- Emirlerin Mahiyeti Ve Muktezası

Adsense kodları


Emirlerin Mahiyeti Ve Muktezası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ecenur
Tue 30 March 2010, 12:34 pm GMT +0200
Emirlerin Mahiyeti Ve Muktezası ;



232 - : Emir, bir lâfızdır ki, onun vasıtasile başkasından bir işin yapılması isü´lâ tarikile cezmen istenilir. (Namaz kıl), (borcunu ver), (insaniyete hizmet et) ibarelerindeki kıl, ver, et, lâfızları gibi.

Âmir, yâni emreden, kendisini memurdan, yâni emrettiği kimseden yüksek görerek ondan bir işin yapılmasını kat´î surette istemiş olur. Bu istenilen şey, «memurun bin» den ibarettir.

233 -: Âmir, memurdan ya hakikaten veya kendi nazarında yük­sek bulunur. Böyle olmayıp da, bir kimse kendisine müsavi gördüğü bir şahıstan emir sigasile bir şey isterse, meselâ: «Filâna şöyle bir kitap al ver» derse buna tavsiye denir. Kendisinden yüksek bulunan bir zattan bir şey isterse ona da dua, niyaz, istirham denilir.

Meselâ: Bizim Cenabıhak´ka yalvararak: «Yarabbi bizi affet, bize dünyevî ve uhrevî saadet ver» diye yaptığımız hitaplarımız, —hâşâ-emir değil, birer duadan, tazarru´dan ibarettir.

234 -: Emrin muktezası vücûbdur. Yâni: şarii mübîn., bize bir şey ile emrederse o şeyi yapmak bizim için bir farz olmuş olur. Meselâ: Al-lahütealâ Hazretleri, bize diye emrediyor. Binaenaleyh bizim için namaz kılmak, zekât vermek birer farize olmuş bulunuyor. Resulü Ekrem de: ye enırediy°r- Bi~ naenaleyh Peygamber Efendimizin kıldığı veçhile namaz kılmak ve mal­larımızın kırkta birini zekât olarak fukaraya vermek bizim için birer ve­cibe bulunmuş oluyor.

235 -: Şarii hâkim tarafından evvelce nehyedilmiş olan bir şeyin muahharan yapılması hakkında bir emir sâdır olsa bu emrin mukteza­sı da vücub olur.

Meselâ: Sarhoş olanlar hakkında: Sarhoş ol­duğunuz hâlde namaza yaklaşmayınız) diye bir nehyi ilâhî vardır. Bun­lar, bu hâlin zevalinden sonra yine namaz kılmakla memurdurlar ve bu bapdaki emir, vücub içindir.

Kezalik: Bir müslümanı veya bir zimmîyi Öldürmekten müslüman-lar ne h yedi I mislerdir. Fakat böyle bir şahsın riddeti veya yolkesiciliği takdirinde katledilmesi için de şarii mübinin bir emri vardır. îşte bu emir de nehiyden sonra olmakla beraber vücub ifade etmektedir.

236 -: Nehiyden sonra vukubulan emrin vücub için olmadığına bir karine bulunursa bu emir, ibahe için olmuş olur.

Meselâ: Hac vecibesini ifâ eden bir müslim, ihramda iken kara hay­vanlarım avlamaktan memnudur. İhramdan çıktıktan sonra ise av &v-laması,: (Ipvk^i ^aui lji)âyeti celîlesile emrolunmuştur. îşte bu emir, iba-ha içindir. Çünkü av ile iştigâl esasen mubah bir şeydir. Bu iştigâl, sırf insanların menfaatleri İçin dünyevî bir harekettir, yoksa bir emri teab-büdî değildir. Size deniz hayvanlarını avlamak halâl kı­lınmıştır) âyeti celîlesi de saydın sırf halâl bir şey olduğunu ifade ediyor, yoksa her hâlde yapılması lâzım bir şey olduğunu ifade etmiyor. Artık bu gibi karinelerle anlaşılıyor ki, av hakkındaki emir, vücub için değil, ibahe içindir. Böyle bir delil, bir karine bulunmadığı takdirde ise ba´delhazr, yâni: nehy ve men´den sonra vaki olan emrin de vücub ifade edeceği şüphesizdir.

237 -: Mutlak olan, yâni: karineye mukarin bulunmayan bir emir sigası, tekrarı iktiza etmez. Memurun bih bir kere yapılmakla emre im­tisal edilmiş ve memurun vazifesi nihayet bulmuş olur. Meselâ: bir zata su vermesine emrolunan kimse, o zata bir defa su vermekle bu emri ye­rine getirmiş olur, artık ona tekrar su vermekle mükellef bulunmuş ol­maz.

