- Et-Tekfir akımının bugünkü durumu

Adsense kodları


Et-Tekfir akımının bugünkü durumu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 27 October 2010, 10:09 am GMT +0200
Et- Tekfir Akımının Bugünkü Durumu
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               
1970'li yılların başında Mısır'da, et-Tekfir akımı­nın yayılışı çok hızlı bir şekilde olmuştur. Bunun se­beplerini şu şekilde belirlemek mümkündür:

a- O sıralarda ortamın müsait bulunması,

b- Gelenekçi Mısır halkı karşısında etkili ve çeki­ci olan "nass" silahını kullanması,

c- Cemaat, fertlerinin gayretli çalışmaları saye­sinde, davete ehil geniş bir kadroya sahip bulunması.

Akımın, küfrüne hükmettiği düzene karşı takın­dığı uzlet tavrı, bir zaman sonra akımın gelişmesi yolunda büyük bir engel haline gelmiştir. Bu bağ­lamda, akımın her hareket ve çabası kontrol altına alınmış ve ekonomik yönden güçsüz duruma düşü­rülmüştür. Böylece önüne, hiç beklenmedik problem­ler çıkmıştır. Oysa akım, düzenle belirli bir ilişkiye girmiş olsaydı, bütün bunlar olmayacaktı.

İşte belki de bu sebepler dolayısıyla Şükri Musta­fa, akım mensuplarını çalışmak için dışarıya gönder­meye başlamış, böylece de cemaatin çalışmalarını kamufle edebilecek gerekli imkanları elde etmeyi ba­şarmıştır. Bu düzenlemeler ile bir takım küçük ce­maatlere karşı üstünlük sağlamasına ve "davet" gö­revini yüklenerek bütün çalışmalarını buna hasrede­cek elemanların yetiştirilmesine rağmen; bu imkan­ların iyi değerlendirilmemesi, akım için sonun baş­langıcı olmuştur.

Akımı tehdit eden iç ihtilaflar belirlemeye başla­yınca, akımdan ayrılanları cezalandırmak için kan dökmeye varıncaya kadar, bütün yöntemler uygu­lanmaya başlanmıştır. Kahire'nin muhtelif bölgele­rinde, cemaat mensuplarına karargah vazifesi gören birçok yurt ve evlere, bir çok vasıtaya sahip durum­da bulunan et-Tekfir akımı eski Evkaf Bakanı Şeyh ez-Zehebi’yi kaçırarak, öldürme eylemini gerçekleş­tirmiştir. İşte bu eylemden sonra, akım için zor gün­ler ve dağılma dönemi başlamıştır.

Bu dönemde et-Tekfir cemaatine saldıran tek İslamî şahsiyet ez-Zehebi değildir. Ezher'e ve diğer akımlara mensup bir çok kişi de, bu akıma hücumlar yöneltmekteydi. Bu hücumlara karşılık olmak üzere, et-Tekfir akımı hareket çizgisini aşarak saldırılarda bulunmaya başlayınca, 1977 senesinde 6 nolu karar­la Askerî Mahkemeye sevkedildiler. Burada sürdürülen yargılamalar sonucunda, başta Şükri Mustafa olmak üzere dört kişinin idamına, cemaatin bazı fertlerinin de uzun mahkûmiyet cezaları almasına hükmedildi. Şükri'nin idamından sonra cemaat şid­detli bir şekilde sarsılmış ve akım parçacıklara ayrıl­mıştır.

Şeyh ez-Zehebi’nin öldürülmesinden sonra, müslümanlar arasındaki nüfuz ve etkinliğini zaten bü­yük ölçüde yitiren et-Tekfir akımı, 1970’li yılların sonlarına doğru hükümetin İslamî akımlara karşı gerçekleştirdiği manevralardan etkilenerek, abluka altına girmiş bulunuyordu. Bu haliyle eski çekiciliği­ni ve varlığının gerekçesini yitirerek eski moda bir akım durumuna düşmüştü.

