hafız_32
Wed 29 September 2010, 11:43 am GMT +0200
4. BÖLÜM
ETLERDEN VELA VE BERA KONUSUNDA EN GÜZEL ÖRNEK OLANLAR
A- Hz. İbrahim Halîi (a.s): Allah (c.c)'ın yüce peygamberi İbrahim (a.s), gerçekten güzel bir örnek, velâ ve berâ' mevzuunda en temiz ve seçkin bir önderdir. Evet Hz. İbrahim'in; Rabbine, Ö'nun dinine ve mü'min kullarına karşı olan sevgisi, saygısı, dostluğu gerçekten güzel ve temiz bir örnektir. Aynı zamanda onun Allah düşmanlarına olan düşmanlığı ve onlardan el etek çekip uzak durması konusunda bizim için en güzel bir örnektir. O'nun düşmanları arasında babası da gelmektedir.
Allah peygamberi Hz. İbrahim (a.s)'in kavmi ile olan durumu, herhangi bir peygamberin kavmiyie olan durumdan farksız değildi. Hz. İbrahim (a.s) kavmini en güzel bir tarzda Allah'a, O'na ibadete, kulluğa davet etti. O'na bir tek varlık olarak tevhid esasını aktardı. İbadette sadece Allah'a yönelmelerini, O'ndan başkasını tanımamalarını bildirdi. Allah'tan başka tapınılan her türlü tağuttan uzaklaşıp, onları inkar ve reddetmesini istedi. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kitapta İbrahim'i an. Zira o, sıdkı bütün (işinde ve sözünde gerçekten son derece sadık, dürüst ve kadri yüce) bir peygamberdi.
'Bir zaman o, babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiç bir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?
"Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir İlim bana geldi.
Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım.
"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a asi oldu.
"Babacığım!Allah tarafından sana azap dokunup ta şeytanın yakını olmandan korkuyorum.
"(Babası) Ey İbrahim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir man benden uzak dur.
"İbrahim:,"Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbim'den senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı lütufkardır.
"Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht(emeği boşa gitmiş) olmam.
"Nihayet onlardan ve Allah'dan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve Yakub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık." (Meryem, 19/41-49).
İşte bu, Halilurrahman İbrahim (a.s)'in başlangıç noktasıdır. Güzellikle davette bulunmuştur. Önce kendisine en yakın olan akraba-sryla işe girişmiştir. Gerçi ortada bu davetle birlikte karşılıklı bir ce-vaplaşma olmamış ama, ancak bu, batıl ve buna bağlılar için bir ayrılık sebebi oluşturuyordu. Çünkü bu yeni iş konusunda düşünmeye, onu reddetmeye ve menetmeye bir neden oluşturuyordu. Bir de davet-çinin bâtıl ehline batıl işlerinde ortak olmaktan kurtulmak gibi problemleri vardı. Çünkü onlarla bir arada yaşıyor, onlarla muaşerettedir ve onların topraklarından hicret etmeye gücü de yetmemektedir.
Daha sonra Kur'ân Hz. İbrahim (a.s)'in davetini açıklıyor ve o, daveti konusunda kavmine her türlü hücceti apaçık ortaya koymuştur, her çeşit delili sunmuştur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm)) onlara İbrahim'in haberini de naklet. Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapınıyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz." diye cevap verdiler. İbrahim, "Peki, dedi, yal-vardığımızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?" Şöyle cevap
verdiler: Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk. İbrahim dedi ki: "İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü?" İyi bilin ki onlar benim düş m an lanındır; ancak alemlerin Rabbi (benim) dostumdur;" (Şuarâ, 26/69-77).
Artık cevap verebilecek bir hüccet ve delil bulamadılar. Sadece babalarının ve atalarının işlediği gibi kör taklidi gösterdiler. Hz. İbrahim (a.s) kendilerine dedi ki; ben sizin şu taptığınız putlarınızın, ilahlarınızın düşmanıyım. Bu tıpkı Hz. Nûh (a.s)'un da söylediği gibidir. Rabbimizin ondan haber verdiğine göre o şöyle demişti:
"... Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı karar-laştırm. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." (Yûnus,10/71).
Hz. Hûd (a.s) da şöyle diyor:
"... Ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. O'ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım).) Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiç bir varlık yoktur ki, O; onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd, 11/54-56).
Yine bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki; "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (Mümtehine, 60/4)[204]
Hz. İbrahim (a.s)'in işte bu akide ve inancını bizim alimlerimiz olan bu ümmetin selefi şu ifadeyle dile getirmişlerdir: "Düşmanlık olmaksızın dostluk olmaz. Yani Allah düşmanlarına düşmanlık gösterilmeden, Allah'a olan dostluk kanıtlanmış olamaz. Nitekim Allame İbn Kayyım (r.a) da şöyle demektedir: Allah düşmanlarına karşı düşmanlık gösterilmeden, Allah dostluğundan sözedilmesinin doğru bir yanı yoktur. Kaldı ki Allah (c.c), Hanif dinine bağlı olanların imamından Rabbimiz haber verirken şöyle buyurmaktadır. Hz. İbrahim (a.s) kavmine diyordu ki:
"... İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (bizzat olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanım-dır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur)." (Şuara, 26/75-77)
Allah'ın halili ve dostu olan İbrahim (a.s) için bu sevgi ve dostluk ancak Allah düşmanlarına karşı gösterilen düşmanlıkla gerçekleşilebileceği kesinliği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yani dostluk ve velâ sadece Allah için olmalıdır. Bu dostluğun olabilmesi de ancak Allah'-dan başka her türlü mabuttan ve tapınılan şeylerden uzak kalmakla mümkündür. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhruf, 43/26-28).
