- Emir Ve Nehiy

Adsense kodları


Emir Ve Nehiy

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
ayten
Tue 28 September 2010, 11:31 pm GMT +0200
Emir Ve Nehiy

Üçüncü Fasıl Emir Ve Nehiy


Konu onsekiz mesele altında incelenecektir.

Birinci Mesele:

Emir ve nehiy, emredende bulunan bir istek ve iradeyi[1] gerekli kılar. Emir, emredilen şeyin istenmesi ve gerçekleştirilmesinin ira­de edilmesi unsurunu; nehiy ise, yasak edilenin terki talebini ve onun gerçekleştirilmemesi iradesini içerir. Bununla birlikte, emre­dilen şeyin işlenmesi, yasaklanan şeyin de terki bir irade unsuru içerir ya da gerektirir[2]; fiil ya da terkin gerçekleşip gerçekleşme­mesi de işte bu irade iledir.

Açıklamak gerekirse: irade (dileme), şeriatta iki anlama gelir: Birincisi: Her irade edilene yönelik kader ve yaratılışla ilgili iradedir (kaderi irade). Meselâ bu anlamda şöyle denir: ´ALLAH´ın olmasını dilediği olur. Olmamasını dilediği de olmaz.´ Veya: ´Olma­sını dilemediği şeyin olması imkansızdır.[3]

İkincisi: Emredilenin gerçekleştirilmesi, yasak edilenin de

gerçekleştirilmemesi isteğine taalluk eden emirle ilgili irade (emrî irade).[4]Bu çeşit irade; ALLAH, emrettiği şeyin işlenmesini sever ve ondan hoşnud olur, anlamına gelir. Emredilmiş olması hasebiyle emrolunanın onu yapmasını sever ve ondan hoşnud olur. Nehiyde de durum aynıdır; yani ALLAH, yasak edilenin terkedümesini sever ve ondan hoşnud olur.

ALLAH Teâlâ, kullarına çeşitli emirler vermiş ve O´nun yüce ira­desi ikinci anlamında olmak üzere bu emirlere taalluk etmiştir. Çünkü emir iradeyi gerektirir. Zira emir mahiyet itibarıyla, mükel­lefi fiilin işlenmesine ya da terkine zorlama (ilzam) anlamı taşır. Öyle ise, bu zorlamanın murad edilmiş olması gerekir. Aksi takdir­de ne bir ilzâmden söz edilebilir ne de onun (emir) için anlaşılabilir bir mânâ düşünülebilir. Sonra, yukarıda sözü edilen anlamda, ken­disi ile ilzam edilen şeyin gerçekleştirilmesi murad olunmaksızın ilzamın murad olunması mümkün değildir. Oysa ki ALLAH tâat eh­line yardımcı olmaktadır ve O, aynı zamanda onlardan tâatın vukuunu da murad etmiş olmaktadır. Bu durumda (tâat), birinci yani kaderi anlamında iradesine uygun olarak meydana gelmiştir. Günahkârlara ise yardımcı olmamaktadır ve onlardan tâatın vukuunu murad etmemiştir. Bunun sonucunda da meydana gelen terk olmuştur. Bu da birinci anlamda irâdesinin gereği olmaktadır. Emir, bu birinci anlamda irâdeyi, zorunlu olarak gerektirmez. Do­layısıyla dilemediği birşeyi emretmiş olabilir. Dilediği birşeyi de yasaklamış olabilir, ikinci (yani emrî irâde) anlamında ise, ancak irade ettiği şeyi emreder; sadece irade etmediği şeyleri yasaklar.İrâde, her iki anlamda da şer´î nasslarda kullanılmıştır: Birinci anlamda irâde hakkında Yüce ALLAH şöyle buyurmuştur: "ALLAH ki­mi doğru yola koymak murad ederse onun kalbini İslâmiyet´e açar, kimi de saptırmak murad ederse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. ALLAH böylece inanmayanları küfür bataklı­ğında bırakır.[5] Hz. Nuh´un (as.) sözünü hikaye tarzında da şöyle buyuruyor: "Ancak ALLAH murad ederse onu başınıza getirir, siz O´nu âciz bırakamazsınız. ALLAH sizi azdırmak murad ederse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz.[6]Başka bir âyette de şöyle buyurur: "ALLAH murad etseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı kimi inkâr etti. ALLAH murad etseydi birbirlerini öldürmezlerdi, lâkin ALLAH istediğini yapar. [7]Bu mânâda nasslar pek çoktur.

İkinci anlamda irâde hakkında da şöyle buyurur: "ALLAH size kolaylık murad ederse zorluk istemez[8]"ALLAH sizi zorlamak iste­mez, ALLAH sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak murad eder ki şükredesiniz[9]; "ALLAH size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek murad eder. ALLAH bi­lendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ALLAH sizin tevbenizi kabul et­mek murad eder, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa gitmenizi isterler, insan zayıf yaratılmış olduğundan ALLAH sizden yükü hafifletmek murad eder[10] "Ey Peygamberin ev halkı! Şüphe­siz ALLAH sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak murad eder.[11] Bu anlamda kullanılan "irâde" kelimesi de aynı şekilde pek çoktur.

Fahreddin Râzî şöyle demiştir: Mutezile bu âyeti delil olarak kullanarak, kuldan ALLAH´ın istemediği şeylerin vâki olabileceğini söylemişlerdir. Çün­kü meselâ hasta bir kimse tekellüfe girip orucunu tutsa, bu durumda o ALLAH´ın murad etmediği zorluğu işlemiş olacaktır. Râzî, onlara ´´Yüce Al­lah´ın iradesi bizzat zorluğun vukuu ile ilgili değildir, O, zorlukla emret­miş olmayı murad etmemiştir" şeklinde cevap vermiştir. Ne Alûsî´de ne de Bağavî´de, bu âyetlerdeki "irâde"nin müellifin dediği gibi rıza ve mu­habbetle tefsir edildiğini de görmedim. Mutezile´nin çıkmazını en iyi gide­recek çözüm, kelimenin sözlük anlamında bulunacak bir dayanaktır. Kâmûs´da şöyle denir: "İrâde, meşîettir (yani dilemektir)." Şârih ise, bu mânâya herhangi bir ilavede bulunmamıştır. Lisânul-Arab´da ise şöyle denir: "Birşeyi irâde etti" demek, onu dilemek (meşîet) demektir. Sonra da şöyle der: "Birşeyi irâde etti" demek, onu sevdi ve onunla ilgilendi demek­tir." Bu durumda Müellifin (r.a.) muradı tamamlanmış olmaktadır.

Bu iki tür irâde arasındaki farktan gaflet yüzünden konu ile il­gili yanlış anlamalar olmuştur. Bazıları mutlak surette emir ve ne-hiyde irâdenin bulunmadığını iddia etmişlerdir.[12] Bazıları emredil­meyen şeylerde mutlak olarak bulunmadığını, emredilen şeylerde ise mutlak surette bulunduğunu söylemişlerdir.[13]Her iki yer ara­sındaki farkı kavrayanlar ise, bu konuda herhangi bir karıştırma durumu içerisine düşmemişlerdir. Emri irâde, sonuç itibarıyla teşrî iradesi[14]demektir ve bu durumda emirde irâdenin mutlak surette bulunması gerekecektir. Kaderî irâde ise, tekvin (yaratma) irâdesi demektir. Buna göre, bu kayıtlama sadedinde "kasıd" lafzı­nın kullanıldığını ve Şâri´e izafe edildiğini görürsen bil ki, ben onunla teşrî iradesi anlamına işaret etmekteyim. Bu aynı zamanda teklif iradesi olmaktadır. Usûlcülerin "tekvin irâdesi" demeleri ve bununla da ikinci mânâsı ile bu kitapta "kasıd" lafzı ile anılacak olan şeyi kastetmeleri[15] yaygındır. Tabiî bu bir ıstılah meselesidir ve ıstılahlarda fazla katılık göstermenin bir anlamı yoktur. Yardım ancak ALLAH´tan istenir. [16]

İkinci Mesele:

Mutlak (herhangi bir kayıt taşımayan) şeylerin emredilmiş ol­ması, Sâri´ Teâlâ´nm onların gerçekleştirilmesine yönelik kasdı bulunduğunu gerektirir. Nitekim nehiy de, mutlak olarak yasakla­nan o şeyin gerçekleştirilmeme sine ve terkine yönelik kasdının bu­lunmasını gerekli kılar. Şöyle ki:

1.

Emrin mânâsı fiilin, nehyin mânâsı da terkin[17] iktizâsı (gerekli kılınması) demektir. İktizâ ise, talep olmaktadır. Talep de talep edilen şeyin varlığını ve o şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasdm bulunmasını gerekli kılar.[18] Talebin bunun dışında başka bir mâ­nâsı yoktur.

2.

İkinci bir husus: Eğer kendisinde talep edilen şeyin gerçekleşti­rilmesine yönelik bir kasdm bulunmasını gerektirmeyecek bir tale­bin varlığı tasavvur edilebilecek olursa, o zaman emrolunan şeyin gerçekleştirilmeme sine yönelik bir kasıt ile birlikte bir emrin; işle-nilmesine yönelik bir kasdın bulunması ile birlikte de bir nehyin gelmesi mümkün olurdu. Bu durumda da ne emir, emir olur; ne de nehiy, nehiy olurdu. Bu tam bir çelişkidir. Dahası emrin nehye, nehyin de emre dönüşmesi sahih olurdu. Keza işlenmesine ya da [123] terkine yönelik herhangi bir kasıt içermeyen bir emir ya da nehyin bulunması mümkün olurdu ve bu durumda emredilen ya da yasak­lanılan şey mubah ya da meskûtun anh (hakkında hüküm verilme­yen ve sükût geçilen) olurdu. Bütün bunlar muhal olan şeylerdir.

3.

Üçüncü bir nokta daha var: Emredilen şeyin gerçekleştirilmesi­ne, nehyedilen şeyin de terkedilmesine yönelik bir kasıt içermeyen emir ve nehiy, kendinde olmayan kimsenin (sâhî), uyuyanın ve mecnûnun sözü olur. Bunlar ise, ittifakla emir ve nehiy değildir. Konu, hakkında delil aramaya ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır.

İtiraz: Bu (yani emrin, emredilen şeyin gerçekleştirilmesine yönelik Şâri´in kasdınm bulunmasını lâzım kılması), birkaç yönden

problem arzeder:

1.

Bu esasa göre, takat yetmeyecek şeyle yükümlü kılma, o şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasıt içermiş olur. Oysa ki tahkîk er­babı âlimler fiilen vuku bulmuş olmasa da takat üstü yüküm­lülüğü ittifakla caiz görmektedirler. Onun caiz olması, takat üstü yükümlülük konusu şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasdın sa­hih olmasını gerektirir. (Adeten) mümkün olmayan birşeyin gerçek­leştirilmesine yönelik kasıt ise, abestir. Dolayısıyla bundan, takat üstü birşeyi emretmeye yönelik kasdın da abes olması sonucu lâzım gelir. ALLAH hakkında abesle iştigali caiz görmek ise muhal­dir. Kendisinden muhal lâzım gelen herşey de muhaldir. O da (emirde), emredilen şeyin işlenmesine yönelik kasdın lâzım gelme­sidir.

´Emir, emredilen şeyin gerçekleştirilmesine yönelik bir kasdm bulunmasını lâzım kılmaz´ dediğimiz zaman ise durum farklı olur. Çünkü bu durumda aklî bir mahzur ortaya çıkmamaktadır. Dolayı­sıyla da onu kabul etmek gerekecektir.

2.

Bunun benzeri[19] efendi hakkında lâzım gelir. Şöyle ki: Kendi­sini kölesini dövdüğü için cezalandırmak isteyen hükümdar huzu­runda efendi kölesine kendisine itaat etmeyeceği düşüncesiyle bir emirde bulunur ve bununla hükümdarın huzurunda dileyeceği özre bir ön hazırlık olmasını ister. Bu Örnekte efendi, köleye, em­rettiği şeyi gerçekleştirmesini kastetmeksizin emirde bulunmuş­tur. Çünkü burada onda böyle bir kasdın bulunması, kendi nefsinin helakini isteme kasdını doğurur. Böyle bir kasıt ise akıllı kişiden çı­kamaz. Bu durumda efendinin emri verirken onun gerçekleştiril­mesini kastetmiş olması sahih olmaz. Bu sahih olmadığına göre de, herbir emirde bulunanın, emredilen şeyi kastetmiş olması gibi bir sonuç gerekmez. Aynı durum harfiyyen nehiy konusunda da geçer­lidir. Varılmak istenen sonuç da budur.

3.

Bazı emir sığaları vardır kî "Bir vasıta ile göğe çıksın da sonra (vahyi) kessin!..[20]gibi karşıdakileri acze düşürmek (ta´cîz) için­dir. Bazıları da "Dilediğinizi yapın![21]şeklinde tehdid içindir. Bu gibi emirlerde (emir ile kasdın bulunması arasında adem-i telâzum) zarurîdir. Zira acze düşürmek isteyen ya da tehdidde bulunan, emir sîgası ile ifade edilen şeyin hakikaten gerçekleştirilmesine yönelik bir kasıt bulundurmamaktadır.

Cevap: Birinci itiraza şöyle cevap verilebilir: Takat üstü olan şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasdın bulunması zarurîdir ve bundan o şeyin vücut bulması gibi bir sonuç da lâzım gelmez. Zira birşeyi emretmeye yönelik kasdın bulunması, o şeyin irâde edilme­sini lâzım kılmaz.[22] Bu ancak "Emir, fiilin iradesidir" şeklindeki Mutezile görüşüne[23]göre sözkonusu olabilir. Eş´arîlere gelince, on­lara göre emir, irâdeyi gerekli kılmaz. Aksi takdirde emredilen şey­ler tümüyle birlikte vuku bulurdu.[24] Sonra takat üstü şeyle yükümlü kılmada, o şeyin gerçekleştirilmesine yönelik bir kasdın bulun­madığı varsayılacak olursa, o zaman o şey takat üstü yükümlülük olmaz. Çünkü takat üstü yükümlülük demek, işlenmesine güç yet­meyen bir fiili işlemeye icbar etmektir. Fiile icbar edilmesi, onu yapmasına yönelik kasdın bizzat kendisi veya kasdın lâzımı olmak­tadır. Bu bulunmadığı[25] zaman, onunla yükümlü tutma da yoktur. (Takat üstü yükümlülük) tahsile yönelik bir talep olmakta; o şeyin bizzat ortaya konmasına (husule) yönelik olmamaktadır.[26]Bu ikisi arasında açık fark vardır.

Diğer itiraz noktalarında da durum aynıdır. Çünkü efendi, kö­lesine emirde bulunduğu zaman, ondan emrettiği şeyi tahsil etme­sini istemiş olmakta; emrettiği şeyin husulünü istemiş olmamakta­dır[27] Birşeyin tahsilini istemekle, husulünü istemek arasında fark vardır.

Ta´cîz ve tehdîd için olan emirlere gelince, bunlar her ne kadar emir sîgası ile gelmişlerse de aslında bir emir değillerdir. Eğer bun­lar için ´mecaz yoluyla emirdirler´ denilecek olursa, o zaman onların durumu da arzettiğimiz şekilde olacaktır. Zira emir mecazî de ol­sa bir kasdın bulunmasını gerektirir ve emir de bununla olur ve bu şekilde mecaz yönü tasavvur olunur. Aksi takdirde, emredilen şeyin gerçekleştirilmesine yönelik bir kasıt olmaksızın (ta´cîz ve tehdid için getirilmiş olan bu sîgalar) hiçbir şekilde emir olmaz. [28]

Üçüncü Mesele:


Birşeyi mutlak yani kayıtsız olarak emretmek, o şeyin mukay-yed yani kayıtlı olarak emredilmiş olmasını lâzım kılmaz. Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder:

1.

Eğer mutlakla emir, mukayyed ile emri lâzım kılsa idi, o za­man emrin mutlakla olması ortadan kalkardı. Halbuki biz meseleyi öyle koyduk. Tabiî bu bir çelişki olur. Meselâ Sâri´ Teâlâ "Bir köle âzâd et!" dediği zaman bunun mânâsı "Herhangi bir kayıt aramak­sızın kendisine ´köle´ denilen birisini âzâd et!" demektir. Eğer bu şe­kildeki mutlak ifadeli emir, mukayyed emri gerekli kılacak olsaydı o zaman mânâ: "Falanca belirli köleyi âzâd et!" şekline dönüşürdü ve asla emrin mutlaklığından söz edilemezdi.

2.

Emir "sübût" cümlesindendir. Daha genel olan birşeyin (e´amm) sübûtu, daha husûsî olan bir şeyin (ehass1 sabit olmasını lâzım kılmaz. Aynı şekilde daha genel (e´amm) olan bir emir de, daha husûsî bir emri lâzım kılmaz. Bu, zihnî külli esasları şer´î konularda dikkate alan bazı usûlcülerin ıstılahları doğrultusunda bir delil olmaktadır.

3.

Eğer mutlak ifadeli emir mukayyedle emir olmuş olsaydı, bu ya muayyen, ya da gayrı muayyen[29]olurdu. Eğer muayyen olsa idi, o zaman bundan vuku itibarıyla takat üstü yükümlülük lâzım gelir­di. Çünkü o, nassda tayin edilmemiştir.[30]Keza bundan o muayyen şeyin, kendisine emir yönelen herkese nisbetle olması gibi bir sonuç da lâzım gelirdi. Bu ise muhaldir.[31]Eğer gayrı muayyen ise, o za­man da yine takat üstü yükümlülük sözkonusu olur. Çünkü emrin konusu meçhul olmaktadır. Bilinmeyen birşeyin yerine getirilmesi ve böylece emre uymuş olma gerçekleştirilemez. Dolayısıyla gayrı muayyen bir şeyle emirde bulunmak muhaldir.Emrin, mukayyede taalluk etmediği sabit olunca, bundan Şâ-ri´in kasdının mukayyede mukayyed olması açısından [32] taal­luk etmiş olmadığı; emirden maksadının mukayyed bulunmadığı sonucu lâzım gelecektir. Çünkü biz meseleyi "Şâri´in kasdımn mut-lakın gerçekleştirilmesi olduğu" şeklinde ortaya koymuştuk. Eğer mutlak ifadeli emirde O´nun mukayyedin gerçekleştirilmesine yö­nelik bir kasdı bulunsaydı, o zaman kasdı mutlakın gerçekleştiril­mesi olmazdı. Tabiî bu mümkün olmayan bir durumdur.

İtiraz: Sizin bu iddianız iki noktadan dolayı doğru değildir:

1.

Birşeyin başka bir husus dikkate alınmaksızın mutlak ola­rak emredilmesi, mukayyed ile emri lâzım kümasaydı, o zaman mutlak ile emirde bulunmak da muhal olurdu. Çünkü zihin dışın­da mutlak diye birşey yoktur; o sadece zihinde tasavvur olunan bir kavramdır. Kendisi ile yükümlü tutulan şeyin ise varlık âleminde mevcudiyeti bulunmalıdır. Zira emre uymuş olma, ancak emredilen şeyin varlık âleminde vücuda gelmesi sırasında meydana gelir. O anda da (mutlak olarak emredilen şey) mukayyed olur. Dolayısıyla o zaman sizin iddianıza göre onu gerçekleştirmiş olmakla emri yeri­ne getirmiş olmaz. Zihnî olanın ise varlık âleminde gerçekleştiril­mesi mümkün olmaz. Bu durumda onunla yükümlü tutmak, takat üstü yükümlülük olur. Takat üstü yükümlülük ise yoktur (mümtenf). Şu hale göre mutlak ifadeli emrin, mukayyed emri lâzım kılması kaçınılmaz olacak ve ancak bu surette emre uyulmuş olunacaktır. Dolayısıyla bu görüşe dönmek ve onu kabullenmek ka­çınılmaz olacaktır.

2.

Eğer mukayyed, mutlak ifadeli emirde kastedilmiş olmasaydı, sevap, mükelleften meydana gelen cüz´îlerin farklılığına göre farklı olmazdı. Çünkü onlar emrin mutlaklığı açısından birbirine eşittir­ler. Bu durumda sevabın da eşit olması gerekirdi. Halbuki durum öyle değildir. Aksine sevap, o mutlak enirin altına giren mukayyed cüz´îlerin ölçüsüne göre farklı olmaktadır. Meselâ bir köle âzâd et­mekle emrolunan bir kimse, değeri en düşük bir köleyi âzâd edecek olsa, sevabı o ölçüde olur. Daha değerli bir köleyi âzâd etmesi halin­de de sevabı daha büyük olur. Hz. Peygamber´e en faziletli köle azadının hangisi olduğu sorulduğunda: "Kıymetçe en pa­halı, sahibi yanında da en değerli olanıdır´[33] buyurmuştur. Kur­ban gibi kendisi ile ALLAH´a yaklaşılmak istenilen şeylerin değerli ol­ması, namaz ve diğer ibadetlerin tam yapılması gibi hususlarda aşırı bir ihtimam gösterilmesini emretmiş ve böylece sevabın daha büyük olmasını istemiştir. Mutlak emirler karşısında, o emrin altı­na giren cüz´îler içerisinde en üstün olanına yönelmenin daha fazi­letli ve sevapça diğerlerinden daha üstün olduğu konusunda ihtilaf yoktur. Mutlakın kapsamına giren cüzllerdeki farklılık, dereceler­de farklılığı gerektirdiğine göre, bundan her ne kadar emir mut­lak ifade ile gelmiş olsa da mukayyedlerin Şâri´in maksadı oldu­ğu lâzım gelir.

Cevap: Birinci itiraz noktası hakkında şöyle demek mümkün­dür: Araplara göre, mutlak emrin mânâsı, zihnî olan birşeyle yü­kümlü tutmak değildir. Aksine onun mânâsı, varlık âleminde mev­cut bulunan cüz´îlerinden biri ile, yahut da lafzın manasına muta­bık şekilde varlık âleminde mevcudiyeti sahih olan ve kendisi hak­kında o mutlak lafzın kullanılması doğru olan şeyle yükümlü tut­maktır. Bu durumda o (yani mutlak), Araplara göre belirsiz fnekra) isim olmaktadır. Meselâ onlar "Bir köle âzâd et!" dedikleri zaman, bundan kendisi hakkında "köle" sözcüğünün kullanılması doğru olacak bir fertle âzâd işinin gerçekleştirilmesini istemeyi kasteder­ler. Çünkü onlar "köle" kelimesini cinsin belli olmayan bîr ferdini ifade için koymuşlardır. Arabın mutlaktan anladığı işte budur. Hâsılı, mutlakla emir, varlık âleminde mevcut bulunan cüz´île­rinden biri ile emir olmaktadır ve mükellef bu cüz´îyi tercih etmede serbesttir.

İkinci itiraz noktasına yani Şâri´in dikkate almış olduğu (se­vaptaki) farklılık konusuna gelince, burada söz konusu olan kasdı ilâhî, ya bizzat mutlak emrin kendisinden, ya da haricî başka bir delilden anlaşılmış olur. Birinci ihtimal mümkün değildir. Zira ge­çen deliller buna manidir. Bu yüzden de mutlak emrin gereği olan [130J vücup ya da nedb konusunda bir farklılık meydana gelmemiştir. Farklılık sadece mutlakın mefhûmu muktezâsınm dışında başka bir hususta meydana gelmiştir. Bu doğrudur, ikincisi ise herkesçe kabul görmektedir. Çünkü farklılık, sadece haricî bir delilden anla­şılmaktadır. "Âzâd edilecek köleler içerisinde en faziletlisinin kıy­metçe en üstünü olduğunu" bildiren; bütün istenilen âdâb ve erkâ­nına riayetle kılman namazın bu şekilde olmayan ve bazı hususları eksik olan namazdan daha üstün olduğunu belirten deliller gibi.

Diğer meselelerde de durum aynıdır. Farklılık, işte bu noktadan hareketle Şâri´in maksadı olmuştur. Bu yüzden de o her ne kadar asıl vacip ise de mendûb olmuş; vacip olmamıştır. Çünkü o mut­lak emirden anlaşılanın üzerinde bir mânâ olmaktadır. Şu halde, bazı cüz´îlerin diğerlerinden üstün tutulmasına yönelik kasıt, cüz´îlere yönelik ayrı bir kasdı lâzım kılmaktadır. Bu da mutlak emir cihetinden olmamakta; haricî başka bir delilden olmaktadır. Bundan da sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, mutlak olması açısından mutlaka yönelik kasıt, mukayyet olması açısından mukayyede yö­nelik bir kasdın bulunmasını lâzım kılmaz.

Seçimli vacip (el-vâcibıı´l-muhayyer) ise böyle değildir. Çünkü onun nev´ileri verilen izin ile Şâri´ee maksûd olmaktadır. Mükellef bir köle âzâd ettiği veya bir kurban kestiği ya da bir namaz kıldığı zaman, eğer bunlar mutlakın gereğine de uygun iseler; o kimse bu yaptıkları mutlakın kapsamı altına girdiği için onların ecrini ala­caktır. Ancak ortada istenilenden fazla birşey varsa, bu durumda haricî olan mendupluk hükmü gereğince ayrıca sevap görecektir. O da mutlak olmaktadır. Keffâreti, köle âzâdı ile ifa ettiği zaman âzâd sevabı; doyurmak suretiyle yaptığı zaman doyurma sevabı, giydirerek yaptığı zaman da giydirme sevabı alacak; yaptığı işe gö­re sevaplanacaktır. Yoksa onun için her üç halde de keffâret olarak verdiği şey dikkate alınmaksızın sadece yemin keffâreti sevabı ha­sıl olmayacaktır. Çünkü seçimli vacipte şıklardan birini Sâri´ Teâlâ´nın tayin etmiş olması; O´nun kasdının diğerlerine değil sade­ce ona yönelik olması gibi bir sonucu gerektirir. Mutlaklarda tayin etmemesi ise, sadece ona yönelik özel bir kasdının bulunmamasını gerektirir. Dolayısıyla burada bir başka asıl daha ortaya çıkmış ol­du. O da başlı başına bir mesele olmaktadır ve şudur: [34]

Dördüncü Mesele:


Meselenin özeti şudur: Seçimli emir, emrin altına giren ve ter­cihe bırakılan mutlak cüz´îlere yönelik Şâri´e ait bir kasdın bulun­masını gerekli kılar. [35]

Beşinci Mesele:


Şer´an talep konusu olan şeyler iki türlüdür:

a) İnsan tabiatının vücut bulmasına yardımcı olduğu ve gereği­nin yerini bulması için destek verdiği talep konuları. Öyle ki insan tabiatı bu tür taleplerin gereğinin ortaya konması için bir itici güç mahiyetindedir. Yeme, içme, cinsî ilişkide bulun­ma, pis ve iğrenç olan şeyleri yemekten ve onlara bulaşmak­tan uzak durma[36] gibi. Veya aklı başında kimselerin huy ve ahlâk güzelliği konusunda carî olan âdetleri bu tür taleple­rin gereğine uygunluk arzeder ve buna karşı koyan cibillî bir duygu da bulunmaz: Avret yerlerinin örtülmesi, kadınların ve haremin korunması[37] vb. gibi. "Buna karşı koyan cibillî bir duygu da bulunmaz" kaydı zina ve benzeri[38] insan tabia­tının emrin gereğine muvafakattan yüzçevirme durumuna girdiği şeyleri hüküm dışı bırakmak içindir.

b) Desteğini cibillî duygulardan ve güzel ahlâk anlayışından al­mayan talep konuları: Taharet (temizlik), namaz, oruç, hac gibi ibadetler, kendilerinden şer´î adaletin gerçekleştirilmesi amaçlanan şâir muameleler[39] cinayetler, evlilik hükümleri, velayet ve şehâdet bahisleri vb. gibi.

Birinci türden olan talep konuları hakkında, Sâri´ Teâlâ bazen (müeyyide olarak) insanın fıtratında bulunan ve şer´î talep konusu olan şeye destek veren bu duygularla (motif) ve geçerli olan âdetlerle yetinir ve ilgili talep aslında önemli bir talep konusu ol­masına rağmen , böyle olmayan konularla ilgili talebin teyit ve tekidi gibi vurgulanmaz. Dikkat edilecek olursa, bu gibi talep konula­rına muhalefet durumunda belirli cezalar konulmamış, sadece âhirette verilecek cezaların belirtilmesi ile yetinilmiştir. İşte bu noktadan hareketledir ki pek çok âlim bu türden olan talep konula­rı hakkında sünnet, ya da mendûb veya kısmen mubah gibi hü­kümler vermişlerdir. Halbuki bu gibi konularla ilgili emir ya da yasağa açıktan muhalefet edilecek olsa o hüküm muktezîye (sün­net, mendûb ya da mubah hükmü) uygun bir şekilde vaki olma­maktadır. Meselâ kendi kendisim öldüren (intihar eden) bir kimse­nin "kendi kendisini öldürdüğü âletle cehennemde azap göreceği" belirtilmiştir. İmam Mâlik´in mezhebine göre, unutarak necaset içe­risinde namaz kılan bir kimsenin namazını iade etmesinin ancak istihsân yolu ile gerekeceği; bu şekilde bile bile kılmış ise o takdirde mutlaka o namazı iade etmesinin gerektiği, çünkü kesin emre mu­halefet etmiş olduğu belirtilmiştir. Oysa ki İmam necasetin izalesi hakkında, insan fıtratında mevcut bulunan duygulara ve güzel ah­lak anlayışına itimatla "sünnet" tabirini kullanmıştır. Buna rağ­men eğer kasıtlı olarak muhalefet yoluna gitmişse o zaman kesin talep şeklindeki esasa tekrar dönmüş ve o namazı kesinlikle iade etmesi gerektiğini söylemiştir.

Bundan daha açığı (Sâri1), yeme, içme, soğuk ve sıcaktan koru­ması için giyinme, neslin bekasını sağlayan nikâh gibi cibillî duygu­lardan desteğini bulan şeylerin talebi hakkında kesin bir nass ge­tirme yoluna gitmemiştir. Bunlar sadece mubah ve mendûb olan şeylerin zikri sırasında ele alınmıştır. Ancak mükellef, insan tabia­tının istediği bu gibi şeylere muhalefet etme gibi bir tutum içerisine girerse o zaman bunları alması emredilir ve (murdar hayvan eti ye­mek gibi) haram olan şeyler de helâl kılınır.

