Eslemnur
Fri 1 October 2010, 05:41 pm GMT +0200
Esasa Ait Birkaç Soru ve Cevapları
ı1. Allahü Tealâ'nın Peygamberleri vasıtasîyle insanlara göndermiş olduğu din yalnız ibadethanelere mi sınırlıdır, yoksa bütün insanî yaşayış sahasını mı kapsar?
2. Bu dini getirmiş olan peygamberlerin hepsi de bir tek maksat için mi gelmişlerdir; yoksa, her birinin ayrı ayrı muhtelif maksatları mı vardır? Bunların bazılarının maksat ve gayeleri diğerlerinin zıddına mıdır?
3. Hak Tealâ'nın hakikatte insandan istediği nedir? Bütün yaşayışı boyunca O'na kulluk etmek, O'nun kanunlarına tâbi olarak çalışmak, O'nun emrine boyun eğip gitmek mi? Yoksa, yalnız ibâdet edip de diğer işlerde istediği gibi hareket eylemek ve keyfinin istediği hareketi yapmak mıdır?
Bu soruların cevabı şöyledir:
Allah'ın göndermiş olduğu din, hayatın her safhasını kuşatan bir sistemdir. Her devre ışık tutan ve rehber olan Kur'an-ı Kerim yalnız ibadete değil, aynı zamanda, medenî, siyasî, iktisadî, hukukî, askerî ve sosyal ilişkilere ait bütün müeyyideleri ihtiva eder. Daha Önceki semavî kitaplarda bulunan hükümleri fesh ve iptal etmiş ve bunların yerine kıyamete kadar devam edecek olan ölümsüz prensipler koymuştur. Diğer semavî kîtaplardaki hükümler hakikatte hüküm değil de bir tavsiyeden ibaret olabilirler. Bunlara bağlanmanın iyi olduğu bildirilmiş, fakat bağlanmanın zarurî ve farz olduğu ortaya konmamıştı. Ta ki Allah'a karşı bir diyecek kalmamış olsun.
Bu şekilde ikinci sorunun cevabı da şöyledir:
Nübüvvet, günümüzde umumiyetle şu şekilde düşünülüyor: Muhtelif peygamberler, muhtelif şekillerde geldiler. Hattâ bir peygamberin vazifesi, cemiyetteki küfür nizamını ortadan kaldırmak için savaşa girişmek olur, bir diğeri de birincisinin aksine olarak, küfür nizamı içinde yalnız mahdut bir kısım dinî ve ahlâkî ıslâhat ile yetinir eder; belki kendisi de küfr nizamına itaat edip, sadakatle bu nizama hizmet etmek yolunu tutmuş olabilir.
Böyle bir anlayış Kur'an-ı Kerim'in beyanına uygun olmaz. Çünkü, bütün kuvvetiyle birlikte şu tasavvur gözönüne geliyor: Peygamberlerin hepsinin de nübüvvetlerinden maksat, bir ve aynı olmalıdır. Allahu Tealâ'nın böyle ikisi birbirine zıd, biribirinin hilâfına biribirinin aksine yol tutmasını, akıl da kabul etmeye hiç bir zaman hazır değildir. Hattâ herhangi bir mâkul kimse de, böyle bir Allah'a (neuzü billah) hâkim Allah diye inanamaz
Bir taraftan insanların hidâyeti için bir peygamber göndersin, diğer taraftan da kalksın bu peygamberin yapacağı işlerin tam zıddına, tam tersine hareket edecek başka bir peygamber göndermiş olsun? Bu da ayrı bir meseledir ki; bir peygamber İslâmî nizamı kurmak için, çalışacak, uğraşacak, didinecek, son merhaleye getirecek, başka bir peygamber de çıkacak, bu merhalelerin başında mı, arasında mı, sonunda mı, her neresinde olursa olsun, işe girişecek, birincisinin yaptıklarını bozacak ve onun işini baltalayacak? Bir üçüncüsü de çıkacak, davet, tebliğ, yahut da savaş yerine bir nevi aracılık mahiyetine girip, hususî şekillerle işi yürütmeğe başlıyacakmış? Ve böyle yaparak aynı maksat uğrunda yürüyecekler? Hayır böyle birşey olamaz. Bu peygamberlerin hepsi aynı yolu tutacak ve aynı maksat uğrunda çalışacak ve muhtelif şekillerle, muhtelif yollar takip etseler de aynı gayeye doğru gideceklerdir. Yâni Allah nizamını yeryüzünde hakim kılmak için, şekil ihtilâflarını peygamberlerin aslî maksatlarının ihtilâfı diye düşünmemek lâzımdır. Böyle düşünürsek Hak Tealâ'ya bundan daha büyük ne gibi bir İftira atmış olacağımızın da farkına varmamız icabeder.
