rahmet olması ise bir başka açıdandır. Şeriat, insanları orta yola (itidale) sevketmek demektir; mutlak surette hafifletme yoluna gitmek değildir.Aksi takdirde bundan teklifin tümden ortadan kalkması gibi bir sonuç lâzım gelir. Zira teklif haddizatında bir yük, sıkıntı ve nefsin arzularına muhalefet demektir. Şeriat, mutlak anlamda zorlaştırma yoluna girmek de değildir. Bu itibarla müftî bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Çünkü bu konu, açık olmasına rağmen ayakların kayabileceği, insanların yanılabileceği bir konu olma özelliği taşımaktadır.
Fasıl:
Müctehid, söz konusu kendisi olduğu zaman, Ruhsat bahsinde geçen esastan hareketle, orta yolu bırakarak daha ağır yükümlülüklerin altına girebilir. Ancak o, hem sözü hem de fiili ile kendisine tâbi olunan bir konumda olması hasebiyle, yaptığım gizlemeli-dir. Çünkü, işlediği bu ağır mükellefiyet konusunda kendisini görenler, onu taklid yoluna gidebilirler. Belki bu konuda, o fiile güç yetiremeyecekler de onu taklide yeltenir ve sonuçta takati kesilir ve amelden kopar. Gizlemeye çalıştığı halde, eğer insanlar onun durumuna vakıf olurlarsa, o zaman onları bu konuda uyarır. Nitekim Rasûlullah böyle yapmaktaydı. Zira kendisi hem ibadetçe hem de huyca insanlardan üstün bulunuyordu. O, herkes için bir örnekti. Bu itibarla işlemekte olduğu ağır amellere muttali olun-muşsa, diğer insanlar da kendisine uyarlardı. İşte bu yüzden Rasûlullah, bazı konularda ashabını kendisi gibi hareket etmekten menetmişti. Meselâ visal orucu tutmayı yasaklaması böyle idi. (Abdullah) b. Amr b. el-As´a peşi peşine sürekli oruç tutmamasını emretmesi böyle idi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Hem bilin ki, içinizde Allah´ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz´[73] O, (Zeyneb´e) ait ibadet esnasında yorulduğu zaman tutunmakta olduğu iki direk arasında bağlı bulunan ipin çözülmesini emretmiş ve el-Havlâ bt. Tuveyt´in geceleri hep ibadetle geçirmesine tepki göstermiştir.[74] Bazı kereler, insanlar kendisine tâbi olurlar ve sonunda üzerlerine farz kılınır endişesiyle, yapmak istediği bazı amelleri terketmiştir.[75] İşte bu düşünceden hareketle Allah daha iyi bilir ama selef-i sâlih, örnek edinilirler korkusuyla amellerini gizlemişlerdir. Tabiî gizlemelerinin bunun yanında riyadan kaçınmak vb. başka sebepleri de vardı. Amellerin açıktan işlenilmesi, örnek alınma sonucunu da beraberinde getireceğine göre, müftînin ancak halkın çoğunluğunun kolayca götürebileceği amelleri açıktan yapması uygun olacaktır.
Fasıl:
Sâri´ Teâlâ´nın kasdına uygun olan, madem ki insanları orta yol (itidal) üzere sevketmektir ve selef-i salibin üzerinde olduğu yol da budur, o halde mukallidin bu noktayı göz önünde bulundurması [26i] ve mezhepler içerisinden hangisi bu yol üzere bulunuyorsa, ona uymanın ve onu dikkate aîmamn daha uygun olacağını bilmesi gerekir. Her ne kadar mezheplerin tamamı bizi Allah´a götüren yollar ise de, mutlaka bunların içerisinden birinin tercihi gerekmektedir. Çünkü bir gerekçeye dayalı olarak yapılan tercih sonucunda kullukta bulunmak, heva ve heveslerin peşine takılmış olmaktan daha uzak ve içtihadı meselelerde Sâri´ Teâlâ´nın kasdını yakalamış olmaya daha yakındır. İşte bu noktadan hareketledir ki, âlimler İmam Davud´un mezhebini, her halükârda lâfzın zahirine itibar etmesi sebebiyle, "hicrî iki yüz yılından sonra ortaya çıkmış bir bidat"olarak nitelemişlerdir. Re´y taraftarları hakkında da: "Kıyas konusunda fazla derine dalan kişi, mutlaka sünnetten ayrılır" demişlerdir. Bu iki aşın uç arasında eğer başka bir görüş daha varsa, işte uyulmaya daha layık olan odur. Bu mezhebin tayini konusu ise, ehlinin bileceği bir iştir. Allah´u a´lem! [76]
[1] Müftînin Rasûlullah´ın (s.a.) makamına kâim olması şu yönlerden olur:
1. Genel olarak şeriat ilminde onun varisi olması yönünden.
2. Şeriatı insanlara tebliğ etmesi, onu bilmeyenlere Öğretmesi, onunla uyanda bulunması yönünden.
3. Hüküm istinbâtı yapılması gereken yerlerde bütün gücünü sarfe-derek ictihâdda bulunması yönünden.
Bu mertebelerden her biri, bir önceki mertebeye nisbetle daha yüce bir mevkide bulunmaktadır. Müellif, birinci mertebe hakkında delil olarak iki hadis ile, iki âyet getirmiştir. İkinci âyetin baş tarafı, ilme veraseti, ikincinin son tarafı birinci ile, genel olarak veraseti özel olarak da inzârda veraseti ifade etmektedir. Eğer müellif, bu ikisini ikinci mertebede zikretmek üzere geriye alsaydı, daha uygun olurdu. İkinci mertebe hakkında üç hadisle istidlalde bulunmuştur. Üçüncü mertebenin delilleri ise, ictihâd için getirilen delillerin aynısıdır. Bu üçüncü mertebe, müftînin Rasûlullah´ın (s.a.) makamına kâim olması, ona halef bulunması bakımından en önemli mertebedir. Nitekim müellif bunu söyleyecektir. Bu izahımızla söz, daha iyi açıklık kazanmıştır. Üç durum (mertebe) tek bir nev´i üzerine delil değildir; aksine delillendirilmek istenen şey, üç nev´i olmaktadır ve hepsi de Rasûlullah´a (s.a.) halef olma (hilâfet) mânâsı içerisinde dahil bulunmaktadır. Nev´iler farklı olduğu gibi, delilleri de farklıdır.
[2] Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
[3] Hûd 11/12.
[4] Tevbe 9/122.
[5] Hadis, Veda hutbesinden bir parçadır, bkz. Buhârî, Hacc, 132 ; Müslim,
Hacc, 446.
[6] Buhârî, Enbiyâ, 50 ; Tirmizî, İlim, 13.
[7] Eb´û Dâvûd, İlim, 10.
[8] Sâri´, mutlak anlamda sadece Ailah Teâlâ´dır. Geniş anlamda Rasûlullah (s a.) da, bu kavram içerisine girmektedir. Burada kastedilen de budur. (Ç)
[9] Yani vahiy yoluyla veya bazılarına göre aynı zamanda ictihâdla da.
[10] Bu söz, İhyâ´da Abdullah b. Ömer´in sözü (mefkûf) olarak geçmektedir. Ancak merfû olarak da rivayet ediliniştir.
[11] Menşurun buradaki en yakın mânâsı muhtemelen mühürsüz padişah fermanı demektir. Az önce geçen ulemânın Rasûlullah´a (s.a.) halef olduğunu gösteren âyet ve hadisler, bu mânâya işaret etmektedir.
[12] Nisa 4/59.
[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/245-247
[14] el-Mesâbîh adlı eserde: "Böyle, böyle ve böyledir" buyurmuş ve üçüncüsünde baş parmağını yummuş, ikinci defasında da üçünde de parmakları açık olarak, "Ay böyle, böyle ve böyledir" buyurmuştur, denir. Yani ´ay, yirmi dokuz ve otuz gün çeker´ mânâsına el işareti yapmıştır, bkz. Buhârî, Savm, 11; Müslim, Sıyâm, 4 vd.; Ebû Dâvûd, Savm, 4.