Yani bu muyalatldgsjluk) sadece Allah için olmalı, Allah (c.c)'dan başka mabud tanınan tüm şeylerden de uzak durulmalı, bunu da yine Allah için yapmalı. Öyle bir kelime için bu dostluğu ve düşmanlığı sürdürecektir ki, bunu peygamberler ve tabileri hep birbirlerinden miras yoluyla aldılar. İşte bu kelime "Lailahe illallah" kelimesidir. Bu öyle bir kelimedir ki, Haniflerin İmamı da bunu miras yoluyla almıştı, aynı zamanda kıyamete dek de miras yolu ile onun tabilerine geçecek ve böylece sürecektir.[205]
İmam Taberî de şöyle diyor: "Ey Muhammed ümmeti! Hz. İbrahim (s.a)'in yaptığında ve onunla beraber hareket edenlerde sizin için pek güzel bir örnek vardır. Evet Hz. İbrahim ve onunla beraber olanların kâfirlere karşı olmaları, örneğinde, kâfirlere düşmanlık, sürdürmeleri hareketinde ve onlarla asla dostluk kurmamaları örneğinde de sizler için pek güzel bir örnek vardır. Ancak Hz. İbrahim (a.s)'in şu ifadesi size örnek değildir:
"Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim" (Mümtehine, 60/4) Evet, Hz. İbrahim'in bu sözü size bir örnek değildir. Çünkü Hz. İbrahim'in daha önce babasına vermiş olduğu bir sözden dolayı idi bu ifadesi. O henüz babasının Allah düşmanı olduğunu bilmiyorken böyle bir söz vermişti. Ancak babasının Allah düşmanı olduğunu anlayınca, hemen babasıyla olan tüm ilişkisini kesti. Böylece Allah düşmanlarından tamamen uzak durdu. O halde siz de Allah düşmanlarından uzak durun, ta ki onlar bir tek Allah'a iman edinceye kadar, onları dost edinmeyin Allah'dan başka tüm tapınılan şeylerden uzak kalıncaya kadar dost edinmeyin onları. Onlara karşı tüm düşmanlığı ve buğ-zu açıklayıp ortaya koyun.[206]
İşte bu karşılıklı düşmanlığın ve güçlü bera'nm yani onlardan uzak kalışın neticesi, tüm azgınların ve taşkınların Hz. İbrahim (a.s)'in öldürülmesi üzerinde ittifak etmiş olmalarıdır. Zaten tarihin de gösterdiği gibi çağlar boyu, bütün azgın ve haddi aşıp isyan edenlerin durumu bu idi. Onlar daima Allah yoluna davet edenlerin karşısına dikilmişlerdir. Bu karşı koyuş başka bir şey için değildi. Davetçilerin insanları sadece, bir tek Allah'a kul olmaya ve O'na ibadete çağırmaları ve bir tek O'nun önüne eğilinmesini istemeleri yüzündendi. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Onlar bunlara ancak Aziz ve llamid olan Allah'a iman etmeleri sebebiyle azab ettiler." (Bürûc, 85/8).
Artık Hz. İbrahim (a.s)'in yakılması için büyük bir ateş hazırladılar. Ancak Allah'ın gözetmesi ve koruması, Halili ve sadık dostu Hz. İbrahim (a.s)'in yanında idi. Yardımı Hz. İbrahim'le idi. Bunun için o ateş onu yakmamış onun için serinlik ve esenlik olmuştu. Rab-bimiz şöyle buyurmaktadır:
"Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın! dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık." (Saffât, 37/97-98).
Artık Allah düşmanlarının Hz. İbrahim'le baş edemeyeceklerini anlamaları ve yenilmeleri üzerine, bu defa onun aleyhine olmak üzere güç ve kuvvetlerini bir araya toplamak üzere anlaştılar. Ancak bu davranışlarıyla da Rabbimizin onlar için hazırladığı tuzağa düştüler. Rab-bimizin buyurduğu gibi O, kerimesini, dinini ve burhanını yüceltti. Rab-bimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Bir kısmı), Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza (putlarınıza) yardım edin! dediler. Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol, dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk." (Enbiya, 21/68-70).[207]
İlahî ve Rabbanî Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a) için, Hz. İbrahim'e tabi olmaya ve ona uymaya yönelik olarak gelmiştir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Sonra da sana, "Doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi" diye sana vahyettik." (Nahl, 16/123).
Bir diğer âyet meali de şöyledir:
"De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi." (Al'i îmrân, 3/95).
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"(Yahudiler ve hnstiyanlar müslümanlara) Yahudi ya da hı-nstiyaıı olun ki, doğru yolu bulaşınız." dediler. De ki: "Hayır!Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135).
Allah (c.c) yine şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların İbrahim'e en yakın olanları, ona uyanlar, şu peygamber (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah, mü'min-lerin dostudur." (Âl-i îmrân, 3/68).
Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
"İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i (kendine) dost edinmişti." (Nisa, 4/125).
"Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. Sizi o seçti; din hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (olduğu gibi). O, gerek
bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bu (Kur'ân'da) size "Müslümanlar" adını yerdi." (Hac, 22/78).
Allah (c.c), bir diğer âyetinde şöyle buyuruyor: "İbrahim'in dininden kendim bilmezlerden başka kim yüz çevirir?" (Bakara, 2/130).
İşte bütün bu haberler, Allah (c.c), tarafından Hz. Muhammed (s.a)'in ümmetine birer haberdir. Onlar için Hz. İbrahim (a.s)'in yaptığında bir örnek oluşturmaktadır. Bu bize, ona samimi ve ihlaslı olarak bağlanıp uymamız için bildirilmiştir. İnsan onu örnek edinecek, böylece bir tek Allah'a tevekkül de bulunacaktır. Bir tek Allah'a kulluk ederek, O'na olan ibadetini yerine getirecektir. Ayrıca her türlü şirkten ve ortak koşma düşüncesinden uzak duracak, tüm müşriklerden ve şirk koşanlardan ayrı duracak, münasebetlerini kesecektir. Bütün batıllara ve taraftarlarına karşı da düşmanlığını sürdürecektir. **
Hz. İbrahim (A.S)'İn Babası Azer İman Etti Mi?
"Bir zamanlar İbrahim, babası Azer'e: Putları ilahlar mı ediniyorsun? demiş ve doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum diye söylemişti)." (En'am, 6/74).
Kur'ân'ın açık olarak Hz. İbrahim'in babasını Azer olarak bildirmesine rağmen bazı kimseler ve özellikle herhangi bir delile dayanmaksızın Ehli tarik veya ehli tasavvuf, Kur'ân'ın bu açık hükmü karşısında, hiç düşünmeksizin, Azer'in Hz. İbrahim'in babası değil, amcası olduğunu ileri sürmektedirler. İşte biz bu konuyu da burada dile getirmek suretiyle meselenin aslı nedir, kaynaklara ve sağlam delillere dayanmak suretiyle sunmak isteriz. Biz bu hususta ileri sürülen tartışmalara pek fazla yer vermeksizin, mümkün olduğunca en sahih olan görüşleri sunmakla yetineceğiz:
"Hz. İbrahim'in babasının adı Âzer'dir. "Biyografi alimleri, onun isminin Tareh olduğunda ittifak etmişlerdir, sözü ise zayıftır. Evet bu sözün zayıf bir görüş olduğunu söylüyoruz. Zira bu, kişilerin birbirlerini taklid etmeleri sonucu oluşmuş olan bir kanaattir. Neticede bu görüş, Vehb, Ka'b vb. gibi bir iki kimsenin sözünden kaynaklanmaktadır. Ele geçirdikleri Yahudi ve Hrıstiyan rivayetlerine dayanmış da olabilirler ki, Kur'ân'ın açık ifadesi karşısında bu durumun hiç bir değeri de yoktur.