Kezalik: Bir kadını kocaya vermeğe memur olan kimse, onu bir de­fa kocaya verse vazifesi nihayet bulur. Artık onu dul kalınca tekrar ko­caya veremez.

Kezalik: Bir kadını boşamaya vekil olan kimse bu babdaki emre bi­naen kadım boşasa, tecdidi nikâhtan sonra tekrar boşayamaz..

(imam Şafiîye göre emri mutlak, tekrar ve ummu iktiza etmezse de bunlara ihtimâli bulunur.)

238 -: İfası emrolunan ibadetlerin tekerrürü, haklarındaki emirle­rin tekrarı iktiza ettiğinden dolayı değildir. Belki o ibadetlere mahsus se­beplerin tekerrürüne mebnîdir ve şariin o babdaki sair beyanatına müs­tenittir.

Meselâ: Namazların tekerrürü, namazı ikame ediniz) emrinden dolayı değildir. Belki sebepleri o] an vakitlerin tekerrüründen ve Resulûllahm bunları o vakitlerde daima kılmış bulunmasından dola­yıdır.

Kezalik: cünüp olunca temizlenmeğe çalışınız) âye­ti kerimesindeki «fattahherû» emri, bizzat tekrarı muktezi değildir. Bel­ki bir vasıf ile, yâni: cünüblük hâlinin sübutile mukayyet olduğundan dolayı guslün tekerrürünü iktiza etmektedir. Çünkü: «her cünüb oldu­ğunuzda yıkanınız» mealinde emredilmiş, binaenaleyh cünüblük hâli te­kerrür ettikçe taharetin vücubü de tekerrür etmekte bulunmuştur.

239 -: Memurünbihin edası, ya muayyen bir vakit ile mukayyet olur veya mukayyet olmayıp mutlak bulunur.

Vakti mukayyeti, öyle bir vakittir ki, onun çıkması o vakte mahsus olan bir vecibenin eda sıfatını izale eder.

Meselâ: her günde beş vakit namaz kılmakla memuruz. Bu namaz­lardan her birinin muayyen bir vakti vardır. O namaz bu vakit içinde kılınmazsa eda sıfatını kaybeder, kaza nâmını alır. Binaenaleyh namaz­ların vakitleri, birer mukayyet vakittir. Ramazanı şerif orucunun vak­ti de böyledir.

Vakti mutlaka gelince: bu öyle bir vakittir ki, bunun fevt olması, o vakitte yapılacak bir ibadetin, bir teslim muamelesinin eda sıfatını izale etmez. .

Meselâ: lâakal nisap miktarı bir mal üzerinden bir sene geçince ze­kâtını vermek lâzımgelir. îşte bu zekât hakkındaki vakit, bir vakti mut-laktır. Hemen sene nihayetinde verilmesi eda oîaeağı gibi bir müddet sonra verilmesi de yine eda olmuş olur, kaza sayılmaz.

240 -: Mutlak emrin, mutlak olan vaktinde yapılması, bu emre hemen imtisal edilmesi, mendub ise de, her hâlde lâzım değildir.

Meselâ: Zekâtın senesi içinde veya senesv hitamında hemen veril­mesi mendubdur. Fakat, her hâlde vacib değildir, bir müddet sonra da verilebilir ve yine eda olmuş olur.

Emri mutlak, böyle fevri iktiza etmezse de bir karineye mukarin olunca fevrî, yâni: derhal yapılması icap eder.

Meselâ: Bir efendi, hizmetçisine: «Bana bir bardak su ver» diye emretse bu emir, her ne kadar mutlak ise de hâl ve makam karinesile mukayyettir. Hizmetçi suyu bir müddet tehir ederse bu emre imtisal et­memiş sayılır.

241 -: Emirlere ve memurunbihlere mahsus mukayyet vakitler üç türlüdür.

(1) : Vakti müvessa´dır. Buna «zarf» da denir. Namaz vakitleri gibi ki, kendisinde eda olunacak memurünbihe maa ziyade kâfidir ve kendisinde ayni cinsten bir ibadet daha yapılabilir. Meselâ: Öğle namazı vaktinde öğle namazı kılınır, yine vaktin bir kısmı kalır, başka bir na­maz kılınmasına da müsait bulunur.

Bu nevi vakitler, nefsi vücubun sebebidir. Şöyle ki: Böyle bir vak­tin tamamı, o vakitte eda edilecek namazın zarfıdır. Bu vaktin bunda kı­lınacak, farz namaza takaddüm eden ilk cüz´ü de bu namazın farziyetine sebeptir.

Bu gibi vakitler, ibadetler için bir miyar değildir. Yâni: yalnız o iba­detlere müsait olmakla kalmayıp ayni cinsten başka ibadetlere de mü­saittir. Bu veçhile böyle zarf oîan vakitlerin hükmü kendilerinde eda edi­lecek ibadetlere niyet ederken o ibadetleri tayin etmektir.