1981 Eylül ayındaki tutuklama kararları ile di­ğer İslamî akımlar gibi et-Tekfir akımı da büyük bir darbe yemiş; akım saflarında gerçekleştirilen tutuk­lamalar 1984 yılına kadar sürmüştür. Bu yeni şart­lar karşısında et-Tekfir akımı, geçmişteki birçok tu­tum, davranış ve görüşlerinde değişikliklere gitmeye başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere, durumlarını gizleyebilmek amacıyla mensuplarına sakal traşını serbest bıraktıkları gibi; kadınların yüzlerindeki pe­çeyi kaldırmalarını, belli sınırlar içinde hükümette görev almayı, batı tipi elbiseler giymeyi de serbest bırakmışlardır. Ayrıca, akımla diğer İslamî akımlar arasındaki ilişkilerde gelişmeler gözlenmiştir. Bu değişme ve gelişmelerin ortaya koyduğu şey, et-Tekfir akımının da eninde sonunda esneklik metoduna sa­rılmanın zorunluluğuna inanmış olmasıdır. Gerçekte bu durum, akımın lehine olumlu bir puan olarak kaydedilmelidir.

Şükri Mustafa'nın, et-Tekfir akımının fikriyatını oluşturan yazmaları 4 bin sahife tutmaktadır. Bu yazılar gibi, cemaatin bazı mensupları tarafından yazılan siyasî konuşmalar ve cemaatin tutumlarıyla ilgili diğer eserler de henüz ortaya çıkmamıştır. Bu eserlerden bir kısmı Şükri Mustafa'nın yazdığı "Usûl" doğrultusundaki eserler olmakla birlikte, bir kısmı da Şükri ile birlikte idam edilen yeğeninin yazılarıdır.

Bu yazı ve eserlerin gizli tutulması veya, kendi fi­kir ve düşüncelerini ortaya koyan bir yayın çıkarma girişiminde bulunmayışı, akımın, uzlet anlayışı ile sahip oldukları fikirlerden herhangi bir şüphe duy­mamasına bağlanabilir. Akıma göre, insanlık tarihi­ne kesinlikle et-Tekfir cemaatinin itikadı hakim ola­caktır. Bu gizliliğin bir başka nedeni ise, cemaatin saflarına alacağı elemanların seçiminde, sadece fer­dî çalışmaya dayanan gizlilik prensibini benimsemiş olması ile, açık tebliğe ve harekete değer vermemesi olarak düşünülebilir.

Şükri'nin düşüncelerinin gün ışığına çıkmasına engel olan sebepler ne olursa olsun, akımın hükümet ve diğer İslamî akımlar tarafından abluka altına alındığı bir gerçektir. İşte bu husus, akımın, çizgisin­de (aktif) bir rol ortaya koyacak, davayı savunacak, dikkatleri üzerine çekecek şekilde kadrolaşmasına engel teşkil etmektedir.

Et-Tekfir akımının gerçek yüzünün anlaşılması konusunda, Şükri'nin bazı yazmaları ve cemaat fert­leri arasında ortaya atılan düşünce ve münakaşala­rından başka, hiç bir kaynak bulunamamaktadır.

Bu gün akım elemanlarının birçoğu Suudi Ara­bistan, Irak ve Ürdün'e yerleşerek, çalışmalarını sa­dece ekonomik sahaya hasretmişlerdir. Bununla ce­maatin güçlenmesi ve genişlemesine katkıda bulun­mayı amaçlamaktadırlar. Bu ekonomik amaçlı göçle­rin neticesinde ise, Mısır, akım için merkez olma özelliğini kaybetmiştir. Öyle ki, buradaki elemanlar Mısır yönetiminde, kendi can güvenliklerini bile ko­ruyamaz durumdadırlar.

1981 yılında meydana gelen olaylar ve tutuklama kararlarıyla başlayan hareketler; hapishanede et-Tekfir akımıyla diğer akımlar arasında meydana ge­len çatışmalar; Ezher Üniversitesi'nin yönlendirdiği yayın savaşı ve beyin yıkama faaliyetleri neticesin­de, cemaat mensuplarından bir çok ferdin, düzene ve Şükri Mustafa'ya karşı görüş ve tutumlarında deği­şiklikler görülmeye başlanmıştır.