Ayrıca bu konuda bir çok görüşler ileri sürülmüştür. Ancak biz hiç bir İslâmî açıdan değer taşımayan bu tür görüşler için şöyle söyleyebiliriz:
Bütün bu zorlamalar, Azer'in İbrahim (a.s)'in babası olmadığına kesin bir delil elde bulunduğu zaman ancak dikkate alınabilir. Fakat böyle bir delil de bulunmamaktadır. O halde bizi bu tevillere hangi ihtiyaç zorlamaktadır... Kuvvetli delil, meselenin âyetin açık manâsının doğru olduğu tarzındadır. Biliyoruz ki; Yahudi, Hıristiyan ve müşrikler, Hz. Muhammed (a.s)'e buğzetme ve kin gütme konusunda son derece ileri bir noktaya varmışlardır. Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu isnadı, yani Azer'in Hz. İbrahim'in babası olduğu isnadı yanlış olsay-
di; adı geçen zümreler Kur!ân'ı ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed (a.s)'i yalanlamakta susmaları mümkün olmazdı. Böyle bir yalanlamada bulunmadıklarına göre; Kur'ân'ın bu,isnadının doğru olduğu açıkça anlaşılmaktadır.[208]
Bir başka kaynakta da şu ifadeleri görmekteyiz: Müfessirler Hz. İbrahim'in babasının adı hakkında; "Acaba Azer onun adı mıdır, lakabı mıdır, nesebi midir yoksa ona bağlılığı dolayısıyla aslında bir putun adı mıdır konusunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Cerîr şöyle demektedir: Doğrusu babasının adının Azer olduğudur. Daha sonra babasının adının Tareh olduğunu ileri süren mezhep alimlerinin sözlerini kaydettikten sonra, şu cevabı verir: "İki adı olabilir. Nitekim insanların çoğunun bu şekilde iki adı vardır. Ya da bunlardan birisi onun lakabı olabilir."
İbn Kesîr der ki: İbn Cerîr'in bu söylediği, güzel ve kuvvetli bir görüştür.[209]
Babasına gelince: Tevrat Tekvin kısmının 11/26. belgesinde adının Tareh olduğu belirtilmişse de Kur'ân onu tashih ederek (düzelterek) Azer olduğunu açıklar, Batılı reddetmede, hakkı telkinde baba-evlat arasında mutlak sevgi ve saygı aranmaz. Bu bakımdan Azer'in İbrahim Peygamber'in babası olup olmadığında şüpheye düşmenin, bir takım yersiz yorumlar yapmanın, ciddi olmayan rivayetlere başvurmanın hiçbir makul anlamı yoktur. Kur'ân gayet açık biçimde, şüphelere yer vermeyecek şekilde Azer'in, İbrahim'in babası olduğunu belirtmiştir.[210]
Bu âyette Hz. İbrahim (a.s)'in pederinin isminin "Azer" olduğu anlaşılıyor...
... Fakat bunlar KuY'ân'm zahirine karşı tekellüf (zorlama) ve ta-assubtur. Zira Hz. Peygamber (a.s)'in nesebine hiç bir zaman sifah (zina) karışmamış, hepsi nikahtan gelmiş olduğunda hiç bir tereddüt yok ise de Şuarâ 219. âyetinde ifâde olunan babadan babaya intikâli yani takallubatı sulbiye kesin değildir. Kaldı ki Hz. İbrahim (a.s)'in muamelesi de aşağıda mealini sunacağımız âyetin kapsamı dışında düşünülemez. Adı geçen âyet meali şöyledir:
"Eğer onlar (anan ve baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir-şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Lokman, 31/15, Ankebût, 29/8).[211]
Artık bu âyetler karşısında kâfir olan babaya nasıl davranılması gerekiyorsa, Hz. İbrahim (s) da onu yapmıştır. Ancak itiraz kabilinden şöyle denilebilir. Bu âyet, Hz. P-eygambere indirilen Kur'ân'dan bir âyettir. Bu, Hz. İbrahim için nasıl bir delil olabilir? İslam alimleri ve müfessirler bunu ve daha başka âyetleri Ve rivayetleri delil olarak sunmuşlardır. Bu itibarla böyle bir savunmaya kalkışacak olanlar mes-nedsiz bir savunma yolu seçmiş olurlar ki, zaten bunların da erbabınca bir değeri ve önemi yoktur.
... Sonra tarih kitaplarında meşhur olan "Tarah" isminin menşei nihayet Yahudi ve hrıstiyan haberlerine dayanmaktadır ki, bu da sonuçta Tevrata götürülmektedir. Bu ise Kur'ân'ın Azer ihbarına mu-araza edecek bir kuvveti haiz değildir. Yani Kur'ân'ı haşa çürütecek bir güce sahip bulunmamaktadır. Zira onlar Kur'ân üzerine değil, Kur'ân onlar üzerine gözcü ve hakimdir.
İbn Cerîr tefsirinde-beyan olunduğu üzere Muhammed îbn İs'hak demiştir ki, "Azer" Hz. İbrahim (a.s)'in babasıdır.[212]
Şimdi de Şuarâ süresindeki ilgili âyetin mealini sunalım. Raibbimiz şöyle buyurmaktadır: "Secde edenler arasında dolaşmam da (görüyor)" (Şuara, 26/219)
İbn Abbâs (r.a)'dan gelen rivayete göre "ve tekallübeke fissacidîn" yani 219. âyetin ifade etmek istediği mafna şudur: Allah senin bir peygamberin sulbünden diğer peygamberin sulbüne intikal ede ede nihayet nasıl bir nebî = peygamber olarak çıktığını görendir.[213]
Elmalı Hamdi Yazır bu âyetle ilgili olarak: 'Takallubatı Sulbiy-ye manası kati olmadığı gibi Hz. İbrahim'in muamelesi "Lokman ve Ankebût sûrelerindeki âyetlerin ifade ettiği manânın dışında da düşünülemez" demektedir.[214]
Bir başka kaynakta da şunların yazılmış olduğunu görüyoruz:
Şüphesiz insanların efendisi ve en büyüğü Hz. Muhammed (a.s)'dir. Ondan sonra uzaktan büyük dedesi olan Hz. İbrahim (a.s) gelir. Hz. Muhammed (a.s) onun sülalesinden, İsmail (a.s) kolundan gelmedir.