Meselâ: öğle namazı kılınacak ise onu niyette tâyin etmek, bugünkü öğle namazını kılmaya -niyet ettim, demek lâzımdır. Çünkü böyîe zarf olan bir vakit mazruf olan namazdan geniş olduğundan bunda nafile ve­ya kaza namazı da kılınabileceğinden bu tâyine hacet vardır.

(2) :-Vakti maziktir. Buna «mîyar» da denilir ki, ancak bir me­murun bihin edasına müsait olur. Ramazanı şerif orucunun vakti gibi ki, bir ramazan gününde yalnız bir oruç tutulabilir. Fazla tutulamaz.

«Bu nevi vakitlerde bunlarda eda olunacak memurun bihin vücubu-na birer sebeptir. Ramazanı şerif orucuna, ramazanı şerif ayının sebep olması gibi. Çünkü bir mükellefe orucun farz olması, bu vakte yetişmesi sebebiledir.»

Bu miyar nevinde niyeti tayine lüzum yoktur. Meselâ: ramazan gü­nünde mutlak oruca niyet edilmesi kâfidir. Ramazan orucu diye tâyine hacet yoktur. Zira bu vakit, başka oruca müsait değildir. Hattâ bir mü­kellef, ramazan gününde nafileye bile niyet etse yine farz olan ramazan orucunu tutmuş olur. Vaktin miyar olması bunu muktezidir.

(3) - : Vakti meşkuktür. Buna «müşkil» de denir. Bu bir vakittir ki, bir bakımdan müvessa, diğer bir bakımdan da miyara benzer. Hac vak­ti gibi ki, bir sene ancak bir hacce müsait olduğu cihetle miyara müşa­bihtir. Fakat bir senenin yalnız bazı aylarında hac erkânı yapılıp tama­mında yapılmadığı cihetle de müvessea müşabih bulunur.

Hattâ İmam Muhammed´e göre hac, müvessean farzdır. Ömrün herhangi bir senesinde yapılabilir. îlk iktidar senesinde yapılması icap etmez. Şu kadar var ki, muktedir olduğu hâlde ilk sene hac etmeyen kimse, bilâhare hac etmeden vefat ederse asim olur.

îmam Ebu Yusuf´a göre ise hac, muzayyakan farz olur. Yâni: ilk iktidar senesinde edası icap eder. Şu kadar var ki, ondan sonraki sene­lerden birinde yapılınca yine eda sayılır.

İşte hac vakti, bu ihtilâf bakımından müşkildir. Bir cihetten namaz vakitlerine, bir cihetten de oruç vaktine müşabih görülmüştür.

Vakit, hacrin şartıdır. Beytullah ise haccın sebebidir. Bu sebep te­kerrür etmediği için hac farîzesi de tekerrür etmez.

«Bu nevi vakitlerin hükmü, memurun bihin, meselâ: haccın her hangi bir senei hayatiyede yapılsa sahih ve eda olmasıdır ve yapılma­dan vefat vukuunda da mükellefin günahkâr olmuş bulunmasıdır. [12]


Emik İle Vacip Olan Şeylerin Hükümleri :



242 -: Şarii mübînin emrettiği bir şey, vacip olunca bunu yerine getirmek = müstehikkma teslim etmek ya eda veya kaza suretile olur. Şöyle ki: emredilen bir şeyin aynini yerine getirmek edadır, mislini ye­rine getirmek de kazadır. Mamafih eda ile kazadan her biri, aşağıda ya­zılı olduğu veçhile üçer kısma ayrılır:

(1) : Edayı kâmildir. Bu, vacip --farz olan şeyin aynini bütün meşru olan evsafile, şeraitile yerine getirmek suretile olan edadır. Farz bir namazı bütün âdabına riayetle vakit içinde kılmak gibi.

Bir kimseden gasbedilen bir malı olduğu gibi mağsubün minhe iade etmek de böyledir.

«Bu nev´in hükmü şudur ki: mükellef, bu nevi eda ile vacibi tama­men ifa etmiş, onun uhdesinden çıkmış olur.

(2) : Edayı kasırdır. Bu. vacib olan şeyin aynini meşru vasıfların­dan bazıları noksan olmak Ü2ere yerine getirmek suretile olan edadır. Farz bir namazı cemaatsiz kılmak veya tâdili erkânına riayet et­meksizin kılmak gibi.

Gasbedilen bir köleyi bir cinayet işledikten, meselâ: birinin bir ma­lım itlaf ettikten sonra mağsubün minhe iade etmek de bu kabildendir. «Bu nev´in hükmü de mükellefin vacibi yerine getirmiş olmasıdır. Meselâ: mükellef, bu namaz ile farizeî salâtı eda etmiş, borcundan kur­tulmuş olur.

