- Et-Tekfir Vel-Hicre grubu

Adsense kodları


Et-Tekfir Vel-Hicre grubu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 27 October 2010, 10:49 am GMT +0200
ET-TEKFİR VE'L HİCRE GRUBU


Tekfir konusunda ısrarlı bir cemaat olarak bili­nen Et-tekfir ve-l-Hicre grubunun özellikleri ve belli başlı konulardaki fikirlerinden bahsetmek sanırım bu kitabın konusu dışında sayılmayacaktır. Doğuş yeri Mısır olarak bilinen bu grubu anlatmadan önce Yusuf El-Kardavî'den onlarla ve aşırılık meselesiyle ilgili alıntılar aktarmak istiyoruz: [146]

 

İslami Sahada Aşırılık ve Çalışma:
 

Aşırı gitme noktalarından birisi de "tekrir" konu­sudur. İnsanların ismeti ortadan kalkınca bu aşırılık hedefine ulaşıyor. İnsanların mal ve kanlarını mübahlaştırıyorlar, onlara ne zimmet (zımmîler) ne de hürmet tanınıyor. İnsanların tümünü İslamdan çı­karıyorlar. Yahut "bu insanlar Allah'a iman etme­mişlerdir." Bu da aşırılığın değeri olan, kendisini bir vadi de diğerlerini başka bir vadide görmektir.

Bu düşüncenin ilk oluşumu İslam sahasında Ha­ricilerin ortaya çıkmasıydı ki bu insanlar İslamdaki ibadet değerlerine çok bağlıydılar. Namaz, oruç, Kur'an okuma v.s. Yalnız bunlar "uzuv" fesadıyla gel­meyip "küfür" fesadıyla ortaya çıktılar. Onlara kötü amelleri süslendirildi ve onu (yaptıklarını) güzel gör­düler. Resûlullah onları şu sözüyle vasıflandırdı; "Birinizin namazı onların namazına karşı hakir olur, bi­rinizin kıyamı onların kıyamına göre hakir olur ve okuması onların okumasına göre hakir olur." Bu va­sıflandırmayla birlikte onlar hakkında yine şöyle bu­yurmaktadır: "Okun yaydan çıktığı gibi onlar dinden çıkarlar."

Geçmiş olan Haricilerde olanların aynısı şimdi onların halefleri (takipçileri) olanlarında da aynen vardır.

Yani bunları takip eden, asrımızdaki "El-Tekfir ve'l- Hicre" cemaati diye bilinen cemaattir.

Bu muasır olan cemaat günah işleyip o günahın­da ısrar eden herkesi tekfir ediyor. Hakimleri Al­lah'ın hükümleriyle hükmetmediklerinden dolayı tekfir ediyorlar. Hüküm olunanları da bu hükme razı olduğundan dolayı tekfir ediyorlar. Bu cemaat din alimlerini ve başkalarını da tekfir ediyorlar. Çünkü bu din alimleri hakim ve mahkumu (yöneten ve yöne­tileni) tekfir etmedikleri için kafirdirler. Çünkü bun­lara göre kafiri tekfir etmeyen de kafirdir. Onlar yine onların düşüncelerine zıt olan herkesi tekfir ediyor­lar. Yine onların fikrini kabul edip de onların cema­atine girmeyen ve onların imamlarına biat etmeyen herkesi tekfir ediyorlar. Kim onların cemaatine girer­se fakat herhangi bir sebeple çıkarsa o kimse mürteddir ve kanı helaldir. Tebliğleri erişmiş olan tüm cema­atler onlara katılmadıkça onlar kafirdirler. Kim bir imamın sözünü alırsa ama kıyas ile hareket ederse o kimse müşriktir, kafirdir. Onlara göre Hicri 4. Asır­dan sonraki asırlar küfür ve cahiliye asrıdır. (Abdurrahman El Hayr Tekfir Cemaat eserinden alıntı).