Azer, Hz. İbrahim (a.s)'in babasıdır diyen olduğu gibi amcasidir diyen de olmuştur. Zeccac diyor ki: "Neseb ve soy bilginleri ittifak halinde İbrahim'in babasının olduğunu söylüyorlar." Mükatil ve İbn İshak el Kuşeyrî de bu hususta şöyle diyor: İbrahim'in babasının ismi Tarih de olsa lakabı Azer'dir. Hasan el-Basrî ise aksini söylüyor. Ona göre, Hz. İbrahim'in babasının ismi Azer, lakabı da Tarih'dir. Bazı bilginler "Azer Hz. İbrahim'in babası değil amcasıdır. Mecazen amcaya da baba denilir, diyorlar.
Remlî de şöyle der: "Hiç bir peygamberin babası kâfir olamaz, diyen kimse" yanılmıştır. Bu sözü söyleyen kimse şiîlere ayak uydurduğu gibi Kur*ân ve Sünnete de ters düşmektedir. Çünkü Kur'ân'ı Kerîm müteaddid yerlerde, açıkça Azer'in, İbrahim'in babası olduğunu beyan ediyor. Azer onun amcasıdır demek için hiç bir belge yoktur. Gereksiz mecaza gitmek doğru değildir. Üstelik tefsir uleması ile ehl'i sünnet bilittifak İbrahim'in babasının kâfir olduğunu beyan etmişlerdir.[215]
Şimdi de Buhârî'den bir rivayetle bu konuyu noktalayalım.
Hz. Ebû Hüreyre (r.a)'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kıyamet gününde İbrahim, kendi babası Azer ile Azerin yüzü üzerinde bir simsiyahhk ve toz toprak olduğu halde karşılaşır. İbrahim babasına: "Ben sana dünyada iken bana asi olma demedim mi? der." Babası da ona: "İşte bugün ben sana asî olmayacağım! der." Bununji^erine İbrahim: "Ey Rabbim! Sen bana insanların yeniden diriltilecekleri gün, beni zelil ve rüsvay etmeyeceğini va-detmiştin. Şimdi Allah'ın rahmetinden çok uzak olan babamın vaziyetinden daha arlandırıcı ve utandırıcı hangi rüsvayhk olabilir? der. Yüce Allah da: (Ya İbrahim!) Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyurur. Bundan sonra Yüce Allah tarafından: Ya İbrahim, şu iki ayağının altındaki nedir? denilir. İbrahim bakar ve ayakları arasında kana bulanmış bir sırtlan görür (ki, İbrahim'in babası bu çirkin surete çevirilmiştir). Bu çirkin manzara üzerine onun (babasının) ayaklarından yakalanır ve ateşe (yani cehennemin içine) atılır."[216]
Bu hadiste en şerefli oğulun bile, müslüman olmadığı takdirde babaya fayda veremeyeceğine delil vardır. Babasının hayvanlar içinden çirkin manzaralı sırtlan kılığına çevrilmesi, bu hayvanın uyanık olması gereken şeylerden gaflet etmesi sebebiyle hayvanların ahmağı olmasındandır. Azer'de de İbrahim'in uyarmasına karşılık bu sıfat bulunmuş oluyor. Babasının bu surete çevirilmiş olması, Hz. İbrahim (a.s)'in ondan uzaklaşması içindir. (Kastalânî)[217]
Artık sunulan bu kaynaklardan sonra sanırız, gerçek ortaya ko nulmuştur, bundan böyle kimsenin de bir diyeceği kalmamıştır.[218]
B) Hak Ve Hidayete Ait Başka Örnekler
Daha önce de belirttiğimiz gibi bütün peygamberlerin daveti bir tek idi. Bu davet, bir tek olan Allah'a ibadet ve kulluk daveti idi. Din olarak bir tek O'nun ve dinini tanıma davetiydi. Bir tek Allah'ı ilah tanımak, O'nun hükmüne ve şeriatına rıza göstermek idi. Aynı zamanda Allah'dan başka ma'bûd diye tanınan tüm varlıklardan uzak kalmak ve onlarla ilişik kesmek davetiydi. Allah'dan başka tapınılan şeyler ister sevgi duyulan bir varlık olsun, ister korkulan bir varlık olsun bütün bunlardan da uzaklaşmaya davet ediyorlardı. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, biz, "Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının" diye (emretmeleri için) her millete (ümmete), bir peygamber gönderdik’ (Nahl, 16/36)
Gerçekten bizler bu tertemiz ve pırıl pırıl akidenin yolunu gösteren pek yüce ve çok değerli aydınlatıcı örnekler görmekteyiz.
Gerçekten onlardan mü'min olanlar. Nerede ve hangi yerde olurlarsa olsunlar, nereye girerlerse girsinler, hangi çağda ve hangi şehirde yaşarlarsa yaşasınlar, onlardın mü'min olanlar. Rabbimiz Allah (c.c), en sağlam ve muhkem olarak indirmiş olduğu kitabında bize bunları örnek olarak göstermiştir ki, bizim için en güzel örnek olsunlar, değerli ve yüce peygamberi için de bir teselli kaynağı olsunlar. Bunların dinleri ve inançları uğruna neler çektiği, ister Hz. Peygamber (a.s)'in kendisi olsun, ister seçkin ashabı olsun çektikleri konusunda bir teselli olsun diye örnek kılmıştır bize.
Gerçekten bugünkü müslüman davetci verilecek olan bu örnekler üzerinde ne kadar da çok düşünmelidir. Çünkü müslüman davetçi öyle bir insandır ki, o, tüm insanlar için hayır ve iyilik istemeye aşırı şekilde düşkündür. Evet bu örnekler, gerçekten iman ile ilgili örneklerdir. O burada kendisi için bir teselli ve taziye bulacaktır. Zira karşılaşacağı sıkıntılar ve zorluklar için bunlar ona teselli ve taziye olacaktır.
Mademki ilahî sünnet ve kanun Allah'ın peygamberleri ve salih kullan için böyle sürüp gitmiştir. Hep eziyetlerle, sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşmışlardır. Kaldı ki bunlar, Allah (c.c), nezdinden halkın en değerlileri ve en asilleridirler. Bunlar böyle zorluk ve sıkıntılarla yüz-yüze geldiklerine göre, artık hidâyet, hak, hayır davetcileri de haliyle değişik sıkıntılarla ve zorluklarla karşılaşacaklardır. Kimisi alay olunacak, kimisiyle eğlenilecek, kimisine azab ve işkence edilecektir. Fakat bütün bunlara rağmen beraberlerinde Allah'ın yardımını ve gözetimini göreceklerdir. Evet Allah'ın koruması, gözetimi ve kaderi onları daima ihata ederek kuşatmıştır. Bu itibarla bu davetçiler nasıl bir zorlukla karşı karşıya gelirlerse gelsinler bu, onlar için Allah'dan gelen bir imtihan ve bir denemedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri, bulunduğunuz halde bırakacak değildir." (Al'i İmran, 3/179).