Keza: köle de mağsubün minhe verilir de elinde iken ölürse gasıba bir şey lâzım gelmez. Çünkü bu hâlde vacibin ayni müstehikkine veril­miş olacağı cihetle bu. bir eda olmuş olur. Fakat bu ayn bazı noksanile verildiği için bu edada bir kusur vardır. Binaenaleyh gasp meselesinde mahsubun minh, istirdat ettiği kölesini yaptığı cinayetten dolayı meo niyün aleyhe def ederse kıymetini gasıptan alabilir. Çünkü bu takdirde eda vasfı kalmamış olur. Bu cinayet, gasıbm elinde iken vuku bulduğundan mahsubun, mağsubün minhe edası, gayri mümkün bir hâîe gelmiş sayılır.

(3) : Kazaya şebih edadır. Bu da bir bakımdan kaza gibi görülen bir edadır. Meselâ: bir kimse, bir kadını başkasının bir malını mehr tesmiye ederek tezeVvüc etse de sonra hu malı satın alarak o kadına teslim eylese bu, haddi zâtında tesmiye edilen mehrin aynini teslim ol­duğundan eda olmuş olur. Fakat o mal hakkındaki sebebi mülkün te­beddülü, o malın tebeddülü mesabesinde olduğundan bu bakımdan da sanki kadına bunun aynini değil, mislini vermiş olur.

Binaenaleyh bu cihetle bu eda, kazaya benzer.

«Bu nev´in hükmü, bu eda ile zimmetin vücubdan beri olmasıdır.. ŞÖyle ki: misâlimizde mehr tesmiye edilen mâli zevç, eda etse zevce bu­nu kabule mecbur olur. Çünkü bunu vermek bir edadır. Fakat zevç, bu mala bir sebeple mâlik olduktan sonra bunu başkasına da verebilir. Me­selâ: bu mal bir köle olsa bunu azad edebilir. Zira sebebi mülkün tebed­dülüne binaen bu mal sanki tesmiye edilen şeyin ayni değil de mislidir. Bu hâlde zevç, bunu değil, bunun kıymetini zevceye verir.

(1) : Misli mâkul ile kazadır. Bu da iki nevidir. Biri kâmil olan bir misli mâkul ile kazadır. Gasbedilen bir miktar buğdayın yerine yi­ne o miktar başka buğday vermek gibi. Çünkü her iki buğday da biribi-rinin kamilen mislidir.

Diğeri, kasır olan bir misli mâkul ile kazadır. Misliyyattan olan bir mağsubün misli çarşı pazarda kalmamış olmakla onun kıymetini ver­mek gibi.

Bir şeyi misli kâmil ile kaza, tazmin, mümkün oldukça misli kasır ile kaza caiz olmaz. Meğer ki, hak sahibi razı olsun.

Bir farz namazı namaz ile, bir orucu da oruç İle kazada, mâkûl olan misli kâmil ile kazadır. Hukukullahtan olan bir vacibe misli kasır ile ka­za carî değildir.

(2) : Gayri mâkul bir misi ile kazadır. Amden öldürülen bir insanın nefsini veya cerh edilen bir uzvunu mal ile tazmin bu kabildendir. Çün­kü nefs veya uzuv ile mal arasında aklın anlayabileceği bir misliyyet yoktur. Binaenaleyh bunları mal ile kaza etmek, eda değil, mâkul bir misi ile kaza da değil, belki gayri mâkul bir misi ile kazadır.

Böyle gayri mâkul bir misi ile kaza, kıyas ile sabit olamaz. Bel­ki ya nas ile veya delâleti nas ile sabit olur. Meselâ: hata yolile katil­den dolayı diyet nâmile bir mal verilmesi nassı kur´a-nîsi He lâzım gelmektedir. Amden vuku bulup da herhangi bir sebeple, meselâ: varislerden birinin af file, failinden kısas sakıt olan bir katilden dolayı da bu nassın delâletine binaen diyet lâzımgelir. Zira hata hâlin­de diyet lâzımgelince bunun amd hâlinde de lâzımgelmesi evleviyette kalır.