İkinci türden olup desteğini cibillî motiflerden ve güzel ahlâk anlayışından almayan talep konularına gelince, Sâri, Teâlâ bu tür içerisinde teyid ve tekid edilmesi gereken hususların tekidi, hafifle­tilmesi gerekenlerin de hafifletilmesi şeklinde onları muhtevalarına göre değerlendirmiştir. Zira bu tür talep konuları hakkında insan fıtratında yer alan ve onlara destek veren bir müeyyide yoktur; ak­sine çoğu kez insan fıtratında mevcut bulunan duygular bu tür ta­lep konularının önüne geçmekte ve onlara mani olmaya çalışmakta­dır. Meselâ ibâdetler gibi; çünkü bunlar sadece birer yükümlülük olmakta (bir çıkar içermemektedir).

Bu anlattığımız durum emir taleplerinde böyle olduğu gibi ya-sak taleplerinde de aynıdır. Çünkü yasak konusu olan şeyler de iki kısımdır:

a) Birincisi pis ve iğrenç olan şeylerin haram kılınması, edep yerlerinin açılması, zehir içilmesi, insanın helakini gerektirecek hal ve durumlara girilmesinin yasaklanması vb. gibi şeylerdir. Bunlar içerisine peşin bir zevk ya da cibillî bir saik olmaksızın haram kı­lınmış şeylerin içerisine dalınmasını da katabiliriz: Yalancı hüküm­dar, zinakâr ihtiyar ve böbürlü asalağın durumu gibi. Çünkü bu gi­bi şeyler insan cibilliyetine ters düşen ve güzel ahlâk anlayışı ile bağdaşmayan şeylere yakın olmaktadır. Dolayısıyla şehvet bunlara karşı davetiye çıkarmaz, sağduyu sahibi bir kimse bunlara meylet­mez. Bu kabilden olan yasaklar, genelde konulan belli bir had (sınır[40]) ile tekid edilmemiş, onlar hakkında belirli bir ceza[41] da ko­nulmamıştır. Aksine bu tür yasaklar, insan cibilliyetinin gerçekleş­mesine yardımcı olduğu talep konusu şeylerin emredilmesi gibi (te­kid ve teyidden uzak bir şekilde) gelmiştir. Şu kadar var ki, bu tür yasakları, insan tabiatının ve âdetin gereklerine muhalefetle şerîa-tın koymuş olduğu yasak sınırlarını çiğneme durumuna girmesi ha­linde kişi, günahları aşikâre işleyen ve onlarda ısrarcı ve inatçı bir tavır sergileyen kişinin durumuna benzer bir hal gösterir hatta du­rumu bizzat Öyle kabul edilir; bu yüzden de onun hakkında verile­cek hüküm daha da ağır olur. Çünkü böyle bir kimsenin o yasağı iş­lemesinde nefsânî arzularını tatmine yönelik peşin bir haz yoktur ve o haliyle böyle bir kimsenin aklı başında bir insan sayılması mümkün değildir; bu tavrıyla o olsa olsa hayvanlar mertebesine düşmüştür, İşte bunun içindir ki, ihtiyar zinâkâr ve diğer iki benze­ri hakkında gelen azap haberi (vaîd) belli bir dozun üzerinde gelmistir. Kendisini Öldüren kimse hakkında gelen azap haberleri de öyledir.

Emrin gereğini unutarak, günahın sonucunun nereye varacağı­nı ve emre muhalefet yüzünden işlediği cinayetin Ölçüsünden gaf­letle kendisini iten bir şehvet ve galebe çalan cibillî istekler sebe­biyle isyan eden kimsenin durumu ise böyle değildir. O yüzden Al­lah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "ALLAH kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. ALLAH işte onların tevbesini kabul eder.[42] Kendisini isyana iten bir sebep, bir saik bulunmayan kimse ise bile bile ve açıktan isyan eden kimse hükmündedir ve bu haliyle o, emir ve nehyin hürmeti­ni çiğnemiş, kendisine yönelen ilâhî hitap ile alay etmiş olur. Bu­nun sonucunda da o kimsenin durumu daha şiddetli bir tepki gö­rür.

Buna karşılık muhalefetin sâikinin kişinin cibillî arzularının olduğu her yerde genelde[43] hadler ve ilgili cezalar tertip edilmiştir ve böylece insan cibilliyetinin istekleri ile çatışan emir ya da yasak konularında itaatin gerçekleştirilmesi ve saygısızlığın önünün alın­ması konusunda aşırı bir tedbir alınmıştır. İnsan tabiatının isteme­diği, arzu duymadığı ya da bizzat insan tabiatının engellediği emir ve yasak konularında ise aksine belirli bir had (ceza) konulmamış­tır.

Fasıl:

Bu esasla ilgili istikra sonucunda elde edilen bazı sonuçlar var­dır ki esasa dikkat bu sonuçlar sebebiyle çekilmiştir. Böylece şer´î mesâil üzerinde araştırma yapan ve düşünen insanların onları da göz önünde bulundurmaları amaçlanmıştır. Çünkü bazen emir ve nehiy, zarurî bir konuda olmakla birlikte gelişinden anlaşılacağı üzere mendupluk veya mübahlık ya da tenzîhîlik üzere olabilir. Bu durumda, bu tür emir ya da nehyin konusunun zarûriyyâttan olup olmadığı konusunda kuşku uyanabilir. Yeme, içme, giyinme ve cinsî ilişki konuları ile ilgili verilen misallerde olduğu gibi. Zararlı, tehlikeli vb. şeylerden korunma yolları ile ilgili durumlar da aynı şekildedir. Kişi bu konularda gelen emir ya da nehyin vücup ya da tahrîm ifade etmemesine aldanaralc onların zarûriyyâttan olmadığı sonucuna varabilir. Halbuki, şer´î istikra neticesinde onların da ay­nı şekilde zarûriyyâttan olduğu görülmektedir. Bazen de durum bu­nun tersine bulunabilir.[44]İşte bu sebepledir ki, bu esas üzerine dik­kat çekilmiş ve müctehidin değerlendirme sırasında bu konuyu göz önünde bulundurması amaçlanmıştır. Ancak geçen mesele, kendisi­ne başvurulan esaslı bir hüküm ve ihlâle uğrramayan bir kaide ol­maktadır. Bütün bunlardan sonra herkes kendi görüşü ile başba-şadır. Kendisinden yardım istenilecek ancak ALLAH´tır. Bu konuya dair Makâsid bölümünde[45]kısmen dikkat çekilmişti. Orada belirti­lenler de, buradaki kayıtla mukayyed olmaktadır. Allahu a´lem! [46]

Altıncı Mesele:


Bir sınır ve miktar belirlemeksizin mutlak surette gelen emir ya da nehiy konusu olan her haslette, ilgili emir ya da nehiy o has­letin altına giren bütün cüz´îlere nisbetle hep aynı yeknesaklıkta değildir: Meselâ: Adalet, ihsan (iyilikte bulunma), ahde vefa, affın güzel ahlâktan oluşu, câhillerden yüz çevirme, sabır, şükür, yakın­lara, yoksullara ve fakirlere yardımcı olma, harcama ve biriktirme konularında orta yolu muhafaza etme (iktisatlı davranma), müca­delede hasmı en iyi yolla savma, korku, recâ, dünyadan sıyrılma ve ALLAH´a yönelme, ölçü ve tartının hakkını verme, doğru yola uyma, ALLAH´ı zikretme, sâlih (yararlı/ihlâslı) ameller işleme, istikâmet sa­hibi olma, ALLAH için icabette bulunma, haşyet, görmemezlikten gel­me ve bağışlama, mü´minleri kollama ve onlara karşı merhamet ka­natlarım indirme, ALLAH yoluna davette bulunma, mü´minler için dua etme, ihlâslı olma, işleri ALLAH´a havale etme, boş şeylerden uzak durma, emaneti koruma, geceleri ibadetle geçirme, dua ve ni­yazda bulunma, tevekkül etme, dünyada zâhidâne bir hayat sürme, âhiret için çalışma, ALLAH´a dönme, iyiliği emir, kötülüğü yasakla­ma, takva sahibi olma, alçak gönüllü olma, ALLAH´a muhtaç olma, nefsi her türlü kötülüklerden arındırma, hak ile hükmetme, en güzele tâbi olma, tevbe, Hakk´ın karşısında irkilme, şahitliği yerine getirme, şeytanın iğvâsı ve dürtüklemesi sırasında eûzü çekip Al­lah´a sığınma, kendini ALLAH´a verme, câhil kimselerle sohbetten ka­çınma, ALLAH´ı ululama, düşünme ve ALLAH´ı anma, tahdis-i nimette bulunma, Kur´ân okuma, Hak ve hakikat yolunda dayanışma içeri­sinde olma, korku ve ümit arasında olma gibi. Aynı şekilde doğru olma, murakabe, iyi söz söyleme, hayırda yarışma, öfkeyi yutma, akrabalık haklarını gözetme, anlaşmazlık halinde meseleyi ALLAH ve Rasûlüne götürme, ALLAH Teâlâ´mn emrine teslim olma, işlerde sebatkâr olma, susma, ALLAH´a yapışma, ara bulma, huşu, ALLAH için sevme, kâfirlere karşı sert, mü´minlere karşı ise merhametli olma, sadaka verme de böyledir.

Büt\in bu saydıklarımız[47] emredilenlerle ilgili örneklerdir.

Yasaklananlara gelince bunlar: Zulüm, fuhuş (her türlü çirkin­likler), yetim malı yeme, saptırıcı kimselerin yollarına tâbi olma, is­raf, pintilik, günah işleme, gaflet, büyüklenme, âhirete aldırmayıp dünya ile avunma, ALLAH´ın gazabından emin olma, arzu ve hevesle­rin peşine düşerek hiziplere ayrılma, bağy, ALLAH´ın lutfundan ümit kesme, küfrân-ı nimette bulunma, dünya ile sevinme, dünya ile öğünme, ona karşı tutku besleme, ölçü ve tartıda hile yapma, yer­yüzünde bozgunculuk çıkarma, körükörüne ataların yoluna uyma, taşkınlık, zâlimlere destek verme, ALLAH´ı anmama, ahdi bozma, her türlü kötülükleri işleme, anne ve babaya isyan etme, savurganlık, asılsız kuruntuların peşine düşme, böbürlenerek yeryüzünde yürü­me, arzu ve hevesleri peşinde giden insanlara tâbi olma, ALLAH´a kullukta ortak koşma, şehevî arzulara uyma, ALLAH yolundan çevir­me, cürüm işleme, kalplerin ALLAH´ı unutarak eğlenceye dalması, te­cavüzde bulunma, yalancı şahitlikte bulunma, yalan söyleme, dinde aşırılığa kaçma, ALLAH´tan ümit kesme, kibirlenme, dünya ile mağ­rur olma, hevâya uyma, tekellüfe girme, ALLAH´ın âyetleri ile istih­zada bulunma, aceleci davranma[48], nefsi temize çıkarma, söz taşı­ma, cimrilik (şuhh), feveran etme, çaresizlik ve şaşkınlık göster­me[49], başa kakma, bahillik, kaş göz hareketleri ile alayda bulunma, namazdan gaflette bulunma, riya, kazma kürek gibi iğreti alınacak şeyleri esirgeme, dîni istismar ve az bir paha karşılığında ALLAH´ın âyetlerini satma, hakkı bâtıl ile karıştırma, ilmi saklama, kalp katılığı, şeytanın yoluna uyma, kendi kendini tehlikeye atma, verilen sadakadan sonra başa kakma ve eza verme, müteşâbih âyetlere uy­ma, kâfirleri dost edinme, yapmadığı şeye karşı Övülmesini isteme, hased etme, ALLAH´ın hükmüne boyun eğmeme, Tâgût´un hükmüne razı olma, düşmanlara karşı zafiyet gösterme, hıyanette bulunma, suçsuz kimselere iftirada (bühtan) bulunma, ALLAH ve Rasûlüne muhalefet etme, mü´minlerden başkalarının yoluna uyma, doğru yoldan sapma, aşikâre kötü söz söyleme, günah ve taşkınlıkta da­yanışma, ALLAH´ın indirdikleri ile hükmetmeme, hükümlerin iptali için rüşvet alma, kötülüğü emirde bulunma, iyiliği yasaklama, Al­lah´ı unutma, nifak (münafıklık etme), ALLAH´a kullukta yan çizme ve dinin sadece bir kısmını benimseme, suizan, tecessüs, gıybet, ya­lan yemin... vb. gibi.

Bu örneklerde sayılan ve mutlak surette gelen, herhangi bir kayıt içermeyen, belirli bir sınır getirilmeyen emir ve yasaklar Kur´ân´da iki türden olmaktadır:

a) Herşey hakkında, her hal üzere[50] genel olarak ve mutlak surette gelmiş olabilir. Bu durumda emir ve yasaklar, her makamın durumuna göre ve her yerde mevcut bulunan hal karinelerinin şehâdeti üzere hüküm alırlar; ne hep aynı yeknesaklıkta ne de hep aynı hükümde olmazlar. Sonra bu konu bizzat mükellefin kendi değerlendirmesine bırakılır; o meseleyi kendi bakış açısı ile ele alır ve değerlendirmesini yapar ve bunun sonucunda her bir tasarrufla ilgili olmak üzere şer´î deliller ile âdet edinilmiş güzellikler arasında en layık ve uygun olanını bulur: Adalet, ihsanda bulunma, ah­de vefa, malın ihtiyaçtan fazlasını infakta bulunma vb. ko­nularda olduğu gibi. Meselâ hadiste: "ALLAH her şeyde ihsanı yazmıştır [yani herşeyin güzel yapılmasını istemekte­dir.Dolayısıyla öldürdüğünüz zaman, öldürme işini de gü­zel yapın. Boğazlayacağınız zaman, güzel boğazlayın. Siz­den biriniz (hayvanı keseceği zaman) bıçağını keskinleştir-sin ve hayvanı rahatlatsın (ona eza vermesin)[51] buyurulur. Bu esastan hareketle "Şüphesiz ki ALLAH, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder,[52] âyetinde sözü edi­len ihsan, herşey hakkında kesin tarzda yapılmış bir emir ile emredilmiş değildir; keza aynı tarzda kesinlikle emredil­memiş de değildir. Aksine ihsanın hükmü, hükme esas olan şeye (menât) göre değişir. Dikkat edilecek olursa ibadetle­rin rükünlerini yerine getirmek suretiyle iyi ve güzel yapıl­ması vacip olmakta, âdabına uygun olarak güzel kılınması ise mendûb olmaktadır. Hadiste işaret buyrulduğu üzere öl­dürmenin ve boğazlamanın da güzel yapılması vacip değil sadece mendup olmaktadır. Boğazlama işinin güzel yapıl­ması bazen olur eğer şart ve rükünleri tamamlamaya yö­nelik ise vacip hükmünü alır. Aynı şekilde tek bir papuç ile yürümeme konusunda gerçekleştirilecek adalet ile, kan ve mal konusunda verilecek hükümlerde gerçekleştirilecek adalet aynı olmayacaktır. Şu halde "Şüphesiz ki ALLAH, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[53] âyeti hakkında (mutlak olarak) bu emir vücûb içindir yahut mendupluk içindir demek doğru değildir. Aksine durum taf­silata tâbi tutulmalıdır ve bu konuda yapılacak değerlendir­me bazen müctehide bazen de her ne kadar mukallid olsa da bizzat mükellefin kendisine dönük damalıdır. Bunlar mânânın açıklık ya da kapalılığına göre değerlendirmeyi ya­pacak ve bir sonuca ulaşacaklardır.

b) Emir ya da yasaklar (tekidin) en üst mertebesinde gelebilir.[54]Bu yüzdendir ki, çoğu kez yasaklarla birlikte azap tehdidinin de birlikte zikredilmiş olduğu görülür. Keza bu tür emirlerle istenilen şeylerin, ALLAH Teâlâ´nın övgü ile bahsettiği mü´minlerin özelliklerinden; yasak edilen şeyle­rin de kâfirlere ait yerilen niteliklerden olduğu görülür. Bu konuda istikra yapanlar için vahyin nüzul sebepleri de yar­dımcı olur. Kur´ân, hal ve vaktin gerektirdiği şekilde Önemi­ni vurgulayarak gayeleri (iki ucu) belirler, bu iki uç arasın­da dönen[55] (orta yola) işarette bulunur. Bunun sonucunda akıl iki uç arasında olana şer*î delilin delalet ettiği şekilde bakar ve bu iki taraftan birine olan yakınlık ya da uzaklığa göre mertebeler arasını ayırır. Böylece yerilmiş uca yakın olduğu için hep korku makamında veya övülmüş uca yakın­lığından dolayı hep ümit makamında oturmuş olmaz; ikisi arasında bulunur. İşte hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan ALLAH Teâlâ´nın terbiyesi böyledir.

Hz. Ebû Bekir´in ölümü sırasında Hz. Ömer´e yapmış olduğu vasiy-yette yer alan bu mânâda şu sözü rivayet edilmiştir: "Görmez mi­sin, genişlik ayeti şiddet âyeti ile, şiddet âyeti de genişlik âyeti ile birlikte inmiştir. Böylece mü´minin korku ile ümit arasında olması amaçlanmıştır. Bunun sonucunda mü´min ALLAH hakkında temenni­lere kapılıp hakkı olmayan şeyi istemeye kalkışmayacak; öbür ta­raftan da korkuya kapılıp kendi kendini helake atmayacaktır. Gör­mez misin ey Ömer, ALLAH Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine ge­ri çevirmiştir. Onları hatırladığım zaman ´Kendimin onlardan ol­masından korkuyorum´ derim. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülüklerini ALLAH görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Ben onları hatırladığım zaman kendi kendime: ´Ben günahkârım; benim amelim nerede, onların amelleri nerede !´ derim."

Nakledilen böyledir ve bu, az önce ifade edilenin mânâsı ol­maktadır.[56]Eğer bu rivayet sahihse elhak doğrudur. Yok rivayet sahih değilse, ifade edilen bu mânâ yerindedir ve yapılan istikra onun doğruluğuna şehadet etmektedir.

Şöyle de rivayet edilmiştir: "Görmez misin ey Ömer, ALLAH Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, on­lara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiştir. Şimdi biri kalkar ve: ´Ben onlardan hayırlıyım´ der ve ümitvar olur. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülük­lerini ALLAH görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Şimdi biri kalkar ve: ´Ben onların derecelerine nerede ulaşacağım ´ der ve çalı­şır (ve onlardan olamamaktan korkar)."

Mânâ bu rivayete göre de sahihtir ve zikredilen şekilde anlaşı­lır. İki uç zikredilmiş olunca korku ve ümit bizzat nassla belirlen­miş olan bu iki uç arasında, lafzen hükmü sükût geçilmiş bulunan bir mahalde döner ve onun hükmüne aklî değerlendirme ışığı al­tında dikkat çekilmiş olur. Böylece herkes kendi içtihadına ve de­ğerlendirmedeki başarısına göre bir sonuca ulaşır; iki uçtan birine olan yakınlığa, diğerine olan uzaklığa göre değerlendirmeyi yapmış olur.

Sonra Kur´ân, sözün akışı gereği iki gâib ucu getirmesi hasebiyle, bunları aza da çoğa da ıtlakı mümkün olacak şekilde mutlak ifa­deler içerisinde getirmiştir. Sözün akışı, bu kullanış şeklinde mu­radın öğulen ya da yerilen uçların en son noktası olduğuna delalet ettiği gibi aynı şekilde lafız, onun muktezâsından aza da çoğa da [142] delalet edebilir. Bu durumda mü´min, övgüye değer özelliklerini tartar ve bunun sonucunda korku ve ümit içerisinde olur. Keza kö­tü özelliklerini tartar ve aynı şekilde korkar ve ümitvar olur. Bir misalle açıklamak gerekirse: Meselâ "Şüphesiz ki ALLAH, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[57]buyruğuna baktığı zaman kendisini adalet terazisinde tartar. Bunu yaparken de ada­letin en son noktasının, nimetlerin sahibini tanımak ve onların O´ndan geldiğini itiraf etmek, sonra da onlardan dolayı O´na şük­retmek olduğunu bilir. Bu ise imana girmek ve O´nun şeriatı doğ­rultusunda amel etmek, küfürden çıkmak ve küfrün gereklerinden uzaklaşmakla olur. Eğer muhasebe sonunda kişi kendisini bu özelliklerle nitelenmiş görürse, kendisinin de adalet sahibi kimse­lerden olmasını umar ve bu alanda en son gayeye ulaşmış olma­maktan korkar. Çünkü kul ne kadar çalışırsa çalışsın bütün bun­larda Rabb´in hukukunu tam teslimle O´na karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiremez. Meseleye cüz´î plânda yaklaştığı zaman da durum aynı olur. Çünkü adalet küllî plânda istenildiği gibi, cüz´î plânda da istenilir. Meselâ eğer hâkim ise insanlar arasında adalet­le hükmetmek gibi, aile efradı arasında adaleti gerçekleştirmek gi­bi, hatta ayakkabı vb. giyiminde sağdan başlamak suretiyle adaleti gerçekleştirmek gibi... Öbür taraftan bu bunların zıddı hakkında da geçerlidir ve adaletin zıddı zulüm olmaktadır. Bunun da en üst düzeyde olanı ALLAH´a şirk koşmaktır: "Şüphesiz şirk büyük bir zu­lümdür.[58] Sonra cüz´î olarak ele alındığında pek çok durum vardır ve en alt mertebede olanı da meselâ soldan başlamaktır. Diğer nite­likler ve onların zıddı ile ilgili durum da aynen böyledir. Bu durum­da mü´min sürekli bu özelliklerle ilgili olmak üzere düşünce, değerlendirme ve ictihad halinde olacak ve onun bu durumu ALLAH Teâlâ ile karşılaşıncaya kadar devam edecektir.

İşte bundan dolayıdır ki, mutlak ifadeli emir ve nehiyler hep aynı yeknesaklıkta, hep aynı düzeyde değildir; aksine emredilmiş olan şeylerden bir kısmı vacip, bir kısmı ise nafile (mendup); yasak­lanan şeylerden bir kısmı haram, diğer bir kısmı ise mekruh bulun­maktadır. Ancak bunlar mükelleflerin görüş ve değerlendirmesine bırakılmış ve böylece onların bu gibi konularda ictihadda bulunma­ları ve kulluğu bu suretle icra etmeleri istenmiştir.

Selef-i sâlih, herhangi bir konuda kesinkes haram demekten sakınırlar ve açıkça: "Bu haramdır, Bu helâldir" demekten sıkıntı duyarlardı. Aksine onlar birşey hakkında kendilerine soru yöneltil­diğinde: "Ben bunu sevmiyorum"; "Kerih görüyorum"; "Ben bunu yapmam" vb. gibi ifadeleri kullanmayı yeğliyorlardı. Çünkü bu şey­ler medlulleri hakkında mutlak olan, şeriat tarafından belirlenmiş ve öte aşma imkanı bulunmayan sınırları olmayan mutlak şeylerdi. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: "Diliniz yalana alışmış olduğu için, ´Şu haramdır, bu helâldir´ demeyin, zira ALLAH´a karşı yalan uydur­muş olursunuz"[59]Bu konuda kesin bulunan istikradan başka, bu esası desteklemek üzere şu âyet de gelmiş bulunmaktadır: aIşte gü­ven, onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır"[60] Bu âyet indiği zaman sahabe: "Bizden hangimiz zulüm etmez ki !" de­diler ve bunun üzerine: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür"[61] âyeti indi.

Rivayete göre bu âyet inince durum Hz.Peygamber´int ashabına çok ağır geldi ve: "Hangimiz imanına zulüm karıştırma-mıştır ki !" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Öyle değil. Lokman´ın oğluna olan "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür[62]sözünü işitmediniz[63] mi " buyurur.[64]

Sahih hadiste şöyle buyurulur: "Münafıkın alâmeti üçtür: Ko­nuştuğu zaman yalan söyler, uadettiği zaman vadinde durmaz,kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder[65] Bu hadis İbn Abbâs ve İbn Ömer´i çok düşündürdü ve durumu Hz. Peygamber´e açtılar. Hz. Peygamber güldü ve: «Bunlarla si­zin ilginiz ne Ben bu üç hasleti sadece münafıklara has söyledim. ´Konuştuğu zaman yalan söyler´ sözüm, ALLAH Teâlâ´nın bana indir­miş olduğu "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince ´Senin şüp­hesiz ALLAH´ın Peygamberi olduğuna şehadet ederiz´ derler.[66] âyeti hakkındadır. Peki siz öyle misiniz " buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksı­nız, ´vadettiği zaman vadinde durmaz´ sözüme gelince, bu da ALLAH Teâlâ´nın bana indirmiş olduğu "Aralarında ´ALLAH bize bol nime­tinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız[67] şeklinde devam eden üç âyet hakkındadır. Peki siz öyle misiniz " buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız. "Kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder" sözüme gelince, bu da ALLAH Teâlâ´nın bana indirmiş olduğu "Doğrusu Biz emaneti göklere, yere, dağlara sun-muşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan kor­kup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yük­lenmiştir"[68] Her insanın kendi din ve diyaneti kendisine emanet edilmiştir: Mü´min gizli de olsa aşikâre de olsa cünüplükten yıkanır, gizli ve aşikâre oruç tutar, namaz kılar. Münafık ise öyle yap­maz. Peki siz böyle misiniz " buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Pey­gamber "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız" buyurdu.[69]

Şerîat üzerinde düşünen kimseler, bu esasa itimat konusunda kalbe itminan verecek bu kabilden pek çok şey bulur. Tevfîk ancak ALLAH´tandır. [70]

Yedinci Mesele:

Emir ve nehiyler iki kısımdır:

a) Sarih olanlar.

b) Sarih olmayanlar.

a) Sarih olan emir ve nehiyler: Bunlar iki açıdan ele alınırlar:

1.

Mücerred emir ve nehiy olmaları açısından ele alınırlar ve maslahata yönelik bir illeti bulunup bulunmadığına bakılmazlar. Bu ta´lîle gitmeksizin mücerred emir ya da nehiy kipinin mahza taabbudîlik mecrasına gireceğini ifade edenlerin bakış açısı olmak­tadır. Bu görüşte olanlara göre, şu ya da bu emir arasında keza şu ya da bu nehiy arasında herhangi bir fark yoktur. Meselâ: "Nama­zı ikâme ediniz" emri ile "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstleni"[71] emri; "ALLAH´ın zikrine koşun..." emri ile "Alış verişi bı­rakın"[72] emri; "Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın"[73] emri ile meselâ "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu tutma-yın[74]emri vb. gibi aralarında fark olduğu anlaşılan[75] emirlerde olduğu gibi.

Bunlar Sahîh´te zikredilen şu olay türünden olmaktadır: Hz. Peygamber Übeyy b. Ka´b´m yanma çıktı. O namaz kılı­yordu. Hz. Peygamber : "Ey Übeyy!" diye çağırdı. Übeyy, ona döndü fakat cevap vermedi. Namazı kısaca kıldı, sonra namazdan çıktı. Hz. Peygamber kendisine: "Ey Übeyy I Seni ça­ğırdığımda bana cevap vermekten seni alıkoyan şey ne idi " diye sordu. O: "Yâ Rasûlallah! Namaz kılıyordum" dedi. Hz. Peygamber [ allSâmlu] : "Bana vahyedilenler arasında ´ALLAH ve Peygamber, sizi, hayat verecek birşeye çağırdığı zaman icabet edin´ [76]buyruğunun olduğunu bilmiyor musun " buyurdu. O, "Evet, ya Rasûlallah! İn­şALLAH bir daha yapmam"[77] diye cevap verdi.

Bu hadis Buhârî´de Ebû Saîd b. el-Muallâ´dan rivayet edilmek­tedir ve bu zat olayın kahramanı olmaktadır. Bu hadis Hz. Pey­gamber tarafından her ne kadar mani durumlar olsa bile mücerred emrin kendisine bakılması gereğine işaret edildiği­ni[78] göstermektedir. Ebû Davud´un Sünen´inde şöyle rivayet edilir: İbn Mesûd cuma günü mescide geldi. Hz. Peygamber hut­be irad ediyordu. O (henüz dışarda) Hz. Peygamber´i "Oturun!" derken işitti. Hemen (bulunduğu yere) mescidin kapısı ya­nına oturdu. Hz. Peygamber onu gördü ve ona "Abdullah, buraya gel!" diye çağırdı.[79]

Abdullah b. Revâha, Hz. Peygamber´i , kendisi yolda iken "Oturun!" derken işitti. Hemen yola oturdu. Hz. Peygamber onun yanından geçerken: "Ne bu halin "diye sordu. O da: "Sizi ´Oturun!´ derken işittim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: "ALLAH Teâlâ taatini artırsın" buyurdu.

Buhârî´de[80] rivayet edildiğine göre Ahzâb (Hendek) gününde Hz. Peygamber: "Hiçbir kimse Kureyzaoğulları yurduna varmadan ikindiyi kılmasın" buyurdu. Yolda iken ikindi vakti ol­du. İçlerinden bir kısmı: "Oraya varmadıkça kılmayız" dediler. Ba­zıları da: "Bilakis kılarız. Hz. Peygamber [ al^İsiâmtu] bizden bunu is­temedi" dediler. Daha sonra durum Hz. Peygamber´e söylendi. Fakat o, bu iki gruptan hiçbirini azarlamadı.[81]

Pek çok âlim, mücerred "Alış verişi bırakın"[82]emrinden dolayı cuma ezanından sonra yapılmış olan alış veriş akdini feshetmişler­dir.