Müslümanlar ya da mü'minler ne zaman hakk üzere sebat ederler, Allah'a gereğince dayanıp güvenerek tevekkül ederler, bir tek O'ndan korkarlar ve Allah'dan başkasından korkmazlarsa, işte böyle bir davranış, gerçekten insanların Allah'ın dinine girmeleri konusunda en büyük bir sebep olacaktır. Evet bunların gittiği yolda gitmeyi, davalarında samimi olan bu kimseleri örnek edinmeyi kabulleneceklerdir. Zira bu samimi kimseler her bakımdan kendilerini Allah yoluna feda ile adamış olan kimselerdir. Bunlar öyle kimselerdir ki, insanların yanındaki şeyleri, gelecek ve istikbal arzularını bırakmışlar, sadece ve sadece Allah (c.c)'ın nezdinde olana rağbet etmişler ve hep onu isteyip durmuşlardır.
İşte söz etmek istediğimiz bu örneklen şimdi size özetle sunmak isteriz:
Hz. Nûh (a.s); Bu yüce peygamber, kavmini 950 yıl peygamber olarak Hakk'a davet etmiş bu davete rağmen pek az kimse iman etmiştir. Şimdi burada bizim sözünü etmek istediğimiz nokta, Hz. Nûh (a.s) ile oğlunun durumudur. Bilindiği gibi oğlu kendisine karşı gelerek isyana kalkışmış ve babasının davetini kabul etmekten kaçınmıştı. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"... Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna, "Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!" diye seslendi. Oğlu, "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. (Nûh), "Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. (Nihayet), "Ey yer suyunu yut! Ey gök sen de (suyunu) tut!" denildi. Su çekilip azaldı; iş bitirildi, (gemi de Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve "O zalimler topluluğu yok olsun" denildi. Nûh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va'din
ise haktır. Sen Hakimler Hakimisin." Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim! Nûh dedi ki: Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum." (Hûd, 11/42-47).
Aslında, bu dinde insanların üzerinde birleşmiş oldukları asıl unsur ve bağ, ne kan bağıdır, ne soy bağıdır, ne toprak, vatan ve ülke bütünlüğü varlığıdır. Bu bağ aynı zamanda kavim, millet ve aşirete dayalı bir bağ da değildir, bu bağ renk, ırk, cins ve unsur tanımayan bir bağdır, bu bağ bir sanat ve tabaka bağı da değildir. İslâmî bağ, ancak akideye ve inanca dayalı olan temel bir bağdır.
Nitekim daha önce Hz. İbrahim (a.s)'in babasıyla olan durumunu gördük. Burada ise Hz. Nûh (a.s)'un oğluyla olan durumu gündeme gelmiş bulunmaktadır. Hz. Nuh (a.s): "Şüphesiz oğlum benim ailemdendir" derken, Yüce Allah'ın, ailesini boğulmaktan kurtaracağına dair olan va'dine işaret ediyordu. Ancak, 46. âyette oğlunun, onun ailesinden olamayacağı bildirilmekte idi.
İşte bu âyetten anlaşılan şu ki, insanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah'ın dinine inanmış ve peygamberlerini tasdik etmiş kimseler birbirlerinin manevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların arasında manevî bir birlik vardır. Mü'minlerle kâfirler ırk bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiç bir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nuh (a.s)'un oğlu babasına inanmadığı için, Allah (c.c) onu Nûh peygamber'in ailesinden saymamıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir savaşında bir çok sahabî, en yakınları olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır. Yine bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a), aralarında hiç bir neseb bağı bulunmayan Selman'î Farisî'yi kendi ailesinden saymıştır.
O halde din bağının dışındaki tüm bağlar, bazan insanlar arasında varlığını sürdürse de, sonra da fertler arasında bu ilişki kesilir, bu bağın bir değeri kalmaz.
Allah (c.c), Hzr-Nûh (asva, neden oğluyla kendisi arasında bir bağın kalmadığını ve oğlunun onun ailesinden olmayacağını şöyle açıklamıştır: "Çünkü o salih olmayan bir amel sahibiydi (kâfirdi)" Bu itibarla aranızda iman bağı kalmamıştır. "O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme", gerçi o her ne kadar soy bakımından senin oğlun ise de, kâfir olması sebebiyle senin ailenden değildir.[219]
İşte burada kamil manâda ve olgun olarak düşünme devreye giriyor, herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah'dan korkma olayı başlıyor, hemen Allah'ın rızasını ve rahmetini istiyor ve Salih kul Nûh (a.s) şöyle söylüyor: "Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!"
Hz. Nûh (a.s) artık oğluna acımaktan vazgeçip Allah'ın hükmü-ne rıza gösterdi. Artık bundan böyle herhangi bir direnme yok, bir eğrilik yok, bir mazeret yok ve herhangi bir yorum da yok, tevil de yoktur. Allah'ın hükmüne kesin rıza göstermek vardır. Mutlak bir teslimiyet vardır. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeye tabi olmak vardır. Aynı zamanda Allah'ın istemediği, sevmediği ve buğzettiği şeyden yüz çevirmek ve uzaklaşmak vardır. Allah'ın sevdiklerine dostluk göstermek ve velayet yetkisini bunlara vermek, Allah'a karşı savaşanlara da düşmanlık göstermek vardır. Hatta bu Allah düşmanları kişinin göz bebeği denecek kadar yakını ve akrabası olsa bile.
Diğer taraftan Allah (c.c)'ın peygamberi Hz. Nûh (a.s)'un bu imtihanı sadece oğluyla da kalmıyor. Kendi hanımıyla da imtihan edilmiştir. Evet kişinin oğlu ve hanımıyla imtihana çekilmesi gerçekten ne büyük ve zor bir imtihandır bu!