(3) : Edaya şebih kazadır. Bu da bir bakımdan eda gibi görülen bir kazadır. Bir kadını başkasının gayri muayyen bir cariyesi mukabi­linde tezevvüç etmek gibi ki, bu takdirde orta hâili bir cariye veya onun kıymetini vermek lâzım gelir. Bu kıymeti vermek ise edaya benzer bir kazadır. Çünkü cariye mübhem olduğundan onun vasfı tayin edilmedik­çe edası kabil olmaz. Vasfının tâyini ise kıymetinin tâyinile kabildir. Bu cihetle kıymet asıldır. Bunu ödemek edaya müşabihtir. Binaenaleyh zevç muhayyerdir. Dilerse cinsi malûm olduğuna nazaran mutavassıt bir cariye verir ve dilerse vasfı meçhul olduğuna nazaran Öyle bir cari­yenin kıymetini verir. Zevce de hangisi verilse kabule mecbur olur. [13]


Memurun Bîhin Hüsn Sıfatile Ittisafı :



243 - : Emredilen şeylerin hüsn üe ittisafı meselesi, esasen ilmi kelâma aittir. Fakat bundan usulü fıkıhta da bahsedilmektedir ve bu hüsn ve kubh meselesi, cebr ve kader meselesile alâkadardır. Biz bura­da bundan kısaca bahsedeceğiz.

244 - : Esasen hüsn ve kubh = güzellik, çirkinlik dört mânâya gelir. Şöyle ki:

(1) : Hüsn; bir sıfatı kemâl, kubh da bir sıfatı noksan manasınadır. Meselâ: bilgi hasendir. Bilgisizlik de kabihtir.

(2) : Hüsn; garaza uygun olmak, kubh da garaza aykırı olmaktır. Bu mânâca adalet-i hasendir. Zulüm de kabihtir.

(3) : Hüsn; tab´a mülayim olmak, kubh da tab´a münâfi bulun­maktır. Bu bakımdan tatlı bir hasendir. Acı bir şey de kabihtir.

Bu üç mânâca hüsn ve kubh: aklîdir, yâni: bunların güzelliğini, çir­kinliğini akıl anlayabilir. Velev ki, şarii mübîn tarafından bu bapta bir emir ve nehiy varid olmamış olsun. Bunda ihtilâf yoktur.

(4) : Hüsn; dünyada medhe, ahirette sevaba vesile olmaktır. Kubh da bilâkis dünyada zerame, ahirette ikaba sebebiyet vermektir. Bu mâ­naca ibadetlerden her biri hasendir. Masiyetlerden her biri de kabihtir.

Bu mânâca olan bir hüsnü kubhun aklî mi. yoksa şer´î mi olduğun­da ihtilâf vardır. Nitekim aşağıda bildirilecektir.

245 - : Şarii mübîn tarafından emredilen = memurun bih olan her şey hasendir; nehiy edilen = menhiyyün anh olan her şey kabihtir.

Acaba bir memurun bih, haddi zâtında hasen olduğu için mi emre­dilmiştir?. Yoksa emrolunduğundan dolayı mı hüsnü sıfatını ihraz et­miştir?. Bu hususta başlıca üç. mezhep vardır.

(1) : Eşaire mezhebidir. Bunlara göre, hüsn, emrin mucebidir. Yâ­ni : emir, memurun binin hüsnünü icap eder. Memurun bih, şarii mübîn tarafından emredildiği için güzellik sıfatım ihraz etmiş, bu emri yerine ffetiren kimse hakkında sevaba vesile olmuştur. Yoksa o, haddi zâtın­da güzel olduğundan dolayı emredilmiş değildir. Biz, şariin emirleri-. böyle telâkki ederiz, memurun bibin haddi zâtında güzel olup olma­dığını kestiremeyiz, o bizce meçhuldür.

Meselâ: Nikâh ile sifah, mütesavi fullerdir. Şer´i şerif, nikâhın meşruiyetini, şifahin da gayri meşruiyetini emretmiş olmasaydı biz bun­ların arasında hüsn ve kubh bakımından olan farkı tâyin edemezdik.

Binaenaleyh bir şeyin güzel veya çirkin, yâni: sevabı veya azabı müstelzinı olduğuna hükmeden, şer´i şeriftir. Akl ise bu husustaki, şa­riin hitabını, hükmünü anlamak için bir âlettir, bir vasıtadır.

Akıl bir şeyin hüsn ve kubhuna hükmedemiyeceği cihetledir ki, fet­ret zamanında yaşamış olanlar, îmandan zahil bulunmuş olmalarından dolayı muazzep olmayacaklardır. Nitekim: âyeti kerimesi bunu nâtıktır. Eşairenin bu mezhebine Hanefî âlimlerinden bâ­zı zatlar da kail olmuşlardır.

(2) : Mutezile mezhebidir. Bunlara göre hüsn, emrin medlulüdür, muktezasıdır. Me´murünbih, haddi zâtında güzel olduğu içindir ki, onun­la emrolunmustur. Bunun bu güzelliğine hükmeden ise akıldır. Bu gü­zellik şer´i şerifin beyanatı olmasa da akıl ile anlaşılabilir. Şu kadar var ki, şer´i şerif, memurun bihin bazısında akla gizli, kapalı kalan güzelliği açığa vurur, onu keşfeder, beyan buyurur.