Üçüncü sorunun cevabı şöyledir: Günümüzün müslümanları umumiyetle şöyle düşünmektedirler: Allah Tealâ'nın insanlardan istediği yalnız şudur: Ona ibadet edilecek, bazı meselelerde, meselâ gusül, taharet ve bazı helâl haram ölçülerine bağlı bulunmak. Onlara göre, Allah'ın insanlardan başka bir istediği yoktur. İnsanî yaşayışın geniş sahasında insan keyfinin istediği kanunlara bağlanır; yahut da aklınca, şeytanları, cinleri, insi yeryüzüne musallat kabul eder. Bu cevap günümüzün dünya - perestlerinin aklına ne kadar da uygun bir cevaptır.
"Ed-dînü yüsrün: Dinde kolaylık vardır." Yahut da "Mâ ce'ale aleyküm fi'd-dinî min harecin: Sizin için dînde zorluk konmamıştır", taraftarı olan güruh isterlerse kendileri için bir hayli kolaylıklar icat ededursunlar; böyle olduğu takdirde her ne şekilde olursa olsun, bu da kulluk ve ubudiyet tasavvurunun tamamen ortadan kalkması demektir. Kulluk denen şey belki de bundan daha gülünç bir hal almaz. Zira, bir kul yirmi dört saat zarfında ancak bir iki saat, o da zahirî bir şekilde kulluk edecek, diğer vakitlerde ise bu kulluktan kurtulup gidecek... Yahut da efendisine bir selâm çakmakla kulluk vazifesini bitirip tamamlayacak... Ondan sonra da bütün işini gücünü başka kaynaklara, başka taraflara bağlamakta serbest olacak... Bu arada bildiğini de okuyacak.. Acaba bu kimseler Allah'ı nasıl biliyorlar? Yoksa, onlara göre Cenab-ı Hak, kendini insanların yaratıcısı, Rabbi diye vasıflandırdıktan sonra, diğer taraftan da bütün insanları kendi başlarına mı bırakmıştır? Ne yaparsanız yapınız, ne ederseniz ediniz, diye gayet ufak ve küçücük bir kulluk ve ubudiyetle mi yetiniliyor?
Herhangi bir baba, kendi çocuğuna babalık vasfı ile, herhangi bir erkek karısına kocalık sıfatı ile, herhangi bir hükümdar kendi ülkesi halkına hükümdarlık hakkı ile bu kadar küçücük şeylerle iktifa etmez. Bu kadar ufak bir alâkaya razı olmaz. Bir kaç merasim icra ederek, güya sadakat gösterisi ile vazifeler yerine gelmiş olmaz. Babalık, kocalık ve hükümdarlık hakları da tamamen yerine gelmelidir. Evlâdın babasına karşı, hakkıyla evlâtlık etmesi lâzımdır. Kadının kocasına karşı sadakatli ve itaatli olması gerekir. Memleket halkının da adil ve dürüst hükümdarına karşı vatandaşlık vazifesinin gereklerini yerine getirmeleri lâzımdır.