Peygamberimiz (s.a.v.) bizi tekfirden korumuş ve ondan şiddetle kaçınmamızı emretmiştir. Ve sa­hih olan bir hadisinde; “Kim kardeşine kafir derse ikisinden birisi kafir olur..." buyurmuştur. Aynı za­manda Usame Bin Zayd hadisinde ise: "Kim La ila­he illallah" derse o kimse İslam'a girmiştir. Kanı ve malı kurtulmuştur." Şayet bu kimse korku, yahut kı­lıçtan kurtulmak için söylese bile bu kimse müslümandır. Biz zahire göre hükmederiz. Bu kimsenin hesabı ise Allah katındadır. Ki bundan dolayı Resûlullah (s.a.v) savaşta Usame bir adamı şehadet getirmesine rağmen öldürünce onu kına­mış ve;

“Sen onu tevhid kelimesini getirmesine rağ­men mi öldürdün?" demiş, Usame de;

"O kılıç korku­suyla söyledi" diye cevaplamıştı. Resûlullah da;

"Sen onun kalbini yardın mı?" deyince, bu olay üzerine üzülen Usame;

"Resûlullah bunu o kadar tekrarladı ki keşke ben o gün iman etmiş olsaydım diye temen­ni ettim." demişti.

Kim yakin ile İslama girmişse onun İslamdan çıkması da yakin ile olmalıdır. Yakin ise şek ile yok olmaz (yani şüphe ile dinden kimse çıkarılmaz.) Hat­ta bu günahlar büyük günah olsa bile: örneğin, ölüm, zina, içki içmek vs. Yalnız bu hükümleri inkar, karşı çıkma olursa bu ayrı bir şeydir.

Bundan dolayı Allah'u Teala bir kişiyi kasten öl­düren ile öldürülenden velisi arasında dini kardeşli­ğini şu ayeti kerimede ispat etmiştir; "Kim (yani ka­til) kardeşi tarafından affedilirse o zaman (affede­nin örfüne göre) uygun olanı yapmak güzelce onu ödeme (si) gerekir." Ve Resûlullah içki içen bir kimşeyi birisinin lanetlediğini duyunca defalarca ona; "Ona lanet etme, çünkü o Allah ve Resulünü seviyor." buyurmuştur.

Tekfırcilerin aşırı gidenlerinin dayanmış oldukla­rı bütün düşünceler Kitap ve sünnetle merdut olup (reddedilip) bu düşünceyi İslam ümmeti asırlar önce terk etmiştir. Buna rağmen insanlar kalkıp bunu ye­nilemek istiyorlar. Heyhat!..

Tekfir düşüncesine sahip olmanın birçok sebebi vardır. Tek bir sebebi yoktur. Sebeplerin bazıları di­nidir. Bazıları siyası, bazıları toplumsal, sosyal se­beplerdir. Ekonomik ve nefsi ve fikri sebepleri de vardır.

Bu sebeplerden bazıları, ailevidir de. Kişilerin se­bepleri de vakidir. Yani kişinin şahsından da kay­naklanan sebepler de vardır. Bu sebepler toplumla ilgili de olabilir. Toplumda oluşan zıdlıklar... Diyelim ki itikad ile mu'amele arasında, vacip olan şeyler arasında, din ile siyaset arasında, söz ile amel arasın­daki zıtlıklardan oluşabilir.

Bu gibi zıtlıklara büyükler ne kadar tahammül etse bile gençler bu gibi şeylere tahammül edemi­yorlar.

Bazıları tahammül etse bile tümü tahammül et­miyor. Bazen tahammül etse bile çoğu zaman taham­mül etmiyor.

Sebeplerin bazıları da (ortadaki) hükümlerin fe­sat oluşundan, hakimin tağiliğinden (tuğyanına) kendi halklarının haklarına riayet etmemekten, kö­tü hevalara sahip olmalarından ileri geliyor.

Bu sebeplerden (diğer) bazılarını (da) sayalım:

1- Dinin hakikatini görme zayıflığı; Bu aşırılıkta en esas olan sebeplerdendir. Fakih olmamak, dinde­ki sırları bilmemek... Bundan maksat mutlak mahi­yette dinde cehalet değildir. Bu sebepten maksat il­min yarısına sahip olmaktır. Kendisini alimlerin zümresinden saymak ve buna rağmen çok çok şey­den cahil olmak... İlimden bildiği şey de oradan bu­radan aldığı şeyler olması...

Resûlullahın Buhari ve Müslim'den gelen şu ha­disi bu hakikati açıklamaktadır; "Allah, ilmi insanla­rın içine düşmüş oldukları ihtilaftan dolayı onlardan almaz fakat onlardan alimleri alarak (yani vefat et­tirerek) onlardan ilmi alır, ta ki kimse kalmayıp da­ha sonra cahil insanları kendilerine reis edinirler ve insanlar onlara sorarlar, onlar da ilimsiz cevap vere­rek hem kendilerini ve hemde onları dalalete götü­rürler." Malik Bin Enes rivayet eder ki; bir gün Rabia çok ağlar ve ona;

"Sana bir musibet mi indi?" der­ler. O da;

"Hayır fakat, ilmi olmayanlar fetva veriyor­lar." der.