[15] Buhârî, İlim, 24.
[16] Buhârî, İlim, 24, Edeb, 39 ; Müslim, İlim, 11.
[17] bkz. Buhârî, İlim, 24.
[18] Ebû Dâvûd, Salât (Mevâkît), 1; Müslim, Mesâcid, 179; Tirmizî, Mevâkît, 1.
Rasûlullah {s.a.), iki gün, birincisinde namazları ilk vaktinde, ikincisinde de son vakitlerinde kıldırıp öyle bıraksa ve arkasından "Vakit, bu ikisi arasındadır" şeklinde sözlü beyanda bulunmasa idi, o zaman fiilî fetvaya örnek olurdu. Bu sözü söyleyince, o zaman fetva mücerred fiil ile değil, bu sözle olmaktadır. Şu kadar ki, iki gün boyunca kılman namaz, fetvanın bu kısacık sözle verilebilmesine yardımcı olmuştur. Evet, fiilin beyanın güçlü olmasında önemli katkısı bulunmaktadır. Ancak burada fetva sözlüdür; açıklık kazanması ve vecizliği ise fiil üzerine bina edilmiştir. Hem fiil hem de sözden mürekkeptir demek de mümkündür.
[19] Meselâ, hafızasından şikayetçi olan sahâbîye, eliyle işaret ederek yazmasını tenbihlemesi gibi.
[20] Yani, Rasûlullah´ın (s.a.) fiillerine uymanın gerekliliğini belirten sözlü genel delili.
[21] Ahzâb 33/37.
[22] Mümtehine 60/4.
[23] Muvatta, Sıyâm, 13 (1/291).
[24] Buhârî, Ezan, 18, Edeb, 27.
[25] Yani hac esnasında yapılması gereken işleri. (Ç)
[26] Nesâî, Menâsik, 220.
[27] Müellif, bununla içerisinde Rasûlullah´ın (s.a.) fiillerine uyukhığu tasrih edilen pek çok hadisi kastetmektedir. Bunlardan bir kısmı Hacc konusuyla ilgilidir, özellikle de Uheyd b. Cüreyc hadisi bunlar içerisinde zikre değerdir.
[28] Eğer beyan kastetmemişse, mücerred insanın yaratılışında gözde büyütülen insanların fiillerini taklide karşı bir meyilin bulunması, müftînin fiillerini şer1! bir delil kılmaya yeterli olur mu Bu husus üzerinde düşünmek gerekir.
[29] Yani, uymanın başka birine uyma söz konusu olduğu için terkedilmesi hali.
[30] Bakara 2/170.
[31] Sâd38/5.
[32] Hacc 22/78.
[33] Nahl 16/123.
[34] Nahl 16/125.
[35] Daha önce geçti bkz. [2/138].
[36] Daha önce geçti bkz. [1/343].
[37] Ebû Saîd şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.) yağmurdan oluşan bir suyun başına geldi, insanlar sıcak bir günde oruçlu ve yaya idiler. Kendisi (s.a.) ise bir katır üzerinde binili idi. Onlara: "Ey insanlar! îçin!" diye emretti. Onlar buna yanaşmadılar. Rasûlullah (s.a.): "Ben sizin gibi değilim. Ben sizin en az meşakkat çekeninizim, ben bindiyim" dediyse de yine yanaşmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) dizini büktü, indi ve sudan içti. Ona bakarak diğer insanlar da içtiler. Aslında kendisi içmek istemiyordu, bkz. Ahmed, 3/46.
[38] Gözlemlerimiz ve vakıa sonucunda da biliyoruz ki sözler ile fiiller arasındaki fark açıktır. Bu işi üstlenenlerden birçoğu, sözlü fetva konusunda tam duyarlılık göstermekte ve kılı kırk yararcasına hassas olmaktadırlar. Bununla birlikte fiilleri, bazen verdikleri fetvaya muhalif düşebilmekte-dir. Özellikle de zorunlu olmaksızın istenilen, keza haram olmaksızın terki matlup olan konularda kendi nefisleri hakkında ruhsat yollarını tutmakta, işin kolayına gidebilmektedirler.