Meselâ: Allahü Tealâ´ya iman haddi zatında hasendir. Bujıun hüs­nünü şer´i şerif beyan etmese de akü idrâk edebilir. Binaenaleyh fetret çağlarında yaşayanlar da ma´rifetüllâh ile mükellef bulunmuşlardır. Na­maz kılmanın, zekât vermenin güzelliği de böyledir. Şarii hâkimin hita-batı bulunmasa bile insan bu gibi güzel amelleri takdir edebilir.

(3) : Cumhuru Hanefiyenin mezhebidir. Bunlara göre de hüsn, em­rin medlulüdür, muktezasıdır. Memurun bih, hasen olduğu içindir ki, şa­rii hâkim tarafından emrolunmuştur. Şarii mübîn, hakîm olduğundan´ haddi zâtında güzel olmayan bir şey ile emretmez. Şu kadar var ki, bu babda hâkim olan akıl değil, şer´i şeriftir. Çünkü hasen olan bir şeyden dolayı Allahütealâ´nm ukbada mükâfat vereceğine akıl hükm edemez, Allahütealâ üzerine bir şey vacip değildir. Belki bu hususta hâkim olan, Şer´işeriftir, Cenabihakkm güzel ameller mukabilinde kendi fazlile mü­kâfat vereceğini haber vermiştir. Binaenaleyh şariihakîm, emretmese 1(ü insanlarda ahkâmı şer´iye ile mükellef olmazlardı. Bundan yalnız Haktealâya iman müstesnadır. Fetret devirlerinde yaşayanlar da bu imanın hüsnünü anlayabilecekleri cihetle bununla mükellef bulunurlar. Çünkü akü, büsbütün muattal değildir.

«Evet., akıl, bir çok şeylerin hüsnünü kesbe, tefekküre, mukaddi­meleri tertibe muhtaç olmaksızın bilir. Faydalı olan doğru bir sözün güzelliği gibi. Bâzı şeylerin hüsnünü de bir tefekkür neticesinde anlar. Bir mazlumu bir zâlimden kurtarmak için iltizam edilen bir yalan sözün

güzelliği gibi.

Vakıa akıl, şer´işerifin bir kısım hükümlerindeki güzelliği ancak şerişerifin vürudünden sonra kavrayabilir. Fakat Allahütealâ´nm varlı­ğını, birliğini tasdik gibi bir akidenin güzelliğini sari´ tarafından işitme­den evvel de anlayabilir. Binaenaleyh ehli fetret de bu akide ile mükel­lef bulunur. âyeti kerimesinde nefyedilen azapdan nıurad ise ya dünyevî bir azaptır, istisal suretiîe olan bir cezadır. Veya zamanı fet­rette namaz, oruç gibi şeyler ile teklif bulunmadığı cihetle bunlardan dolayı azaba istihkak bulunmadığını beyandır.

Emirlerin hüsnü hakkındaki bu ihtilâf, nehiylerin kubhu hakkında da bu veçhile carîdir. [14]


Emredilen Şeyîn Liaynihi Veya Ligayrihî Hasen Olması :



246 -: Şarii hakîm tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya îiaynihî bir hüsündür veya ligayrihi bir hüsündür. Yâni: memurünbih, ya kendi zâtmdaki bir güzellikten dolayı hasendir, veya başkasında sa­bit bir güzellikten dolayı hasendir.

Meselâ: biz iman ile memuruz, imandaki hüsn ise bir hüsni zatîdir. Bu hüsn başkasından alınmış değildir. Binaenaleyh iman, lizatihî hasen olan bir memurun bihtir.

Biz cihad ile de memuruz. Fakat cihad haddi zâtında insanları tâzi-be, beldeleri tahribe sebep olacağı için lizatihî güzel değildir. Belki dini ilâya,islâm yurdunu müdafaaya vesile olduğu için güzeldir. Binaenaleyh cihad, lizatihî değil, ligayrihî hasendir.

247 -: Liaynihî hasen de iki kısımdır. Birisi ligayrihî hasene hiç benzemeyen hasendir ki, buna «hakikaten liaynihî hasen» denir. Allahü-tealâya iman gibi. Diğeri, ligayrihî hasene benzer gibi olan liaynihî ha­sendir ki, buna da «hükmen liaynihî hasen» denilir. Oruç, zekât, hac gi­bi ki, bunlar kendilerinde biraz zahmet veya maldan mahrumiyet bulun­duğundan ligayrihî hasene benzerlerse de haddi zâtında yüksek birer ibadet oldukları cihetle liaynihî hasendirler.