Bu yaklaşım dikkate alınacak bir bakış açısıdır ve her ne kadar diğer bakış açısı daha ağır basıyor durumda ise de, onu kabullen­mek ve genel olarak benimsemek mümkündür. Bu bakış açısının inceleme ve değerlendirme konusunda geniş bir alanı vardır. Bu meyanda söylenecek sözlerden biri de şudur:

Emir ve nehiylerde maslahatlar itibara alınır mı alın­maz mı Eğer biz maslahatları dikkate almaz isek, bu durumda gösterilen tavır mücerred emir ve nehiy sığaları ile hareket edilmiş olunacağından daha uygun olacaktır. Eğer biz maslahatları dikkate alacak olursak, emir ve nehiyler itibara alınmaksızın onların aklen kavram labilen (hikmetlerinden) bizim için ortaya çıkacak ve kıstas olabilecek bir durum husule gelmeyecektir[83] Çünkü maslahatlar, her ne kadar biz onları genel anlamda bilebilsek de, tafsilatı ile bili­nemez.[84] Meselâ biz zina haddinin muhsan (evli) kimse için recm (taşlanarak öldürme) yoluyla olması hükmünden zinanın önünü al­manın amaçlandığını bilebiliriz. Fakat bu zina edenin boynunun vurulması, ölünceye kadar dövülmesi, ya da belli bir sayıda sopa vurulması, hapsedilmesi, oruç tutması, ya da keffâretlerde olduğu gibi mal vermesi gibi yollarla yapılmamakta, sadece recm yoluyla olması istenmektedir. Muhsan olmayan kimse için ise, bunun yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası ile gerçekleştirilmek istendiğini, yine zinanın önüne geçmeyi aklen mümkün kılabilecek meselâ recm ya da öldürme yoluyla veya sopa sayısının yüzün üzerinde ya da altın­da tutulması gibi yollarla yapılmadığım görmekteyiz. Bütün bun­larda ceza olarak özellikle belirtilmiş olan şekil ve miktarların içer­miş oldukları maslahatı kavrayamayız. (Yani niye yüz sopa da meselâ doksan dokuz ya da yüz bir değil Bu iki sayı da pekâlâ cay­dırma ve önleme görevini yerine getirebilirdi.) Şimdi biz özellikle belirlenmiş bu cezaların içermiş olduğu maslahatı kavrayamadığı­mıza göre ki akıl için bunları kavramak mümkün değildir bu durum belirlenmiş olan bu şeylerde bizim bilemediğimiz başka bir maslahatın bulunduğunu gösterir. Hikmeti aklen kavranabilen di­ğer konularda da hüküm aynı şekilde geçerlidir. Taabbudî konulara gelince durum daha da açıktır ve orada maslahatların bilinmesi­ne asla imkân yoktur. Şu halde bizim için mücerred emir ve yasak­ları dikkate almaktan başka çare yoktur.

Çoğu zaman ilk bakışta bizim için emir ya da nehyin şöyle bir masalahat içerdiği zahir olur, halbuki aslında durum tersi olabilir ve bunu onunla tearuz halinde olan başka bir nass belirler. Bu du­rumda mutlaka ilk bakışta bize gözüken hikmete değil de o nassa başvurmamız gerekecektir.[85]

Sonra Makâsıd bölümünde de geçtiği üzere, her emir ve nehyin mutlaka taabbudî bir yönü vardır. Bu sabit olduğuna göre bu taabbudî yönün ihmal edilmesine imkân yoktur. Mücerred emir ve nehiy sığalarını dikkate almama sonucunu doğuracak herhangi bir mânâyı esas almak mümkün değildir. Şu halde emir ve nehiyden anlaşılan mânâ (yani akılla bulunabilen hikmet) esas alındığında eğer bu, o emir ve nehyin ihmali sonucunu doğuracaksa böyle bir şey mümkün değildir. Aksi takdirde esas alınacak husus, hikmet değil emir ve nehyin kendisi olacaktır. Sonuç olarak maslahatların dikkate alınması konusunda söz dönüp dolaşıp şu sonuca ulaşmış­tır: Emir ve nehiyle birlikte maslahatların dikkate alınmasına imkân yoktur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

İtiraz: Mânâ ve hikmetlere iltifatta bulunmamak, Şâri´e ait bilinen maksatlardan yüz çevirmek olur ve sonuçta aynen şöyle di­yen bir kimsenin durumuna düşülmüş olur: "İnsanın içine işemiş olduğu su ile abdest almak caiz değildir. Eğer bir kaba işemiş ve sonra onu suya dökmüşse onunla abdest almak caiz olur"[86]

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Bu itiraz emir ve nehiy kiplerinin zahirinin ihmal edilmesi ve mânânın (hik­met ve masalahat) dikkate alınması hali içinde geçerlidir. Nitekim Hz. Peygamber´in : "Kırk koyunda bir koyun (zekât) var­dır[87]hadisi hakkında bazıları şöyle demektedir: "Mânâ koyunun kıymetidir. Çünkü zekâttan maksat fakirin ihtiyacının giderilmesi­dir; bu ise kıymet ile hâsıl olmaktadır" Bu tevilin sonucunda mev­cut olan yok; yok olan da mevcut kılınmakta ve bu sonuç da koyu­nun vacip olmadığı neticesini doğurmaktadır. Bu ise nassa muhale­fetin tâ kendisidir. Mânâ ve hikmetlerrin araştırılması neticesinde ortaya çıkan muhalefet şekilleri de bunun benzerleri olmaktadır. Mânâ ve hikmetler kayıtsız olarak muteber olmayıp, ancak nassm sığasından gözetilen maksat olması açısından muteber olduklarına göre, nassların bizzat sığalarına ki bunlar asıl olmaktadır tâbi olmak vacip olacaktır. Çünkü sığaların mânâ ve hikmetlerle olan ilgisi, aslın fer´i ile olan ilgisi gibidir. Aslın ilga edilerek fer´inin esas alınması mümkün olmadığı gibi sîgamn ihmal edilerek mânâ ve hikmetlerin (maslahat) dikkate alınması da sahih olmayacaktır.

Buraya kadar zikrettiklerimiz bu tarzın üstünlüğüne işaret için yeterlidir.

2.

İkinci bakış açısı: İstikra ayrıca emir ve nehiy sîgası ile birlik­te bulunan ve bizzat emredilen şeylerde mevcut olan maslahatlara, nehyedilen şeylerde de mefsedetlere delalet eden hal ve söz karinelerini dikkate alma sonucunda ulaşılan şer´î kasıd açısından değerlendirme.

Şöyle ki: "Namazı ikâme ediniz" âyetinden anlaşılan namazı korumak ve ona devam etmektir. "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstlenin"[88] emrinden anlaşılan da sıkıntı altına sokulma­sı ya da sonunda ibadetten tümden kesilmesi korkusu yüzünden mükellefe karşı şefkat göstermedir; yoksa maksat bizzat ibadetin azaltılması ya da ALLAH´a yönelmenin terkedilmesi değildir. "Al­lah´ın zikrine koşun..." emrinde de durum aynıdır ve bu emirden maksat cuma namazının kılınmasına karşı önem verilmesini ve bu konuda bir gevşeklik gösterilmemesini temindir. Yoksa bu emirden maksat sadece sırf ona koşmak değildir. Arkasından gelen "Alış verişi bırakın"[89]emri de kişiyi cumaya koşmaktan alıkoyucu dav­ranışları yasaklamak suretiyle birinci emri tekit durumundadır; yoksa maksat garar satışı, riba satışı vb. gibi yasak olan akitlerin yasaklandığı gibi mutlak olarak o vakitte alış veriş akdini yasakla­mış olmak değildir. Aynı şekilde "Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın"[90] dendiği zaman bundan anlaşılan Şâri´in husûsiyle o günde oruç tutulmasının terkine yönelik bir kasdımn bulunduğudur. "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu tutma-yınf [91] veya "Dehir (yani sene boyu) orucu tutmayın" [92]dendiği zaman bundan amaç mükellefin sayamayacağı ve devam edemeye­ceği bir yükümlülük altına girmemesi için ona karşı şefkat göster-mektir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber visal orucu tutar­dı, oruçları peşi peşine tuttuğu olurdu. Bazen hiç iftar etmiyor de­necek kadar oruç tutar, bazen de hiç oruç tutmuyor denecek kadar oruç tutmazdı. Kendisi visal orucu tutmuştu, yasağın varlığını bil­melerine rağmen selef-i sâlih de visal orucu tutmuşlardı. Çünkü on­lar nehyin temelinde kullara karşı şefkat ve merhamet yattığını; maksadın oruç tutmamak ya da oruç ibadetini azaltmak olmadığı­nı biliyorlardı. Temelinde bu anlam yatan diğer emir ve nehiylerle ilgili durum da aynen bu şekildedir.

Öbür taraftan emir ve nehyin temelinde ibâha kasdı[93] yattığı da anlaşılmaktadır. Her ne kadar emir ya da nehiy kipi asıl konu-luşları itibarıyla bunu gerektirmiyorsa da karineler bunun böyle olduğunu göstermektedir. Meselâ: "İhramdan çıktığınız zaman av­lanın[94] "Namaz kılındığı zaman yeryüzüne dağdın"[95] emirle­rinde olduğu gibi. Kesinlikle bilinmektedir ki, Şâri´in bu âyetler­den maksadı ihramdan çıkıldığı zaman onların avlanmalarını iste­me ya da namazın bitiminde hemen yeryüzüne dağılmalarını iste­me değildir. Onun bu emirlerden maksadı sadece, bunların yasak­lanmasına sebep olan şeylerin ki birinde ihram hükmünün sona ermesi, diğerinde de namazın sona ermiş olmasıdır sona erdiğini bildirmektir.

Bu bakış açısını da aynı şekilde şer´î istikra desteklemektedir. İlgili bazı örnekler geçmiştir.

Sonra şer´an maslahatların muteber olduğu, emir ve nehiy sığalarının da maslahattan hâli olmadığı delil ile sabittir. Bu du­rumda eğer biz maslahatları mutlak anlamda dikkate almayacak olursak, o zaman muvafakat kasdımıza rağmen Şâri´in kasdina mu­halefet etmiş oluruz. Çünkü bilfarz kabul edilen şey, bu emrin şu maslahat için konulmuş olmasıdır. Bu durumda eğer biz emrin ge­reği ile yükümlülük konusunda o maslahatı göz önünde bulundur­mayacak olursak, emrin hükmü altına girme konusunda Şâri´in dikkate almış olduğu şeyi ihmal etmiş oluruz ve bu durumda o emrin bazı uygulama alanlarında O´na muhalefet durumuna her an düşebiliriz.[96] Şöyle ki: Visal orucu ve her gün peşi peşine oruç tutulması hakkında yasak gelmiştir. Buna rağmen Hz. Peygamber bu orucu yasakladığı zaman ashab vazgeçmeyince onlar­la birlikte oruçlarını birbirine ulamış (ve böylece onları tedip etmek istemiştir).

Eğer biz bu durumda nehiy sığasının zahirine yapışacak olur­sak karşımıza iki mahzur çıkacaktır:

1.

Hz. Peygamber onlara bunu yasakladığı halde, onla­rın yasağa uyarak bu oruçtan vazgeçmiş olmamaları. Eğer yasak­tan maksat zahiri olmuş olsaydı o takdirde ashab, Hz. Peygam-ber´in yasağı karşısında açıktan ona muhalefet etmek su­retiyle inatçı bir tavır almış ve aşikâre isyan ile onu karşılarına al­mış olurlardı. Böyle birşeyi kabulde ise son derece tehlikeli sonuç­lar vardır.

2.

Bizzat Hz. Peygamber onlar yasağa uymayınca onlar­la birlikte yasaklamış olduğu şeye yani oruçlarını birbirine ulama­ya koyuldu. Eğer yasaktan maksat zahiri olsaydı, o zaman Hz. Pey-gamber´in bu tavrı bir çelişki[97] olurdu. Hâşâ peygamber i-çin böyle bir durumun olması söz konusu değildir. Hz. Peygam-ber´in bu yasakta bulunması, sadece onlara karşı gösterdi­ği şefkat ve merhametin bir sonucu idi. Onlar bu kolaylık ve müsa­mahayı kendi nefisleri için göstermeyip, ALLAH´ın rızasını kazanma yolunda güçlüklere katlanma sevabı talebinde bulununca, Hz. Pey­gamber onlara bu yasağı niye koymuş olduğunu bilfiil gös­termek ve böylesi bir ibadetteki meşakkati onlara öğretmek istedi. Böylece onlar Hz. Peygamber´in bu yasağının kendilerine mahza bir rahmet olduğunu, Rablerinin rızasını kazanmak uğrun­da meşakkat ve sıkıntılara katlanma konusunda sabır ve taham­mül gösteremeyen zayıf kimseler için en uygun yolun da bu oldu­ğunu anlamış olacaklardı.

Keza Hz.Peygamber bazı şeyleri yasaklamış, bazı şey­leri de emir buyurmuştu. O, bu emir ve yasaklarda mutlak bir ifa­de kullanmış ve böylece mükellefin gerek kendisi ve gerekse baş­kaları hakkında orta yolu tutmasını istemiş, emir ve nehiy sığa­larının gerektirdiği mutlaklığm gereğini istememiştir. Güzel ahlâk ilkeleri ve diğer iyi şeyler mutlak bir ifade ile emredilmiş; kötü huy­lar ve şâir kötü işler de aynı şekilde mutlak bir ifade ile yasaklan­mıştır. Daha önce de geçtiği gibi, bu gibi yerlerde mükellef kendi içerisinde bulunduğu hal ve durumların gereği doğrultusunda icti-had etmek ve değerlendirmede bulunmak durumunda idi. Eğer emir ve nehiylerin taşımış oldukları mânâ ve hikmetlere bakılmak­sızın sırf lafızlar dikkate alınacak olsaydı böyle birşey mümkün ol­mazdı. Meselâ Hz. Peygamber garar (bilinmezlik) satışım yasaklamış ve onlardan bazılarını da ismen zikretmiştir [98]Mey­venin kendisini kurtarmadan önce satışı, ceninin satışı, çakıl atıla­rak malın belirlenmesi şeklinde yapılan satış[99] vb. gibi. Eğer biz ga­rar yasağı getiren bu nassm zahirine yapışacak olursak, o zaman alış verişi caiz olan pek çok şeyin satımı mümkün olmayacaktır. Meselâ, kabuğu içerisinde ceviz, badem, kestane vb. gibi şeylerin satılması; ucu toprakta gömülü olan direk vb. gibi şeylerin satılma­sı; kavun, karpuz ve salatalık türünden olan tüm mahsûllerin satıl­ması; dahası temelleri toprak altında olan evler, dükkanlar gibi gö­zün göremediği kısımlar içeren her şey, enkazlar ve benzeri, hakla­rında satışlarının caiz olduğunu gösteren nass bulunmayan sayıla­mayacak kadar pek çok şeyin satımı yasak olan garar satışı içerisi­ne girecekti ve satışı mümkün olmayacaktı. Böyle bir sonuç ise asla doğru değildir.[100] Çünkü yasak olan garar, aklı başında kimselerce var da olabilir, yok da olabilir şeklinde anlaşılan bir bilinmezliği içeren durumlara yorulur.[101]Yasağın bu şekilde anlaşılmasını gerektiren şey maslahat mânâsı (yani mesâlih-i mürsele) olmakta­dır[102] ve lafza mücerred olarak bağlanılmamaktadır.

Bir nokta daha var: Emir ve nehiyler lafız bakımından ele alındıkları zaman neye delâlet edecekleri konusunda müsavidirler. Onlar içerisinden vücup için olan emri, mendupluk için olandan; haramlık için olan nehyi, mekruhluk için olandan ayırmak bizzat nasslar yoluyla mümkün olmaz. Bu şekilde bir kısmı bilinebilse bi­le çoğunluk bilinemez. Bunlar arasında meydana gelen fark, bize sadece mânâ ve hikmetlere tâbi olma, maslahatı gözönünde bulun­durma sonucunda ortaya çıkmıştır. Keza bunların hangi mertebede bulundukları (yani zarûriyyâttan mı, hâciyyâttan mı ya da tahsîniyyâttan mı oldukları) ancak maslahatın gözönünde bulundu­rulması ve manevî istikra yoluyla ortaya çıkacaktır. Bu hususları öğrenmek için biz mücerred emir ya da nehiy sığalarına bakma­maktayız. Eğer öyle olmasaydı o zaman şeriatta mevcut bulunan emir sığalarının (meselâ vücûp gibi) hep aynı düzeyde olması gere­kir; çeşitli kısımları bulunmazdı. Nehiy sîgası için de durum aynı olurdu. Hatta diyoruz ki: Mutlak olarak söylenmiş Arap kelâmının gerçek anlamına ulaşılabilmesi için mutlaka sözün gelişinin dikka­te alınması, sığaların delaleti konusunda amaçlanan mânâların göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi takdide söz gülünç ve alay konusu olur. Meselâ onlar şöyle derler: "Falan arslandır" veya "Fa­lan eşektir[103]"Falanın külü çoktur" veya "Köpeği korkaktır[104] "Falanca kadının küpesinin düştüğü yer uzaktır" [105] Bunlar gibi sa­yılamayacak kadar çok (kinaye) sözler vardır ve eğer bunlarda sa­dece lafız dikkate alınacak ve mânâ itibara alınmayacak olsa onla­rın makûl hiçbir anlamı kalmaz. Hal böyle iken ALLAH ve Rasûlü´-nün kelâmı hakkında durum farklı mı olacaktır sanırsın ! İşte bu noktadan hareket edilip lafzın yanında mânâ ve hikmetlerin de gö­zönünde bulundurulması sonucundadır ki, durgun suya doğrudan işemekle, bir kaba işeyip de sonra onu suya dökmek arasında bir ayırımın mümkün olup olmayacağı ortaya çıkacaktır.

İmamu´l-Haremeyn, İbn Süreyc´den nakleder: O, Ebû Bekir b.Dâvûd el-Isbahânî ile nassların zahirine yapışma konusunda münazara yapmıştır. İbn Süreye ona: "Sen nasslann zahirlerine yapı­şıyorsun. Peki, ALLAH Teâlâ "Kim zerre kadar hayır işlerse onu gö­rür"[106]buyuruyor. Şimdi iki zerre kadar hayır işleyen hakkında ne dersin " diye sorar. O: "İki zerre, zerre ve zerre demektir" diye ce­vap verir. İbn Süreye: "Peki, bir buçuk zerre kadar işlerse " diye sorar. Bunun üzerine o bocalar ve münazarayı bırakır. Kadı Iyaz bazı âlimlerden "Davud´un bu mezhebinin hicrî ikiyüz yılından son­ra ortaya çıkmış bir bidat olduğunu" nakleder. Bu her ne kadar zahir ile ameli red konusunda bir aşırılık ise de mânâ ve hikmetle­rin bir tarafa itilerek sadece nasslann zahiri ile amelde bulunmak da bir aşırılık ve Şâri´in maksadından uzaklaşmak olur. Öbür taraf­tan nasslann zahirlerinin ihmali de israftır, aşınlıktır. Nitekim bu konu Makâsıd bölümünün sonunda geçmişti. İnşALLAH daha sonra yine tekrar ele alınacaktır.

ayten
Tue 28 September 2010, 11:37 pm GMT +0200
Fasıl:

Bu sabit olduğu ve amelde bulunan kimse emir ve nehyin ille­tinden anlaşılan muktezâya uygun olarak amel ettiği zamari^o kimse güçlü bir yol üzere yürümüş, girdisinde çıktısında her husus­ta Şâri´in kasdına uygun hareket etmiş olacaktır. O yüzdendir ki selef-i sâlih, kendilerini ibadete verme ve azimetleri araştırma ve onlarla amel etme konusuna vermişler ve nefislerini Allah´a kulluk uğrunda meşakkat ve sıkıntılann altında ezmişlerdir. Çünkü onlar emir ve nehiylerin emreden ve nehyeden cihetinden geldiğini ve onların "Nasıl yaptıklarınıza bakmak için[107] "Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için"[108]olduğunu; ancak mükelle­fin bünyece zayıf, irade açısından güçsüz, sabır bakımından yeter­siz olması hasebiyle, onun öyle olduğunu bilen ve onu o şekilde ya­ratan Allah Teâlâ, kulunu mazur görmüş ve zayıflığı sebebiyle ona acıyarak amellere girme konusunda dayanabileceği kolaylıklar ge­tirmiştir. Bu cümleden olmak üzere onun kalbine taat sevgisini koymuş ve onu güçlendirmiş, bazı huzur bozucu ve sarsıntı verici durumlar, zihni kanştırıcı düşünceler karşısında sabretmesi halin­de onunla birlikte olmuş, ona olan rahmetinin bir tecellisi olmak üzere meşakkatlerle karşılaşma halinde güçlük ve sıkıntılann kal-dınlacağı bir alan kılmış, amele ilk başlama anında hafifletme yo­luyla bir hazırlık devresi kılmış ve bu şekilde devamlılığın ağırlı­ğını karşılamak istemiş, bunun sonucunda yükümlülükler üzerinde devamlılığın kendisine ağır gelmemesini amaçlamıştır. Eğer kula hayır işleme tutkusu girerse ve kendisine meşakkatlann kolaylaş­ması kapısı aralanırsa, bundan böyle ağır olan, ona hafif gelmeye başlar ve Allah Teâlâ´nın "Herşeyi bırakıp yalnız O´na yönel[109]"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarat­tım"[110] gibi âyetlerinde ifadesini bulan mutlak kulluk emrini ifaya kendini verir. Sanki meşakkat ve zıddı kolaylık hakîkî değil tama­men izafî (göreli) şeylerdir. Nitekim bu konu Ruhsatlar bahsinde geçmişti. Şimdi emir yöneltilmiştir ve emir karşısında herkes kendi nefsinin fakîhidir. Emir ve nehiylerle kullara karşı rahmet ve ge­nişlik murad olunduğuna göre, aynı kasdın bulunması konusunda bunlarla ruhsatlar birleşmiş olurlar. Bu durumda azimetler konu­sunda emir ve nehiyler genel anlamda uyulması maksûd olan şey­ler olurlar; rıfk konusunda ise onlar kula yönelik olur: Eğer kul bu durumda rıfk ve kolaylık yönünü tercih ederse, o ruhsat gibi olur. Eğer aksi tarafını tercih edecek olursa o zaman da "Herşeyi bıra­kıp yalnız O´na yönel"[111]buyruğunun vb. gereği olan azimet doğ­rultusunda hareket etmiş olur.

Fasıl :

Sarih olmayan emir ve nehiylere gelince bunlar birkaç kısım­dan oluşur:

1.

Hükmün ifadesi haber cümlesi şeklinde gelir. Örnekler: "Oruç

size yazıldı[112] "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler[113]"Al­lah, inkarcılara, inananlar aleyhine asla fırsat vermeyecektir[114] "Onun keffâreti on yoksulu doyurmaktır[115]Bunlar ve benzeri içeri­sinde emir mânâsı bulunan fakat haber cümlesi (inşâî değil de ihbârî) şeklinde gelen nasslar bu türden olmaktadır. Bu kısmın hükmü açıktır ve bunlar sarih emir ve nehiyler gibi işlem görürler.

2.

Fiilin ya da o fiili işleyenin övülmesi; ya da fiilin ya da o fiili iş­leyenin yerilmesi; emirler hakkında fiili işleyene sevap verileceğinin, nehiyler hakkında ise o fiili işleyene azap edileceğinin belirtil­mesi; ya da emirler hakkında fiili işleyeni Allah´ın seveceğinin, ne-hiylerde ise fiili işleyene Allah´ın buğzedeceğinin ve hoşlanmayaca­ğının veya sevmeyeceğinin bildirilmesi. Bu kısmın Örnekleri de açıktır. Meselâ: "Allah´a ve peygamberlerine inananlar, işte onlar dosdoğru olanlardır[116] "Bilakis siz aşırı giden bir topluluksu­nuz[117] "Ve kim Allah´a ve Peygamberine itaat ederse, onu cennet­lere sokarız[118] "Kim Allah´a ve Rasûlüne isyan eder ve O´nun sı­nırlarını aşarsa, onu cehenneme sokarız[119] "Allah, iyilik yapanla­rı sever[120] "Şüphesiz O, israfçıları sevmez[121]"Kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnud olur"[122]. gibi.Bunlar da açıktır dedik, çünkü bu ifadeler tartışmasız olarak övü­len konularda o fiilin işlenmesine, yerilen konularda da o fiilin ter-kedilmesine yönelik zımnî bir talep içermektedirler.

3.

Talep konusu şeylerin gerçekleşmesi kendilerine bağlı olan şeyler: "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir [123]"Birşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış ol­mak mıdır "[124]el-Ka´bî´nin görüşüne[125] göre, "Birşeyin mubah ol­ması, onun emredilmiş olması demek midir " ve daha başka benzeri aslında maksûd olmadıkları halde talep konusu olan şeylerin iş­lenmesi ya da terkedilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyler de bu kısmı teşkil etmektedir.

Âlimler gerek bu konularda ve gerekse bunların dikkate alınıp alınmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konular usûl kitap­larında işlenmiştir. Ancak, şayet biz bunların dikkate alınmaları gerektiğini söyleyecek olursak, bu aslî kasıt üzerine değil talî (ikin­ci) kasıt üzerine olmuş olacaktır. Hatta bunlar derece bakımından "Alış verişi bırakın" gibi tâbi durumda olan sarîh emir ve nehiyler-den daha zayıf olacaklardır.[126]Çünkü dikkate alma konusunda sarîh olan emrin rütbesi hiçbir zaman zımnî olanın rütbesi gibi de­ğildir.

Makâsıd bölümünde geçtiği üzre şer´î maksatlar iki kısımdı: a) Aslî maksatlar, b) Tâbi maksatlar. Emir ve nehiylerle ilgili burada zikredilen bu kısım işte o taksimden doğmaktadır. Bu ikisi arasın- [157] da çok büyük fıkhî incelikler bulunmaktadır.[127] O yüzden konunun açıklığa kavuşması ve sonunda Allah´ın izniyle başka benzerlerini de yerlerine oturtabileceğin bir kıstasa ulaşabilmen için bir fasıl açıp orada bir mesele[128] zikriyle izahat vermemiz gerekmektedir.

Fasıl :

Fukahaya göre "gasb" rakabe üzerine teaddîde bulunmak de­mektir. "Teaddî" ise, rakabe üzerine değil de menfaatler üzerine te­cavüzde bulunmaya has bir ifadedir.

Gâsıb, gasbedilen şeyin rakabesine mâlik olmayı kastederse, bu ona yasaklanmıştır ve kasdı cihetinden yaptığı şeyden dolayı günahkârdır.[129]Bu durumda kişi sadece rakabeyi kastetmiş olmak­tadır. Bu itibarla nehiy öncelikle rakabe üzerinde malikiyet kur­ması maksadına yöneliktir.

Menfaatler üzerine teaddîye gelince, burada kasıt rakabeye de­ğil menfaatlerin elde edilmesine yönelik olmaktadır. O bu kasdı se­bebiyle o şeyle faydalanmaktan yasaklanmış olmaktadır. Bu du­rumda o, sadece menfaatlere yönelik bir kasıt bulundurmuş olmaktadır. Ancak her iki durum da, tâbiyet hükmü yoluyla birinci (aslî) kasıtla değil de ikinci (tâbi) kasıtla diğerinin bulunmasını zorunlu kılmaktadır.[130]

Kişi eğer gâsıb ise, menfaatleri değil, rakabeyi tazminle sorum­lu olacaktır ve rakabenin sadece gasb günündeki kıymetini tazmin edecek, (onu gasbdan hüküm anına kadar geçen süre içerisinde ulaştığı) en yüksek kıymetten ödemeyecektir. Çünkü faydalanma rakabeye tâbi durumdadır. O tâbi durumda olunca, ondan fayda­lanma hakkında gelen yasak da rakabeye el koyma yasağına tâbi durumunda olacaktır. O yüzden de menfaatlerin kıymetini tazmin etmeyecektir; ancak bazı âlimlerin görüşüne göre menfaatlerin tazmini söz konusu olacaktır ve bunlar görüşlerini "gâsıbm rakabe ile birlikte aynı anda aslî kasıtla menfaatlere yönelik de kasıt bu­lundurmuş olacağı" esasına bina etmektedirler. Daha açık görüşe göre rakabe gâsıbı üzerine menfaatlerin tazmini gerekmemelidir; çünkü bir genel kaide getiren "el-Harâcu bi´d-damân" (= Cereme kime semere ona.[131]) hadisinin genel kapsamına bu da girmekte­dir.[132]Bunun sebebi zikredildiği üzere, gasbedilen şeyden fayda­lanmayı yasaklama bizatihi maksûd değildir; aksine o gasb yasa­ğına tâbi durumdadır. Bu haliyle o, cuma vaktinde yapılan alış ve­rişin durumuna benzemektedir. Açıkça yasak bulunmasına rağmen bu vakitte yapılan alış veriş yasaktan gözetilen maksat bizzat alış verişi yasaklamak olmadığı için bir kısım âlimlere göre sa­hih olunca, zımnî nehiy ile yasaklanmış olması durumunda onun öncelikli olarak sahih olması gerekecektir.[133]Bu bahis "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir " meselesinde de aynen geçerlidir. Eğer biz vacip değil dersek, o takdirde bir problem bulunmayacaktır. Yok vacip diyecek olursak o zaman onun vacipliği bizatihi olmayacak­tır. Aynı şekilde "Eirşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış olmak mıdır ", yine "Birşeyi yasaklamış olmak onun zıdlarından birini emretmiş olmak mıdır " meselelerin­de de durum aynıdır. Eğer biz öyle dersek, o zaman bu bizatihi maksûd olmayacaktır ve bu durumda emir ve nehiy için kesin bir hüküm bulunmayacak; ancak bilfarz aslî kasıt ile maksûd olması takdirinde kesinlik kazanabilecektir; oysa ki durum öyle değildir.

Eğer (gâsıb değil de) müteaddî ise, o takdirde tazmin sorum­luluğu gasb değil de teaddî tazmini[134] şeklinde olacaktır; çünkü bu durumda rakabe tâbi durumda olmaktadır. Durum böyle olunca rakabeye el koyma yasağı, menfaatlere el koyma yasağına tâbi ol­maktadır. Bu yüzden de mutlak surette en üstün kıymetinden[135] tazmin edecektir ve az çok ne varsa tazminle yükümlü olacaktır. Teaddî durumunda rakabenin tazmini ise, sadece malın telef olması[136] halinde söz konusudur. Çünkü onun telefi menfaatlerinde telefi sonucunu doğurmaktadır. Bunlarda gasb hali İse böyle de­ğildir.