Mısır'da İslamî alanda birbirini takip eden olay­lardan sonra et-Tekfîr akımı, Şükri Mustafa'nın be­lirlediği sınırları aşarak, daha bir çok aşırılıklara va­ran çeşitli kollarca temsil edilmektedir.

Bugün Mısır'da, çağdaş et-Tekfir akımı, geçmişte saflarında bulundurduğu ehliyetli kişilerden ve üni­versite öğrencilerinin desteğinden mahrum bulun­maktadır. Akım mensuplarının çoğunluğunu kendi alanında çalışan çarşı-pazar esnafı oluşturmaktadır. Akım davetçileri son zamanlarda bütün gayretlerini bu yönde yoğunlaştırmışlardır. [150]

Mısır'da doğan ve daha sonra halkında müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalara yayılan tekfir cemaatinin bu özelliklerini ve fikir yapılarını tanı­dıktan sonra bazı okuyucuların "ya demek ki falan filan görüşün savunucuları bunlarmış" diye düşüne­ceklerini varsayıyoruz. Bunun yanında düşüncele­rinde netlik sağlayamamış, "vasat ümmetin" eri ola­mamış bazı kişilerin de yukarıda fikirleri aktarılan Şükrî Mustafa'yı nasıl taklit ettiklerini de rahatlıkla görebilmekteyiz.

Yazar Salih El-Vardanî'nin de belirttiği gibi Mısır ulemasından Hasan El-Hudaybî "Tekfir Grubu ve Şükrî Mustafa"nın görüşlerini çürütmek amacıyla özel bir eser hazırlamıştır. Hudaybî bu eserinde Tek­fir Cemaatinin fikirlerini Kur'an ve sünnetten apaçık delillerle çürütme yolunu tutmuş bu arada tekfi­re kaynaklık ettirilen bazı alimlerin -bazı- görüşleri­ni de aşırılığa kaçmadan eleştirmiştir, örneğin, Seyyid Kutub'un; Arapların tevhid kelimesinin manası­nı bildikleri için red ya da kabul ettikleri hususun­daki görüşü Mevdudi’den aldığını belirterek Mevdudî'yi bu konuda şöyle eleştirmektedir:

"Evvela bizler onun Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden önce, Arap'ların arasında ulûhiyet, ibadet ve din kelimelerinin manalarının bi­lindiklerini, bundan sonra bu manaların kaybolarak değiştiklerini ve daha önceki genişlikleri daralarak, sınırlı manalara haps edildiklerini ileri sürmesine cevap vermek istiyoruz.

Bununla ilgili olarak Allah'tan yardım dileyerek şöyle deriz:

Herşeyden önce bu tesbit, gerçek durum ile uyuş­mamaktadır. Çünkü bu kelimelerin Cahiliye döne­mindeki yaygın manaları ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu kelimelerin her birisinden neyi kastettiği­ni belirleyerek, sınırlarını çizerek gelmiştir. Bu keli­melerin her birisinden hangi anlamı kastettiğini de bildirmiş ve en ileri noktada açıklama getirmiş, her­hangi bir kapalılık, ya da karışıklığa meydan verme­yecek şekilde her bir kelimenin manasını açık, seçik bir şekilde ortaya koymuştur. O bakımdan Kur’ân-ı Kerim'in bu açıklayıcılığı, bizlerin bu kelimelerin Kuran'ın nüzulünden önce sözlük manalarının ne ol­duğunu araştırmamıza gerek bırakmamıştır. Hiç bir Müslümanın; Kur'ân-ı Kerim'in getirmiş olduğu açıklamaların daha sağlam, daha açık, daha kap­samlı ve daha yüce olduğundan şüphesi olamaz. Da­ha doğrusu Kur'ân-ı Kerim'in beyanının gereği ne ise; onun alınması gerekir. Bu mananın onun nüzu­lünden önceki manalara uyması, ya da uymaması arasında herhangi bir fark yoktur.

Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ulûhiyetin, rubûbiyetin, ibadet ve dinin ne gibi anlamlar taşıdığını orta­ya koyan apaçık ayetlerle dolup taşmaktadır. Yüce Allah'ın kitabı'nı okuyan bir kimsenin karşısına çı­kan ilk ayet-i kerime: "Bismillahirrahmanirrahîm."dir. Hiç şüphe yok ki bu ayet-i kerime lafza-i ce­lalin bir çeşit tanımını kapsamakta ve hemen bunun akabinde diğer tarifler peşpeşe gelmektedir.