248 -: Hakikaten lizatihî hasen olan memurun bihler de iki türlü­dür. Birisi; hüsni zail, hakkındaki teklif asla sakıt olmayan memurun bihtir. İmanda rüknü aslî olan tasdik gibi ki, bunun hakkındaki teklif - asla kalkmaz. Cebir ve ikrah hâlinde de bu tasdikin kalbde mevcut bu­lunması icap eder. İkraha mebnî itikadı tebdil etmek caiz olmaz.

Diğeri; teklifin sukutunu kabul edecek bir hâlde bulunan memu-rünbihtir. îmanın rüknü zaidi sayılan lisânen ikrar gibi ki, bu ikrah ve­ya âciz hâlinde sakıt olur. Bu ikrarın bulunmamasından dolayı mes´uü-yet teveccüh etmez.

Kezalik: namazda Allahütealâ´ya tazime ve arzı şükrana vesile ol­duğu için hakikaten lizatihî hasendir. Fakat ikrah veya hayiz ve nifas gibi özürlere mebni hakkındaki teklif sakıt olur.

249 -: Ligayrihî hasen olan memurun bihler de iki türlüdür. Biri­si; öyle bir memurun bihtir ki, onu yapmakla ona hüsn veren o gayirde yapılmış olur. Cihad ve ´cenaze namazı gibi. Bunları ifâ edince bunların mabihilhüsnü olan îlâyi din, hakkı meyyite riayet gayesi de ifâ edilmiş olur.

Diğeri; Öyle bir memurüa bihtir ki, onu işlemekle o gayr de işlen­miş olmaz. Abdest gibi ve cuma namazına koşmak gibi ki, abdest na­mazın şartı olduğu için hasendir. Fakat abdest almakla namaz vücude gelmiş olmaz. Cuma namazına koşmak da cuma namazına kavuşmaya ve­sile olduğu için hasendir. Fakat mücerret bu koşmakla cuma namazına iştirak edilmiş olmaz.

250 - : Alelitlâk liaynihî hasen olan bir memurun bibin hükmü, onun ya eda ile veya vücubünü izale eden bir şeyin uruzile sakıt olması­dır.

Meselâ: Farz bir namaz liaynihî hasendir. Edâ olunmakla zimmet­ten sakıt olacağı gibi cinnet veya hayiz ve nifas gibi bir arızadan dola­yı da sakıt olur.

Ugayrihî hasen olan memurun bihin hükmü de onun hüsnüne va­sıta olan şeyin vücubîle vâcib, sukutile sâkit olmaktır. Meselâ: abdest ligayrihi hasendir. Bunun hüsnüne vasıta olan namazdır. Binaenaleyh namaz vacip olunca abdest de vacip olur. Namaz vacip olmayınca ab­dest de vacib olmaz.

Kezalik: bazı manialardan dolayı dini ilâhiyi neşre çalışmak vacib olmayınca cihad da vacib olmaz. Müsaleha yapmış bir düşmana karşı cihad edilmemesi gibi.

251 -: Şarii mübîn tarafından vukubulan bir emir, liaynihî mi ha­sen, yoksa ligayrihî mi hasen olduğuna dair karine bulunmayan bir memurun bihin sukuta ihtimâli olmayan hakikaten liaynihî hasen kıs­mından olmasını iktizâ eder. Çünkü mutlak, kemâline masruftur. [15]


Takat Fevkinde Btr Şey Île Teklif Vaki Olup Olmadığı :



252 -: Şarii miibîn; hakimdir, herkese kudreti, istitaati dahilinde olan şey ile emreder, bir kimseyi yapamayacağı bir şey ile mükellef tutmaz.

Meselâ: Biz İfâsına muktedir olduğumuz için namaz ile, oruç ile mükellef bulunmaktayız. Muayyen miktar servetimiz olmadığı takdir­de zekât ile mükellef olmayız.

253 -: Bir kimsenin yapmasına kadir olmadığı bir şey ile mükel­lef tutulmasına «teklifi mâla yutak» denir. Bizce böyle bir teklif vâki değildir. Çünkü teklifin şartı, emredilen şeye memurun muktedir olma­sıdır.

Vakıa bazı kere insanlara yapamayacakları bir şey ile emrolunur. Meselâ: Kur´anıkerîm´in bir mucizei kelâmiye olduğunu inkâr edenlere: haydi bunun bir sûresinin benzerini getiriniz) diye emrolunmuştur. Fakat bu emir, bir emri teklifi değildir, belki muhatap­lara âcizlerini bildirmek için yapılmış bir -emirdir ki, buna «emri tâcizî» denir.

254 -: Teklifi mâlâyutak» sayılacak emirler, üç kısma ayrılmıştır:

(1) : Teklifi mâlâyutakın en yüksek mertebesidir. Bu, haddi zâtın­da mümtenî olan bir şey ile tekliftir ki, ne vâki, ne de caizdir. îki zıddı, iki nakizi cem etmek, bir şeyin mahiyetini değiştirmek gibi.