2- Zahiri olarak nasları anlamaya yönelmek. Bun­lar, gerçekten İslam ümmetinin kurtulmuş olduğu "zahiriye medresesini" bir daha yapmak istiyorlar. Öyle bir medrese ki hükümlerin illetini (sebebini) ka­bul etmiyorlar ve aynı zaman da kıyası inkar ediyor­lar. İbadet konusunda kesinlik kazanan şeylerde de­ğiştirmeye gitmek mümkün değildir, örneğin Rama­zanın başka aya alınması gibi. Fakat başka hüküm­lerde illet aranmalıdır. O illet (sebep) ortadan kal­karsa değişik hükümler verilebilir.

Örneğin: Malik, Buhari ve Müslimin rivayet et­tikleri şu hadiste, Resulullah düşman ve kafir diya­rına Kur'an'la sefere gidilmesini men'etti. Fakat bu hadisin illetine bakıldığında kafirlerin Kur'an'a kö­tülük yapma endişesi var. Bu illet ortadan kalkarsa bu nehiy de (yani yasak da) kalkar.

3- Haramların sınırlarını daraltmaları.

4-Terimlerdeki (kavramlardaki) anlayış yetersiz­liği. Bir kelime değişik anlama gelebilir. Yani değişik anlamları olabilir. Onlar mutlak imanla, iman-ı mutlak arasını ayırmıyorlar. Kamil İslamla soyut İs­lam'ın arasını ayırmıyor ve günah küfrü ile şirk küf­rünün arasını büyük şirk ile küçük arasını, itikadı nifak ile ameli hal ve tavırdan dolayı cahili bir hare­kette bulunanı itikadî cehaletle isimlendiriyorlar. Hadiste; "Zina eden mümin olarak zina etmez, içki içen mümin olarak içki içmez." ve diğer nice hadisler var ki "imanı" nefyediyor. Fakat bundan murad asıl iman olmayıp kamil imandır. Asıl iman ise Cibril ha­disinde geldiği gibidir...

Başka bir hadiste ise; "İslam açıktır, iman ise kalptedir." Hucurat süresindeki Arapların İslamıysa bu çeşit bir İslamdır. Küfür, şeri dilde Allah ve Resu­lünü inkar ve yalanlama anlamına geliyor. Delili ise Nisa 136'dır.

Bazen de İslamdan dönme anlamına geliyor (irtidat).

Bazen küfür kelimesi ameli günahlar için de kul­lanılır, ki bunlar ne inkar ne de yalanlama ile ilgili­dir.

Büyük alim İbn-i Kayyım "Medaricu's-Salikîn" isimli eserinde küfrün iki çeşit olduğunu söyler:

1- Büyük küfür: Ateşe girmesi ebedi olarak haktır.

2- Küçük küfür: Ateşe hak kazanır. Fakat ebedi değildir.

"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirle­rin ta kendileridirler. Zalimlerin ta kendileridirler... Fasıkların ta kendileridirler.” ibn-i Abbas'ın bu ayet hakkındaki tefsiri şöyledir:

"Buradaki küfür insanı İslam dairesinden çıka­ran küfür değildir. Yani bunu yaptığında onunla ka­fir oluyor, yalnız bu küfür Allah'ı ve ahiret gününü inkar edenin küfrü gibi değildir. Tavus ve Ata (adlı alimler de) "küfrün dışında başka bir küfür, zulmün, faskın dışında başka bir zulüm, fısk" olarak görmüş­lerdir. Daha önce de bundan bahsedilmişti. Bazıları da "inkar etme" anlamında ele almışlardır. Bu tercih edilen bir görüş değildir. Tavus ve Ata (adlı alimler de) "küfrün dışında başka bir küfür, zulmün, fıskın dışında başka bir zulüm, fısk" olarak görmüşlerdir. Daha önce de bundan bahsedilmişti. Bazıları da "in­kar etme" anlamında ele almışlardır. Bu tercih edi­len bir görüş değildir. [147]

Yusuf El-Kardavî'nin de belirttiği gibi özellikle günümüzde, tekfirde aşırı gitme düşüncesine kay­naklık eden birçok sebep vardır. Kardavî'nin söyle­diklerine ek olarak bizim yaşadığımız topraklarda ise tekfire aşırı yönelmenin daha başka sebepleri de vardır.