[39] Müftîye yaraşan, yapması gereken ayrı şey, onun fiillerinin şer´î bir delil kılınması ayn şeydir. Bu itibarla bu konuda müellife katılmak yerinde olmaz.
[40] Yani kötülüğü önlemek istediği zaman karşılaşacağı zararın daha büyük olacağını gördüklerinde uzleti ve insanlardan uzak durmayı tercih edenler olmuştur.
[41] Yani kötülüğün el ile, dil ile ve kalp ile değiştirilmesi.
[42] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/247-253
[43] İleride sıhhatten maksadın, şer´î hükümdeki sahihlik değil de, onunla faydalanma olduğu gelecektir.
Yani böyle birinden sadır olan fetvanın kıymeti olmaz, ondan istifade edilemez; onun getirdiği hükme güven duyulamaz. Çünkü müftî, Rasûlullah´ın (s.a.) varisi ve onun halefi durumundadır. Kendisi, uyulma ve örnek alınma makamında bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, sözüne fiilinin muhalif düşmesi halinde, kendi kendisini yalanlamış gibi bir duruma düşecektir. Hiç şüphe yoktur ki, birşeyi haber verip arkasından kendi kendisini yalanlayan bir kimsenin sözü itibardan düşer, görüşü (aslında değerli bile olsa) atılır ve ona güven duyulamaz. Bu bahiste anlatılmak istenilen kısaca budur.
[44] Yani kâmil yâ da noksan olan imandan.
[45] Ahzâb 33/23.
[46] Tevbe 9/75-77.
[47] Tevbe 9/119.
[48] Yani şöyle demektir: "Ey inananlar! Allah´tan sakının, doğruluk ve samimi niyet konusunda onlar gibi olun!" Nitekim yapılan tefsirlerden biri bu şekildedir. el-Âlûsî, bu tefsirin uygun olduğunu söylemiştir. Bu durumda mânâ: "O müslümanlar, sözleri fiilleri ile uygunluk arzetmiş kimselerdir. Onlar, diğerleri gibi asılsız mazeret beyanı gibi bir yola girmemişlerdir" şeklinde demek olur. Şöyle de denilebilir: Ayetin sebebi ki sözlerinin fiillerine uygunluğu olmaktadır her ne kadar husûsî ise de, doğruluk (sıdk) sözcüğü çoğunluk ulemâya göre daha geniş manâsıyla ki bu, haberin nisbetinin vakıaya uygun olması demektir , garazın hususîliğine delâlet eder. Bu da kişinin sözünün fiiline uygun düşmesidir. Bu, ulemâya göre doğruluk (sıdk) sözcüğünün husûsî mânâsı olmaktadır.
[49] Oruçlu iken eşini öpme hakkında. (Ç)
[50] Buhârî, Nikâh, 1 ; Müslim, Sıyâm, 79.
[51] Çünkü Şuayb (s.a.) Tevhîd´e çağrıda bulunuyordu. Eğer onların şirklerine dönecek olsaydı, o zaman fiili sözünü doğrulamazdı ve yalancı olurdu.
[52] A´râf7/89.
[53] Hûd 11/88. Yani nasihatimi dinleyip, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, putlara tapmaktan ve diğer günahlardan kaçındıysanız, bilin ki bunları ben de yapmıyorum, bu konularda ben de sizden farklı davranmıyorum. Çünkü peygamberler hiçbir zaman birgeyi yasaklayıp da arkasından dönüp kendileri o şeyi işlemezler; onların fiilleri sözlerine hiçbir zaman ters düşmez.
[54] Aslında Rabîa cahiliye devrinde öldürülmüş değildir; o Hz. Ömer devrine kadar yaşamıştır. Öldürülen ona ait bir çocuktu. Velisi olması hasebiyle kan kendisine nisbet edilmiştir.