"Hamd, alemlerin rabbi, rahman, rahîm ve din gününün mutlak hakimi olan Allah'a muhsustur. (Allah'ım) yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Sen bizleri dosdoğru yola ilet; kendi­lerine nimet verdiklerinin yoluna; gazap ettiklerinin ve sapıklarınkine değil!"[151]

Bütün hamd ve sena, alemlerin Rabbi olarak, yalnız O'nundur. Yani O, bütün mahlûkat üzerinde­ki tasarruf sahibi, mutlak malik, hesap gününün, Kıyamet gününün yegane malikidir. O, yalnız kendi­sine ibadet edilendir ve kendisinden başkasına asla ibadet edilmez. O, kendisinden yardım istenendir ve yalnız kendisine tevekkül edilir. Hayır ve felahı kap­sayan hidayete iletmek de yalnız O'ndan istenir." [152]

 

Manalarını Bilmediği Halde Şehadet Keli­mesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı:
 

Şimdi de günümüzde şehadet kelimesini söyledi­ği halde; bu kelimenin Hz. Peygamberin peygamber gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek manalarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıkları­na hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Bizler, bundan önceki açık­lamalarımızda ve Kelime-i Şehadet'in anlamının ha­la insanlar arasında yaygın bulunuşunu ortaya koy­makla, hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilindiğini ispat et­mekle sizin bu iddianızı çürütmüş bulunuyoruz.

Şimdi şunları da ekliyoruz: Ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin manalarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "La ilahe illallah, Muhammedun Rasûlullah" şehadetini yapa­cak olan bir kimsenin şehadetinin kabul edilmesi için, bu şehadet kelimesini bu şekilde bilmesi gerek­tiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hü­küm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’i bir şartın varlığı söz konusu de­ğildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilave etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiası­nın kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.

Rasûlullah (s.a.v)'ın sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilave şeriatın aksini ortaya koy­maktadır: Çünkü Rasûlullah (s.a.v) Yüce Allah'ın dini­ne, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanla­rın Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halk­larının da İslam'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehadet kelimesini iyice an­ladıklarını ortaya koyacak, onların belirli manayı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş; yahut da onla­rın kendi aralarında bu şehadete yaygın olarak veri­len belirli bir muayyen manaların ne olduğu üzerin­de durmamıştır. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Arap'lardan olan bazı kişilerin bir takım sözlerin manalarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnek olduğu gibi, Hz. Peygamber'in İslam'a girişle­rini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilah olmadığına dair şehadetlerinde, bir takım anlamları bilmedikleride ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silah astıkları ağaçları olduğu gibi, silahlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Hz. Peygamberin bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor: Kelime-i Şehadet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibadet, din, Kelime-i Şehadet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’i hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’i hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa, ona da öy­lece uygulanır. İşte bu -hadiste tevatür olarak bili­nen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam teva­tür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar nakle de geldiği bir delildir.

Rasûlullah (s.a.v)'ın kendisi de Arap olsun ya da ol­masın bütün insanlara peygamber olarak gönderildi­ğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur; "Ben, in­sanlarla Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edince­ye kadar savaşmakla emrolundum..." ila ahirihî.

Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur.  Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehadet kelimesini söylemek açısın­dan Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı, yahut da Arapça konuşanlarla ko­nuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah (s.a.v) bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir." [153]

Bu tefrikayı (ayırımı, fark gözetmeyi) ortaya ko­yanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah (s.a.v)'ın hadisin nassına, onun sabit olan uygulaması­na ve hiç bir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeri­at hükümlerine muhalefet etmiş ve Allah'ın şeriatı­nın dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belge­leyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.