Bu sebeplerin en önemlilerinden birisi İslam id­diasıyla ve İslam'a hizmet iddiasıyla ortaya atılanla­rın birbirlerini çekememeleridir. Aslında bunu doğu­ran asıl etken daha başkadır ki o da şahsiyetlerin sağlam olmamasıdır. Yoksa ilmi eksik olan herkes tekfire yönelmiyor, ailesiyle sorunu olan herkes tek­fire yönelmiyor. Bunlarla birlikte tekfire yönelmenin altında daha değişik faktörler de mevcuttur. Ayrıca Siyonistlerin, laiklerin, emperyalistlerin "düşünce bozukluğu" oluşturmak amacıyla günümüzde çok gayretler içinde olduğunu anlamak için o kadar da ileri görüşlü olmaya bile gerek kalmamıştır. Buna misal olarak, doğrusuyla yanlışıyla Vehhabî ekolü­nün başına gelenleri hatırlayabiliriz. Gelelim Et-tekfir ve'l-hicre grubunun özelliklerine. Bu konuyla ilgi­li olarak da yazar Salih Verdanî'nin "Mısır'da İslamî Akımlar" adlı eserine başvurmak istiyoruz:

"Tekfir düşüncesinin esaslarını belirleme konu­suna eğilen Şükri Mustafa (tekfir cemaati lideri); Dil, Tefsir, Hadîs ve Fıkıh kitaplarını tarayarak, kendi görüş ve fikirlerini destekleyen hükümleri çı­karmaya başladı. Bu arada, hapishanede yaşadığı olayları, fikir ve sıkıntılarını dile getiren şiirler yazı­yordu.

Şükri Mustafa'nın şahsiyeti, Tekfir çizgisindeki ısrarı ve görüşlerindeki sertlik, hapishanede Kutubçu ve İhvan akımı mensupları ile kendisi arasında bir çok problemin doğmasına sebep olmuş, bu yüz­den diğer tutuklulardan ayrı bir bölüme yerleştiril­mişti. Ancak gittiği her yerde, aşağı yukarı aynı problemlere sebep olmaktan kurtulamamıştır.

İhvan'ın, et-Tekfîr akımını abluka altına almada kullandığı makale ve reddiyeler, daha sonra "Duat la Kudat" (Kadı Değil Davetçi) ismi altında yayınlan­mıştır.

Şükri Mustafa'nın 1965 ile 1971 yılları arasında­ki tutukluluk dönemi kendisine, akımın düşünce ya­pısını oluşturma temel ve stratejisini geliştirme fır­satı vermiş; ileriye dönük programların hazırlanma­sı da bu dönemde gerçekleşmiştir.

Tutukluluğu sırasında Şükri Mustafa ile diğerle­ri arasında meydana gelen fikrî mücadelelere rağ­men, 1960'lı yılların sonuna kadar Şükri'nin fikirle­ri; serbest kaldığı zaman hangi esasa göre eylemlere kalkışacağı konusundaki görüşleri, tam olarak net­leşmemişti. [148]

 

Geçmişe ve Geleneğe Karşı Tutumları
 

Et-Tekfir akımı geçmişin fikrî ve fıkhî birikimle­rinin hiç birini tanımamakta, buna karşın kendisi­nin ortaya koyduğu içtihatları ve görüşleri, şüphe edilemeyecek tek gerçek olarak kabul etmektedir. Bu esastan hareketle Tekfir akımı, fakihlere uymayı reddetmektedir. Kur'ân'ın; "Gerçekten biz Kur’ân-ı anlaşılması için kolaylaştırdık." mealindeki ayetini delil kabul ederek, herhangi bir ilim ehlinin yardımı olmaksızın kitap ve Sünneti anlamanın mümkün olabileceğini ileri sürmektedir. Ayrıca Şüferî Musta­fa; "Allah'ı bırakarak bilginlerini ve din adamlarını Rabler edindiler." ayetine dayanarak, "taklid eden kafir olur" anlamında bir kural ihdas etmiş ve fakihlerden herhangi birine uyan kimsenin, İslam dinin­den çıkacağına hükmetmiştir.