Eğer bunlar aynı olsaydı o zaman ne İmam Mâlik ne de başka­ları bunların aralarını ayırmazlardı. İmam Mâlik gâsıb ve hırsız (sârik) hakkında şöyle demiştir: "Gasbedilen ya da çalman şeyi pi­yasasından ve menfaatlerinden alıkoyar ve sonra olduğu gibi geri iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur.[137] Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde bulun­muş ise[138]o takdirde kıymetini tazmin eder" Bu sonuç, İmam Mâlik ve tâbilerinin mezhebinde meşhur olan görüş üzerine kurul­muştur. Aksi takdirde görüşün mercii farklı olacaktır. Burada üze­rine binada bulunulan esas ise sabittir.[139]

Her iki kısmın arasında fark görmeyen kimseler[140] görüşlerini şu yaklaşımlar üzerine bina etmiş olmaktadırlar:

1.

Mezhep müntesiplerinin zikretmiş oldukları şu kaide: "Devam ibtidâ (başlama) gibi midir " Eğer biz devamın başlama hükmün­de olmadığını söyleyecek olursak, bu meşhur olan görüşe göre gasbda geçerli olmaktadır. Bu takdirde tazmin gasb günü gereke­cektir. Menfaatler ise tâbidir. Yok devam başlangıç gibidir, diyecek olursak, bu durumda gasbeden kimse her an gasba yeniden başlı­yor gibi olacaktır ve bu haliyle o, her an yeni bir tazmin sorumlulu­ğu altına giriyor demektir ve bu durumda gasbettiği şeyi en yüksek kıymeti ile tazmin etmek durumunda olacaktır.[141] Nitekim İbn Vehb, Eşheb ve Abdulmelik bu görüştedirler. İbn Şa´bân bunu: "Çünkü her an ona iade gerekmektedir ve onu iade etmediği her an için o malı o anda yeniden gasbetmiş duruma düşmektedir" şeklin­de izah etmiştir.

2.

Bir başka kaide daha var: "Eşyalara hakikî anlamda ancak Yaratıcı mâlik olabilir; kul için sadece onların menfaatleri söz konusudur" Durum böyle olunca rakabeye yönelik olan kasıt, onun menfaatlerine sahip olma amacına dönüşür mü dönüşmez mi Eğer dönüşür dersek zira eşyaların rakabelerinin bir ayın olma­ları hasebiyle bizatihi bir menfaatleri yoktur ve insanlarca arzula­nan faydaları içermiş olmaları bakımından istenirler o zaman bu, menfaatin tazmini için gasb ile teaddînin arasını ayırmama ciheti­ne gidenlerin görüşü olmuş olur. Eğer dönüşmez dersek, o zaman bu, iki eylemin arasının ayrılmasının bir gereği olmuş olur.

3.

Gasbeden kişi, gasb eylemi ile gasbettiği şeyin rakabesine ma­lik olmak isteyince, acaba bu kasdı sonucunda kendisine yönelen tazmin sorumluluğu karşılığında o şeye mâlik olmuş gibi sayılabilir mi Başka bir ifade ile "Gasb sonucunda mülkiyet şüphesi do­ğar mı " Eğer bu soruya evet cevabı verecek olursak aynen müs-lümana ait malların kâfirlerin eline geçmesi halinde olduğu gibi o zaman konu Hz. Peygamber´in "el-Harâcu bi´d-damân" (= Cereme kime semere onald[142]) hadisi altına girmiş olacaktır. Bu durumda o malın ürünü, yükselen ya da düşen kıymeti veya mey­dana gelen bir değişiklik, gasbeden kimseye ait olacak ve kendisine tazmin sorumluluğunun gereği lâzım gelecektir. Aynen istihkak ve fasit alış veriş örneklerinde olduğu gibi.

Eğer bu soruya hayır cevabı verir ve mülk şüphesi doğmaz, gasbedilen mal gasb sonrasında da asıl sahibinin mülkiyetinde kal­maya devam eder diyecek olursak, bu durumda o maldan ortaya çı­kacak her türlü ürün ve menfaat sahibinin mülkünde ve ona ait olacak ve gasbeden kimsenin mutlaka onları tazmin etmesi gereke­cektir. Çünkü asıl malı gasbettiği gibi onları da gasbetmiş olmakta­dır. Meydana gelen noksanlığa gelince, eğer bu kusur ve tecavüzü neticesinde meydana gelmiş ise gasbedenin onu da yüklenmesi ge­rekecektir; çünkü gasbedilmiş bir malın noksanlaştırılması; onun rakabesinin bir kısmını itlaf etmek demektir. Dolayısıyla, menfaat­ler üzerine teaddîde bulunan kimsenin tazmin ettiği gibi o da taz­min edecektir. Çünkü rakabenin varlığının olduğu gibi devam et­mesi, onun menfaatleri cümlesinden olmaktadır. Bunun da mevcut ihtilafın üzerine bina edilebilecek bir esas olması mümkündür.

4.

Şöyle denilebilir: Acaba gasbedilen şey, aynen olduğu gibi tek­rar sahibine iade edilecek olsa, bu durumda o mal teaddî edilen mal gibi kabul edilir mi Zira her ikisinde de görünüş aynıdır ve gasbe-den kimsenin gasbettiği şeyi geri vermesi halinde de kasdının bir etkisi olmaz; çünkü İmam Mâlik´in ortaya koyduğu kaideye göre iti­bar fiillere olup maksatlara değildir ve vasıtalar ilga edilir. Yoksa böyle sayılmaz mı İmam Mâlik´in buradaki sözünün işaretine ba­kılacak olursa kasdm eseri bulunmaktadır. İbnu´l-Kâsım´ın sözü-[162] nun zahirinden anlaşıldığına göre de kasdm bir eseri yoktur. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik gasbeden ve hırsız hakkında "Piyasasın­dan alınan şeyi hapseder ve sonra onu olduğu gibi iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur. Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde de bulunmuş ise) o takdirde kıymetini tazmin ettirir" sözünü söyleyince İbnu´l-Kâsım: "Eğer Mâlik´in bu sözü olmasaydı, hırsıza kiracıya getirdiği sorumluluğu yüklerdim" demiştir.

Bu yaklaşımlar, İmam Mâlik ve diğerlerinin mezheplerinde mevcut bulunan ihtilafın birer izahı olabilir ve bu haliyle "As­lî kasıt ile gelen emir ve nehiylerin hükmü kesindir; tabî (ikinci) kasıt ile gelen emir ve nehiylerin ise durumu böyle değildir" şeklin­de geçen kaide aslî hali üzere zedelenmeden kalabilir. Bu zikredi­len kaide ile birlikte bu yaklaşımlar beraberce ele alındığı zaman ihtilafın yönü anlaşılmış olur. Belki de bundan istihsâna dönük ba­zı şeyler çıkmış olabilir[143] ve bunlar asıl kaideyi bozmaz. Allah´u a´lem!

Bil ki, gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz meselesi, bu esasa vurulduğu zaman, namazın bâtıl olmadığına kail olan çoğunluk ulemâya ait görüşün doğruluk yönü ve bâtıl olacağı görüşünü taşı­yan İmam Ahmed b. Hanbel, Asbağ ve diğerlerinin yaklaşımlarının izahı ortaya çıkmış olacaktır.[144]

Bu mesele, yine bu noktaya çıkan[145] bir başka meseleyi hatır­latmaktadır ve o da şudur: [146]

Sekizinci Mesele:

Emir ve nehiy birbirleri ile telâzum (birinin varlığından öbürü­nün de lâzım gelmesi) halinde bulunan iki şey hakkında gelecek ol­sa ve birbirinden ayrı ayrı ele alınması halinde bunlardan biri emredilmiş[147] diğeri de yasaklanmış olsa ve bunlardan biri diğeri­ne varlıkta ve yoklukta tâbi durumunda olsa, bu durumda[148] itiba­ra alınacak olan metbû {kendisine tâbi olunan) ciheti olacaktır. Tâbi cihetine yönelik olan ise şer´an ilga edilmiş ve itibardan düş­müş olacaktır. Delilleri:

1.

Bir önceki meselede arzedilen hususlar.[149]Her ne kadar orada arzedilen emir ve nehiyler sarih değil ve burada sözü edilenler sa­rih ise de, tâbiyet hükmü sabit olunca bunlar arasında fark kalma­maktadır. Bundan dolayıdır ki, cuma vaktinde yapılan alış verişin bâtıl olduğunu söyleyenler bu görüşlerini, nehyin tâbi olduğu esası üzerine binaetmemişler[150] butlan hükmünü sadece onun maksûd olduğu esasından çıkarmışlardır diyoruz.

2.

Emir ve nehyin birbirleri ile telâzum halinde bulunan iki şey üzerine vârid olması halinde mutlaka şu ihtimallarden biri buluna­caktır:

a) Ya her ikisi de onlar üzerine beraber gelmiş olacaktır. (Öyle ki bu iki talepten herbiri kendi mahallinde yerini bulacak ve bunlardan biri emredilmiş, diğeri de nehyedilmiş olacaktır.)

b) Ya her ikisi de gelmemiş olacaktır.

c) Ya da biri gelmiş diğeri gelmemiş olacaktır.

Birinci ihtimal sahih değildir; zira biz meseleyi birbiri ile telâzum halinde bulunan iki şey hakkında ortaya koymuş idik. Do­layısıyla emir ve nehiy bir arada bulunacağı için kişinin, her ikisine de birlikte yapışarak istenileni yerine getirmesi mümkün olmaya­caktır. Emre uyarak amel cihetine yapışması halinde, yine aynı şeyden yasaklayan nehiy ile karşılaşmış olacaktır. Nehye uyarak terketmesi halinde de onu yapmasını isteyen emirle karşı karşıya gelecektir. Bu durumda ister işlesin ister terketsin mükellef üzerinde emir ve nehyin (aynı konuda ve aynı anda) bir araya gel­mesi sonucu gerekecektir. Bu ise takat üstü yükümlülük (teklîfu mâ lâ yutak) olmaktadır ve böyle bir yükümlülük vaki değildir.[151] Dolayısıyla böyle bir sonuca götürecek şey sahih olamaz.

ikinci ihtimal de aynıdır. Çünkü bilfarz ortaya konan mesele her iki talebin de yönelmiş olmasıdır ve onların beraberce ortadan kalkması mümkün değildir.

Geriye sadece üçüncü ihtimal kalmaktadır. O da birinin yönel­mesi ikincisinin ise yönelmemesi hali. Biz bunlardan birinin metbû ki aslî olarak maksûd olan oluyor , diğerinin de tâbi bu da ikinci derecede maksûd olan oluyor olduğunu varsaymıştık. Bu durumda tabiye değil de metbûya taalluk eden emir ya da neh­yin esas alınması taayyün etmiş olacaktır. Bunun aksi doğru ola­maz; çünkü aklî esaslara ters düşer.

3.

Şeriatın istikraya tâbi tutulması. Meselâ hem menfaatleri[152]hem de ürünleri ile birlikte kök ve gövdeler üzerine akit yapılması, menfaat ve gelirleri ile birlikte rakabe üzerine akit yapılması gibi. Bunlardan her biri haddizatında amaçlanan şeylerdir. İnsan raka-belere mâlik olabilir ve onların menfaatleri bu rakabe mülkiyetinin arkasından gelir. Keza insan bizzat bu menfaatlere de mâlik olabilir ve bu durumda bu menfaatleri kullanabilmesi için menfaa­te tâbi olarak rakabelerin de onun emrine verilmesi gerekir ve bun­lardan herbirine yani hem rakabelere hem de menfaatlere müstakil olarak yönelik kasıd bulundurulabilir. Bu gibi yerlerde ihtilafsız olarak tâbilik yönünü belirleyecek yollar vardır. Şöyle ki: Ev, sa­ban, bahçe, köle, hayvan, elbise ve benzeri şeylerin satın alınması konusunda akit yapmak ihtilafsız caizdir. Bunlar rakabe üzerine yapılmış akitler olup, ona tâbi menfaatler üzerine yapılmış akitler değildir. Çünkü menfaatler nadir olarak bulunurlar ve çoğu kez de akit anında mevcut olmazlar. Bulunmayınca da üzerine akit yap­mak imkansız olur. Çünkü her yönden ve her açıdan bilinmezlikle­ri vardır; ne miktarları, ne nitelikleri, ne müddetleri, ne de başka hususları bilinemez. Hatta onların temelden bulunup bulunmaya­cakları dahi bilinemez. Bu durumda müstakil olarak ele alınmaları halinde yalnız başına onlar üzerine akit yapmak sahih olmaz. Çün­kü bilinmeyen şeylerin satışı, garar satışı yasaklanmıştır. Dahası istifade için cinsel organ (sahipleri)[153] üzerine akit yapılması caiz olmaktadır; ama akit sadece bunların menfaati üzerine yapılması halinde eğer bu cinsî ilişki şeklinde olacaksa mutlak surette bâtıl olacaktır.[154] Cinsî iîişki dışındaki menfaatler üzerine yapılacak akit de, onları bilinmezlikten çıkaran bir ölçü olmadıkça aynı şekilde imkansız olacaktır: Hizmet, sanat ve benzeri tek başına rakabe menfaati üzerine yapılan akitlerde olduğu gibi. Aksi durumda da vaziyet aynıdır.[155] Meselâ hür insanın menfaatleri gibi. Bilinmezli­ği ortadan kaldırıcı ölçünün bulunması halinde genel anlamda ica-re yoluyla onun menfaatleri üzerine akit yapmak ittifakla caizdir. Yine ittifakla onun rakabesi üzerine akit yapmak caiz değildir[156]bununla birlikte onun menfaatleri üzerine yapılan akit onun raka-besi üzerine de akdin yapılmış olması sonucunu beraberinde geti­rir. Zira hür, akit sebebiyle ifaya mecbur olduğu hizmeti teslim için sözleşme süresince rakabe itibarıyla da kısıtlılık altındadır. Bu da rakabenin de akde konu olduğunun bir sonucu olmaktadır; ancak onun akde konu olması birinci değil ikinci kasıtla olmaktadır. Bu mânâ, hakkında delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bulunmak­tadır. Genel olarak bu bize, metbûları ile birlikte bulunan tâbilere tâbi olmaları açısından emir ya da nehyin taalluk etmeyeceği hakkında bir fikir vermektedir. Bunlara emir ve nehyin taalluk et­mesi ancak başlangıç itibarı ile kendilerine yönelik bir kasıt bulun­durulması halinde söz konusu olmaktadır. O takdirde de bunlar ar­tık tâbilikten, çıkmış, metbû haline gelmiş olacaklardır.

İtiraz: Bu bazı yönlerden dolayı müşkil gözükmektedir:


1.

Alimler, rakabeler hatta daha genel bir ifade ile eşya üzerinde Allah´tan başka kimsenin mâlikiyeti olamayacağını ifade etmişler­dir. Şer´an mülk edinmeden maksat, eşyanın menfaatlerine sahip olmaktır.[157] Çünkü eşyadan kulların istifadesine dönen şey, sadece onların menfaatleridir ve bizzat onların zatları değildir. Meselâ toprağın, evin, elbisenin ya da paranın bizzat kendilerinin birer zat olmaları açısından insana ne bir faydaları ne de bir zararları vardır. Onlardan gözetilen maksad meselâ toprağın ekip biçilmesi, evin içerisinde oturulması, elbisenin giyilmesi, paranın kendisiyle istifadesi dokunacak birşeyin satın alınması şeklinde kullanılması suretiyle ancak gerçekleşecektir.[158] Bu belirttikleri gibi çok açık bir husustur. Durum böyle olunca, yapılan akit herşeyden önce menfa­at üzerine yapılmış olmaz mı Çünkü rakabeler mülkiyet altına gir­mez. Dolayısıyla ortada ne tâbi kalır ne de metbû. Geçen örnekler­de ve benzeri diğer konularda tâbi ya da metbûun varlığı tasavvur edilemeyeceğine göre o zaman (meselenin üzerine kurulmuş olduğu esas) tümden yıkılmış olur ve meselenin ortaya konması için zikre­dilen bütün örnekler, ispatı çalışılan esasa misal olmaktan çıkar. O zaman herşeyden önce böyle birşeyin şeriatta varlığını isbat etmek, sonra da ikinci olarak onu demlendirmeye çalışmak gerekir.[159]

2.

Haydi diyelim ki akit konusu olan zatlar olsun[160]bu durumda da ilk plânda maksûd olan yine menfaatler olacaktır. Çünkü az ön­ce de belirtildiği gibi birer zat olması açısından zatların ne bir faydaları ne de bir zararları bulunmaktadır. Dolayısıyla birinci maksat onların menfaatlerine yönelik olacaktır. Menfaatler yalnız başlarına elde edilemeyip, onlara ulaşabilmek için zatların elde edilmesine ihtiyaç bulununca akıl sahipleri onları elde etmek için koşuşturmaya başlamışlardır. Dolayısıyla kasıt açısından tâbi durumda olan, zatlar; metbû durumda olan da, menfaatler olacaktır. Bu durumda birinci kasıtla elde edilenin esas alınacağı şeklinde zikrettiğin kaidenin bir gereği olarak menfaatlerle birlikte zatla­rın yok hükmünde olması gerekir. Bu sonuç ise bâtıldır. Zira hür bir insanın zatı ittifakla menfaatlerine tâbi değildir. Hatta herhan­gi bir konuda ne kira ne de icâre, akit konusu olan menfaate o şeyin zatını tâbi kılmaz. Örneğin evin kiralanması sadece onun menfaa­tini temlik eder ve bu menfaat kendisine evin rakabe mülkiyetini tâbi kılmaz. Aynı şekilde kiralanmış olan toprak, hayvan veya başka bir metada da durum aynıdır. Dolayısıyla eğer sözünü ettiğin esas, bu meseleler üzerine kurulmuş ise tamamen yıkılmış olur[161]

3.

Bizzat Şâri´in bunun aksine beyanda bulunduğunu görmekte­yiz. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim aşı­lanmış hurma ağacı satarsa, onun meyvesi satıcıya aittir; ancak müşterinin şart koşması hali müstesna[162]"Kim bir köle satar ve kölenin de malı bulunursa, malı efendisine aittir; ancak müşteri­nin şart koşması hali müstesna"[163] Bu iki hadis menfaatleri, biz­zat akit sebebiyle müşteriye ait kümamiştır; halbuki size göre on­lar diğer eşyaların menfaatleri gibi asıllarına tabidirler. Aksine her iki hadiste de tâbi durumda olan hurma ve mallar satıcıya ait kılınmıştır. Bu da ancak, meyvenin hüküm bakımından asıldan ay­rı olması durumunda mümkün olur.

4.

Akıl ve âdet sahiplerince menfaatler ihtilafsız maksûd olan şeylerdir. Eğer aslın da maksûd olduğu farzedilecek olursa, o za­man her ikisi de maksûd bulunur. Bu yüzdendir ki menfaatlerin çokluğuna göre fiyatta artış yapılır; menfaatlerin azlığına göre de fiyattan düşülür. Bu sabit olduğuna göre, menfaatler nasıl olur da ilga edilmiştir denilebilir Halbuki onun karşılığında fiyattan bir pay da bulunmakta ve o akit yapılırken gözönünde bulundurulmak­tadır; maksûd olmaktadır. Bu durum, menfaatlere yönelik kasdın aynı anda hem bulunmasını hem de bulunmaması sonucunu ge­rektirir ki, bu muhaldir.

"Ona yönelik kasıt âdete mebnîdir; kasdın olmaması ise şer´îdir. Dolayısıyla araları ayrılır ve tenakuzdan bahsedilemez" şeklinde bir izah da getirilemez. Çünkü Şâri´in ona karşı bir kasıt bulundurmamış olması, örfen ve âdeten böyle bir kasdın bulunmaması esasına mebni olur. Zira teşrîde gözetilen genel prensipler­den biri de, hükümlerin âdetler doğrultusunda konulmuş olması­dır.[164] Keza bu perensiplerden biri de maslahatların ve onlar hak­kındaki mükelleflerin maksatlarının dikkate alınmasıdır.[165] Yani mahza ibâdet olan yükümlülüklerin dışında kalan hükümleri kas­tediyorum. Asılların maslahatları[166] onların menfaatleri olduğuna, menfaatlar da akıllı insanlarca örfen ve âdeten maksûd olduğuna göre, şeriatın hükmünün de o doğrultuda olması lâzım gelecek-tir.[167] Oysa ki siz, şer´an menfaatların asıl ile birlikte ele alındıkla­rında ilga edilmiş olacağını söylemektesiniz. Sizin kaidenize göre o, aklı başında insanların âdetlerinde de ilga edilmiş olmalıdır; oysa ki aklı başında insanlarca onların maksûd oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla muhal olan bir çelişki söz konusudur.

Cevap: Önce birinci itiraz noktasını ele alalım: İtiraz sırasında ileri sürülen ulemâya ait kaide[168] doğrudur ve o bizim buradaki maksadımıza ters düşmemektedir. Şöyle ki: Fiiller de aynı şekilde gerçek anlamda kula ait değildir[169]Ancak sıfat ve zatlarda bulu­nan malikiyetin bir benzeri olarak onlara sahip olmaktadırlar. Bu durumda nasıl ki fiiller insanlara nisbet ediliyorsa, aynı şekilde sı­fat ve zatlar da onlara nisbet edilebilmektedir ve aralarında bir fark da yoktur. Şu kadar var ki fiillerden bir kısmı bizim kesbimiz olduğu halde, sıfat ve zatlarda bizim müktesebimiz dahilinde olan birşey bulunmamaktadır. Fiillerden kesb olarak bize nisbet edilen- ler ise, aslında bizzat menfaatler, ya da zararlar veyahut da bunla­ra götüren yollardan farklı birşey olmayan müsebbepler için hazır­lanmış sebeplerden başka birşey değildir ve biz sebepler konusunda emir ya da nehiy yoluyla işte bunlar cihetinden yükümlü tutulmuş bulunmaktayız.[170] Ama müsebbeb olmaları açısından bizzat müsebbeblerin kendilerine gelince, onlar Allah´ın yaratması olmak­tadırlar. Nitekim bu konu Hükümler bölümünde izah edilmişti. Nasıl ki menfaat ve zararların bize nisbeti her ne kadar bizim kudretimiz dahilinde olmamakla birlikte caiz ise, aynı şekilde zatların da bize uygun biçimde nisbeti caiz olacaktır.Buna delalet eden hususlardan biri de şudur: Zatlardan bazıla­rı üzerinde onları yok etmek ya da değiştirmek kabilinden tasarruf­lara girişmek caiz olmaktadır: Meselâ yemek için hayvanı boğazla­mak ve Öldürmek, yeme, içme ve giyinme yoluyla yiyecek, içecek ve giyecek maddelerini tüketmek vb. gibi. Keza bize eza versin verme­sin, zarurî ya da hâcî bir menfaatin tamamlayıcı unsuru olma­dan[171] da kendisi ile faydalanılmayan bazı şeyleri itlaf etme yetkisi de verilmiştir. Meselâ güneşe engel olan bir ağacı keserek ortadan kaldırmak vb. gibi. Bizzat eşyaların zatı üzerinde, onları yok et­mek, değiştirmek vb. yollarla tasarrufun caiz olması, şer´an onlar üzerinde mülkiyetin bulunduğuna delil olur. Bu durumda "Zatlara ancak Allah mâlik olur" diyenlerle bizim aramızda sadece bir ıstılah anlaşmazlığından başka hiçbir ayrılık kalmaz. Asıl mânâda ise uyum olur. Zatlar üzerinde mülkiyet sabit olunca ve menfaatler de onlardan ortaya çıktığına göre, menfaatlerin tâbi olmaları doğru olur ve kaidenin mânâsı (vakıada) tasavvur olunabilir (dolayısıyla onun sıhhatini ortaya koymak için delil ikamesine girişmek yerinde bir davranış olur).

İkinci İtiraza Cevap: Bu itiraz her ne kadar genel anlamda

teslim edilebilse de tafsilata inildiğinde kabul edilebilir değildir. Maksadın menfaatler olduğu konusunda zaten biz de aynı şeyi söy­lüyoruz. Ancak menfaatler munzabıt değillerdir ve onları belirleye­bilmek için esas alabileceğimiz kendilerinden kaynaklandıkları zat­ların dışında başka birşey de yoktur. Şöyle ki, eşyalar nihayet sayı-labilse de onların menfaatleri sayı altına girmeyecek kadar çok ve çeşitlidir. Çünkü meselâ kul asıl yaratılışı itibarıyla insanoğlunun ihtiyacı bulunan hizmet, meslek, sanat, ilim ve kulluk icrası gibi her türlü amaca elverişli şekilde donatılmıştır. Bu beş şeyden her birisi ise birer cins olup altlarında neredeyse sayılamayacak kadar pek çok nev´iler içerir. Her nev´in altında da sayısız cüz´îler bulu­nur. Her ne kadar bir insan âdeten bütün bunları yapma imkânına sahip değilse de, onun bir cins ya da o cinsin bazı sınıfları altına girmesi, sayılamayacak kadar çok olan menfaatlerin sınırlandırıl­ması konusunda yeterli olur. Öyle ki bu belirleme sonucunda her bir şahsın belirlenen o sınıf menfaat üzere başkası tarafından haya­tında faydalanacağı ücretle tutulması sahih olur. Aynı şekilde mülk olan her bir rakabe ya da eşyanın kendisinden faydalanılmak üzere kiralanması da böyledir. Bu durumda zatların dikkate alınmış ol­ması, küllî menfaatlere atf-ı nazarda bulunmak demek olur. Ama biz doğrudan menfaatlere bakacak olursak, onları bir yerde sınır­landırmak imkanı bulamayız. Onlardan ancak bir kısmı tahdid edilebilir ve vakte, hale ve imkâna göre kasıd ona yönelir. Bu du­rumda onun cihetinden gözetilen kasıt küllî değil cüz´î olmuş olur. Menfaatler kasıt açısından bizzat kendileri cihetinden ele alındık­larında munzabıt değillerdir; ne vücûda gelmeleri bakımından ne de üzerine şer´an akit yapılma bakımından belirli değillerdir; çün­kü haklarında bilinmezlik vardır. Gerçi bir kısmı bir ölçüye kadar belirlenmiş olabilir ve malûm birşey haline gelebilir; ancak bütün bunlar, küllî değil cüz´î özelliktedir. Şu halde sadece menfaatlerin kendisine yönelik nazar, onların cüz´îlerine yönelik bir değerlendir­me olmaktadır. Kural olarak küllî olan, hem tabiat itibarıyla hem de aklen öne alınır. Dolayısıyla o (yani küllî olan) daha önce de geçtiği gibi[172] şer´an da öne alınmış olacaktır.

Bu izahtan ortaya çıkmıştır ki, gözetilen maksadın menfaat­ler olduğunu kabule rağmen zatlar öncelikli olarak maksûd ve metbû; menfaatler ise tâbi durumundadır. Bunun sonucunda Şâri´in menfaatler için her ne kadar onlar bilinmemekte ve sı­nırlanmış değilse de rakabe mülkiyetine izin verip; sade menfaat mülkiyetine[173] ise mutlak olarak izin vermeyip, onu belirleme, munzabıt hale getirme ve imkan nisbetinde hakkında yeterli bilgi sahibi olma gibi şartlarla ona izin vermesinin hikmeti anlaşılmış olacaktır. Çünkü bizzat rakabenin kendisi bütün menfaatlerin belirlenmesi için küllî bir ölçü (zabıt) olabilmekte ve o mevcut olan bu küllîlik açısından bilinir olmaktadır. Bizzat menfaatlerin müstakil olarak ele alınması halinde ise durum böyle değildir. Çünkü onlar haddizatında munzabıt değillerdir ve ne müddet ne sınır, ne fiyat ve ne de değer olarak bilinir bir haldedirler. Bu durumda iken on­lar, kendilerine uygun bir kıstasa (ölçüye) vuruldukları zaman, bü­tün bu bilinmezlik yönleri ortadan kalkar ve o zaman onlar üzerine akit yapma ve âdeten ona yönelik bir kasıt bulundurma mümkün hale gelir. Bu duruma gelen bir menfaat üzerine yapılacak olan akit, eğer Sâri´ tarafından caiz görülürse[174] caiz olur; aksi takdirde mümkün olmaz.

Soruda zikredilen hususlardan biri de şu idi: "Menfaatler göze­tilen asıl maksat olunca rakabeler/asıllar tâbi durumda olur. Çünkü onlar maksada ulaştıran vasıtalardır" Şimdi eğer itirazcı bu sözle, rakabelerin menfaatlere mutlak surette tâbi olduklarını kas­tediyorsa, bu arzedilen açıklamalar doğrultusunda[175] yersiz olacak­tır. Yok, bir nevi tâbiliği kastediyorsa o zaman kabul edilebilir ve bundan sakıncalı bir durum da lazım gelmez. Çünkü küllî olan şeyler bazı hallerde herhangi bir yönden kendi cüz´îlerine tabi ola­bilmektedirler ve bundan o küllilerin cüz´îlerine mutlak surette tâbi oldukları sonucu lâzım gelmemektedir. Meselâ iman[176] dinin asıl ve esasını teşkil eder. Sonra bakarsınız yerinde belirttikleri üzere ibadetlerin sıhhati konusunda onun bir vesile ve şart ola­rak arandığı görülür. Şart, meşrutun tâbilerinden olmaktadır. Eğer soruda ileri sürülen hususu kabul edecek olursak o zaman amelle­rin esas, imanın ise tâbi duruma düşmesi gerekir. Görülmez mi ki, iman amellerin artmasıyla artmakta, eksilmesiyle de eksilmektedir ve bu onun tâbiliğini güçlendiren hususlardan biri olmaktadır. An- cak bu sonuç sakattır. Tâbiliğin esasta gözükmesi halinde mut­laka küllî değil cüz´î olması gerekmektedir.