Meselâ- Bir an, hem gece, hem de gündüz olamaz. Bir kimse bir an­da hem diri, hem de ölü olamaz. Dört adedi hem çift, hem de tek ola­maz. Bir şey altın olduğu hâlde mahiyetinden gikıp bakır olamaz. Bir kimse, meselâ 1360 senesinde İstanbul´da bulunduğu hâlde başka yer­lere gidip beş sene, on sene vakit geçirdikten sonra yine 1360 senesin­de istanbul´a dönmüş olamaz. Bütün bunlar, haddi zâtında mümtenidir-ler. Bunlar, kudretin taallûkuna müstait değildirler. Binaenaleyh böyle bir şey ile teklif vâki olamayacağında ittifak vardır.

(2) : Teklifi mâlâyutakın orta mertebesidir. Bu, kudreti ilâhiyeye nazaran mümkün, insanlara göre âdeten mümteni´ olan bir şey ile tek liftir.

Göğe çıkmak, bir cisim yaratmak, bir Ölüye can vermek gibi ki. bunlar AUahütealâ´nın kudretine göre mümkündür. Fakat insanlara gö re —harikulade hâller müstesna olmak üzere-âdeten mümteni´dir. Bi naenaleyh böyle bir şey ile teklif vâki olabilir mi, olamaz mı diye ihti lâf olunmuştur. Mâtürîdilere göre böyle bir teklif, hikmeti ilâhiyeye muvafık olmadığı için ne vaki, ne de caizdir. Mu´tezilere böyle bit tekli fin cevazına kail değildirler. Onlara göre kulları hakkında eslâhı yarat inak, yapılması âdeten mümkün olmayan şeyleri kullarına emretmemek Allahütealâ´ya vacibdir. Böyle bir teklif ise bu vücuba münafîdir.

Mu´tezilenin bu vücub iddiası doğru değildir. Ehli sünnetten olan. Mâtürîdiler, bu nokta itibarile Mu´tezilerden ayrılmış bulunmaktadırlar.

Eş´arİlere göre İse böyle bir teklif vâki değilse de aklen caizdir. Çünkü Haktealâ kulları üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilir. Böyle bir emirde bulunması da istibad edilemez. O: (Lâyüs´elü amma yef´al)

dir.

(3) : Teklifi Mâlâyukatın aşağı mertebesidir. Şöyle ki: Allahütealâ´ bir şeyin vukubulacağım veya bulmayacağını ezelî olan ilmi ile bilir. Artık olacağını bildiği şey, herhalde mukadder olan vakti gelince vücu-de gelir, olmayacağım bildiği şey de asla vücude gelemez,. aksi takdirde cehil lâzım gelir. Haktealâ ise cehilden münezzehdir. Binaenaleyh Alla-hütealâ vücude gelmeyeceğini bildiği bir şeyi vücude getirmek için bir kuluna emirde bulunsa bu, böyle bir teklifi mâlâyutak kabilinden olur. Ebu Cehile îman etmesi için emir gibi. Bu nevi teklifi mâlâyutak bilit-tifak vâkidir. Çünkü bu neviden olan bir memurun bihi yerine getirmek haddi zâtında mümkündür. Nitekim misâlimizdeki iman haddi zâtında mümkündür. Biz insanların kudretleri haricinde bir şey değildir. Nite­kim milyonlarca insanların imanları buna şahittir. Ebu Cehil ile em­sali hakkında imanın mümteni olması ise Allahü Tealâ´mn bilmesinden dolayı değildir. Belki bunların kendi iradelerini, ihtiyarlarını, suiistimal etmelerinden dolayıdır. Bunların ihtiyarlarını suiistimal edeceklerini Al-îahütealâ bildiği için iman etmeyeceklerini de bilmiştir. Başka bir tâbir ile bunların iman etmemeleri bunların ademi imanını Allahütealâ´mn bil­diğinden dolayı değildir, belki bunların ademi imanını Allahütealâ´mn bilmesi, bımların ihtiyarlarını suiistimal edeceklerinden dolayıdır. Çün­kü ilim malûma tâbidir, yoksa malûm ilme tâbi değildir.

Meselâ: Bir muvakkit, filân saatte küsûf vukubulacağım bilir. Şüp­he yok ki, küsûfun vukuu muvakkitin bu bilmesinden nâşi değildir, belkî muvakkitin. bu bilmesi, küsûfun vukubulacağmdan nâşidir.

Artık böyle bir teklif, haddi zâtında muhal ile teklif demek değildir. Binaenaleyh böyle bir teklif hem caiz, hem de vâkidir. Bunda da ittifak vardır. [16]