Şükri'nin düşüncesindeki bir başka önemli unsur ise kavramlar konusudur. Bu konuda şunları söyle­mektedir: Doğru yolun esası ve sahih İslamî anla­yış; kavramları dinî (Kur'anî) kullanımlara dayan­dırmakla mümkündür. Bu kavramlar bozulup ger­çek anlamlarının dışında kullanıldığında ise, denge ve ölçü bütünüyle bozulmuş olur. Böyle bir bozulma ortamında, 'şerri', ‘hayr' ve 'çirkin'i 'güzel' diye isim­lendirmek mümkün olur.

... Nitekim dinî kavramlarla çatışan garip birta­kım terimlere İslam Fıkhı adı verilmiştir. Örnekler­sek; Fıkıh Terminolojisi'ndeki fasık müslüman tabi­ri, dinî isimlendirmenin dışında bir kavramlaştırmadır. Gerçekte fasık ve fısk kelimeleri kafir ve küfre delalet etmektedir. Yine zalim kelimesi de böyledir. Fakihler "zalim müslüman" demektedirler. Oysa Kur'anî kullanımda zalim sıfatı, kafir için kullanıl­maktadır. Nitekim Allah; "Kafirler zalimlerin ta ken­dileridir." buyurmaktadır.

Bu durumda bize düşen, kavramları dinî kayıtla­ra bağlı kalarak kullanmak; dinî kavramları ancak dinî kullanımlarla belirlemektir. Bu konuyla ilgili olarak, bu uygulama dışında yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Kur'anî kullanımın dışında bir kavramlaştırmayı kabul edenlere biz; "Bu, sizin ve babalarınızın isimlendirdiği kavramlardan başkası değildir. Ger­çekte Allah, onlara bir yetki de vermiş değildir." aye­tini hatırlatırız.

Bu konuda bir örnek olmak üzere; Mesâcidullâh (Allah'ın mescidleri) kavramının anlamını doğru ola­rak belirlemek istediğimizde, dikkatlerimiz mescid kelimesi üzerinde yoğunlaşır. Gerçekte günümüzde­ki mescidler, dinin mescidler için belirlediği nitelik­leri taşımamasına rağmen, bunlara Mesâcidullâh is­mi verilebilmektedir. Beni küçük düşürmek için "Sen niçin mescidlerde namaz kılmıyorsun" şeklinde bir soru yöneltilse; soruyu soran kişiden, öncelikle, sözünü ettiği mescidlerin, Allah'ın kitabı'nda dinî ni­teliklerini açıkladığı, hakiki mescidler olduğunu is­patlamasını beklerim. Zira Kur'an'da mescidlerin şu özellikleri belirtilmektedir:

Mescidler Allah'a aittir. Oralarda Allah ile bera­ber bir başkasını anmayınız.

Allah'ın, yüceltilmesine, içlerinde adının anılma­sına izin verdiği evlerde..

Müşrikler Allah'ın mescidlerini onaramazlar.

Şükri Mustafa'nın yukarıda kendi ifadeleriyle, sunduğumuz kavram anlayışı, fikir sisteminin temel prensiplerinden biri olarak kabul edilir. Bu konu, kendisi ile geçmişi ve diğer İslamî akımlar arasında­ki ayrılık noktasıdır. Şükri'ye göre, şirk, ma'siyet, cemaat, cihad ve mescid... v.s gibi kavramların taşı­dığı gerçek anlam ve delaletleri, geleneğin ortaya koyduğu anlam ve delaletlerden tamamıyle farklıdır, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa ve Medine'deki Mescid-i Küba hariç olmak üzere, dün­ya üzerindeki bütün mescidler, takva kastıyla tesis edilmediği için, içlerinde namazın sahih olamayaca­ğı "Dırar Mescidleri"dir. Ayrıca bu dört mescidde cemaatle namazın sahih olabilmesi için, et-Tekfir cema­atinden birinin imamlık yapması gereklidir. Yoksa orada ancak, ferdi namaz caiz olur.

Şükri Mustafa Fıkıh, Usul ve Hadis kitapların­dan bir çoğunu okumuştur. Şatıbi'nin el-Muvafakat'ı; Amidi'nin el-ihkam'ı; îbn-i Hazm'ın el-İhkam'ı; Ebû Zehra'nın Usûl'i-Fıkh'ı; İbn Kesir’in Tefsiri; Buhari'nin Sahihi ve İbn Hişam'ın Sire'si bunlardan ba­zılarıdır. Çağdaşlardan, Seyyid Rutub'un kitapları­nın dışında hiç bir kitap okumamıştır. Şükri, bu ki­taplarda yer alan bilgilerin doğruluğuna inanma­makta, büyük yanlışlıklar içerdiğini ileri sürmekte­dir:

(Ben prensip olarak kitapları incelerim. Birinin, fikrini bir başkasına, yazılı veya sözlü olarak anlat­masına ya da ictihad etmesine karşı değilim; hatta içtihadın görev olduğuna inanıyorum. Ancak karşı olduğum husus, yazarın kitabına yanlışları akratması, mubah olmayan veya peygamberin sustuğu konularda; bilerek, kendisine göre konuşması ve yazmasıdır).