Biz de aynı şekilde söylüyoruz ve diyoruz ki: Yalnız başına menfaatler üzerine akit yapılması halinde rakabeler/asıllar menfa­atlere tâbi olur. Çünkü menfaatler ancak onlardan elde edilirler. Dolayısıyla asılların onlardan faydalanacak kimselerin elinde bı­rakılması ve sahiplerinin onlardan faydalanmasının engellenmesi kaçınılmaz olacaktır. Aynen rakabeler/asıllar üzerine yapılan akid-de olduğu gibi. Çünkü bu akit bir nevi mülkiyet anlamına gelmek­tedir; şu kadar var ki bu mülkiyet sadece üzerine akit yapılan men­faate münhasırdır ve akit konusu menfaatin bitmesiyle de sona er­mektedir. Bu ne şeriatta ne de örfte her ne kadar mânâ itibarıy­la öyle olsa da mülk olarak isimlendirilmemektedir. Zira carî olan âdete ve şeriata dayalı Örfe göre, rakabeler üzerindeki mülki­yet mutlak olmakta ve ancak ölümle veya sahibinin onu tüketme-siyle ya da bir bedel karşılığında elinden çıkarmasıyla sona ermek­tedir. İmam Mâlik müslümanın kendisini ücret karşılığında zimmî birisine istihdamını mekruh görmüştür. Çünkü o, müslümanın menfaatine mâlik olunca sanki bu haliyle onun rakabesine de mâlikmiş gibi olmaktadır. Bir şeyin, kısıtlılık içeren bir şart üzere satın alınması da caiz olmamaktadır: Ummü veled edinmek şartıy­la veya satmamak ya da hibe etmemek şartıyla cariye satın alınma­sı vb. gibi. Zira, şart ile rakabenin bazı menfaatlerinden mahrum kılınınca, sanki alıcı onun rakabesine tam olarak mâlik olmamış gi­bi olmaktadır. Ortaklık da yoktur; çünkü ortaklık şayi´ olur ve bu öyle değildir. Bu konuda Muvatta´da[177] iiramü veledin satılması halinde ne yapılacağı hakkındaki baba bakınız. Sonuç olarak orta­ya çıkıyor ki, hakkında delil getirilen bu esas, esas olmaya elverişli Özellikte olup, zedelenmiş değildir. Allah´a hamd olsun!

Üçüncü itiraza cevap: Zikredilen şeyde meselenin doğrulu­ğuna delalet eden unsurlar da bulunmaktadır. Şöyle ki: Ağacın meyvesi gövdede belirdiğinde, satıcının mülkünde iken belirmişti. Dolayısıyla meyve üzerinde hak sahibi olan, ağacın gövdesine daha önceden mâlik olan kimsedir ve bu üstünlüğü ile satıcı meyvelerin asla tâbiliği hükmüne istinaden onlara mâlik olmaktadır. Ağacın gövdesi müşteriye geçince ve ortada da şart bulunmayınca meyve­ler de kendini göstermiş ve ağaçtan ayrı bir özellik almış olduğundan, aslın müşteriye intikal etmesi ile onlar da intikal etmemekte­dir. Zira onlar, daha önce aslın kendisinde olduğu satıcıya ait bir fayda olarak zaten taayyün etmişti. Eğer tâbilik esasını çalıştıra­rak meyvelerin müşteriye ait olacağını söyleseydik, o zaman bizatihi bu işlem satıcıya nisbetle tâbilik esasının ortadan kaldırıl­ması ve ihmali olurdu. Halbuki tâbiliğe hak kazanma konusunda o öncelikli bulunmaktadır. Böylece onun müşteriden önce geldiği sa­bit olmuştur.

Kölenin malı hakkında da söylenecek söz aynıdır. Mal onun elinde belirip, efendisinin elinden alması suretiyle kendisinden ay­rılmayınca, bu ağacın gövdesine nisbetle meyvenin haline benzemiş olmaktadır. Dolayısıyla birinci efendinin o mal üzerinde tabilik yo­luyla hak kazanması ikinci efendinin hakkından önce olmaktadır. Müşterinin şart koşması halinde ise bir problem bulunmamaktadır. Bu şartın ileri sürülmesinin caizliği ise, her ne kadar garar ve bilin­mezlik içermesi sebebiyle mani yani yasak hükmü kendisine taal­luk ediyorsa da, tâbiliğin hala sürmekte olması sebebiyledir. Çünkü olgunlaşmadan önce meyve gövdeye muhtaçtır ve ondan istifade ancak ağaçla birlikte bulunması halinde mümkün olmaktadır. Do­layısıyla meyve, ağacın niteliklerinden biri halini almaktadır. Köle­nin malı hakkında da şart ileri sürme her ne kadar tek başına sa­tın alınması caiz değilse de caiz olmaktadır. Çünkü kölenin mül­küdür ve onun eli altındadır. Efendi, ona olmamış meyvenin ko­parılması halinde olduğu gibi ancak elinden çekip almak suretiy­le mâlik olabilir.

Hasılı asla tâbilik mutlak surette sabit bulunmaktadır.[178]Şu kadar var ki, meyvenin kurtulması hali ile kölenin malı bulunması meselelerinde iki tâbilik yönü çelişki halinde olmaktadır: Satıcı yö­nü ile müşteri yönü. Bu durumda satıcı daha çok hak sahibi olmak­tadır; çünkü ilk kez hak ona aitti. Ancak müşteri meyve ya da kö­lenin malının kendisine ait olmasını şart koşarsa, bu durumda tâbilik intikal edecektir. Bu durum son derece açıktır.

Dördüncü itiraza cevap: Genel anlamda menfaate yönelik kas dm bulunduğu konusunda herhangi bir problem bulunmamak­tadır. Ancak asıla nisbet edilmesi durumunda şu nokta karşımıza çıkmaktadır: Acaba menfaatler müstakil olarak bizzat kendilerin­den dolayı mı maksûddurlar Yoksa onlar aslın bir sıfatı olarak dü- şünüldükleri için sonuç itibarıyla mı maksûd olmaktadırlar Eğer onların müstakil olarak maksûd olduklarını söyleyecek olursan bu doğru olmaz. Çünkü henüz mevcut bulunmayan menfaatler maksûd olabilmekte ve asıl ile birlikte üzerlerine akit yapılabil­mektedir. Ne var ki onların maksûd oluşları ancak asıl yönünden olmaktadır. Şu halde kasıt sonuç itibarıyla asla yönelik olmaktadır. Ağaç satın alındığı zaman veya köle henüz hizmet ya da bir sanat öğrenip bir mal edinmeden, tarla sürülmeden veya ekilmeden ve di­ğer şeyler satın alındığı zaman onlarda, bu ve diğer menfaatler maksûd olmaktadır; ancak bu eşyalar ve rakabeler yönünden ol­makta, menfaatler cihetinden olmamaktadır. Zira menfaatler he­nüz mevcut değildir[179]Dolayısıyla da onlar müstakil olarak maksûd olmayacaklardır. Onlar maksûd değillerdir; maksûd olan ancak asıldır, derken kastedilen mânâ işte budur. Menfaatler, asıl­da mevcut bulunan sadece birer nitelik (sıfat) gibidirler. Meselâ, yazı yazdırma menfaati için kâtip bir kölenin, ilminden istifade için âlim bir kölenin[180] ya da bizatihi kâim olması mümkün olmayan bir sıfatından faydalanılması istenilen bir kölenin satın alınması gibi. Çünkü zata ait sıfatlar, zat bulunmadan müstakil olarak buluna­mazlar ve bunlar karşılığında fiyat artırılır. Böylece onun karşılı-ğında fiyattan bir pay bulunur. Bu onun müstakilliği açısından de­ğil; aksine rakabe açısından olmaktadır. Daha önce de geçtiği üzere rakabeler, küllî olarak menfaatlerin belirlenmesini temin etmek­teydi. Bu, yani menfaatlerin müstakil olmadan maksûd olduğu sa­bit olunca, tenakuz ortadan kalkar ve ortaya konulmuş olan esas sahih olur. Allah´a hamd olsun! Kısaca özetlemek gerekirse şöyle deriz: Hakikatte (asıl ve tâbi üzerine biri emir diğeri nehiy olmak üzere) iki ayrı talep yoktur. Aksine talep sadece asıla (metbûa) yö­nelik olmak üzere varid olmaktadır. (Tâbi olana yönelik talep ügâ edilir ve itibara alınmaz sözünün anlamı işte budur. Yani müstakil iken kendisine yönelen talep, tâbi olarak bulunması halinde yönel-mez ve o talep dikkate alınmaz.)

Fasıl :

Burada geriye, geçen açıklamalara uygun olacak şekilde bir taksim yapmak kalıyor: Rakabelerin menfaatleri ki bunlar genel anlamda rakabelere tâbi durumda olan menfaatlerdir üç kısma ayrılır:

1.

Aslında kuvve (potansiyel) halinde mevcut bulunup, ne hük­men ne de mevcudiyet bakımından fiile dönüşmeyen kısım: Ağacın henüz görünmeyen meyvesi; gebe kalmadan önce hayvanın yavru­su, gerekli Ön hazırlık bulunmaksızın kölenin hizmeti, cinsî ilişki vb. gibi. Bu kısımdan olan menfaatlerin hüküm bakımından asıl­dan bağımsız olmadığı konusunda ihtilaf bulunmamaktadır. Çünkü bu türden olan menfaatler, asıllarından bağımsız olarak ele alın­maları bir tarafa, henüz vücut dahi bulmuş değillerdir. Dolayısıyla bu kısımda onlara yönelik aslî bir kasıt bulunmamaktadır. Bu kısmm hükmü tâbiliktir. Dolayısıyla sadece rakabenin itibara alınma­sıyla, bu kısımdan olan menfaatler de tâbilik yoluyla rakabenin hükmü içerisine girerler.[181]

2.

Asıldan bağımsızlık hükmü varlık planında ve hükmen âde-ten ya da şer´an olabilir ortaya çıkan menfaatler. Tam olgunlaş­tıktan sonraki haliyle meyve, annesine ihtiyacı kalmayan yavru, elinden alındıktan sonra kölenin malı vb. gibi. Bu kısımdan olan menfaatlerin tâbilik hükmünün kalktığı ve asıldan müstakil olarak ele alınacakları konusunda da ihtilaf bulunmamaktadır. Bunların asıllarına nisbetle olan hükümleri, bir araya gelmeleri halinde ara­larında telâzum bulunmayan iki şeyin hükmü gibidir. Dolayısıyla bu durumda mutlaka aslî kasıd bakımından her ikisinin de dikkate alınması zarureti olacaktır.

3.

İki kısım arasında kalan ve her birine benzerlik arzeden kısım: Bu kısımdan olan menfaatlerin asıllarından ayrı oldukları açıktır ancak henüz bağımsızlıklarını kazanmış değillerdir. Dolayısıyla bu kısımdan olan menfaatler, ne birinci kısmın ne de ikinci kısmın içe­risine tam olarak girmemektedir. Bu kısım da kendi arasında iki gruba ayrılmaktadır:

a) Kendisinde bu Özelliğin müşahhas olarak (duyularla) görü­lebildiği menfaatler: Ağacın gövdesinden ayrılmadan[182] önce ve henüz ona olan İhtiyacı sona ermemiş bulunan mey­ve, elinde halihazırda mal bulunan köle, annesine olan ihti­yacı henüz sona ermeyen hayvan yavrusu vb. gibi.

b) Bu özelliğin kendisinde müşahhas hükmünde olduğu menfa­atler. Fiilî tasarruf için giyme, binme, cinsî ilişki, hizmet, sanat icrası, ziraat, oturma vb. gibi yollarla bir ön hazırlığın yapılmış olduğu eşyaların, hayvanların ve akarların menfa­atleri gibi.

Bu iki gruptan her biri, Önce geçen iki kısım ile bir açıdan bir­birine benzemekte, başka bir yönden de onlardan ayrılmaktadır. Ancak her ikisi hakkında hüküm aynıdır.

İki taraf (yani birinci ve ikinci kısım), bu kısım altına giren her meselede birbirini tartma ve onun hükmünü kendi hükmü altına sokma çabasındadır. Ancak kısmen de olsa tâbilik hükmü sabit ol­duğundan bu kısım hakkında (emir ve nehiy şeklinde) her iki tale­bin de birden taalluku durumu ortadan kalkmakta ve daha önce de geçtiği gibi itibar, asıl (metbû) cihetine taalluk eden emir ya da nehye olmaktadır.[183]

Bir başka cihetten yaklaşıldığında ise şöyle denir: Tâbi duru­munda olan ortaya çıkıp kendisine yönelik bir amaç bulundurula­cak hale gelince, bedelli akitlerde olsun diğer istifade yollarında ol­sun, onu elde etmeye karşı bir amacın doğması ve buna karşılık da fiyatta artırma ya da indirmeye gidilmesi tabiî bir hal almaktadır ve bunda tartışmayı gerektirecek bir hal de yoktur. Zira eğer meyve veren ağaç, şayet meyve vermeyen cinsten olsaydı halihazırdaki fi­yatım etmeyecekti. Keza eli altında malı bulunan bir kölenin değeri de, şayet o mal eli altında olmasaydı o kadar olmayacaktı. Kâtiplik sanatını bilen bir kölenin değeri böyle olmayan bir kölenin değeri gibi olmayacaktır. İşte bu açıdan ele alındığı zaman bu kısım içti-had ve değerlendirme mahalli olarak karşımıza çıkmaktadır. Çün­kü bu tür menfaatler yukarıda geçen her iki kışıma da benzerlik ar-zetmektedir.

Sonra bu üçüncü kısım üzerindeki birinci ve ikinci kısımların çekişmesi ve onu kendi taraflarına katmaya çalışmasının şiddeti de hep aynı değildir. Aksine duruma göre bazen bunlardan birine ba­zen de diğerine meyil artmaktadır. Bilindiği gibi meyvenin henüz çiçek halinde bulunması halindeki hükmü ve kendisine yönelecek kasıt ile, belirdikten fakat henüz olgunlaşmadan önceki hali ve hükmü bir değildir. Keza henüz olgunlaşmamış durumu ile olgun­laşmadan sonraki kurumadan önceki hali de bir değildir. Bunların hükümleri ve kendilerine yönelecek kasıtlar farklıdır. Çünkü mey­veler henüz çiçek halinde olup aşılanmadan önce satılması halinde müşteriye ait olmaktadır. Aşılandıktan sonra ise çoğunluk ulemâ­ya göre müşterinin şart koşmaması halinde satıcıya aittir. Şart koşması halinde ise çoğunluğa göre müşterinin olmaktadır. Olgunlaşmaya yüz tutması halinde ağaca olan ihtiyacı azalmış ol­duğundan tâbilik durumundan giderek uzaklaşmakta ve bu durum­daki meyvelerin müstakil olarak satılması caiz olmaktadır. Ancak bağımsızlığı dikkate alan kimseler şöyle demektedirler: Bu halde satılan meyveler, ağaç başında olgunlaşıp kıvamına ermesi halin­de olduğu gibi toplanmış hükmünde mebîdirler. Bu itibarla bun­larda tabiî âfetler karşısında fiyattan o oranda düşülmesi durumu(câiha) yoktur. Henüz bağımsızlığın bulunmadığını ve tabilik hükmünün devam ettiğini dikkate alanlar ise şöyle derler: Bu durum­daki meyvelerin hükmü, tâbiliktir. Çünkü ağacın aslına yönelik ka­sıt hala mevcut bulunmaktadır. Bunlar, tabiî âfetler karşısında fi­yattan o oranda düşülmesi (câiha) gereğini de ifade etmektedirler. Çünkü bu haldeki meyveler ağacın aslına henüz ihtiyaç göstermek­te olduklarından, sanki onun bir parçası gibi ona tâbi sayılacaklar­dır. Bu haliyle de onlar sanki ağacın gövdesine mâlik olan satıcının mülkünde imiş gibi kabul edileceklerdir. Onlardan mutat üzere is­tifade edebilme yönü ortaya çıktığı için de müstakil gibi kabul edil­mektedir. Dolayısıyla az miktarda bir âfet halinde bu fiyattan dü­şülmez. Çünkü çok içerisinde az olan, tâbi durumundadır.

Yine bu noktadan hareketle meyvelerin olgunlaşmaya yüz tut­masından sonra ağacın sulanması konusunda da ihtilaf etmişlerdir: Acaba bu görev satıcıya mı, yoksa müşteriye mi aittir

Meyve normal tadına ulaşır ve ağacın gövdesine bir zaruret ge­reği olmaksızın sadece parlaklığın korunması ve suyunun çekilme­mesi gibi tamamlayıcı yönden bir ihtiyaç duyacak olursa bu du­rumda, âfet durumunda fiyattan düşme (câiha) hükmü hâlâ devam eder mi yoksa etmez mi konusunda ihtilaf edilmiştir. İhtilafın da­yanağı meyvelerin tamamen bağımsız bir hale gelip, asla olan tâbilik hükmünden kesin olarak çıkıp çıkmadığı konusudur. Nor­mal kıvamına ve parlaklığına ulaşması halinde ise bütün âlimler tâbiliğin sona erdiği ve bağımsızlık hükmünün geçerli olacağı ko­nusunda ittifak etmişlerdir.

Bu başlık altına girecek diğer meselelerde de hüküm aynı şe­kilde olacaktır.

Fasıl :

Bu esas üzerine bazı faydalar doğar. Bunları aşağıdaki gibi sı­ralamak mümkündür:

1.

Aralarında birbirleri ile tâbilik ilişkisi bulunan şeyler, tâbi ve metbû arasında üzerinde ittifak halinde bulunulan[184] hüküm doğrultusunda işlem görürler. Tabiî bu başka bir esas ile[185] çatışma durumu olmadığı zaman söz konusu olur. Örnekler: Ezan ve cami hizmeti ile birlikte imamlık için sözleşme (icare)[186], içerisinde ağaç bulunan konağın kiralanması, içerisinde az miktarda boş yer bulu­nan bahçenin ortaklığa verilmesi (müsâkât)[187] ikisinden birisinin [isi] az olması halinde sarfla[188] birlikte satım akdinin bir arada olma­sı[189] ve benzeri diğer meselelerden olup da aralarında his veya kasıt ya da mânâ bakımından ayrılmazlık (telâzum) olan, biri diğeri­ne göre az ya da çok olan şeyler gibi. Çünkü az olan için, çok olanla birlikte bulunması halinde tâbilik hükmü bulunmaktadır. Bu hu­sus, her ne kadar aralarında varlık bakımından telâzum bulunma­sa bile pek çok şer´î meselede sabit bulunmaktadır. Ancak carî olan âdete göre az olan şey, çok olana eklendiği zaman kasıt bakımından ilga edilmiş bir hal almaktadır. Dolayısıyla hüküm bakımından da ilga edilmiş gibi olmaktadır.

2.

Kendisine yönelik kasıt bulundurulan her tâbi için, fiyatta bir artışın olacağını belirtmiştik. Acaba tâbi için maksûd olan bu fazla­lık, tafsil üzere olmayıp genel anlamda mıdır Yoksa hem genel an­lamda hem de tafsil üzere mi maksûd olmaktadır Tâbilik hükmü­nün gereği olmak üzere bu ziyadeliğin maksûd olması tafsili olarak değil de genel anlamda olmalıdır. Zira eğer tafsil üzere olsaydı, o zaman müstakillik hükmüne yüz tutardı ve hakkında nehiy mevcut bulunurdu. Dolayısıyla da üzerine akit yapılması mümkün olmazdı. Bu kas dm bulunmasının farzedilmesi halinde de durum aynı olur­du. Bu itibarla o, genel anlamda kastedilmiş olmaktadır. Kasdın genel anlamda olması halinde ise tâbilik hükmü ile bu caiz olacak­tır. Tâbilik hükmü sabit olunca karşımızda şimdi bunun iki yönü bulunmaktadır:

a) Kendisinden dolayı fiyatın artırılması yönü.

b) Tafsil üzere kendisine yönelik bir kasdın bulunmaması yönü.

Bu durumda söz konusu tâbi´in ortadan kaybolması halinde acaba karşı taraftan onun kıymetini ödemesi istenir mi Yoksa is­tenmez mi Bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bu yüzden de bu kaide al­tına giren fer´î meseleler hakkında ihtilaflar bulunmaktadır. Meselâ elindeki malı itlaf edilen bir köle ayıp muhayyerliği sebe­biyle geri iade edildiği zaman, müşteri acaba satıcıdan belirlenen fi­yatın tamamını mı ister Yoksa Öyle olmaz mı [190] Ağacın meyvesi, koyunun yünü vb. konularda da durum aynıdır.

3.

Bir diğer fayda da "el-Harâcu bi´d-damân" (Cereme kime se­mere ona) kâidesidir. Semere, asla tâbidir. Mülkiyetin şer´an hasıl olması halinde o şeyin menfaatleri ona tâbi olacaktır. Daha sonra istihkak durumu ortaya çıksın, çıkmasın farketmemektedir. Daha sonra istihkak durumunun ortaya çıkması halinde bu, o andan iti­baren mülkiyetin intikâli gibi kabul edilmektedir.[191] Eğer istihkak konuları ile ilgili olmak üzere, geçmişe yönelik ürünlerin istenip is­tenmemesi konusunda mevcut bulunan ihtilaflar üzerinde düşüne­cek olursanız, onların hep bu esas doğrultusunda cereyan etmekte olduklarım görürsünüz.

4.

Zenâatkârların tazmini konusunda, sipariş verilen şeye tâbi durumunda olan şeylerin hükmü ne olacaktır. Acaba zenâatkâr bunları da tazmin edecek midir Yoksa etmeyecek midir Meselâ kılıcın kını, elbisenin bohçası, ekmeğin tabağı, istinsah edilecek ki­tap nüshası, zahire kabı vb. gibi şeyler. Bunlar tâbi oldukları için, asıllarını tazmin ettiği gibi bunları da tazmin edecek midir Yoksa zenâatkâr yanında bırakılmış birer emanet olmaları hasebiyle taz­min edilmeyecek midir

5.

Sarf bahsinde ele alman kılıç, mushaf ve benzeri şeylerin altın ya da gümüşle süslenmiş olması halinde, bunların yine altın ve gü­müşle satılması durumunda hüküm ne olacaktır. Bunların tâbi du­rumda kabul edilmesi ya da edilmemesi hallerine göre hüküm deği­şecektir.[192]Kısaca bu esas altına girecek şer^ mesâil pek çoktur.[193]

Fasıl:

Bu konudaki faydalardan biri de şudur: Kendisinde bir menfa­at bulunmayan şeylerin bedelli akitlerde akit konusu olması sahih değildir[194]Kendisinde bir menfaat ya da menfaatler bulunan şey­ler ise şu üç kısımdan ibarettir:

1.

Kendisi ile faydalanılması tamamıyla haram olan şeyler. Bu gi­bi şeylerin hiçbir menfaati bulunmayan şeyler mesabesinde olacağı konusunda herhangi bir poblem bulunmamaktadır.

2.

Tamamen helâl olan şeyler. Bu gibi şeyler üzerine akit yapıl­masının sahih olacağı konusunda da herhangi bir kuşku bulunma­maktadır.

Bu iki kısmın, her ne kadar zihinde tasavvurları mümkün ise de, varlık âleminde bilfiil mevcut bulunması çok uzaktır. Zira var­lık âleminde mevcut bulunup kendisi ile faydalanma ve üzerinde tasarrufta bulunma imkânı olan hiçbir şey yoktur ki, onda bir mas­lahat ciheti, bir de mefsedet ciheti bulunmasın; bu mümkün değil­dir. Bu konuya Mâkâsıd bölümünde temas edilmişti.[195] Dolayısıyla bu konunun göz önünde bulundurulması zarureti vardır. Bu istikra ile sabit bulunmaktadır. Şu halde geçen bu iki kısım sonuç itibarı ile üçüncü kısma dönüşmüş olacaktır.

3.

Bazı menfaatlerinin helâl, diğer bazılarının da haram olması hali. İşte bu nokta meselenin bel kemiğini teşkil etmektedir ve üze­rinde durulması gerekmektedir:

Önce bu kısım iki gruba ayrılmaktadır:

a) İki taraftan birinin örfen ve asaleten maksûd bulunması; diğer tarafın da âdeten maksûd bulunmayıp tâbi durumda olması; ona yöneltilecek kasdm ancak husûsî bir tarzda ve âdete muhalif olarak olması. Bu grup hakkında hükmün, asaleten ve örfen maksûd olana ait olduğu, diğer tarafın ise hükümsüz olacağı hakkında herhangi bir problem bulunma­maktadır. Zira eğer biz bu gibi şeyler hakkında tâbi durum­da olanı esas alıp ona itibar edecek olsak o zaman bizim hiç­bir şeyi mülk edinmemiz, menfaati sebebiyle hiçbir şey üze­rine akit yapmamız mümkün olmayacaktır. Çünkü o şeyde mutlaka haram olan menfaatler bulunacaktır.[196] Bu, tâbi durumda olan menfaatlerin talep konusu olmaktan çıktıkla­rını gösteren delillerden olmaktadır. Bu husus geçen mesele­de izah edilmiş ve orada tâbi durumda olan şeye, müstakil olarak ele alındığında hakkında mevcut dikkate alınması gereken talebin ilga edilmiş olduğu belirtilmişti. Burada da durum aynıdır.[197]

Ancak, akit yapanın bu haram olan tâbi durumdaki menfaate özel bir kasıt beslemesi halinde hüküm farklı olur. Çünkü bu durumda iki ihtimal bulunmaktadır:

1. Bizzat maksûd da olsa tâbi olanın ilga edilip aslî olan kasdm dikkate alınması. Bu durumda mesele birinci gruba dahil olmuş olur.

2. Sonradan ortaya çıkan kasdm (el-kasdu´t-târi1) dikka­te alınması. Zira kişinin özel olarak ona yönelik bir amaç bulundurması yüzünden bu, önceden var kabul edilen bir kasıt ya da onun gibi bir durum almıştır. Onun haricinde olan ise tâbi gibidir. Dolayısıyla hüküm ona (yani özel ola­rak belirlenen kasda) ait olacaktır. Aslî maksat helâl olmak­la birlikte özel olarak sonradan ortaya çıkmış olan bir duru­ma yönelik kasdm bulundurulduğu menfaatler için örnekler: Fuhuş yaptırmak ve böylece para kazanmak amacıyla cariye satın almak[198], kendisini günah işlerde kullanmak üzere (lİvata gibi) köle satın almak, şarap elde etmek için üzüm satın almak, yol kesmek için silah satın almak, insanları al­datmak İçin (tedlis) bazı şeyler satın almak gibi. Asıl itiba­rıyla haram olan (ve fiilin işlenmesi sırasında onu helal kılı­cı özel bir maksat bulundurulan) menfaatlere örnekler: Avcı­lık, hayvancılık ya da ziraat için köpek satın almak[199] ta­biî bu köpek satın almanın yasak olduğu görüşünde olanlara göredir , gübre olarak kullanmak üzere hayvan dışkısı sa­tın almak[200] sirke yapmak üzere şarap satın almak, gemi­nin kalaslarını yağlamak ya da insanları aydınlatmak üze­re murdar hayvana ait içyağı satın almak vb. gibi. Bu iki kısımdan kurala bağlanabilir (munzabıt) olanı birincisi­dir ve onu destekleyen pek çok tanık (şevâhid) bulunmaktadır. Çünkü asaleten ve örfen kastedilmekte olan şeyin dikkate alınma­sı, bizzat şerîat tarafından haram ya da helal kılmak suretiyle za­ten dikkate alınmış olan bir husus olmaktadır. Çünkü cariyenin, eğer nazik ve yüksek seviyeden ise odalık, kaba ve aşağı seviyeden ise hizmet için satın alınması, şarabın içmek için alınması, murdar hayvan, kan ve domuzun yemek için alınması, kendilerine Kur´ân´m inmiş olduğu Arap ulusu içerisinde yaygın ve mutat olan bir husustu. Bu yüzdendir ki haramlık ve helallik hükmünü geti­ren âyetlerde, hükmün bağlandığı şeyin zikrine gerek duyulmamış, hazfedilmiştir. Meselâ şöyle buyrulmuştur: "Size analarınız haram kılındı.... Onların dışındakiler sizin için helal kılındı" [201]Bu âyette helâl ve haram kılınma bizzat zikredilenlerin zatlarına nis-bet edilmiş ("analarınızla meselâ evlenmeniz... haram kılındı" gibi bir ifade kullanılmamıştır). Çünkü maksat anlaşılmaktadır. Aynı şekilde: "Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" [202]"Yetimle­rin, mallarını haksız yere yiyenler[203]vb. gibi âyetlerde de du­rum aynıdır. Her ne kadar yemenin dışında diğer haksız tasarruf­lar da haram ise de özel olarak yeme üzerine dikkat çekilmiştir. Çünkü mallarla ilgili ilk ve en Önemli maksat yeme kasdıdır. Bu­nun dışında kalan ve âdeten haddizatında maksûd olmamakla bir­likte ancak tâbilik yolu ile kastedilebilen diğer menfaatlerin ise bir hükmü bulunmamaktadır. Murdar hayvan ile aynı hükümde bulu­nan benzeri şeyler haram kılındığında Hz. Peygamber´e murdar hayvanın içyağı hakkında, "onunla gemi kalaslarının yağ­landığını ve insanların onunla aydınlandıklarım´´ söylemişlerdi. Bu­na rağmen Hz. Peygamber [ ale^İdimu ] onun satımının yasaklığmı be­lirtmiş ve bazı vakitlerde ona karşı duydukları ihtiyaçları dikkate almamıştır. Çünkü ondan gözetilen aslî maksat ki yemek olu­yor haramdır. Bu meyanda o şöyle buyurmuştur: "Allah yahudi-lere lanet etsin! Onlara içyağ haram kılınmıştı. Fakat onlar bunu yordular ve onu sattılar da parasını yediler"[204]Şarap hakkında [187t da: "İçmesi haram olan şeyin satması da haramdır.[205] (Bir başka yerde de) Allah birşeyi haram kıldığı zaman onun bedelini de ha­ram kılar"[206] buyurmuştur. Çünkü âdeten haram olan şeyden gö­zetilen maksat, haramlık hükmünün kendisine yöneldiği (burada yemek ve içmek oluyor) husustur. Bunun dışında kalan diğer men­faatler ise tâbi durumdadır ve onların bir hükmü yoktur.

