ezelinur
Tue 26 January 2010, 11:43 pm GMT +0200
Namazın şartları bölümünde de anlatıldığı gibi, vaktin girmesi namazın şartlarındandır. Namaz, vakit girmeden önce yükümlüye vâcib olmaz. Yalnız Hanefîler, vaktin girmesini namazın ne vücûb, ne de sıhhat şartlarından saymazlar. Bunlar, vaktin girmesinin, namazın edasının şartlarından olduğunu söylemişlerdir. Yani namazın edâ edilmesi, vakit girmeden sahîh olmaz demek istemektedirler. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur. Hanefîler diğer mezheblerle de görüş birliği ederek namazın, vakit girmeden mükellefe vâcib olmayacağını söylemişlerdir. Namazın vakti girince yükümlü, namazı edâ etme hususunda süreli bir yükümlülük altına girer. Yani vaktin girmesiyle hemen ilk anda namazı kılması sahih olup borçtan kurtulacağı gibi; vaktin ilk anında kılmadığı takdîrde biraz gecikmesi nedeniyle de günahkâr olmayacağını ifade ederler. Ancak bu geciktirmede, vaktin abdest alınıp namaz kılınmasına veya cünüblük anında gusledip namaz kılınmasına yetecek kadar bir zaman kalmalıdır. Namazın tümünü vakit içerisinde edâ ederse şeriat koyucunun isteğine uygun bir şekilde namazını kılmış ve borçtan da kurtulmuş olur. Vaktin çıkmasından sonra namazını kılacak olursa bu namaz sahîh olur. Yalnız vaktini geçirdiği gerekçesiyle büyük günâha girer. Namazın bir kısmınım vakit içerisinde, diğer kısmını da vaktin çıkmasından sonra kılarsa, bazı mezheb İmamları derler ki; bunu yapan kişi günahkâr olur.
Bazıları da günahkâr olmayacağını söylerler. Şunu da belirtelim ki: Mezheb İmamları ittifak ederek; vakit içerisinde namazın bir kısmına ulaşan kişinin, bu namazını kaza olarak değil de edâ olarak kılmış olduğunu söylemişlerdir. Ki bu tür bir edâ da bazı mezheb İmamlarına göre yine günahkâr olmaya engel olmaz. Mezheblerin bu husustaki detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Namaz kılacak bir kişi, ihtiyarî -akitte namazın bir rek´atına kavuşur da bundan sonra ihtiyarî vakit çıkıp geri kalan kısmını zarurî vakitte tamamlayacak olursa günahkâr olmaz. Ama ihtiyarî vakitte bir rek´atini tamamlayamayacak olursa, bu namazın tümünü ister zarurî vakitte kılsın, ister bazısını zarurî vakitte, bazısını da zarurî vaktin çıkmasından sonra kılsın yine günahkâr olur.
Hanefiler dediler ki: Bir kişi, vakit çıkmadan iftitâh tekbiriyle de olsa namazın bir bölümüne kavuşacak olursa bu kişinin kıldığı namaz edâ olarak kılınmış olur. Ancak bunlar derler ki: Vaktin çıkmasından önce kişi, namazını tamamlayamayacak olursa günahkâr olur. Yalnız bu günahı, büyük değil de küçük günahlardandır. Yakında anlatılacağı gibi Hanefîler, Mâlikîlerin yaptıkları gibi vakti, zarurî ve ihtiyarî olmak üzere iki kısma ayırmazlar.
Şafiiler dediler ki: Kişi vakit içerisinde namazın bir rek´atini tamamlayamayacak olursa bunun kıldığı namaz, edâ değil kaza olarak kılınmış olur. Vakit içerisinde bir rek´ati tamamlar da sonra vakit çıkarsa bu kişi günahkâr olur. Ancak bu günahı, kaza olarak kılana nisbetle daha az olur. Şâfiîler, Hanefîlerle görüş birliği yaparak, namazın belirlenen vakit içerisinde edâ edilmesinin zorunlu olduğunu ileri sürerler. Yine bunlar da Mâlikîlerin yaptığı gibi namazın vaktini, ihtiyarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayırmazlar. Mâlikîlerle görüş birliği yaptıkları bir tek husus vardır ki; o da kişinin ihtiyarî vakit içerisinde namazın bir rek´atini tamamlayamaması hâlinde, kıldığı namazın edâ olarak kılınmış sayılamayacağıdır.
Hanbeliler dediler ki: İftitah tekbirine ulaşan kişi, namaza ulaşmış sayılır. Diyelim ki bir şahıs, vaktin sonunda namaz için kamet getirir, sonra iftitah tekbirini alıp namazım tamamladıktan sonra vaktin çıktığını görürse bunun namazı, Hanefîlerin de dedikleri gibi edâ olarak kılınmış sayılır. Vaktin çıkmasından önce iftitah tekbirine ulaştığı gerekçesiyle de günahkâr olmaz. Hanbelîler bu hususta Hanefîlerle görüş birliği yaparak vakit içerisinde iftitah tekbirine ulaşan kişinin namazın tümüne ulaşmış olduğu ve dolayısıyla da namazın edâ olarak kılınmış olduğunu ileri sürerler. Ancak bunlar, bu kişinin namazını kaza olarak değil de edâ olarak kılması nedeniyle günahkâr olmayacağını söylemektedirler. Bu anlatılanlarla, konumuz olan bu meseledeki ittifaklı ve ihtilaflı hususları açık seçik bir şekilde anlamış olmaktayız.[153]