Diğer taraftan Müslümanlar hem Sahabe döne­minde, hem de Tabiin döneminde Şam (bugünkü Su­riye) bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkan'ın bir kısmı­nı, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülke­lerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahabe ve Ta­biin bu ülkelerde yaşayan insanların Müslüman ol­maları için Kelime-i Şehadeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilah bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icma' etmişlerdir. Bu şehadeti söyleyen kimseler bu şehadeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslam Şe­riatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha son­ra İslam Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiç bir kim­se kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehadet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sü­rece İslam'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kana­atine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları manaları, cahiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramız akinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir." [154]

Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu red­diye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddi­alarına cevap vermektedir. Mesela iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkın­da şu görüşleri serdetmektedir:

İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar ara­sında değil, bütün din mensupları dahil olmak üze­re- ihtilaf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.v), kendisinin insanlara getirmiş oldu­ğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan her­kesin kafir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söy­lediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.

Yine iki kişinin ihtilaf etmediği diğer bir konu şu­dur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş ol­duğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışın­da kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de bura­da duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.

İslam'a girdikten ve müslüman adını aldıktan sonra, İslam'dan çıktığına dair icma' bulunsun veya bulunmasın, bu konuda bizim için durum değişmez. Diğer taraftan bütün müslümanların icma' ile, İs­lam'dan çıkmış olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icma'da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimseyi kesin olarak elde etmiş olduğu bi­linen herhangi bir sıfattan, zanla, yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak caiz değildir.

Yüce Allah; "Bizler bir rasûl göndermedikçe azaplandırıcı değiliz." [155] buyurmaktadır. Bir başka ayette de şöyle buyurur; "Şu Kur'an bana -sizi de (sizden sonra erişenleri de) inzar etmekliğim için- vahyolundu.” Diğer bir ayette de şöyle buyurur; "Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar kendi aralarında­ki anlaşmazlıklarda seni hakem kabul etmedikçe, sonra da senin vermiş olduğun hükümden dolayı, kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tamamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar." [156]

İşte bu ayet-i kerîmeler bizim şimdiye kadar yap­mış olduğumuz bütün açıklamaların hükmünü taşıyor. Buna rağmen Peygamber (s.a.v)'in durumu kendi­sine ulaşmış olduğu halde ona iman etmeyen bir kimse kafirdir.

İman ettikten sonra yüce Allah'ın dilediği her­hangi bir mezhebe göre itikad eder, yahut da her­hangi bir fetvaya bağlanır, ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygam­ber (s.a.v)'den kendisine inandığının, amel ettiğinin ya­hut da söylediğinin hilafına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulaca­ğı hiç bir şey yoktur. Peygamber (s.a.v)'in o konularda­ki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.

Eğer Peygamber (s.a.v)'in hükmü kendisine ulaşır ve bu sahih olarak ona varırsa, fakat ictihad edip bu­na muhalefet ederse, ancak bu konuda hakkı isabet ettiremezse böyle bir kişi hatalı olmakla birlikte ma­zurdur ve yalnız bir defa ecir kazanır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır; "Hakim ictihad edip de hata ederse, onun bir ecri vardır, ictihad edip de isabet ederse, onun iki ecri vardır."

Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen, yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir.

Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhale­fet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fasık bir mü'mindir.

Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhalefet ediyorsa o takdirde o kafirdir, müş­riktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v)'ın hakemliğini kabul et­memiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlan­mamıştır.

Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkam ile ilgilidir; ibadetlerle, fetvalarla ilgili konu­ları tümüyle kapsar." [157]

Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tağutlara uyma ile ilgili ayetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kafir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır.

"Tağut'a ittiba eden (tabi olan, uyan) kafirdir" de­meye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklan­ması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mut­lak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat et­mek anlamında olursa, bu mana tabi' olan kimse tartışmasız olarak kafir olur. Ama, bu tabi oluş yalnız­ca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarure­tine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu manada tabi olan ve itaat eden kimse sadece asidir, kafir de­ğildir. İşleyen kişiyi kafir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatına kaldırdığı­na dair nass varid olan hususlar ise bundan müstes­nadır." [158]

Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok alimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an ayetleriyle muhatap oluşlarındaki yanlış yöntemdir.

Bu konuyu da şöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkamı yal­nızca Kur'an-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine yüce Allah dilemiş olsay­dı herbir mesele ile ilgili hükmü bizatihi bir tek ayet­te nassa bağlar, yahut da bir tek hadîste hükme bağ­lardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı.

Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düş­mez. Fakat O'nun iradesi bundan başkasını murad etmiştir; "O yaptığından sorulmaz. Fakat onlar soru­lurlar." [159]

Örnek olarak şunu verelim: Kur'an-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talak (boşanma) ile ilgili bir takım hükümler ihtiva etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talak ile ilgili başka ayetler buluyo­ruz. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim'in son tarafların­da yer alan Talak Sûresi'nde de talak ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah (s.a.v)'a kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadîsler de buluyoruz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler bir takım ayetleri bırakıp başka­larıyla amel edecek olursak, yahut birtakım hadisle­ri bırakıp diğer bir takım hadislerle amel etmezsek, ya da hadîsi bırakıp ayetlerle, yahut ayetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, hem yüce Allah'a hem de Rasûlü'ne -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kastî olarak değiştir­meye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, yüce Allah'a da yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmı­nı nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.

Rasûlullah (s.a.v) bizlere, ayetlerle hadîsleri bir ara­da değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin amm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vacip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor.

Mesela, sahih olarak sabit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v) namaz kılmakta olan bir kişiye ses­lenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umumî (amm) emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda caiz olan işleri yapmak sahîh değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kılan namazını bitirince Hz. Peygamber, ses­lendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alı­koyduğunu sormuş, o, onun da namaz ile meşgul ol­duğunu bildirmesi üzerine, Hz. Peygamber ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çık­mıştı; "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına koşun."

Rasûlullah (s.a.v)'ın kendi ameli ve sahabilerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Hz. Ali (r.a)'nin ona Yüce Allah'ın; "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruğu ile birlikte; "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak iste­yen kimse için- tam iki yıl emzirirler." ile birlikte ha­tırlattı ve bu iki ayetin beraber ele alındığı taktirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik sü­resinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde ayet ve hadisler arasında karşı­laştırma yapıp birlikte mütalaa etmek, sonradan uy­durulmuş bir bid'at değildir.

Kur'an-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı ya­pıyoruz:

Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tabi olunmasını emret­miş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkanı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah (s.a.v)'ın sahîh ve sabit olan hadîslerde, yer alan delillere tabi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan aciz olduğunda, bu hü­kümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimse­nin yapması gereken şudur: O onlardan başka her­hangi bir kimsenin emrini değil de yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.

Kur'an-ı Kerim ile alaka kurmak ve O'nun ayet­lerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu ayetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye ça­lışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bı­rakmak hakkı hiç kimsede yoktur.[160]

"Fetva verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:

1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendi­sine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetva veren alim kişi. Bu ister hata etsin, ister isabet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetva vermesi de vaciptir.

2- Vacip olmadığı halde fetva vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetva veren fasık kişi.

3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olma­dan Fetvasını veren, bununla birlikte isabet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yap­mayan, cahil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."

İmam Şehristani de şöyle der: "İçtihadın beş şar­tı vardır: Arap lehçelerini bilecek, vaz'î lafızları, isti­areleri, nassı, zahiri, ammı, hassı, mutlakı, mukayyedi, mufassalı, söylenen sözün ne anlama geldiğini ve manasını, mefhumu ile mutlak'a delalet eden ile tazammum delaleti ve istitbaî delalet gibi, Arap dili­ni kendisine yeterli olacak miktarda bilmesi. Bu bil­gi bir şeyi elde edebilmek için kullanılması gereken alet durumundadır. Aletini, aracını sağlam tutma­yan bir kimse ise sanatını mükemmel bir şekilde ic­ra edemez.

"Bundan sonra Kur'an tefsirini, özellikle de ah­kam ile ilgili olanı, ayetlerin manalarına dair varid olmuş olan haberleri, itibar edilen Sahabilerin bu yollarda ne gibi görüşler ortaya koyduklarını, ondan neyi anladıklarını bilmesi."