Bu noktadan hareketle, karısı üzerine evleneceğine dair yemin eden kimsenin devamlı beraberlik kastı olmaksızın sadece yeminini yerine getirmiş olmak amacıyla evlenmesine cevaz vermişlerdir. Çünkü bu nikaha tâbi unsurlardan olup, nikahın aslında maksûd değildir. Dolayısıyla başlıbaşma dikkate alınacak durumda olma­yıp[207] ancak bir tâbi olması açısından dikkate alınır. Eğer tâbi du­rumda olan şeyler şer´an maksûd bulunsalardı ve bunun sonucun­da onun gereği talep kendilerine yönelseydi, o zaman akitlerden pek çoğu maksûd olan o menfaatlerin bilinmemesi yüzünden caiz olmaz, hatta nikah dahi caiz olmazdı. Çünkü erkek nikah akdinde bulunduğu zaman ona, verdiği mehirden başka zevcesine infakta bulunması ve İhtiyaç duyacağı diğer ihtiyaçlarını gidermesi lazım gelir. Bütün bunlar onun, karısının kadınlığından istifadesinin bir bedeli gibidir. Bu ise meçhul bir bedel (semen) olmaktadır. Bu iti­barla rakabeye tâbi ve üzerine akit yapılan menfaatler ya da âde-ten aslî kasıd üzere öncelikli olarak kendisine yönelik amaç bulun­durulan menfaatler, bizzat dikkate alınması gereken menfaatler ol­makta, bunun dışında kalan tâbi durumdaki diğer menfaatler üze­rine ise herhangi bir hüküm bina edilmemektedir. Ancak ona yöne­lik Özel bir kasıt bulundurması halinde ise o zaman konu üzerinde durmak gerekmektedir. Zahir odur ki, ilk bakışta şeriattan anlışıl-dığı kadarıyla tâbi durumda olan menfaate yönelik bir hüküm olmanialıdır. Çünkü yukarıda geçen (ve metbûun hükmüne muhale­fet durumunda tabiin hükmüne itabar edilmeyeceğini gösteren) de­lillerin genel kapsamı ve murdar hayvanın içyağı hakkında onunla gemi kalaslarının yağlandığı ve insanların aydınlanmada kullan­dıkları şeklinde yöneltilen soruya cevap olarak verilen hadisin özel delaleti bunu gerektirmektedir. İçyağmın kullanıldığı bu her iki durum da, genel anlamda onunla faydalanılması sahih olan şeyler­dendir. Ancak bu özel kasıt, genel nitelikteki kasda tearuz edecek nitelikte değildir.[208]

Eğer tâbi durumda olan, kasıtta yaygın ve bazı zamanlarda ge­çerli bulunan örfe göre önde olur ve bunun sonucunda asaleten ol­ması gereken kasıt atılmış ve yok gibi bir hal alırsa, o zaman hü­küm tersine döner. Bunun bu şekilde mutlak surette bulunabile­ceğini sanmıyorum ama eğer bulunabileceği farzedilecek olursa o zaman hüküm tersine dönecektir. Buna rağmen kaide şeriatta konulmuş olduğu gibi sabittir. Bu örfen tâbi´in kasıtta metbûa dönüşmesi hali bulunmasa bile böyledir, Ancak tâbi olana yönelik [189] kasıt çoktur. Asıl olan, örfen benzeri kastedilen şeylerin dikkate alınmasıdır. Her iki ihtimale mebni olarak mesele genel anlamda üzerinde ihtilaf bulunan bir konu olmaktadır. Zerâi´ kaidesi de ya­sak olan şeye yönelik kasdm öne geçmesi[209] ve iki akdin birbirine eklenmesinin[210] çokça görülmesi esası üzerine mebnidir. Zerâi´ kaidesine itibar etmeyenler görüşlerini, örfen her iki akdin birbi­rinden ayrılması konusunda aslî kasda itibar esası üzerine bina et­mekte ve aslî kasdın onun hilafına olduğunu söylemektedirler.[211]

İkinci kısım: Âdeten mevcut bulunan kasıtta iki taraftan biri­nin diğerine tâbi durumda bulunmaması, aksine her birinin âdeten aslî kasıtla istenilir durumda olması. Haram olan ziynet eşyaları ve kaplar gibi. Bu altın ya da gümüşün ve onların ziynet için işlen­mesinin aynı anda örfen maksûd olması takdirinde böyledir. Ya da her birinin tek başına ele alındığında örfen Önce bulunur olması. Bu durumda geçen kaidenin bir gereği olarak o konuda emir ve nehyin bir arada bulunacağına hükmetmek mümkün değildir. Çün­kü taalluk ettikleri şeyler birbirleri ile telâzum (birinin varlığından diğerinin varlığının lâzım gelmesi) halinde bulunacaklardır. Bu durumda mutlaka hükmen içlerinden birinin ayrılması ve diğerinin atılması gerekecektir. Daha önce de geçtiği gibi tâbilik durumunun itibara alınması halinde ise tabiye yönelik olan talep düşecektir. Tâbiliğin itibara alınmaması halinde ise, tâbi olan af kapsamına girmiş olacaktır.[212] Bu durumda konunun tayini gerekecektir[213]Bu haliyle konu ictihad mahallidir ve problem olarak karşımızda durmaktadır. Bu türden örneklerin bulunması şeriatta azdır. Şayet böyle bir durumun meydana geldiği takdir edilecek olursa, bu du­rumda herkes kendi içtihadı sonucunda ulaştığı görüşle başbaşa olacaktır.el-Mâzir£, Büyü bahsinde bu kabilden olan şeyler hakkında şöyle demiştir: "Bu kısmın yasak olan şeylere katılması uygun olur. Çünkü haram olan menfaatin maksûd olması, onun fiyattan bir payı olmasını gerektirir. Akit ise tektir ve tek birşey üzerine yapıl­mıştır; onu parçalara ayırma imkanı yoktur. Haram olan birşey karşılığında bedel almak ise haramdır. Haram olan kısmı ayırma imkânı olmayacağından sonuçta hepsi haram olur. Yine bu durum­da mubah olan diğer menfaatlerin fiyatı da akit ile tek başına ele alınması farzedilse bile meçhul duruma düşer.[214] " Onun dedikleri bunlardır, bu da kabul edilebilir bir sözdür.

Keza sedd-i zerâi´ kaidesi de bunu desteklemektedir. Zira ya­sak olan şeye yönelik kasıt sabit olmuştur. Aynı şekilde maslahatın celbi için mefsedetin defi kaidesi de burada geçerli olmaktadır. Çünkü mefsedetin defi önce gelmektedir. Yine teâvun (yardımlaş­ma) kaidesi[215] burada, böyle bir muamelede bulunmanın kötülük ve taşkınlık üzerinde yardımlaşma olacağına hükmetmektedir. Bu yüzdendir ki şarap yapma kasdı ile üzüm alma, yol kesme kasdı ile silah satın alma, oğlancılık gibi kötü amaçlarla köle satın alma ve benzeri konular her ne kadar bu kasıt aslî olmayıp sonradan gö­zetilen bir kasıt ise de ittifakla yasaklanır. Bu durumda sözünü ettiğimiz konunun yasaklığı hükmünde ittifak edilmiş olması önce­lik arzeder.[216] Ancak[217] bu kötülüklere giden yolun kapanması ka-bilindendir. Bu konuda mevcut ihtilaflar, sadece hükmün kesildiği yere ve bedel almanın fâsid olup olmayacağı konusuna nisbetle vu ku bulmuştur.[218] Bu konu hakkında Mâkâsıd bahsinde yeterince durulmuştu. [219]

ayten
Tue 28 September 2010, 11:41 pm GMT +0200
Dokuzuncu Mesele:


İki şey hakkında emir ve nehiy bulunsa ve bu şeylerden her bi­ri diğerinin tâbisi durumunda olmasa, aralarında ne varlık ne de geçerli bulunan örf bakımından telâzum (birbirini zorunlu olarak gerektirme durumu) da bulunmasa, ancak mükellef amaç itibarıyla bu iki şeyi tek bir fiil içerisinde ve ve tek bir garazla bir araya getir­me kasdı bulundursa meselâ tek bir akit içerisinde haram ve helâli bir arada toplamak gibi bu durumda (hüküm ne olur )

Biz bu konuya "emrin ibâha yerine konulması" demek istiyo­ruz. Çünkü hüküm her ikisinde de birdir. Zira emir bazen ibâha için olabilmektedir. Meselâ şu âyette böyledir: "Namaz kılındığı zaman, yeryüzüne dağdın ve ALLAH´ın lütfundan (nasibinizi) ara­yın"[220] Burada bu ıstılahla sadece ihtisarda bulunma kastedilmiş­tir. Mânâ siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır.

Malum olduğu üzere onlardan her biri bilfarz kasıt konusunda tabi durumunda değildir ve onların münferit hükmünde kabul edilmesi de mümkün olmamaktadır. Çünkü bu kasıt ile bağdaşma­maktadır. Zira maksatlar tasarruflarda dikkate alınmaktadır. Yine şer´î mesâil üzerinde yapılan istikra ortaya koymaktadır ki; hü­kümler konusunda, iki şeyin bir arada olmasının, yalnız başına bu­lunmaları durumunda olmayan tesirleri vardır[221]

Bu konuda emredilen birşeyle, yasaklanılan bir şeyin yada em­redilen iki şeyin veyahut da yasaklanılan iki şeyin bir araya gelmiş olması arasında fark bulunmamaktadır. Hz. Peygamber bey´ ve selefi yasaklamıştır.[222] Halbuki bunlardan her biri tek başı­na ele alındıklarında caiz olmaktadır. ALLAH Teâlâ iki kız kardeşin aynı nikah altında toplanmasını yasaklamıştır. Halbuki teker te­ker olmak kaydı ile her biri üzerine akitte bulunmak caizdir. Ha­diste de bir kadının, halası ve teyzesi ile birlikte bir arada nikâh altında tutulması yasaklanmıştır.[223] Hz. Peygamber gerekçe olarak da bu yasağa şu sözü ile işaret buyurmuştur: "Eğer siz bunu yaparsanız, o zaman akrabalık bağlarını koparmış olur­sunuz" Bu konu da, mânâ bakımından konumuza dahil olmakta­dır; çünkü burada toplama halindeki hüküm, onların teker teker olan hükümlerinden farklı olmaktadır. Dolayısıyla bir arada bu­lunmanın hükme tesiri bulunmaktadır ve bu bir delildir. Bu tür ni­kahların tesiri akrabalık bağlarının kesilmesi konusundadır ve bubirliğin kaldırılmasıdır. Bu bir arada olmanın tesiri olduğu hakkında da delil olmaktadır. Yine hadiste sadece cuma gününde oruç tut­mak yasaklanmış[224] ve bir gün Öncesi ya da bir gün sonrası ile bir­likte tutulması istenmiştir. Aynı şekilde Ramazan ayından bir ya da iki gün Önce oruç tutmaya başlamak da yasaklanmıştır.[225]Fıtır bayramı gününde oruç tutmak da böyledir.[226] Zekat yükümlülüğün­den kaçmak için ayrı olan zekât matrahı malları birleştirmek, bir­leşik olanları da ayırmak da yasaklanmıştır.[227] Bütün bunlar bir arada bulunma (içtimâ) halinin, tek başına bulunma (infirâd) hali­ne ait olmayan etkileri bulunduğunu gerektirir. İnfirâd hali için, içtimâ halinden farklı hükmün bulunması gereği, içtimâ haline ait, infirâd halininin hükmünden farklı bir hükmün bulunduğunu içtimâ halinde, infirâd haline dönme Özelliği ortadan kalksa bile[228] açıklar. Yine Hz. Peygamber içecekler bahsinde (üzüm ve hurma gibi) iki ayrı şeyin birbirine karıştırılmasını ya­saklamıştır.[229] Çünkü bunların birbirine katıştırılmalan sarhoşluk verme özelliğini çabuklaştırıcı bir etki göstermektedir. (Satılan) an­ne cariye ile çocuğunun aralarının ayrılmasını yasaklamıştır. Bu hadis Sahih´te bulunmaktadır.[230] Aynı şekilde iki kardeşin arası­nın ayrılmasını yasaklamıştır.[231] Bu da hasen bir hadis olmaktadır. Şeriatta bu türden örnekler çoktur.

Sonra bir arada bulunma (içtimâ) hakkında delil ikâmesi konu­sunda daha genel bir anlamda[232] yaklaşıldığı zaman, onun kısmen dikkate alınmış olduğunu gösterecek deliller daha da çoğalacaktır.Meselâ birlik halinde olmanın emredilip, ayrılık halinde olmanın yasaklanması gibi. Çünkü birlikte olma halinde, yalnız olma halin­de bulunmayan özellikler vardır: Meselâ dayanışma ve yardımlaş­ma, İslâm´ın güç ve kudretini gösterme, küfrün egemenliğine son verme gibi. İşte bu noktadan hareketle dînî etkinliklerden olmak üzere cemâatler, cumalar, bayramlar konulmuş; özel olarak akra­balar arasında, genel olarak da bütün müslümanlar arasında bağ­lar tesis edilmiş ve bunlar arasında irtibat kurulması istenilmiştir. Toplu halde olmak övülmüş, ayrılık hali yerilmiştir. İnsanların ara­larının bulunması emredilmiş, bunun aksine hareketler ve sonuç itibarıyla ayrılık doğuracak her türlü faaliyetler yerilmiştir.

Keza nazarî yaklaşım da, beraberlik haline ait, ayrılık hali için bulunmayan hususiyetlerin mevcudiyetine hükmeder.

Bu, beraber olma (içtimâ) halinin etki edeceğinin ve onun dik­kate alınacağının izahı olmaktadır.

Ayrı bulunma (iftirâk) halinin de bir başka yönden etkisi var­dır: Ayrılık halinde bulunmayan bazı hususiyetlerin, beraberlik hali için söz konusu olduğu gibi, ayrılık hali için de bazı özellikler vardır ve bunları beraberlik hali ortadan kaldırmaz. Meselâ bir arada olan bey´ (satış) ve selefi (karz) yasaklayan hadis, tek başları­na bulundukları zaman bunlardan her birine ait bazı hususiyetle­rin bulunduğuna ve bunların bir arada bulunma halinde ortadan kalkmayacağına hükmeder. Bu özellik bunlardan her biri ile istifa­de durumudur ve bu, bir arada olma durumunda ortadan kalkmaz. Ancak bu birleşme sonucunda bunların arasında ilave bir özellik vücuda gelir ki, yasak da işte bundan dolayı gelmiştir. Beraber ol­ma halinde doğan bu ilave özellik, tek olarak bulunma halinde mevcut özellikleri tümden ortadan kaldırmaz. İki kız kardeşi aynı anda bir arada nikah altında tutma[233] ve delillerin zikri sırasında belirtilen benzeri diğer konularda da durum aynıdır.

Sonra nasıl ki, beraber bulunma halinde ayrı iken mevcut ol­mayan bazı özellikler var idiyse, münferit halde iken mevcut olup beraber bulunma halinde ortadan kalkmayan bazı özellikler de vardır. Çünkü bir araya gelenlerin her birinin kendisine ait var olan özelliği, eğer bir araya gelme sebebiyle ortadan kalkacak ol­saydı, o zaman birleşme (içtimâ) halinin özellikleri ortadan kalkmış olurdu. Aynen insanla, organlar arasındaki ilişkide olduğu gibi. Bu organların toplamı insanı oluşturmaktadır. Ancak bu organların tek yönden birleşmiş olmaları ya da tek bir özelliği ortaya koymuş olmak için birleşmeleri düşünülecek olsaydı, o zaman insan ortaya çıkmazdı.[234] Baş, elin göstermediği özelliği göstermekte; el ise aya­ğın vermediği faydayı sağlamaktadır. Kemikler, sinirler ve damar­lar gibi birbirine benzer halde bulunan diğer organlarda da durum aynıdır. Bunlar farklı özellikler taşımakta ve birleşme anında bu özelliklerini yitirmemekte ve bütün bunların toplamından insan meydana gelmektedir. Eğer insan ve organlar için tatbik ettiğimiz bu husus anlaşıldıysa, diğer birleşme (içtimâ) hallerinde de duru­mun aynı olduğu anlaşılacaktır.

Şu halde birlik halinde olmayı isteyen emir ve ayrılığı yasakla­yan nehiy, içtimâ halinde iken cüzlerin faydalarını[235]ortadan kaldirmaz. İçtimâ hali yoluyla fayda meydana geldiği gibi, içtimâ ha­linde iken de cüzlerin ayrı ayrı ele alınması yönünden fayda hasıl olmaktadır. Sonra iki şeyin bir arada bulunması (içtimâi) duru­munda, bunlardan her birinin, o açıdan itibara alınması sahih ola­cak bir hüküm ile müstakil olarak ele alınması mümkün olduğu gi­bi, meselemiz gibi olan yerlerde birbirleri ile tearuz halinde de ola­bilirler ve bu halde mesele üzerinde durmak gerekir. Bu durumda sadece içtimâ halinin dikkate alınması, infirad halinin dikkate alın­masından daha öncelikli (evlâ) değildir.[236]

Her birinin, müctehidlerin bakış açılarını üzerlerine çekecek izah ve dayanakları vardır.

Hal böyle olunca, maksat açısından her iki durumun da birbiri içerisine girmesi halinde, bunlar hüküm açısından varlık ve yokluk bakımından birbirleri ile bağıntı (telâzum) halinde bulunan ve hü­kümleri tek bir şeyin hükmü gibi olan iki şey olurlar. Bu durumda emir ve nehyin beraberce onlar üzerine gelmiş olması (içtimâi) birbirleri arasında varlık ve yokluk bakmmdan bağıntı (telâzum) bulunan şeylerde olduğu gibi mümkün değildir. Bu durumda mutlaka emir ya da nehiy yoluyla onların her ikisine birden yöne­len bir hükmün bulunması gerekecek midir Yoksa gerekmeyecek midir Alimlerden bir kısmı, onlar üzerine çözülme ve müstakil olma hükmünü uygulamaktadır ve bunlar örf-i vücûdî ile istimali dikkate almaktadırlar. Tabiî bu her birinin diğer eşinden ayrı ola­rak ele alınması mümkün olduğu zaman için söz konusudur. Alimler arasındaki görüş ayrılığı "haram ve helali içeren akit" meselesinde sürmektedir ve her iki tarafın görüşlerinin izahı orta­ya çıkmıştır.

İtiraz: Delilin desteklemiş olduğu görüş birincisidir. Çünkü bir arada olma (içtimâ) halinin bir tesiri bulunduğu ve ona ait yalnız başına bulunma halinden farklı hüküm olduğu sabit olduğuna göre, o zaman bütüne nisbetle iki şeyden her biri, asıla´(metbû) nisbetle tâbi halini almış olur. Çünkü her biri bütünün bir parçası duru­mundadır. Bütünün bir kısmı, o bütüne tâbi durumundadır. Bunu [198] destekleyen delillerden biri de Hükümler bahsinde geçen, birşeyin cüz itibarıyla mubah, kül itibarıyla ise matlûp veya cüz itibarıyla mendûb, kül itibarıyla ise vacip olmasıdır. Diğer hükümlerde de ay­nı şekilde cüz itibarıyla ele alındığında farklı, kül itibarıyla ele alındığında ise daha farklı hükümler doğmaktaydı. Bu durumda emir ve nehyin aynı anda gelmiş olması düşünülemez. Biz bütüne baktığımızda, nehye mahal olan şeyin bütün içerisinde mevcut ol­duğunu görürüz. Bu durumda nehiy, o şey içerisinde ilgili olduğu şeye yönelmiş olacaktır. Bu durum, Mâzirî´nin talîlinde ve onunla birlikte zikredilen şeylerde izahını bulmaktadır.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Eğer bütünü meydana getiren cüzlerden her biri, metbûya nisbetle tâbi gibi kabul edilecek olursa, o zaman haram olan cüzün metbû olması, tâbi olmasından daha evlâ olmayacaktır.[237] Hükümler bahsinde belirtilen husus doğru­dur, ancak orada muarız durumunda olan vardır ve o, daha önce de geçtiği gibi fertlerin dikkate alınmasıdır. Mâzirî´nin izahı[238] ise üzerinde ihtilaf edilen bir konu olup, İmam Mâlik ya da başka bir imamın mezhebinde mevcut bulunan ve üzerinde görüşbirliği edi­len konulardan değildir.[239]Dolayısıyla mesele, müctehidin değer­lendirmesi sonucunda kabul edip etmeyebileceği bir husus olarak kalmaya devam edecektir. [240]

Onuncu Mesele :



Biri diğerinin tâbisi durumunda olmayan iki şey hakkında iki emrin bulunması halinde, eğer mükellef kasıt itibarıyla o iki şeyi bir fiil içerisinde ve tek bir garazla toplamak amacı taşımaktaysa, bir önceki meselede ortaya konduğu gibi, toplama halinin etkisi bu-[199J hunnaktadır. İçtimâ halinde, infirâd halinde bulunmayan bir mânâ (özellik) vardır. Öbür taraftan münferid halde iken bulunan özellik­ler de, içtimâ haliyle ortadan kalkmamaktadır.

Ancak burada şöyle bir durum vardır: Acaba bunlardan her bi­ri, hükümleri bakımından diğerinin hükümleri ile bağdaşmaz (mü-nâfî) bir durumda mıdır Yoksa değil midir

Eğer öyle ise, o zaman konu, hüküm bakımından kasıt itiba­rıyla bir arada bulunan iki şey üzerine emir ve nehyin gelmesi me­selesine dahil olacaktır ve bu bir önceki meselenin bir gereği olmak­tadır. Bunun mânâsı şudur: Birşeyin kendisine ait şer´î hükümleri bulunduğu zaman, bu hükümler o şeye, içermiş olduğu maslahatlar sebebiyle bağlanmış olmaktadır. Mükelleflerin fiillerinden olan her fiilin hükmü de aynı şekilde böyledir. Bu fiil ister âdet olsun, ister ibadet olsun fark etmemektedir. İki fiil bir araya gelir ve bunlardan birine ait hükümler, diğerinin hükümleri ile bağdaşmaz ise bu şöy­le olur: Bu iki şey kasıt açısından tek birşey durumuna gelmiştir ve bunun tabiî sonucu olarak maslahatlar için konulmuş olan fakat birbiri ile bağdaşmaz halde bulunan hükümler bir araya gelmiştir. Bu durumda maslahat yönleri birbiriyle bağdaşmayacak ve birbiri ile çekişmiş olacaktır. Birbiri ile bağdaşma durumu olmayınca, infirâd halinde olduğu üzere bir maslahat kalmış olmayacaktır. Bu durumda hal, maslahatların, emredilen şeyle yasaklanmış olan şe­yin birleşmesi hali üzere karar kılmış olacaktır. Bunlar hükümle­rin bağdaşmazlığı konusunda birbirleri ile eşit durumdadırlar. Çünkü nehiy mefsedetlere, emir de maslahatlara dayanır. Bunla­rın bir arada toplanmaları ise, daha önce de geçtiği gibi imkân­sızlığa (mümtenî) götürür. Dolayısıyla benzeri birşey de imkânsız olacaktır.

Bu konunun esasını Hz. Peygamber´in "bey´ (satış) ve selefi (karz) yasaklaması" teşkil etmektedir. Çünkü satış konusu, karşılıklı olarak istifadeyi artırma esasına dayanırken; selef (karz, ödünç), cömertlik, iyilik ve müsamahayı gerekli kılar. Bunlar bir arada bulundukları zaman, selef içerisine, satış akdinde mündemiç bulunan mânâlar girer ve bunun sonucunda selef aslî halinden çı­kar. Çünkü selef (karz), gümüşün gümüşle, ya da altının altınla va­deli olarak satılması yasağından istisna olarak meşru kılınmıştır. Satış ile beraber akdedilen selef, tekrar istisna edilmiş olduğu eski aslına dönmüş olacaktır. Aslı sarf[241] olmaktadır. Bunda ise esas, mümkün mertebe karşı tarafa daha fazlaya satmak, daha çok kâr elde etmektir. Karzda ise bu amaçlar yasaktır. Selef, satış akdi ile bir arada yapılması sebebiyle eski aslına döndüğü zaman (ortaya çıkan hâsıla) iki yönden caiz olmamaktadır:

1. Selefte mevcut bulunan vade.

2. Kâr amacının güdülmesi. Kişi karz akdini satış akdine ek­lemekle, bu iki akdin bir arada toplanması kasdına, sözü edilen bu mânâ dahil olmuş olmaktadır.

Mükellefin vacip, mendup ya da mubah[242] olmak üzere emro-lunduğu ibadetlere diğer amaçları katması durumu da eğer biri diğeri için tâbi durumunda değil[243]ve hükümleri de birbirileri ile bağdaşmayacak şekilde ise aynı doğrultudadır. Meselâ namazda, onun hükümleri ile bağdaşmayacak olan yemek, içmek, boğazla­mak, konuşmak vb. fiilleri bir arada yapmak gibi. Farz ve mendu-bu bir arada yerine getirmiş olmak için namaz ve diğer ibadetlerde farz ile nafileye birlikte niyet etmek[244]; bir fiilde iki farzı birleştirerek, iki öğleyi veya iki ikindiyi, ya da bir öğle ile ikindiyi birleştir­mek[245], Ramazan orucunu hem eda hem de kaza niyetiyle birleştir­mek ve benzeri örnekler gibi.

İşte bu yüzdendir ki, İmam Mâlik akitlerin birbiri ile cem edil­mesini caiz görmemiştir. Bunlardan bir kısmı hakkında eğer görüş ayrılığı var ise, cevaz görüşü, içtimâ halinde dahi infirâd haline itibar[246] sonucunda hükümler arasında bağdaşmazlık bulunmadığı değerlendirmesi üzerine bina edilmiş olmaktadır. İmam Mâlik bu noktadan hareketle bir arada yapılan sarf ve satışı; nikah ve satışı, kırâz (mudârabe) ve satışı, müsâkât ve satışı, şirket ve satışı, cul[247] ve satışı yasaklamıştır. Bu sayılan akitlerle birleşme konu­sunda icâre de, satış akdi gibi olmaktadır. Keza İmam Mâlik, götü­rü ile ölçüm işinin bir arada olmasını yasaklamıştır.[248] Alimler, icâre akdinin satış akdi ile birleşmesi konusunda ihtilaf etmişler­dir. Bütün bunlar, tek bir akit içerisinde birbiri ile bağdaşmayan farklı hükümler içeren akitlerin bir arada bulunması sebebiyle ol­maktadır. Şöyle ki: Sarf akdi, alanı son derece dar tutulan ve ek Özel şartlan bulunan bir tasarruftur. Bu meyanda olmak üzere cins ve karşılıklı bedellerin kabzedilmesi ki bu konuda herhangi bir tereddüt ya da ertelemeye[249] veya az bir bakiyyenin bırakılması gi­bi bir duruma asla müsade edilmemektedir konularında taraflar arasında tam bir eşitliğin (mümaselet) tahakkuk etmiş[250] olması aranmaktadır. Satış akdi ise böyle değildir. Nikâh akdi; karşılıklı saygı, müsamaha ve cömertlik esası üzerine kurulmuştur. Bu yüz­den ALLAH Teâlâ, kadına verilen mehiri, nıhle diye isimlendirmiş­tir. Bu, bir bedel karşılığında olmaksızın verilen bir hediye demek­tir. Nikâh konusunda tefVîze (havale işine) izin verilmiştir. Halbu­ki satış akdinde durum farklıdır. Kırâz ve müsâkât akitleri geniş­lik ve müsamaha esası üzerine kurulmuştur. Zira her ikisi de şer´an yasak olan belirsiz icâre kapsamından istisna yoluyla meşru kılınmış iki tasarruf olup bir nevi ruhsat sayılmaktadır. Satış akdi ise, bunun aksine, karşılıklı bedellerde, vadede ve diğer konularda bilinmezliğin giderilmesi esası üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla satış akdi ile ilgili hükümler, kırâz ve müsâkât hükümleri ile bağ­daşmayacak türdendir. Şirket (ortaklık) akdi, her iki taraf için de geçim temini konusunda yardımlaşma ve dayanışma anlamı içer­mektedir. Satış akdi ise bunun zıddmadır. Cu´l, yapılacak işin meç-hullüğü esası üzerine kuruludur. Karşı taraftaki koşturacak insan (âmil) ise muhayyerdir.[251] Satış akdi, her iki hükümle de bağdaş­maz. Ölçülebilen maddelerde ölçünün esas alınması, ölçülecek olan şeyin miktarının tam olarak bilinmesini amaçlar. Götürü usûlü ise kolaylaştırma ve meblağı bilme konusunda müsamahalı olma esası­na dayalıdır ve bu usûlde satılan şeyin miktarı hakkında asla kesin bilgiye ulaştırmayacak olan tahmine başvurulur. İcâre akdi, hali­hazırda mevcut olmayan menfaatler üzerine kurulmuş bir akittir. Bu haliyle bilinmezlik taşımaktadır. Ancak duyulan ihtiyacın çok­luğuna binaen ve şirkette olduğu gibi yardımlaşma amacıyla caiz kabul edilmiştir. Satış akdi ise böyle değildir[252]Âlimler akde konu olan iki maldan biri hakkında kesinlik, diğeri hakkında ise muhay­yerlik koşulması konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Cevaz verme­yenler görüşlerini, akdin kesinliği ile muhayyerliğin birbirleri ile bağdaşmayacakları esası üzerine bina etmektedirler.

İlgili hükümlerin birbiri ile bağdaşıp bağdaşmayacağı konu­sundaki değerlendirmelerden doğan ihtilaf sonucu, âdetlerle ilgili iki şeyin bir fiil içerisinde toplanması konusunda âlimlerin İhtilaf ettikleri gibi, bir ibadetle bir âdetin bir fiil içerisinde toplanması konusunda da aynı şekilde ihtilaf etmişlerdir. Hac ya da cihad esnasında ticarette bulunmak gibi.[253] Abdest alırken serinlemek kas-dı, oruç tutarken aynı zamanda perhizde bulunmak amacı bulun­durmak gibi. Keza iki ibadetin toplanmasında da ihtilaf etmişler­dir: Cünüplükten arınmak ve cuma namazı için birlikte gusül ab-desti almak gibi. Bu konunun açıklanması, gerek burada ve gerek­se Mâkâsıd bölümünde aslî maksatlarla tâbi maksatlar arasındaki ilişkiden söz edilirken yapılmıştır. Basan ancak ALLAH´tandır.