İşte bu eş ki, Kur'ân bundan sözetmekte, onun gibi ve onun durumunda olan bir başka hanımdan da sözetmektedir. Bu da Hz. Lût (a.s)'un hanımıdır. Hz. Nûh ve Hz. Lût peygamberler, bozuk inanç sahibi olan hammlarıyla imtihan edilmişlerdir. Kur'ân bize bu iki bozuk inançlı kadından sözetmektedir. Yüce kitabında şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı inkar edenlere, Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiç bir şeyi
onlardan savamadı. Onlara: "Haydi ateşe (cehenneme) girenlerle beraber siz de girin" denildi." (Tahrim, 66/10)
Ancak burada bir noktaya dikkat çekmemiz gerekecektir. Bu kadınların kocalarına (iki peygambere) olan ihanetleri dinde olan bir ihanet idi, inanç bozukluğuydu. Yoksa herhangi bir ahlaksızlık ve fuhuş olayı değildi. Çünkü peygamberlerin saygınlıkları nedeniyle bütün peygamberlerin hanımlarının fuhşa düşmeleri söz konusu değildir, onlar bu yönden masumdurlar, korunmuşlardır.
Hz. Nûh (a.s)'un hanımı, kavminden bir kimse Hz. Nuh'a iman edince, hemen onun bu sırrını kavminin azılılarına bildirirdi. Hz. Lüt'-un karısı da, Hz. Lût'a gelen misafirleri, kötülük ve iğrenç fiillerini sürdürmeleri için kavmine haber vermiştir.[220]
Şimdi adı geçen iki kadından meydana gelen o kötü davranışlara karşılık bunun tam zıddından bahsediyor. Kur'ân bize, Allah'ın lanetine uğrayan Fir'avun'un imanlı hanımı anlatılıyor:
"Allah, inananlara da Firavundun karısını misal gösterdi. O, Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti." (Tahrim, 66/11)
Bu kadın, küfür tufanında yaşamasına rağmen, bu, onu iman etmekten alakoymamıştır. Hem de Firavun'un saraymdadır, tek başına kurtuluş istemektedir. Bu öyle bir kadındır ki, Firavun'un sarayında Rabbinden cennette bir yer ve ev istemektedir. Firavun ile beraber olmayı değil, ondan uzak kalmayı dilemekte ve Rabftinden, kendisini Firavundan kurtarmasını istemektedir. Ayrıca Firavun'un işlediklerinden amelinden uzak durmak için gereken çabayı gösteriyor, zira onun yaptıkları sebebiyle kendisine de kötülükler dokunmasından endişe etmektedir. Zira kendisi insanlar içerisinde Firavun'a en yakın olan kişidir. O şöyle demektedir: "Beni Firavundan ve onun kötü işinden koru." Aynı zamanda o, aralarında yaşadığı Firavun kavminden de uzak kalmayı dileyerek şöyle diyordu: "Beni zalimler topluluğundan kurtar."
Gerçekten bu, dünya hayatını en güzel bir şekilde ortaya koymakta, bütün bu dünyalıklar üstüne çıkarak bir şeyler istemektedir. Doğrusu Firavun'un hanımı, zamanında yeryüzü krallıklarının en büyüğünde, Fîravun'un sarayında yaşıyordu. Öyle bir yer ki, her kadının şiddetle orada olmayı istediği bir yer. İşte o, bütün bunların üzerine çıkarak, bunların hiç birisini de istemeyip imanı ve inancı sayesinde bu hale gelmiştir. Sadece bunlara itiraz etmekle kalmayıp aynı zamanda o, bunu büyük bir kötülük, kir ve bela olarak kabul etmiş, bunlardan kurtulmak için de hep Allah'a sığınmıştır.
O pek güçlü ve çok geniş sınırlara sahip bulunan bir ülkeye sahip bir kadın, hem de güçlü bir kadın idi. Tek başına bulunduğu sosyal toplumun baskı ortamında, o sarayın baskın atmosferinde ve o kralın ve çevresinin sıkıcı ortamında hayatını sürdürmektedir. Başım semaya, göğe kaldırıyor. İşte o böyle bir anda tüm dünya varlıklarından, sıkıntılarından ve tesirlerinden kendisini kurtarmış bir kadın olarak görüyordu. Çünkü ona bu hazzı, imanı ve akidesi veriyordu."[221]
"Doğrusu pek büyük bir konumda bulunan Zalim Firavun'un önünde bu kadının durması büyük bir öneme taşımaktadır. Bu, bazı İslâm davetçileri için, bu gibi güçler karşısında sebat etmeleri, şeytan ve taraftarlarının yanında yer almamaları için önemli bir örnek oluşturmaktadır. Çünkü kimi İslâm davetçileri, Rabbimin kendileri için yazmadığı şeylerle, insanların kendilerine kötülük etmesinden korkmaktadırlar. Halbuki bu örnek korkmamanın gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Dikkat edin! Biz Kitabımız olan Kur'ân'ımızdan ibret ve öğüt alalım. Bundan çalışma öğüdü ve hizmet etme örneğini alalım. Yine bundan dünya ve ahiret metodunu öğrenelim ki, Rabbimizin bizi yükümlü kıldığı ve mükellef ettiği hizmetimizi gereğince yerine getirmiş olalım. Aynı zamanda mensubu olmakla bizi şereflendirdiği bu hizmeti yeterince yapmış olalım, bu görev Allah'a davet ve çağrı görevidir.
Katade şunları anlatıyor: Doğrusu Firavun, yeryüzünün en azılı ve en merhametsiz kimsesi idi. Allah'a yemin ederim ki, kocasının küfrü (Firavunun kâfir oluşu), hanımına zarar vermemiştir. O Rabbine itaat ettiği zaman, Firavun ona hiç bir şey yapamamıştır. Şurasını bilmelisiniz ki gerçekten Allah adaletle hükmeden tek varlıktır. O herkesi işlediği günah ile hesaba çeker, kimseyi işlemediği ile muhasebe etmez.[222]
Ayrıca daha başka örnekler de bulunmaktadır. İnsanları Sırat'ı Müstakime çağıran gerçekten örnek olacak bayraklaşmış kimseler vardır. Gerçekten o kimseler Allah'a, O'nun dinine, Allah'ın salih kullarına dostluk göstermekte, yardım etmede ve güçleri oranında cihad için gerekeni yapmakta en yüksek örneği oluşturmaktadırlar. Bunlar sırf Allah kelamını yüceltmek uğrunda yaptıklarını yapmışlardır. Bu açıdan en güzel ve en yüksek örnek oluşturmaktadırlar. Yine bu kimseler kâfirlerden uzak durmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesmekte de birer örnektirler. Evet, kâfirlere her türlü delil, hüccet ve burhan gösterildikten sonra bu kimselerin onlardan el-etek çekmesi, gerçekten büyük bir örnek oluşturmaktadır. Meselâ Firavun ailesinden olan bir mü'-minin durumu.