[55] Daha önce de geçmişti, bkz. [4/41].
[56] Buhârî, Hudûd, 12 ; Müslim, Hudûd, 8 ; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4.
[57] Bakara 2/44.
[58] Saf 61/2-3.
[59] Çünkü vaizin yaptığı ile anlattıkları (her zaman) birbirine uymaz; bu yüzden de onun Allah´ın gazabına uğramasından korkulur. Dinleyici ise, belki duydukları ile amel eder, bu yüzden de rahmete ulaşır.
[60] İyiliği emretme ve kötülüğü önleme külli bir esastır. Yapılan faaliyetin en üst düzeyde fayda vermesi ve etkin olabilmesi için, bu görevi yerine getirecek kişi tarafından emredilen şeyin yapılması, yasaklanılan şeyin terke-dilmesi ise bu esasın tamamlayıcı unsurlarından olmaktadır. Ancak bu şart her zaman ve mekanda mutlak surette aranması gerekli bir şart kabul edilecek olursa, o zaman bu, külli esasın tümden ortadan kalkması gibi bir sonucu gerekli kılar. Dolayısıyla böyle bir zamanda sözü edilen tamamlayıcı unsur, itibardan düşer.
[61] Yani bazen bu gibi fetvalardan da istenilen netice alınabilir; ancak bu hiçbir zaman bidüziyelik arzetmez. Sözü fiiline uygun düşen müftîden sadır olan fetvada ise durum böyle değildir. Ondan istifade her zaman için ya da en azından çoğunlukla mümkündür.
[62] Yani fetva verebilme için gerekli bulunan adalet şartını kaybeden bu kişiye fetva verme yükümlülüğü gibi bir sorumluluk yönelir mi
[63] Hanefilerin, böyle bir şartı yükümlülük konusunda aradıkları ileri sürülmüştür. Ancak onlar bunun genel olmayacağını ifade etmişler ve akıl sahibi hiçbir kimsenin böyle birşey söyleyemeyeceğini belirtmişlerdir. Onlarla Şâfiîler arasında bulunan asıl tartışma mahalli, hususiyle kâfirlerin furû meseleleriyle de ayrıca yükümlü tutulup tutulmayacağı konusunda olmaktadır. Buna göre, söz konusu görüş ayrılığının buradaki meseleye temel teşkil edeceğini söylemek doğru olmayacaktır.
[64] Yani o müftî, fetva verme mükellefiyeti ile, müsteftî de o müftînin verdiği fetvayı kabul ve gereği ile amel etme ile yükümlüdür. (Ç)
[65] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/253-260
[66] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343]
[67] Buhârî, Rikâk, 18.
Hadisin anlamı şudur: Allah´a olan tâatinizi gerçekleştirme konusunda zinde olduğunuz ve kalplerinizin meşgul olmadığı anlarda işleyeceğiniz amellerden istifade etmeye çalışın. Öyleki ibâdetlerden haz ala, usan-mayasmız. Böylece amacınıza ulaşasınız. Nitekim tecrübeli yolcu da bu vakitlerde yol alır. Hem kendisi hem de bineği şâir vakitlerde dinlenir, istirahat eder. Böylece varacağı yere yorgun düşmeden ulaşır. Allah´u âlem! (Ç)
[68] Müslim, Sıyâm, 177.
[69] Buhârî, Rikâk, 18 ; Müslim, Müsâfirin, 215 ; îbn Mâce, Zühd, 28.
[70] Bu konuda daha önce Ruhsat bahsinde geniş açıklamalar geçmişti, bkz. [1/343]
[71] Yani çoğunluğu teşkil eden ve muhkem olan azimet hükümlerdir. (Ç)
[72] Bu konu ile ilgili olarak yeterli açıklama geçmişti, bkz. İctihâd bölümünün Üçüncü Mesele´si.
[73] Hucurât 49/7.
[74] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343].
[75] Teravih namazını cemaatle mescidde kılmayı terketmesi gibi.
[76] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/260-265