Eğer hükümleri birbiri ile bağdaşmaz türden ise, bu durumda da mutlaka içtimâ kasdimn dikkate alınması gerekecektir. Bunun delili daha önce geçmişti. Bu durumda içtimâ hali, ya nehyi gerekti­ren bir durum ortaya çıkaracaktır veya çıkarmayacaktır:

Eğer böyle bir durum ortaya çıkaracak olursa, o zaman o şey bütün olarak yasaklanmış olacak ve talep yönü birleşmiş olacaktır. Çünkü içtimâ hali, cüzlere yönelik olan talebi ilga etmiş ve bunun sonucunda o şeyin bütünü, emrin ya da nehyin kendisine yöneldiği tek birşey halini almıştır. Tabiî bunun sonucunda eğer maslahat varsa emir, yok mefsedet varsa nehiy taalluk edecektir. Burada ta­savvur edilen mefsedeti gerektiren bir bütün olduğuna göre tabiî ki taalluk eden talep, nehiy olacaktır. Meselâ iki kız kardeşin veya bir kadınla hala ya da teyzesinin aynı anda nikah altında tutulması, Ramazan´ın ilk günü ile Şaban´m son gününü, Ramazan´ın son gü­nü ile de Şevval´in ilk gününü birleştirerek oruç tutmak, iki şırayı birbirine karıştırarak içmek, İmam Mâlik´in mezhebinde bazıları­nın görüşüne göre iki adamın mallarını birleştirerek satmaları gibi. Çünkü birleştirme hali cüzlerin aslî kasıt ile dikkate alınma­masını gerektirir. Bu da iki satıcıdan her birine nisbetle bedelin bilinmezliği[254]sonucunu doğurur. Her ne kadar tümüne yönelik yoksa da sonuçta kaçınılmaz olan bu bilinmezlik ve sebep olduğu mefsedet yüzünden böyle bir birleştirme işi caiz olmamaktadır. Böyle bir akde cevaz veren kimse muhtemelen başka birşeyi dikka­te almış olmalıdır: Şöyle ki: Mal sahipleri, mallarını birleştirme doğrultusunda niyetlerini ortaya koyunca bu haliyle onlar bir nevi şirket (ortaklık) kurmuş olurlar; yani sanki onlar yaptıkları bu sa­tışla önce ortaklık kurmayı, sonra da onu satıp parasında ortak ol­mayı kararlaştırmış gibi olurlar. Bunlar iki ortak hükmünde olun­ca, artık herbiri kendi malının bedelini dikkate almış olmamakta­dır. Çünkü ortaklık hükmüyle bu mallar, bir tek olan mebîin (satı­lan mal) birer parçası mesabesinde olmakta ve bunlara yönelik ka­sıt, bütüne yönelik aslî kasıda tâbi hal almaktadır. Böyle bir kasdm da etkisi yoktur. Sonra alman bedel, aralarında taksim edilmesi durumunda (hükmî) ortaklığı oluşturan sermayelerine[255] göre pay edilir. Bunun da imkânsız bir tarafı yoktur; zira bilinmezlik içermemektedir. Sonuç olarak böyle bir birleştirme hali bir fesadın doğmasını gerektirmez.

Birleştirme halinde nehyi gerektirecek bir durum yoksa, o za­man emir yönelir. Zira üzerine dikkat çekilen ıstılah üzere ya emir vardır ya da nehiy vardır. [256]

ONBİRİNCİ MESELE:


İki emir[257] olsun ve bunların her ikisi de iki itibar ile aynı şey hakkında bulunsun; eğer bunlardan biri bütüne yönelik, diğeri de bütünün bazı tafsilatına[258] ya da niteliklerine[259] veyahut da cüzlerine[260]yönelik ise, bir arada bulunmaları caizdir. Nitekim usûlde sabit olmuştur.

Burada sözü edilen emirlerden biri tâbi, diğeri ise metbû (asıl)dır. Asıl olan bütüne yönelik olanıdır, diğeri ise tâbidir. Çünkü detaylara, niteliklere ya da cüzlere yönelik olan, bütünün tümleyicisi ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Böyle bir durumda olan şeye yönelik talep ise, mutlak olmayıp ancak o yönden olacaktır; tâbi ol­masından kastedilen de işte budur. Sonra bu talep, bütüne yöne­lik emrin gereği olmaksızın vücuda gelecek şekilde yalnız başına bulunmaz; dahası bütüne yönelik emrin yokluğu tasavvur edildiği zaman, tafsilâtın ortaya konulması mümkün de değildir. Çünkü tafsilât, ancak bir asıl üzerinde söz konusu olur. Niteliklerin bulun­ması için de nitelenenin olması gerekir. Cüzi de ancak, küllî açısın­dan tasavvur edilebilir. Durum böyle olunca, bunlara yönelik talep, bütünle ilgili talebe tâbilik yoluyla olacaktır.

Bunun Örnekleri vardır: Meselâ, bir namazın kılınması talebi vardır; bir de namazla ilgili olmak üzere hadesten[261] ve necaset­ten[262] taharet, güzel ve temiz elbiselerin giyilmesi, huşu, zikir, kıraat, dua, kıbleye yönelme vb. durumlarla ilgili talep vardır. Ze­kâtın verilmesi talebi yanında, kazancın en temizinden seçilmesi, vaktinde verilmesi[263], zekât verilecek malların türlerinin ve zekât oranlarının belirlenmesi[264] gibi konularla ilgili talep bulunmakta­dır. Oruç tutma emri yanında, oruçta iftarın tacili, sahurun tehiri, her türlü kötü söz ve davranışların terki, orucu tehlikeye atacak durumlardan uzak durma[265] gibi hallere[266]yönelik talebin bulun­ması da böyledir. Aynı şekilde, her türlü tafsilâtı, cüzleri ve ta­mamlayıcı nitelikleri durumunda olan şeylere yönelik taleple bir­likte hac emri de böyledir. Kısas ve kısasta âdil davramlması, had-din aşılmaması, denkliğin aranması[267] talebi; alış verişte ölçü ve tartıya tam riayet edilmesi, ödeme ve borç talebinin güzel yapılma­sı, insaflı davramlması[268] vb. gibi konuların talebi de böyledir. Buşeylerin talebi, bunların aslı durumunda olan şeyin talebine bağlı­dır. Bunların müstakil olarak tasavvur edilmeleri mümkün değil­dir; bunlar ancak asıl durumunda olan ve bütün olarak ele alınıp talep edilen şeylere istinaden istenilirler. Asılları ile birlikte ele alı­nan diğer tâbiler hakkında da durum aynıdır.

Emir ve nehyin tâbi ve metbû (asıl) üzerine gelmesi hali ise böyle değildir.[269] Olgunlaşmadan önce meyve ağacının durumu gibi. Çünkü burada nehiy, meyva satışı üzerine ancak müstakil olarak ele alınması halinde gelmiştir. Eğer biz meyvanın ağaçtan müstakil olmadığını düşündüğümüzde, bu meyvanın ağaca tâbi onun bir par­çası kılınması anlamına gelir. Bu ise kısmen içtimâ haline yönelik kasıt bulundurulması sonucunu gerektirir. O da hem ağaç hem de meyva üzerine birden akit yapma kasdı olmaktadır. Bu durumda nehiy geçtiği üzere mutlak olarak kalkmış olmaktadır. Bundan da o anda emrin ittihadı sonucu doğar. Yani bir bütün üzerine; biri aslına itibarla, diğeri de tafsilatına veya niteliklerine veyahut da cüzlerine itibarla olmak üzere iki emrin gelmesi şekline döner.

Zarûriyyât ile hâcî ve tahsînî olan esaslar arasındaki ilişki işte bu tertip üzere cereyan eder. Çünkü genişletme ve güçlüğün kaldınlması, kendisinde darlık ve güçlük bulunabilen birşeyin olmasını gerektirir. Tabiî bu gereken şey de hiç kuşkusuz zarûriyyâttır. Tahsîniyyât, tamamlayıcı ve bütünleyici unsurlardır; dolayısıyla bunların tamamlayacakları şeylerin olması zorunludur. Çünkü gü­zelleştirme, tamamlama ve genişletme gibi kavramlar için, mutla­ka bir konu olmalı ki, bu sayılanlar olmadığı zaman o şey, güzel de­ğil, tam değil, kolay değil; aksine meselâ çirkin veya eksik veya dar ya da zor kabul edilsin. Şu halde bunların mutlaka talep konusu olan bir başka şeye dayanması gerekmektedir. Sonuç olarak güzel­leştirmesi ya da genişlik ve kolaylık getirmesi istenilen şey, talep konusunda güzelleşecek ve genişleyecek olan şeye tâbidir. Bu ise geçen tâbilik ve metbûluk (asillik) talebinin mânâsı olmaktadır. Bu nokta ortaya konulunca, konu ile ilgili bir durum daha karşımıza çıkmaktadır: [270]

ONİKİNCİ MESELE:


Deriz ki: Emir ve nehiy, birşey üzerine vârid olduğu zaman, eğer bunlardan biri o şeyin bazı niteliklerine veya cüziyyâtma vb. yönelik ise, bir önceki meselede böyle bir içtimâ halinin caiz oldu­ğunu ortaya koyan izah geçmişti. Bunun iki şekli vardır:

a) Emir bütüne, nehiy ise bütünün niteliklerine yönelik olur. Bu şekil çoktur. Meselâ: Yemek hazır iken namaz kılmak, sıkışık vaziyette iken namaz kılmak, mekruh vakitlerde namaz kılmak, bayram günlerinde oruç tut­mak, garar ve bilinmezlik içeren alış veriş yapmak, (kısas yoluyla) öldürmede aşırılık göstermek ve adaletin gözetilmesi konusunda sınırı aşmak, alış veriş vb. akit­lerde hile ve aldatmada bulunmak... gibi.

b) Nehyin bütüne yönelik olması, emrin ise niteliklerle ilgi­li olması. Bunun da örnekleri vardır: Meselâ, günah işlerken gizli işlenmesinin emredihnesi gibi. Hz. Peygam­ber hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: "Siz­den kim bu pisliklerden birine müptela olursa, ALLAH´ın örtüsü ile örtünsün"[271]Yapılan bir kötülüğün peşinden "...Sonra hemen tevbe ederler´[272] âyet-i kerîmesinin bir gereği olarak derhal bir iyilik yapılması emri [273]de böy­ledir. "Sizden bir tamah peşinde giden, yavaş yürü­sün´[274]rivayeti de böyledir.

Birinci şekil üzerinde usûlcüler durmuşlardır [275]dolayısıyla onu burada tekrar etmenin bir anlamı yoktur. İkinciye gelince, onun hakkındaki hüküm de, birinci hakkındaki sözlerinden çıkarı­labilir. Detaylarla ilgili olmak üzere usûl kitaplarının ilgili bölümlerine müracaat etmelisin. Allahu a´îem!

Burada bir konu daha açılıyor ki o da şudur: [276]

ONÜÇÜNCÜ MESELE:[277]


Talebin, asıl ya da tabiye yönelik olması arasında derece farkı vardır: Bütüne yönelik talep, dikkate alma açısından tafsil veya ni­telik ya da cüziyyâta yönelik olan talepten daha güçlüdür.

Bunun delili daha önce geçtiği üzere, tabiin ikinci kasıtla amaçlanmış olmasıdır. Bu yüzdendir ki tâbi yönü, asıl (metbû) ya-mnda yerine göre ilga edilmektedir. Tâbi, dikkate alınması halinde aslın ihlali neticesini doğuruyorsa, itibara alınmamaktadır[278]Bu durum tabiin asla nisbetle bir cüz ya da sıfat veyahut da tamamla­yıcı unsur gibi olmadığı müddetçe böyledir. Kısaca bu husus daha önce açıklanmıştı. Bütün bunlar, dikkate alma konusunda aslın güçlülüğünü, tabiin de zayıflığını göstermektedir. Şu halde itibar açısından asla taalluk eden emir, tâbie yönelik olan emirden daha güçlüdür.[279]Bu tertip sayesinde, şeriatta mevcut bulunan bütün emirlerin tekit açısından hep aynı düzeyde olmadıkları, onların hep aynı bir kasıt altına girmedikleri öğrenilmiş olur. Çünkü zarûriyyâtla ilgili bulunan emirler, hâcî ve tahsînî olan hususlarla ilgili emirler gibi değildir. Keza zarûriyyâtın tamamlayıcı unsurları ile ilgili olan emirler, bizzat zarûriyyâtın kendisi ile ilgili emirler gibi değildir. Bilakis bunlar arasında bilinen farklar vardır. Dahası zarûriyyât-tan olan hususular hakkındaki emirler de hep aynı düzeyde değil­dir. Meselâ dinin aslına yönelik talepler, tekit bakımından nefsin korunmasına yönelik taleplerden daha güçlüdür; nefsin korunması­nı isteyen emirler de, aklın korunmasını isteyen taleplerden... daha güçlüdür. Hâciyyât konusunda da durum aynıdır; aslında bir manii olmayan mubahlara yönelik taleple, böyle bir manii bulunan mu­bahlardan istifadeye yönelik talep arasında kuvvet farkı vardır. Meselâ mubah olan lezzetlerden yararlanma île, karz, selem ve müsâkât vb. akitlerden[280] yararlanma talepleri arasında fark var­dır. Bunların talebi ile, terki durumunda kısmen güçlükle karşılaşı­lacak olan ruhsatların işlenmesine yönelik talep arasında da fark vardır. Bunlarla terki durumunda takat üstü yükümlülüğün doğa­cağı durumlar arasında da fark vardır.[281] Aynı durum, harfiyyen tahsîniyyât için de geçerlidir.

Bu durumda, mesele hakkında görüş ayrılıkları sırasında mut-

lak bir ifade ile "emir, vücûb veya mendupluk ya da mübahlık için­dir... veya müşterektir" [282] şeklinde söz etmek ya da "bunların dışında başka bir mânâ içindir" demek, işte emrin bu özelliğine varıp çıkmaktadır. Çünkü onlar, "Emir, aksine bir delil olmadıkça vücûb içindir" demektedirler. Bu, her emrin hükmü konusunda delile tâbi olma mânâsına gelir. Hal böyle olunca sonuçta zikredilen noktaya çıkılır. Ancak, delili zahir olmayan konuda mutlak bir ifadeyle emir şöyledir demek zordur. Konu ile ilgili görüşler arasında doğruya en yakın olanı, tevakkuf görüşüdür. Arap dilinde, ileri sürülen görüş­lerden sadece birini destekleyecek ve diğerlerini itibardan düşüre­cek deliller bulmak mümkün değildir.

Bu konuda şöyle bir kural koyabiliriz: Her emre bakılır: Acaba birinci (aslî) kasıtla mı istenilmektedir Yoksa ikinci kasıtla mı Eğer birinci kasıtla istenilmiş se, o emir, kendisine talep yönelen tü­rün en üst mertebesindedir. Eğer ikinci kasıtla talep edilmişse ba­kılır: Asıl olan zarurî, varlık bakımından onsuz mevcudiyetini sürdürebiliyor mu Yoksa sürdüremiyor mu Ki bunun sonucunda ona zarurî adı verilebİlsin.[283]Eğer onsuz varlığını sürdüremİyorsa, o zaman talep konusu olan şey, ikâme edilen zarurî aslın rüknü ve cüzü durumunda olacaktır. Eğer onsuz, zarurî olan asıl varlığım sürdürebiliyorsa, talep edilen o şey rükün değildir; fakat tamamla­yıcı ve bütünleyici bir unsurdur.[284]Bu haliyle de o, ya hâciyyâttan ya da tahsîniyyâttan olacaktır. Sonuç itibarıyla emrin, zikredildiği şekil üzere mertebesine bakılacak ve her bir cüz konusunda şeriatta yapılacak olan istikranın sonuçlan doğrultusunda güçlülük durumu tesbit edilecektir. [285]

ONDÖRDÜNCÜ MESELE:


Birinci kasıt üzere birşeyi emretmek, tevâbi´i[286] emretmek de­ğildir. Tevabi´, eğer emredilen birşey ise ayrıca yeni bir emre ihtiyaç duyar. Bunun delili, daha önce geçtiği üzere, mutlak emirden mukayyed enirin lâzım gelmediğidir. Burada tevabi´, asılların (metbû) belli bir şekil üzere edası anlammadır. Emir ise mutlak olarak taalluk etmiş olup mukayyed değildir. Dolayısıyla mutlak lafızların gereği[287] ne ise onun yerine getirilmesi yeterlidir. Bu du­rumda asılların illâ da belli bir şekil ya da belli bir sıfat üzere ger­çekleştirilmesi gerekmez. (Böyle bir tekellüf için, sair şekiller ve sı­fatlar içerisinde) belli bir şekil ya da sıfatın belirlenmesi gerekir. Lanz ise husûsî olarak böyle birşeyi ortaya koymamaktadır. Bu du­rumda husûsî olarak belli bir şekil ya da sıfatın tahsisi için yeni bir delile ihtiyaç vardır. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

Bunun üzerine şu sonuç doğar: Mükellef, mutlak olarak gelen emirlerin gereklerini yerine getirirken, onları illâ da belli bir şekil üzere ifa etmeyi iltizam etmesi için delile ihtiyaç duyar. Meselâ biz mükellefin bir ibadetin belli bir şekil üzere diye kayıtlama yapıl­maksızın edası ile memur olduğunu düşünelim. Böyle bir du­rumda meşru kılınan şey, belli bir şekil ya da sıfat üzere diye ka-yıtlanamaz. Aksine mutlak emir sığasının altına girecek şekilde ifası yeterlidir. Meselâ âzâd ile emrolunan kimse, mutlak surette âzâd ile emrolunmuş olur ve âzâd edilecek kölenin meselâ kadın de­ğil de erkek olması, beyaz değil de siyah olması, usta değil de kâtip olması vb. gibi herhangi bir kayıtla takyidine gidilmez. Buna rağ­men mükellef, âzâd konusunda illâ da şöyle olacak diye bu saydık­larımızdan belli bir neVi iltizam edecek olursa, bu iltizamının sahih olabilmesi için delile ihtiyacı vardır. Aksi takdirde onun bu iltizamı gayrı meşru olacaktır. Aynı şekilde mükellef, meselâ öğle namazın­da başkasını değil de illâ şu sûreyi okuyacak diye iltizamda bulun­sa, veya dere suyundan değil de illâ kuyu suyundan abdest alacak diye, ya da benzeri asıllar hakkındaki emrin tevâbi´i (yani ifa şekil­lerinden biri) durumunda olan daha başka bir tekellüfe girse, bu­nun şer´an bir anlamı olabilmesi için mutlaka delile ihtiyaç vardır. Aksi takdirde şeriatta bunlar sahih olmaz, öbür taraftan bu gibi te-kellüfler, aslı ortadan kaldırma gibi bir sonuca da götürebilecek özelliktedir.[288]

Şöyle ki: Emir, emredilen asıla mutlak bir ifade ile taalluk etti­ği, o aslın illâ da tâbi durumunda olan belli bir şekil ya da sıfat üze­re yapılmasını gerektiren başka bir emir de bulunmadığı zaman, biz Şâri´in kasdından, meşru kılmanın mutlak (kayıtsız) bir amel olduğunu ve lâfzın delâlet ettiği hususun (emredilen şeyin) illâ da belli bir şekil ya da sıfat ile kayıtlı olmadığını anlamış oluruz. Hal böyle iken, onu belli bir şekil ya da sıfatla tahsis eden kimse, o em­ri mutlak hali üzere gerçekleştirmiş olmaz. Dolayısıyla tekellüfe girdiği kayıtlama için delile ihtiyaç duyar, ya da bu haliyle Şâri´in maksadına muhalefet etmiş olur.

İmam Mâlik´e mescidde kıraatte[289] bulunmanın hükmü soru­lur. O şöyle cevap verir: "Eskiden böyle birşey yoktu. O sonradan ihdas edilmiştir" Sonra şöyle devam eder: "Kur´ân okumak güzel birşeydir. (Ancak şu unutulmamalıdır ki) bu ümmetin sonra gelen­leri, önde gelenlerinin yapageldiklerinden daha isabetli hiçbir şey ortaya koyamayacaklardır" O yine şöyle der: "Bugünün insanları, acaba kendilerini Önceki nesillerden hayra daha çok rağbetli mi görmektedirler ki !"

İbn Rüşd de şöyle der: "Her sabah namazının sonunda Kurtuba camiinde yapıldığı üzere, sanki sünnetmiş gibi namazlardan sonra ya da belli bir şekil üzere Kur´ân okumayı âdet edinmek bid´âttir. Ama böyle olmaksızın mescidlerde Kur´ân okumakta bir beis yok­tur ve mekruh olacak bir tarafı olmaz. İmam Mâlik´in işaret etmiş olduğu şey, bir başka yerde açıkça söylediği olmalıdır. Çünkü o, meselâ İskenderiyelilerin yaptığı gibi toplantı yapıp belli bir sûreyi (hep bir ağızdan koro halinde) okuyan bir topluluk hakkında yap­tıklarının mekruh olduğunu söylemiş ve bu yaptıklarının sahabe­nin yapageldikleri amele uymadığını belirterek tepki göstermiştir.

İmam Mâlik´e yine Arafa günü insanların mescidde ikindi na­mazından sonra oturup dua etmelerinin hükmü sorulur. O bunu da mekruh görür. Ona: "Bir insan yerinde otururken diğerleri etrafına toplamp çoğahyorlar. Böyle bir halde ne yapmalı " diye sordukla­rında o: "Oradan ayrılır. Böyle bir durumda o kimsenin evinde oturması daha hayırlı olur" der. İbn Rüşd şöyle diyor: İmam bunu, haddizatında duanın güzel birşey olmasına ve en efdalinin de Arafa gününde yapılanı olmasına rağmen mekruh görmüştür. Çünkü bu­nun için toplanmak bid´âttir. Hz. Peygamber´den şöyle bu­yurduğu rivayet edilir: "En güzel hidayet (din) Muhammed´in teb­liğ ettiği hid´ayettir. İşlerin en şerlisi sonradan ihdas olunanlardır. Her bidat sapıklıktır´[290] İmam Mâlik, bir kimsenin sadece secde âyetlerini okuyarak secde etmesini mekruh görmüştür. Müdevve-ne´de bir kimsenin oturup dinleyenlere öğrenme kasdı olmaksı­zın secde âyetlerini okumasını mekruh görmüş, bunları mescidde okuyup etrafına toplanılan birisine tepki göstermiş ve oradan uzak-laşılmasını söylemiştir. Yine Müdevvene´de: "Bir kimse, mescidde oturup orada secde âyetini okuyacağını bildiği biri ile beraber otur­maz, oradan kalkar" demiştir.

İbnul-Kâsım şöyle der: İmam Mâlik´i işittim; şöyle diyordu: "Namazda, ayaklar hiç oynamayacak şekilde durmayı (itimad) ilk kez ihdas eden kimse ünlü sanlı biridir. Ancak ben onun adını ver­mek istemiyorum" İmam onun hakkında övgüde bulunmazdı. İbn Rüşd şöyle der: İmam Mâlik´e göre bir insanın namazda iken ayak­larını oynatarak rahatlaması caizdir. Onun mekruh gördüğü şey ayakların birbirine iyice bitiştirmesi ve bunun sonucunda her iki ayağının üzerine ağırlığını vermemesidir. Bu şekilde hareket (yani itimad) namazın erkânından değildir. Zira bu ne Hz. Peygamber´-den ne ashabtan ne de selef-i sâlihten gelmemiştir. Dola-yısya bu sonradan ihdas edilmiş bid´atlerden olmaktadır.[291]

İmam Mâlik´ten benzeri şeyler, dua için ayakta durmak, hatim duası yapmak, namazdan çıktıktan sonra dua için toplanmak, na­maz için çağırıyı yenilemek (tesvîb), hayvan boğazlarken çekilmesi gereken besmeleye ilavede bulunmak, tavaf sırasında devamlı oku­mak, birşeye hayret sırasında salavât getirmek... ve benzeri insan­lar arasında yaygın bulunan birçok konu hakkında da gelmiştir. Bu gibi konularda emir mutlak olarak gelmiş, daha sonra insanlar bir delile dayanmaksızın bazı kayıtlar getirerek tekellüfe girmişlerdir. Sonradan ihdas edilen bid´atların çoğu böyle çıkmıştır.

Hadiste şöyle buyurulur: "Sakın sizden biri, namazında şeyta­na bir pay ayırmasın! Kişi, namaz (kıldığı yerden) ancak sağ taraf­tan ayrılması gerektiğine inanır"[292]

İbn Ömer ve diğerlerinden namazda iken sağa sola bakmanın (iltifat) hükmü sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir: "Şöyle şöyle ba­karız ve insanların yaptıklarını yaparız" Bu haliyle sanki o, sağa sola bakmamayı tekellüf saymış ve riayet edilmesi için hakkında bir delil bulunmadığını düşünmüştür.[293]

Hz. Ömer (Amr b. el-Âs´a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıka­rım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)" [294]O bunu de­vamlı olarak yapılmayan birşey hakkında söylemiştir. Ya bir de de­vamlı olarak tekeffül edilen şey hakkında ne demeli

Bu konuda hadis ve haberler çoktur ve hepsi de mutlak olarak gelen emirlerin gereği konusunda, belirli şekil ve niteliklerin ilti­zam edilmesi için mutlaka delile ihtiyaç bulunduğunu göstermekte­dir. Aksi takdirde ileri sürülen, şer´î bir dayanaktan yoksun kafadan atma bir söz olur ve değeri olmaz. Elde edilen bu fayda, bu me­sele ile birlikte mutlak emir mukayyede hamledilmez[295] meselesi­nin birlikte değerlendirilmesinin sonucu olmaktadır. [296]

ONBEŞİNCİ MESELE:


Kül olarak işlenmesi istenilen birşey[297], birinci kasıt ile talep edilmiş olmaktadır. Bu, bazen ikinci kasıtla terki istenilen şey hali­ne de dönüşebilir. Nitekim bunun aksi de varittir. Yani, kül olarak terki istenilen şey, birinci kasıtla terki talep edilen şey olmaktadır ve bu da bazen ikinci kasıtla işlenmesi istenilen şey haline dönüşe­bilir.[298] Bu durumda her biri, aslî kasıtla olan talep özelliğini yitirmez.

mez.[299]Birincinin izahı çeşitli yönlerden ortaya çıkar:

a) (Kül olarak işlenmesi istenilen şey), Şâri´in kasdı açısından ele alınabilir. Asıl da budur. Bu durumda kişi onu meşru bir şekil üzere almış ve meşru bir şekilde de faydalanmış olur. Ne ondaki, ne onun mukaddimelerindeki, ne tâbilerin-deki, ne de beraberinde bulununlardaki ALLAH´ın hakkını unutmaz. Kişi, onu bu şekil üzere aldığı zaman, o şey cüz olarak mubah, kül olarak ise matlup bir hal alır. Çünkü mu­bahlar, Sâri´ tarafından mutlak olarak kulların çıkarlarına uygun düşecek bir şekilde kullanılmaları için konulmuştur. Onun kullanılması, ne dine ne de âhirete zarar vermeyecek şekilde olacaktır. Bu, itidal hali olmaktadır. İşte bu yönden ele alındıkları zaman mubahlar nimet sayılmışlar, ALLAH´ın bir in´âm ve ihsanı kabul edilmişler, "hayıf ve "lütuf" diye isimlendirilmişlerdir.

Mükellef, onları kullanırken, dünyası ya da dini için zararlı ha­le gelecek şekilde kullanmak suretiyle itidal sınırından çıktığı za­man, mubahlar işte bu yönden yerilir bir hal alır. Çünkü bu haliyle o, onların öncesinde, beraberinde ve sonrasında ifası gereken hak­lara riayetten uzaklaşmış, dolayısıyla hem dünyası hem de âhireti için maslahatlar yerine mefsedetler doğmuştur. Bunun sebebi de, mükellefin mubahlardan taşıyamayacağı kadarım yüklenmiş ol­masıdır. Çünkü mükellef eğer mubahlardan herhangi bir şekil, ve­ya bir tür ya da bir miktar ile yetinebiliyorsa ve onun maslahatları bu seyir üzere arzulandığı şekilde yürüyorsa, sonra o idare edeme­yeceği kadar fazla, aklî ve bedenî kuvvetinin üstünde bir yük altına girerse, ölçüyü aşmış, aşırı gitmiş olur ve bütün bunları taşımaya da gücü yetmez. Bunun sonucunda da çözülmeler baş gösterir ve bozulma (fesad) doğar. Meselâ beslenmesi için kendisine bir çörek yeterli olan bir adamı örnek olarak ele alalım: Onun doğru dürüst kazanma mükellefiyeti, ona bu kadarım yükler; çünkü onun yapısı buna göre hazırlanmıştır, daha fazlasını kazanacak güçte yaratıl­mamıştır. Şimdi bu kişi bir çörek yerine iki çörek yemek istediği za­man şu sonuçlarla karşılaşılır:

1) Önce kesp (kazanma) açısından bir israfa girmiş olur; çünkü takva ile birlikte sadece kendisine yetecek kadarının külfeti­ni yüklenmesi gerekirken, iki kişinin külfetini yüklenir ol­muştur. Buna ise o, ancak başka taraflardan yan çizerek güç yetirebilecektir.

2) O mubahın kullanılması açısından israf etmiş olacaktır. Çünkü normal bünyesinin ihtiyacı üstünde bir gıda alması için nefsim zorlamış olacaktır. Bu ise kendisine güç gelecek­tir, belki bu yüzden daralacak ve sıkıntısı artacaktır. Bütün bunlar onu, ALLAH Teâlâ ile beraber olmak için onun huzu­runda durması istenilen ibadetlerden alıkor.

3) Sonucu itibarıyla da israf olur; çünkü her derdin aslı obur­luktur. Bu kişi, bu haliyle dert kazanma yoluna girmiş ve ona yakalanmaya da ramak kalmıştır. îsraf anındaki zahir ve bâtın diğer bütün hallerinin hükmü işte böyledir. O, as­lında bu haliyle kendi üzerine mefsedeti celbetmeye çalış­maktadır. Yoksa yenilen çöreğin bizzat kendisi gıda olma­sı ve hayatın kendisine bağlı olması açısından yerilmiş de­ğildir.