Şimdi o imanlı zat, Hz. Musa'nın öldürülmesi konusunda kavminin harekete geçtiğini görür görmez o da hemen harekete geçmiştir. Evet Firavun'un azılı adamlarının Hz. Musa (a.s)'yı öldürme girişimlerini öğrenir öğrenmez derhal harekete geçmişti. Nitekim Kur'ân ondan şöyle sözetmektedir:
"Firavun'un ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü'min adanı (şöyle) dedi: Siz bir adamı, "Rab-bim Allah'tır" diyor, diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucize getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiği (azab)ın, bir kısmı olsun sizi çarpar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi sevmez." (Mü'min = Gaf ir, 40/28)
Bu zatın isminin Habihımneccar olduğu rivayet olunmaktadır. Meşhur olan duruma göre bu zat, Firavun ailesinden bir kıptî idi. Bu zat kıptî olan kavminden imanını gizlemekte idi. O imanını Hz. Mûsâ (a.s)'nm öldürülmesine teşebbüs edilinceye dek gizlemişti. Ancak ne zaman ki Firavun: "Bırakın beni Musa'yı öldüreyim" (Mü'min - Gafir, 40/26), dediği zaman, harekete geçmiş ve imanını açıklamıştı.
Bu zat Allah rızası için harekete geçti ve Firavuna karşı da Allah için buğzetti. Çünkü:
"Cihadın en üstün derecesi, zalim sultanın (yetki sahibi kimselerin) nezdinde adil olan kelimeyi (hakkı) söylemektir."[223]
Gerçekten şu kelimeden daha büyük bir kelime olamaz. Yani: "Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır diyor diye öldürecek misiniz" kelimesinden daha büyük bir kelime olamaz.[224]
Siz bu adamın, Allah (c.c)'m peygamberi Hz. Musa'ya olan dostluğunu ve onu veli tanıyışını bir düşünün. Bir de onu azgın ve taşkın kimselerden uzaklaştırıp kurtarmak için yaptığına dikkat edin. Öyleki başından aşağı işkence edilmesine rağmen Hz. Musa'ya karşı samimi olan davranışı ve dostluğu düşünülmeye değer.
Nihayet bir başka örnek, bazı gençlerin, salih gençlerin başından geçen bir örnektir bu, kısaca Ashab'i Kehfin başına gelenlere bir bakın. Bu kimseler ki ailesini, çocuklarını, ülke ve vatanlarını, soy-soplarım terkedip gitmişlerdi. Evet bu gençler, kavimlerinin kendilerine karşı olmaları ve bunlara karşı da bir güçlerinin olmaması, karşı koyamamaları yüzünden bizzat kendi canlarını kurtarmak üzere gidip mağaraya sığındılar. Bu mağara içinde büyük bir mucizenin çere-i yan ettiği yer idi. Allah (c.c), bu mucizeyi bir ibret ve öğüt olsun diye i bize bildirmiş ve salih kullarını nasıl koruduğunu açıkça haber vermistir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık."
"Onların kalblerini metin kıldık. O yiğitler (O yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbîmiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına yalvarmayız. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz."
"Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?"
"(İçlerinden biri şöyle demişti:) Mademki siz, onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o
halde mağaraya sığının, ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın." (Kehf, 18/13-16)
Gerçekten adı geçenlerin kâfirler karşısındaki tutum ve tavırları gayet açık, net ve kesindi. Bir yerde yollar ayrılır, metodîar farkhla-şırsa, artık orada bir buluşma ortamı ve yolu olmayacağı gibi, hayatta müşterek olabilecek bir noktaları da olamaz. Artık böyle bir durumda kişi, inancını koruyabilmesi için mutlaka bunlardan kaçınması gerekir.
Kaldı ki bunlar, kendi kavimlerine ve toplumlarına gönderilmiş peygamberler de değiller ki, salih akideleriyle onlara karşı koysunlar ve onları bu sahih akideye çağırmış olabilsinler ve aynı zamanda peygamberlerin akideleri uğrunda çektiklerini ve karşılaştıklarını bunlarda çeksinler ve karşılaşsınlar. Ancak bunlar öyle gençlerdir ki, kapkaranlık küfür bataklığı içerisinde kendilerine hidayet ve hak açıklanmış olup, bu gençlerin doğruyu bulmalarından sonra artık o koyu kafir toplum arasında kendileri için bir hayat hakkı da yoktur. Evet böyle bir imkanları yok ki, akidelerini açıkça ilan edebilsinler ve onu hiç çekinmeden haykırabilsinler. Aynı zamanda bu gençler kendi kavimlerine mudara edecek kimseler de değillerdir. Onların ilahlarına tapınmaya, bu hususta takiyye yapmaya ve Allah'a olan ibadetlerini onlardan gizlemeye de yanaşmamaktadırlar. İşte bu gençler böyle bir karaktere sahiptirler.
Artık durumları açıkça ortaya çıkmış, küfür erbabınca öğrenilmiştir. Tek çareleri kalmıştır. Dinlerini yaşayabilmeleri için, Allah'ın kendileri için uygun gördüğü bir ortama kaçmak, hicret etmek. Onlar da böyle yaptılar. Hemen sıkıntı verici ve dar bir mağaraya kaçıp sığındılar. Bu niteliklerine rağmen o gençler bu mağarayı her türlü süse ve dünya hayatının her çeşit zinetine tercih ettiler.
Bunlar burada derin bir nefes alıp, dinlerini yaşayabilecek bir istirahata kavuştular, .Allah'ın rahmetine erdiler. Bu gerçekten insanı dinlendiren geniş ve uzun bir dinlenme yerindeymişler gibi hissettiler kendilerini... Zira Rabbim» şöyle buyuruyordu: "Rabbiniz size rahmetini yaysın." Burada dikkat edilecek olan husus "Yaysın" lafzına dikkat olunmasıdır. Çünkü bu her türlü genişliği, huzuru, gölgelenmeyi kapsayan bir manâ taşımaktadır. Çünkü o mağara gerçekten geniş bir boşluk, huzur veren bir istiratgah olup, orada Allah'ın rahmeti alabildiğine yayılıyor ve o rahmetin çizgileri alabildiğince genişliyordu.
İşte iman denilen olay budur! O halde bu dünya makam ve mevkilerinin, debdebesinin ne anlsmı olabilir ki? İnsanların bu dünyada önemseyip değer verdikleri varlıkların, eşyanın ve benzeri değerlerin öneminin derecesi ne olabilir ki?