İnsanoğlu nefsine ait en küçük hakkın yerine gelmesini isterken neûzü billah bu nasıl Allah olacak ki, bütün insanlar, bütün insanlık âlemi ve bütün kâinat onun mahlûku bulunacak da O da bunların bakıcısı ve koruyucusu (perverdigârı) olmasına rağmen, bunların O'nunla bir alâkası olmıyacak imiş
Din ve nübüvvet yapısı gereğince, kulluk hakkındaki bu tasavvur doğru değilse ve hakikaten Allah Tealâ'nın gönderdiği dinin insanların bütün içtimaî ve ferdî hayatların'ın her tarafına şâmil ise; eğer Allah'ın kullardan istediği her hususta ve her mevzuda, O'nun kanunlarına uymak, O'nun hidâyet yolunu tutmak ise; eğer Allah-u Tealâ peygamberlerini hak yaşayış nizamını kurmak yolunda davet etsinler ve bu nizamı ayakta tutsunlar, bir Allah'a itaat edip, ona bağlansınlar diye göndermiş ise, o zaman mâkul bir kimse için, şunu kabul etmek pek kolay olmaz ki, bütün peygamberler arasında yalnız ve sadece Hazret-i Yûsuf (A,S.), gelmiş bulunan diğer peygamberlerin hilâfına, dinullahı kaim kılmak yerine, kalkıp da din - ül - Melik'in hükmü altında maliye nazırlığı hizmetine boyun eğmiş olsun.
Bu meselede olduğu gibi, herhangi mâkul bir kimse, şu iki zıt meseleyi de birbiriyle bağdaştıramaz: Bir taraftan Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Arab'ın gayri - İslâmî nizamını kaldırıp, onun yerine İslâmî nizamını yürürlüğe koymak için çalışıp uğraşacak, diğer taraftan Zat-ı Risâletpenahilerinin ülkesine yakın, Habeşistanın gayrı-islâmî nizamını, o kadar haklı ve doğru kabuledecek ki, Müslümanlardan bir cemaata bu nizam altında yaşamalarını sağlamak yolunu seçenek... Aynı zamanda bu cemaat, din mefhumunu iyi anlamış kimselerden meydana gelmiş olacak. Dini gerçek değerleriyle tam bir cemiyet sistemi olduğunu kavramış ve bilmiş bulunacaklar... Buna rağmen bu cemaat, dini dağınık, birbirinden ayrı, birbiriyle alakası ve ilgisi olmayan, birbirine bağlı bulunmayan bir şey mi sayacak?. Yine bu cemaat için şu hususlar o kadar kolay kabul edilebilir mi? Enbiyanın hayatları, Kur'an-ı Kerim'in öğretisi, dinin ahkâm ve emirleri hep birbirinden ayrı, birbirine zıt, her biri ayrı ayrı şekillerde parçalara bölünmüş, ayrı ayrı tevil ve tefsir Kabul eden bir şey olsun!.. Bunlardan her cüz'ü de diğer cüz'ün yanı başında, bunların her bir tarafı diğer tarafın bitişiğinde, açık bir çelişki içinde bulunsun... Fakat bir olan Hâkim'in kurmuş bulunduğu bu dini düzenli, muntazam bir nizam olma vasfı içinde görenler, onun her cüz'ünü ve her tarafını tefsir ve açıklarken, onun tabiatını tam bir nizam olarak gözönünde bulundurmaktan başka bir çare olmadığını bilmelidir. Her kim de bunun dışında bir tefsir, bir tâbir veya bir tevil yoluna giderse — şöhret sahibi bir ulema olsa dahi — bu kimselerin ileri sürdüğü hiçbir fikri kabul etmesin. Yine bu cins müfessirler, bu dinde tenakuz vardır veya Enbiyay - i Kiram'ın işleri arasında bir çatışma vardır diye bir iddiada bulunurlarsa, bu kabil fikirlerin hiçbir kabul edilme haysiyetine lâyık olmadığı kat'iyetle bilinmelidir.
Bu mevzuu burada neticelendirirken şimdi, Sûre-i Yûsuf'un söz konusu olan yerlerini ve Habeşistan hicreti bahsini, doğrudan doğruya açıklayıp aydınlatacağız.