"Bundan sonra, gelen haberleri sübût şekilleriy­le, senetleriyle bilmek, nakledenlerin sözlerini, ravîlerin adil olanlarını, sika olanlarını, kendilerine ta'n edilmiş olanlarda reddedilmiş olanlarını, bu haberle­re dair vak'aları, özel bir olay ile ilgili olan âmmı, özel olmakla birlikte hükmü bütünü kapsayanı da bilmesi, kuşatması gerekir."

"Bundan sonra vacip, mendup, mubah, mahzur (haram) ve kerahet arasındaki farkı bilmesi gerekir ki, bunların dışına çıkmasın ve açıklamaları birbiri­ne karışmasın."

"Bundan sonra Selef-i Salihîn'den Sahabe ve Ta­biîlerin hangi hususlarda icma'a muhalefet etmiş (aykırı düşmüş) olmasın."

Biz bu söylediklerimizle, bütün sert delil ve hü­kümleri kuşatmış olmak zorunludur, şeklinde bir şey kasdetmiyoruz. Çünkü birşey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen hiç bir fakîh çoktur. Bundan önce zikretmiş olduğumuz mertebede, dininin her­hangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkın­da fetva vermesi caizdir. Onun bitmemiş olduğu di­ğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetva vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetva vermesini de mubah kılmaz.

Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, deliller­den hüküm çıkartıp fetva vermeye, yani varmış ol­duğu kanaate göre alemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekanın, kendilerinin Allah'ın di­ninde sabır ve sebat ettiklerine dair şehadet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, yüce Al­lah'ın dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayır­dan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisi­ne çok yanlış bir yol seçmiş olur.

Bize gelince, bizler Allah'ın yardımı ile nahiv ve lügat alimlerinin söylediklerine; adalet, ilim ve sağ­lamlıkları kabul edilmiş bilgin muhaddislerin söyle­diklerine, müslüman fakih imamların ayet ve hadis­lerin tefsirleri ile ilgili açıklamalarına, onların çeşit­li ayet ve hadislerden çıkartmış oldukları hükümle­re, bunların hepsine bakar, tetkik eder ve kendimizi bunların hiç birisinden mahrum etmeyiz. Bilakis bunların hepsini iyiden iyiye tetkik eder, etüt eder; herbir sözü Allah'ın kitabı'na ve Rasûlullah (s.a.v)'ın sa­hih olarak sabit olan hadislerine döndürürüz. Al­lah'ın kitabı'ndan ve Rasûlullah (s.a.v)'ın Sünnetinden doğru olduğuna delil bulunan şeye "haktır" deriz. Bunun dışında kalan görüşlere gelince, bunlar icti­had edenin görüşleridir, deyip bu görüşleri söyleyen kimselerin ictihadları dolayısıyla da Allah katında ecir aldıklarını kabul ederiz. Bununla birlikte o be­şerdir, hata da edebilir, isabet de edebilir. Fakat biz­ler hatadan masum, Alemlerin Rabbi'nden aldığı va­hiyle konuşan yüce Peygamberin dışında hiç bir kimseye kayıtsız, şartsız tabi' olmakla emrolunmuş değiliz." [161]

Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. Kitabımızın daha önceki bölümlerinde Seyyid Kutub'un, Mevdudî'nin, Yusuf El-Kardavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiş ulemanın "tekfîrci görüşü" reddeden fikir­lerini anlatmış ve alıntılar yapmıştık. Tekfirci görü­şe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandı­ran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benze­mekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrıl­maktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir ce­vaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir alim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur. Şimdi çeşitli konularla ilgili adı geçen eserden alıntılar özetlemek istiyoruz: [162]


[150] Salih El-Verdânî, Mısır'da îslâmî Akımlar Fecr Yay. s. 98-119.

[151] Fatiha suresi.

[152] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 223-231.

[153] Meryem: 19/64.

[154] H. El-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 60-66.

[155] İsra: 17/15.

[156] Nisa: 4/65.

[157] a.g.e., s. 217-221.

[158] a.g.e., s. 329-331.

[159] Enbiya: 21/23.

[160] Tevbe: 9/122, Hucurat: 49/6, Neml: 27/64, Bakara: 2/106, İbrahim: 14/4, Şuara: 26/193-105, İsra: 17/36, Hacc: 22/3.

[161] a.g.e., 335-343.

[162] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 231-245.