"Doğrusu İman ile dopdolu bulunan bir kalbin içinde bambaşka bir dünya vardı. O Rahman olan Allah (c.c) ile huzur bulmaktadır. Bu öyle bir dünyadır ki rahmet, merhamet, şefkat, rıfk ye yumuşaklık, kalp huzuru ve Allah'ın rızası kendisini çepeçevre kuşatmıştır.[225]
İşte bütün bu örnekler hemen her türlü ilgi ve bağda kendisini kanıtlıyor. Meselâ Hz. Nûh kıssasında babalık ilişkisi yer almaktadır. Hz. İbrahim kıssasında oğulluk ve vatan bağı söz konusudur. Ashab'ı kehf olayında ise ailesini, yakınlarını ve ülkesini, kısaca her şeyini terketme olayı vardır. Her türlü bağlar kesilmiş olmaktadır. Hz. Nûh, Hz. Lût ile Fir'avun olayında da karı-kocalık bağı söz konusudur. Fakat bütün bu bağların, akide ve inanç olayı karşısında hiç bir önemi kalmamaktadır.
Böylece vasat ümmet olan, Hz. Muhammed ümmeti gelinceye dek, bu asalet sahibi kimseler zinciri ve alayı sürüp gitmiştir. Siz bu örneklerden, misallerden ve deneyimlerden mutlak surette gerçek olan tüm neticeleri çıkarabilirsiniz. Evet iman etmiş bulunan bir ümmet için bu manâda Rabbani olan bu metod ve program üzere bu şeyler hep sürüp gitmiştir.
Bilindiği gibi aynı aileye ve soya bağlı bulunan kimseleri, çoğu kez dinleri ve inançları birbirinden ayırmış ve farklı kılmıştır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)
Bu akide ki, tüm yönleriyle Suheyb er-Rûmî'de, Bilal Habeşî'de, Selmanî Farisî'de, Kureyş'li bir arab olan Hz. Ebû Bekir'de toplanmıştı. Bu insanlar hep birlikte: "Lâ ilahe illallah Muhammedin
Rasûlullah" bayrağı altında birleşip kenetlenmişlerdir. Hepsi de kabile, cins, toprak bütünlüğü asabiyetini ve cahiliye adetlerini bırakmışlardır. Çünkü Hz. Peygamber kendilerine şöyle buyurmuşlardı:
"Bırakın onları, çünkü onların hepsi kokuşmuş bulunan adetlerdir."[226]
Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Her hangi bir akrabalık (ya da tarafgirlik ve particilik) uğruna kim çağırırsa bizden değildir. Kim herhangi bir akrabalık (ya da asabiyet ve tarafgirlik) uğruna bir çarpışmaya girerse bizden değildir. Kim de herhangi bir tarafgirlik inancı üzere ölürse o da bizden değildir."[227]
Artık bu kokuşmuşluğun sonu gelmişti, cins, kabile ve ırk nara-larıyla ortaya çıkmak son bulmuş, artık bu, ölmüştü. Artık kavim kabile taassabu ve ahmaklığı yok olmuştu. Artık beşer ve insanlık en yüce ufuklara yükseliyordu. Artık o günden bu yana insanlar huzura kavuşmuştu. O günden bu zamana müslümanların ülkesi yeryüzü olmaktan çıkmış, onun vatanı ya da ülkesi Darü'l-îslâm olmuştu. îşte bu dâr olayında bile akide ve .inanç varlığını ve ağırlığını koymakta idi. Burada bir tek olan Allah'm şeriatının hükmü geçerliydi.[228]
Artık ortada bir tek şey vardı. Hz. Muhammed Mustafa'nın sureti, hayatı ve gidişatı, ashabının sîreti. Ki, o ashabı insanların en hayırlılarıdırlar. Aynı zamanda hidayet ışığıdırlar. Kim onların yolundan ve izinden giderse kesinlikle doğru yola girmiş olur. Kim bu sağlam ve güçlü program, yasaya rıza gösterirse, gerçeğe ve hakka erişmiş olur.
Ancak bu yoldan sapanlara ve uzaklaşanlara gelince, bilinmelidir ki Allah (c.c), onların velisi ve dostu değildir. Onların velisi ya da dostu "Tağuttur." Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"... İnkar edenlere gelince, onların dostları da tağuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar." (Bakara, 2/257).
[204] İlgili âyetin tefsiri için bk. İbn Kesîr. VI.156
[205] el-Cevâbu'1-Kâfî, 213; İbn Kesîr Tefsiri, VII, 212; Mecmuatu't-Tevhîd, 133.
[206] Taberî Tefsiri, XXVIII, 62.
[207] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, I, 181.
[208] Fahruddîn er-Razî, Mefatîh el-Gayb, XIII, 35-40; Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri (Çağrı Y.) İbn Kesîr, VI, 2714-2718. aynı kaynak, VI, 2707-2708.
[209] Said Havva, el-Esas Fit-Tefsîr, (Şamil), IV, 445.
[210] C. Yıldırım, Asrın Kur'ân Tefsiri, IV, 1936.
[211] Elmalılı H. Yazır Hak Dini Kur'ân Dili, III, 1964-1965
[212] agk III, 1964-1965.
[213] İfav. Kur'ân-ı Kerîm ve açıklamalı Meali, Lokman,.375.
[214] Elmalı, agk. 111, 1964-1965.
[215] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I, 51-52; Alûsî, VII, 194; el-Fetâvâ er-Remlî, IV, 321-322.
[216] Buhârî, Enbiyâ, 11.
[217] M. Sofuoğlu Sahihi Buhârî ve Tercemesi, VII, 3144. Dipnot, 46.
[218] Hz. İbrahim (a.s)'in babası Azer ile ilgili açıklama tarafımızdan sonradan ilave edilmiştir. (Çeviren).
[219] Fî Zilâii'l-Kur'ân, 4/1887.
[220] İbn Kesîr Tefsiri, VIII, 198.
[221] Fi Zilal, VI, 3622'den özetleyerek.
[222] îbn Kesîr, VIII, 199.
[223] Ebû Dâvud, Melahim 17, Vitr, 12; Tirnıizîs fiten, 13 (Tirmizî bu hadisin bu yönden garib olduğunu söylemiştir) İbn Mâce, fiten 20; Nesaî, Bcy'at, 37; ZekaE, 49;
[224] İbn Kesîr Tefsiri, VII, 130.
[225] Fî Zilâl IV, 2262'den özet.
[226] Buharı, Tefsîr63, 5-7; Müslim, Birr (64) 2584.
[227] Müslim, İmaret, (68) 1848, Ebû Davüd, Edeb, 112; İbn Mace, Fiten, 7.
[228] bk. Yoldaki işaretler, 143 (orijinal)