Şükri Mustafa'nın bu ifadeleri ilk bakışta onun geçmiş birikim karşısında yumuşak bir tavra sahip olduğu ve bazı fıkıh ürünleri ile fakihleri kabullene­ceği izlenimi uyandırır. Ancak Şükri, Fıkıh ve fakihlerin aleyhinde oldukça kesin bir tutuma sahiptir. İbadet ve şirk konusundaki hükümleri nedeniyle fa­kihleri eleştirmekte ve şeyle demektedir:

(İslam'da ibadetten kasıt, yalnız Allah'a ibadet etmek, yani itaatına bir başkasını katmamaktır. Başkasına itaat etmekle yani Allah'a ortak etmekle ibadet yapılmış olmaz. Bu husus hem aklın verileri hem de dinin değişmez prensipleri ile sabittir. "Al­lah'tan başkasına itaat, hem aklen hem de naklen şirktir" prensibi buna dayanır. Fakihler Allah'ın; “Al­lah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri, dilediği kimse için affedebilir.” mealin­deki ayetini yanlış anlamış ve yanlış yorumlamışlar­dır. Bunlar şirki; putlara secde etmek, oklarla fal aç­mak v.b şeylerle tefsir etmişlerdir. Görüşlerine göre şirkten aşağı olan günahlar; hırsızlık, zina, içki iç­mek ve benzeri diğer günahlardır. Oysa fakihler, bu söyledikleriyle ilgili olarak nakli bir delile sahip de­ğillerdir.

Günahların da şirk olduğunu, şirk ve küfür kav­ramlarını kullanarak ifade eden, bir çok kesin nasslar mevcuttur. Nitekim peygamber (s.a.v)'in: "Al­lah'tan başkasını adına yemin eden şirk koşmuştur.” ve; “Kişi ile küfür, şirk arasında namazı terk vardır." sözleri bu konudaki nasslardan bir kaçıdır.)

Yukarıdaki prensiplerden hareket eden et-Tekfir akımı içtihad meselesini kabul etmemekte ve onu bi­linenden farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Şükri'ye göre içtihad, nass bulunduğu zaman yapılır. Nass bulunmadığı zaman ise içtihad caiz değildir. Bu durumdaki içtihad re'y ile kıyas yapmak veya ko­nuyu ümmete götürmektir ki; böyle bir içtihad, iti­bar olunamayacak derecede temelinde batıl bir gö­rüştür.

Et-Tekfir akımı İcma, Kıyas veya Mesalih-i Mürsele gibi, müçtehidin hüküm çıkarırken kullandığı prensip ve metodlardan, hiçbirini kabullenmemektedir. Akımın ileri gelenlerinden biri, bu konuda şunla­rı söylemektedir: "Delil ancak Kitap ve Sünnet'tir. Bunların dışında delil yoktur. Bu nedenle biz icmayı, kıyası, Medine ehlinin amelini, sahabenin reyini, fukahanın görüşlerini duvardan duvara çarparız. Biz ancak kitap ve sünnetle delil getiririz."

Et-Tekfir Akımı'nın genel olarak geçmiş birikime, özel olarak da içtihada karşı takındığı bu şiddetli olumsuz tavra rağmen, akım elemanlarının savun­dukları et-Tebeyyün, et-Tevakkuf, günahın şirk ol­duğu, şirk ile günah arasında bir farkın bulunmadı­ğı ve günah üzerinde ısrar eden kişinin kafir olduğu yolundaki hükümlerin çıkarılmasında, bu tezlerin sahibi Şükri Mustafa'nın bir takım içtihad kuralları­nı benimsemiş bulunması, işin, belirtilmesi gereken ilginç bir yönüdür. [149]



[146] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 209.

[147] Yusuf El-Kardavi, İslamî Sahada Aşırılık ve Çalışma.

[148] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 210-218.

[149] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 218-223.