Bu örnek üzerinde düşündüğün zaman, yergi konusu olan şe­yin, bizzat nimetlerin kendisi değil, mükellefin onları kullanış tarzı olduğunu göreceksin. Nimetler, yergi konusu olan halin vasıtası ol­ması hasebiyle işte bu açıdan yergiye konu olmuşlardır ki bu da ikinci kasıt olmaktadır. Çünkü o mükellefin yergiye konu olan kas­dı üzerine bina edilmiştir. Yoksa ALLAH Teâlâ, kullarına nimetleriy­le kendisim tamtmış, onlarla ihsanda bulunduğunu belirterek ken­disine karşı minnet borçlan olduğunu ifade etmiştir. Tabiî Yüce Al­lah bunu, mükellefin bu nimetler karşısındaki tavrından katınazar-la mutlak olarak yapmıştır. Bu, nimetlerin aslî kasıt üzere mutlak olarak övgüye değer olduklarının bir delilidir. Yergiye konu olması, ancak ALLAH yolundan ahkor olduğu zaman söz konusu olmaktadır. Düşünen kimse için bu husus açıktır.

b) Mubahların ALLAH´a minneti gerektiren nimet olma yönü as­la yok olmaz. İsraf ise tamamen ortadan kalkabilir. Devam­lı olan ve hiçbir şekilde zail olmayacak olan, birinci kasıt ile istenilmiş olandır. Zail olabilecek Özellikte olan ise böyle de­ğildir. Çünkü mükellef mubahı, kendisine belirlendiği şekil­de elde ederse, bunda herhangi bir yergi unsuru bulunmaz. Arzu ve heveslerinin bir sonucu olarak onu almış ve kendisi için belirlenmiş yola riayet etmezse, heva ve heveslerine uy­muş olması açısından yergi konusu olur, öbür açıdan ise yergiye mahal değildir. Sonra yergi yönü bazen nimeti ta-zammun eder ve nimet onun içinde bulunur. Ancak onu he­va ve hevesleri bürümüş olur. Meselâ kişi mubahı meşru ol­mayan şekil üzere aldığı zaman, bu hareketi zımnında ge­nelde maslahatları gerçekleşmiş olur. Her ne kadar şaibeli ise de, bu hevasma uyulmuş olması yüzündendir. Asıl olan nimettir. Ancak heva ve hevesleri ona bazı fesad özellikleri bulaştırmıştır; fakat asıl maslahatı ortadan kaldırmamıştır. Eğer asıl maslahat ortadan kalkacak olsaydı, mubahın aslı da ortadan kalkardı; çünkü mübahlık maslahat üzerine bi­na olmaktadır. Dolayısıyla, mubahın aslı, her ne kadar yergi konusu olan kesp tarzı ve kullanış biçimi sonucunda şaibeli bir hal alsa da, hala var olmaya devam etmektedir. Bu,

aynı zamanda mubahın yergi konusu ve terki matlup olan bir hal alması durumunun birinci kasıtla değil de ancak ikinci kasıtla olacağını gösteren delillerden biridir.

c) Bu husus bizzat şeriat tarafından da açıklanmıştır: Meselâ şu âyetleri buna örnek gösterebiliriz: "Öyleyken bâtıla ina­nıyorlar ve ALLAH´ın nimetini inkâr mı ediyorlar [300] "Fa­kat insanların çoğu şükretmezler[301]"Taze et yemeniz, ta­kındığınız süsleri edinmeniz ve ALLAH´ın bol nimetinden fay­dalanmanız için denize... boyun eğdiren de O´dur. Artık belki şükredersiniz"[302]

Bu ve benzeri âyetler, yeryüzüne yayılmış bulunan nimet ve menfaatlerin aslî halleri üzere bulunduklarını göstermektedir. An­cak mükellef için bunlar üzerinde yükümlülüğe esas olan tercih hakkı konulması sebebiyle, bu nimetler üzerinde şaibeler doğdu. Bu şaibeler, onların mükellef için ilk konuluş şekli açısından değil­dir. Zira ilk konuluşları itibarıyla bunlar halis nimetlerdir. Eğer bunlar yükümlülük konusunda meşru esaslar çerçevesinde kulla-mlırlarsa, bu şükür olur; şükür, nimetlerin aslî konuluşları doğrul­tusunda kullanılması demektir. Eğer meşru olmayan şekil üzere kullanılacak olursa bu da küfrân-ı nimet olur. İşte bu şekilde kul­lanılışından mefsedetler doğar ve mükellefi kuşatır. Sonuçta bun­ların hepsi de ALLAH´ın kaza ve kaderi ile olmaktadır. "Ve ALLAH sizi ve sizin yapmakta olduklarınızı yarattı"[303]

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Sizin hakkı­nızda en çok korktuğum şey, dünyanın sizden öncekilere kapılarını açtığı gibi, size de açmasıdır" Denildi ki: "Hayır, hiç şer getirir mi "

Şöyle buyurdu: "Hayır ancak hayır getirir.[304] Şüphesiz baharın bi­tirdiği her nebat şişkinlikten ya öldürür ya da ölüme yaklaştırır´[305]

Keza, sedd-i zerâi* bahsi de bu kabildendir. Çünkü sedd-i zerâi´, yapılması istenilen[306] birşeyin, ortaya çıkan bir maniden do­layı terkinin istenmesi demektir. Bu, genel anlamda üzerinde itti­fak edilen bir prensip olmaktadır. Her ne kadar âlimler tafsilatında ihtilaf etmişlerse de, bazı fer´î meseleler üzerindeki bu görüş ayrı­lıkları, sedd-i zerâi´ prensibi üzerinde meydana gelen genel anlam­daki icmâı ortadan kaldıracak ölçüde değildir. Çünkü âlimler meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber´e: (Bizi gözet anlamına ´çoba­nımız´ anlamında da kullanılabilecek) ´Râınâ´ demeyin; ´unzurnâ (bize bak)´ deyin[307]"ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesinler" [308]gibi ör­neklerde sedd-i zerâi´ prensibi üzerinde ittifak halindedirler. Bu ko­nuyu destekleyecek örnekler çoktur.

Menduphık üzere yapılması talep edilen şeylerde de durum ay­nıdır. Böyle birşey, bazen ikinci kasıtla mendupluk üzere terki iste­nen birşey haline dönüşebilir. Nitekim, dinde taşkınlığa ve aşırılığa gitmeyi, visal orucunu, peşi peşine oruç tutmayı, evlenmemeyi ya­saklayan hadisler bu hususu ortaya koymaktadır. Bu türden daha önce pek çok örnek geçti.

Azimet olarak yapılması vacip olarak istenilen birşeyin, ikinci kasıtla aynı şekilde terki matlup bir hal alması da mümkündür. Eğer azimet hükümle amel edilmesi halinde, o ameli ihlal edebile­cek ve vacibin edasını noksan hale getirecek unsurlar[309] bulunursa, o zaman terki istenilebilmektedir. Meselâ: "Yolculuk esnasında [22i] oruç tutmak, takvadan (birr) değildir" [310] hadisinde olduğu gibi.

Hulâsa, mutlak surette birinci kasıt ile işlenmesi istenilen bir şey, ikinci kasıtla bazen terki matlup olan birşey haline dönüşebi­lir. Varmak istediğimiz sonuç işte budur.

İtiraz: Burada şöyle denilebilir: Bunun aksini gösteren husus­lar vardır. Övgü ve yergi, yeryüzünde yayılan şeylere ve menfaatle­re eşit olarak aynı düzeyde yönelmektedir. Çünkü ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş iş­leyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O´dur" [311]"Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O´dur[312]"And olsun ki, sizi içinizden cihada Çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açık­layana kadar deneyeceğiz" [313]Daha önce de geçtiği gibi, yükümlü­lük sınamak ve denemek için konulmuş, böylece ilm-i ezelîde ma­lum olan şeyin şühûd âleminde de ortaya çıkarılması amaçlanmıştı. ALLAH´ın ezelî ilminde şunlann cennetlik, şunların da cehennemlik olduğu sabitti; ancak bu sonuç yapılacak olan imtihana göre belir­lenmişti. İmtihan ise; ancak iki yönü olan birşeyle gerçekleşebilir; tek yönlü bir şeyle olmaz. İşte bu noktadan hareketledir ki, kullar için yeryüzünde yayılmış olan nimetler bizatihi kendileri açısın­dan övgü ya da yergiye, emir ya da nehye mahal olmazlar. Bu gi­bi şeyler onlara ancak mükellefin onları kullanması açısından taal­luk eder. Onlara nisbetle mükelleflerin tasarrufları da eşittir; mü­kellefin tasarrufları açısından nimet ve maslahat kabul edildiği gi­bi, yine onun tasarrufları açısından fitne ve azap da kabul edilmek­tedir. Bunu şu husus da açıklar: Yeryüzünde faydalanılmak üzere yerleştirilmiş bulunan şeyler, hem maslahat hem de mefsedet cihe­tine yatkın olup, her iki türden tasarrufa elverişlidirler. Yeryüzünde yerleştirilmiş bulunan bu şeyler, imtihan kasdı ile teklif için ve izah edildiği şekil üzere olunca, bu iki taraftan biri diğerine nasıl ağır basacaktır Ki bunun sonucunda birinci kasdın, onların yeryü­züne nimet olarak yerleştirilmesi olsun. Onların azap ve fitne oluşu da ancak ikinci kasıt üzere bulunsun.

Cevap: İtiraz yerinde değildir ve iki açıdan dedikleriniz arasın­da bir terslik yoktur:

a) Yeryüzüne yerleştirilen şeylerin, şaibelerden uzak sade ni­metler olduğunu ortaya koyan nasslann zahirleri ya oldu­ğu gibi muraddır; birinci olarak matlûp olan da budur. Ya da onlarla, aslında öyle olmadıkları kastedilmiş olabilir. Bu ikinci ihtimal sahih değildir; zira ne aklen ne de naklen ALLAH Teâlâ´nın birşeyi olduğu gibi bildirmemesi mümkün değildir. Eğer biz yeryüzüne yerleştirilen bu şeylerin mah-za fitne ve azap olmadıkları gibi halis nimetler de olmadık­larım tasavvur edecek olursak, o zaman ALLAH Teâlâ´nın onların nimet olduğunu bildirmesi ve bunlar sebebiyle kulla­rın kendisine minnet borcu olduğunu ifade buyurması ve onları insanların aleyhine bir hüccet olarak kullanması, şü­kür için bunları bir gerekçe kabul etmesi akıl ve mantığa ters düşecektir. Sonra biz meselâ: "Biz yeryüzünü bir be­şik, dağları da onun için bir kazık kılmadık mı .[314] "Yukarıdan size su indiren O´dur. Ondan içersiniz; hay­vanları otlattığınız otlar da onunla biter[315]gibi âyetlerde bahsedilen nimetlerin tafsilatına baktığımız za­man, bunlardan herhangi biri hakkında mutlak olarak ´ha­yır öyle değildir´ diyebilir miyiz Yahut da ´onlar şu kavme nisbetle nimet, başka kavimlere nisbetle ise fitne ve azap­tır´ iddiasınada bulunabilir miyiz Bütün bunlar hem akla hem de nakle aykırı olan şeylerdir.

Şu husus da bunun doğruluğunu destekler: Şüphesiz ki Kur´ân, hidayet, rahmet ve kalplerde bulunan hastalıklara şifa olmak üzere indirilmiştir. O en yüce nurdur ve onun getirdiği yol ´tarîk-i müstakîm´dir. Ona bunun aksine bir sıfat nisbet etmek sahih değil­dir. Buna rağmen Kur´ân hakkında şöyle âyetler gelmiştir: "ALLAH onunla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu yola getirir. Onunla saptır­dığı ancak fâsıklardır[316]"O, (başkaları için değil) takva sahiple­ri için bir hidayettir[317]"O, iyilik sahipleri için bir hidayet ve rahmettir"[318]Şimdi bu ve benzeri âyetlere bakarak ´Kur´ân, bir kısım insanlar için hidayet, diğerleri için ise sapıklık olmak üzere inmiştir´ ya da ´o hem hidayet, hem de sapıklık için gelmiş olabilir; her ikisi de muhtemeldir´ denilebilir mi Böyle bir sakat düşünce­den ALLAH´a sığınırız.

Burada şöyle denilemez: O, zikri geçen iki itibara[319] göre bazen sahih olabilir Meselâ dünya hayatı, bir bakıma oyun ve eğlencedir; öbür taraftan da saadete bir merdivendir; ciddiyettir; şaka değil­dir. "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye ya­ratmadık" [320]

Çünkü biz şöyle demekteyiz: Bu, ALLAH´ın kendisini nimetlerle tanıtmasını, âyetlerin zahiri üzerine hamlettiğimiz zaman doğrudur. Aynen, Kur´ân´m icmâın da delalet ettiği gibi hidayet, şifa ve nûr olmasının sahih olması gibi. Bunun dışında kalanlar ise, ni­metlerin yeryüzüne yayılması konusunda gözetilen aslî kasdı ihlâl etmeyecek şekil üzere yorulur.

b) Nimetlerin, sahipleri hakkında fitne ve azap haline dönüş­mesi, ancak mükellefin tavrı sonucu olmaktadır. Çünkü ni­metler durup dururken fitne ve azaba dönüşmezler; maksûd olmayan şekil üzere kullanılmış olması, onu bu hale dönüş­türen husus olmaktadır. Çünkü yeryüzünün beşik, dağların kazık kılınması vb. hepsi de açık nimetlerdir ve nimet olma özellikleri değişecek türden değildir. Ancak, şükür yerine belirlenilen şekil üzere kullanılmamak suretiyle küfrân-ı ni­metle mukabele edilince, nimet olan bu şeyler, mükellef için vebal halini almıştır. Aslında vebal olan şey, nimetler değil mükelleflerin bizzat fiilleri olmaktadır. Çünkü onlar, Al­lah´ın bu nimetlerini masiyet için vasıta edinmişlerdir.

Kur´ân´m durumu da aynı minval üzeredir. Çünkü onlar, Al­lah´tan başka edinilen putları, zayıflık konusunda örümceğe benzetilince[321], kendilerine söylenilen bu konuda düşünmeyi ve te­fekkürü terkettiler. Bu halleri, tâ kendilerine söylenen başlarına gelinceye kadar devam etti. Bunlar, bu temsil karşısında ne kaste­dildiğine bakmaksızın bizzat örümcek ile yapılan benzetmenin zahirine kafalarını taktılar ve "ALLAH, bu temsille neyi kastetti [322] dediler. Yüce ALLAH da, vaziyeti böyle olan kimseler hakkında ezel­de sabit olan gerçeği bildirdi ve "ALLAH onunla birçoğunu saptırır, bir çoğunu yola getirir" buyurdu. Sonra beklenti halinde olan açık­lamayı da yaparak "Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır" [323] bu­yurdu ve böylece Kur´ân´ın, bir kısım insanlara doğru yolu göster­mek için, diğerlerini de sapıtmak için geldiği şeklinde anlaşılabile­cek sakat düşünceyi ortadan kaldırmış oldu. Yani o bir hidayet ki­tabıdır. Daha Önce buyurduğu gibi "O, takva sahipleri için bir hi­dayettir" [324](diğerleri için de öyle) ancak fâsıklar Kur´ân´m indiril­mesinden güdülen asıl amacı gözardı ederek başka şeylere bakma­ları yüzünden sapıtmışlardır. Kur´ân, aynı şekilde muhtevasındaki hakikatlere bakan müttekî kimseler için de hidayettir. Bu hakikat-lar, Kuran´m indiriliş amacı olmaktadır. Bu sonuç, konu ile ilgili bi­rinci meseleden çıkarılır. Bu husus ortaya konulunca, nimetlerin birinci kasıt ile nimet oldukları da anlaşılmış olur. Bir kısım insan­lar için nimet olmamaları ise, onları istenilen meşru şekil üzere almamalarından kaynaklanmaktadır. İkinci kasdın mânâsı da işte budur. Allahu alem!

İkinciye yani kül olarak terki matlup olan şeyin terkinin birin­ci kasıt ile talep edilmiş olduğu konusuna gelince, onda da durum aynıdır. Çünkü onlar, işlenmesi matlup olan şeylere ters düşen şey­leri destekler bir hal alır ve bu yüzden de terki matlup bir hale dö­nüşür. Bu gibi şeylerde zamanı boşa Öldürmekten başka hiçbir fay­da yoktur. Kendisinden husûsî olarak meydana gelmesi beklenilen bir kasıd da yoktur. Bu durumda mesalâ (cüz olarak) mubah olan mûsikî, ne bir zarurî, ne bir hâcî ne de tekmîlî olan bir asla hizmet eder bir hal almaz; aksine onunla zamanı öldürmek, zarurî, hâcî ya da tahsînî esaslar için hadim olan şeyden[325] yüz çevirmek demek­tir. Dolayısıyla onların zıddma hadim olmaktadır.

İkinci bir husus, o Sâri´ Teâlâ´nın ´bâtıl´ olarak nitelediği eğ­lence kabilindendir. Meselâ: "Onlar bir kazanç veya bir eğlence (lehv) gördüklerinde[326] âyetinde lehvden[327] maksat, davul veya zurna ya da şarkıdır. Dünyayı yerme sadedinde de "Doğrusu dün­ya hayatı bir oyun ve oyalanmadır" [328] buyurulmuştur. Hadiste de: "Her eğlence bâtıldır; üç tanesi müstesna...[329] buyurulur, oyun ve eğlence faydasız bir uğraşı kabul edilir ve bundan üç tanesi[330]istisna tutulur. Çünkü bu istisnalar, zarurî olan bir esasın en iyi bir şekilde varlığını sürdürmesine yardımcı hususlardır; o yüzden istisnası gerekli görülmüş ve bu eğlenceler bâtıl sayılmamıştır.

Bir üçüncü husus, ALLAH Teâlâ, bu türden birşeyin zikri ile kendisine minnet borcumuz bulunduğundan bahsetmemiştir. Keza bu gibiler, birinci kısımda olduğu gibi nimetlerin sayılması sırasın­da da zikredilmemiştir. Dolayısıyla meselâ bizâtihî ne eğlenceden, ne cûşa gelmeden, ne de onun sebebi açısından ele alınıp, bunlara karşılık ALLAH´a karşı minnet borcumuz olduğu ifade edilmemiş; aksine bunlar matlup olan bir hususa destek vermesi yönünden ele alınmışlardır.[331]Hem sonra bu istisna edilen şeyler, insanlar ara­sında carî bulunan güzel âdetlere de uygundur. İstisnalar dışındaki eğlenceler ise tümüyle, carî güzel âdetlerin çerçevesi dışında bu­lunmaktadır. Bu şu hususu da ortaya koyuyor: Gerek yaratılış ve gerekse icat bakımından istifade şekillerinin esbabı kullar için özel olarak hazırlanmış bulunmaktadır. Minnet beklentisi, işte bu yön­den hasıl olmaktadır. Eğlence ve oyun için, aslî yaratılış bakımın­dan özel olarak konulmuş bir hazırlık bulamazsın.[332] Onlar sadece yeryüzüne yayılmış, fakat onlar yönünden asla bir minnet beklen­tisi olduğu ortaya konmamıştır. Meselâ şu âyetlere bakılabilir: "Al­lah´ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz nzıkları kim haram kı­labilir[333]"ALLAH, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir. ... Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar" [334]"Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır[335] Ve benzeri daha pek çok âyet. Ne Kur´ân´da ne de Sünnette, ALLAH Teâlâ´mn bize oyun ve eğlenceyi yaratmak suretiyle in´âm ve ihsan­da bulunduğunu gösteren bir nass bulamazsın[336]

İtiraz: Lezzetin husulü, nefsin rahatlaması, insanın neşelen­mesi haddizatında maksûd olan birşeydir. Bu yüzden de bunlar, birinci kısım içerisinde yayılmış bir halde bulunmaktadır. Meselâ ye­mek, içmek, cinsî ilişkide bulunmak, binmek gibi şeylerden alman hazlar gibi. Bu gibi nazların arkasında bulunan neye hizmet et­tikleri noktasını göz önünde bulundurmadan mücerred kendileri­ni talep etmek caiz olmaktadır. Dolayısıyla aynı şey, işlenmesi Şâri´ce maksûd bulunan mesire yerlerinde gezinmek, mûsikî dinlemek vb. gibi yollarla eğlenmek ve oynamak konusunda da caiz olsun.[337] Bunun doğruluğunu gösteren deliller de vardır:

1.

Bunların birinci kısım içerisinde yayılmış bulunması.

2.

Kur´ân´da bunların kastedildiğim gösteren deliller bulunması: Meselâ: "Onları (hayvanları) getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız" [338]"Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır"[339] "Hurma ağaçlarının meyvelerin­den ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz"[340] Ve daha benzeri başka âyetler. Bütün bunlar nimetlerle in´âmda bulunuldu­ğunu, mallardan bir haz alma duygusu verildiğini ve onlarla haya­tın süslendiğini belirtme sadedinde zikredilmiş şeylerdir. İçki elde etmek de, eğlence ve oyun mânâsına gelir.[341] Dolayısıyla bunların da birinci kısım içerisine girmesi uygun olur.

3.

Bu gibi şeyler her ne kadar bir açıdan kül olarak matlup bulu­nan şeylerin zıddına hadim ise de, aynı zamanda emrolunan şeyle­re de destek verir durumdadırlar.[342]Çünkü bunlar vücuda verdikleri zindelik sonucunda ibadetlerin ve diğer hayırlı işlerin yapılma­sına da yardımcı olurlar. Dolayısıyla bunlar da kül olarak matlup olanlar gibi olurlar. Bu durumda iki kısım da aynıdır ve aralarını ayırma uygun değildir.

Cevap: Zindelik ve haz arayışları, kül olarak matlup bulunan şeyler arasına yayılmış ise, işlenmesi istenilen esaslara hadim bulunmaktadır. Eğer bu özellikten soyutlanacak olurlarsa, biz onların haddizatında maksûd olduklarını kabul etmeyiz. Tartışma konusu da işte bu noktadır. Maksûd olan, nazların ve zindeliğin zarurî ya da başka bir esasın hadimi olduğu bir konuda olmasıdır.

Buna delalet eden hususlardan biri de Hz. Peygamber´in: "Her eğlence bâtıldır; üç tanesi müstesna..."[343]buyruğudur. Bu hadisin­de Hz. Peygamber, tekitli bir şekilde talep olunan şeyle­re hâdira durumda olan şeyleri istisna etmiş; diğer eğlencelerin ise bâtıl olduğunu söylemiştir. Hadiste[344] de şöyle gelmiştir: Hz. Pey­gamber´in ashabı biraz sıkılmışlardı: Tâ Rasûlallah! Bi­ze anlat" dediler. Nefisleri uyaracak birşeyler istiyorlardı. Bunun üzerine "ALLAH, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Ki-tab´ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri ALLAH´ın zikrine yumuşar ve yatışır. [345]âyeti indi. Bu şu mânâya geliyordu: ALLAH´ın kitabına ciddiyetle yönelmek, sizin talep edece­ğiniz en son nokta olacaktır. Çünkü onda şer"î hükümler, hikmet­ler, mev´izeler, sakındırmalar, müjdelemeler vardır; bunlar kurtu­luşu sağlayacak, ebedî saadeti kazandıracak hususlarda tefekküre ve ibret almaya yöneltecek özelliktedir. Gelen bu cevap, onların is­tediklerinin aksi olmaktadır.[346] Râvi şöyle der: Sonra yine sıkılır gi­bi oldular ve: "Yâ RasûîALLAH! Bize hadisin üzerinde Kur´ân´m altın­da birşeyler anlat" dediler. Bunun üzerine de Yûsuf sûresi nazil ol­du. Bilindiği gibi onda ibret verici âyetler, mev´izeler, hatırlatıcı sözler, acâİblikler vardır ki, bunlar da aynı şekilde ALLAH´a taat ko-nusunuda ciddiyete teşvik eden, buna rağmen yükümlülüklerin ağırlıklarından da rahatlatan şeylerdir. Böylece onlar, maksatları­na, zarurî olan esaslara ters düşecek şeylerle değil de onlara hadim olabilecek şeylerle ulaşmaları gerektiğine irşad edilmiş oldular.Hadiste de şöyle buyurulur: "Her ibadet edenin (âbid) bir zindelik ve rağbet anı vardır. Her zindeliğin de bir fütur (gevşeklik ve usan­ma) anı vardır. Sonrası da ya sünnet, ya da bid´attir.[347] Fütur anında sünnete uygun hareket eden, doğruya erişmiş olur. Fütur hali, sünnetin dışında başka bir mecraya kayan[348] kimse ise helak olmuş olur´[349]

Ziynet, güzellik ve içki edinmeden bahseden âyetlere gelince, bunlar bu nimetlerin aslında gözetilen esas maksatlara sadece tâbilik yoluyla zikredilmişlerdir[350]Yoksa bunlar bu sayılan nimetlerden gözetilen aslî maksatlar değillerdir. Sonra güzellik ve birşe-yin ziynet olması birinci kısım içerisine giren şeylerdendir. Çünkü birinci kısımdan olanlara hadim bulunmaktadır. Buna ALLAH Teâlâ´nm şu buyruğu da delâlet eder: "ALLAH´ın kulları için yarattı­ğı ziynet ve temiz rızıkları kim haram kılabilir "[351] Hz. Peygam­ber de şöyle buyurur: "Şüphesiz ki ALLAH güzeldir, güzel­liği sever" [352] "Şüphesiz ki ALLAH, verdiği nimetlerin eserini kulu­nun üzerinde görmekten hoşlanır´[353] İçki edinme âyetine gelince, Yüce ALLAH onu ifade ederken "ondan içki elde edersiniz" buyura­rak, içki edinme fiilini onlara nisbet etmiş ve onu güzel vasfı ile ni-telememiştir. Rızık hakkında ise "güzel rızık" buyurarak onu güzellikle nitelemiştir. Bu durumda in´âm ve ihsanda bulunulduğunu ifade, tasarruf mahalli olan asıl sebebiyle olmakta, bizzat tasarruf sebebiyle olmamaktadır. Aynen tasarrufa mahal olan diğer nimet­lerle in´am ve ihsanda bulunulduğunun belirtilmesi gibi. Çünkü kullar meşru ya da gayrı meşru tasarrufta bulunabilmektedirler. Diğer nimetlerde olduğu gibi, hiçbir zaman gayrı meşru tasarruf şekli, bizden beklenilen minnete esas olmak üzere zikredilmiş de­ğildir. Aksine ALLAH Teâlâ meselâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Al­lah´ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıl­dığınızı görmüyor musunuz De ki: Size Allak mı izin verdi, yoksa ALLAH´a karşı yalan mı uyduruyorsunuz ´[354] Bu nokta iyi kavran-malıdır.

ayten
Tue 28 September 2010, 11:46 pm GMT +0200
Üçüncü yöne gelince, eğer onun emredilen bir şeye hadim ol­duğu farzedilecek olursa, bu takdirde o birinci kısımdan olacaktır. Kişinin hanımı ile oynaşması, at talimi vb. yollarla eğlenmesi gibi. Ancak bunların emredilmiş olan şeylere hadim olmaları birinci ka­sıtla değil ikinci kasıtla olmaktadır. Zira bu tür oyunlarla oynadığı o anda, kül olarak yapılması matlup bulunan bir amelle kendisini gaflet ve tenbellikten uyaracak bir başka amel işlemesi mümkün­dü; zevce ile oynaşmak gibi. Bunun için herşeyi terketmek suretiyle istirahate çekilmesi de yeterlidir. Uyumak ve başka yollarla din­lenmek sonucunda, her zaman için çalışma yorgunluğu ortadan kalkmayabilir. Bütün bunlar (yani uyku vb. şeyler) mubahtır. Çün­kü birinci kasıt ile matlûp olan şeye hadim bulunmaktadır. Oyun ve eğlence yolu ile dinlenme ise, böyle değildir. Eğer kişi bu oyun­lardan devamlılık olmamak kaydı ile oynar ve eğlenirse, o zaman işlenmesi matlup şeye hadim olan birşeyi içeren bir iş[355] yapmış olur. Onun hâdimliği ise birinci kasıtla değil, ikinci kasıtladır. Do­layısıyla birinci kısımdan ayrılmış olur. Zira birinci kısımdan olan­da ibtidaen hadim olan şey yapılmış iken, bu kısımda terki matlup olan şeye hadim olan işlenmiştir. Şu kadar var ki, devamlılık olma­dığı takdirde[356] oyun, işlenmesi matlup olan şeye hizmet mânâsı da içermektedir. Düşünen kimse için bu açıktır.

Fasıl:

İtiraz: Burada şöyle denilebilir: Bu bahis, fıkhı bir faydası ol­mayan lüzumsuz bir tetkiktir. Çünkü her iki kısım da, aslî konu­munun gereğinin zıddını içermektedir.[357] Bu durumda yapılması gereken şey, mubahın kullanılması ya da terki konusunda durum ne gerektiriyorsa[358] o şekilde amel etmektir. Bunun ötesinde kalan şeylerin göründüğü kadarı ile hiçbir faydası yoktur. Yapılan sadece mevhum bir duruma zihnin takılması ve yorumlara gidilmesidir. Böyle birşey ise ciddî ilim adamlarına yakışmaz.

Cevap: Bilakis bu konu üzerine hem fıkhı durumlar[359] hem de

amelî esaslar terettüp eder:

1.

Bunlardan birincisi şudur: Bu konu, fesadı gerektiren arızî du­rumların ortaya çıkması halinde, mubahlardan vazgeçilmesi isteni­lecek olanla, böyle bir durumda fesadı gerektiren arızî engellere rağmen terki istenmeyecek olan kısımlar arasını ayırmamıza imkân verir. Şöyle ki: Alış veriş, birlikte yaşama, birlikte ikamet et- [232] me... gibi asıl olmak üzere meşru kılınan esasları ele alalım: Yeryü­zünü fesat kaplasa ve her tarafta münker olan şeyler yayılsa, öyle ki mükellef, ihtiyaçlarını gidermesi ve lüzumlu tasarruflarda bu­lunması halinde genelde bu tür münkerât ile karşılaşmak ve onlara bulaşmaktan kurtulamasa; zahir, bu durumda onun böyle bir sonu­ca götürecek herşeyi bırakmasını gerektirecektir. Fakat hakikat öy­le değildir; onun mutlaka ihtiyaçlarını işlenmesi ister cüz, ister kül olarak matlup bulunsun gidermesini gerekli kılar. Giderilme­si gerekli kılman bu ihtiyaçlar ya aslî üzere matluptur ya da, aslî olarak matlup olana hadim durumdadır. Çünkü, eğer bu du­rumda mükellefin ihtiyaçlarından el çekmesi istenecek olursa bu sı­kıntı ve zorluğa (harec) ya da takat üstü yükümlülüğe götürür. Bunlar ise bu ümmetten kaldırılmış olan zor ya da imkânsız yü­kümlülüklerdir. İnsan için bu tür ihtiyaçların giderilmesi kaçınıl­mazdır. Ancak elinden geldiği kadar karşılaşacağı bu münker şey­lerden kaçınmaya çalışır; güç yetiremediklerinden de affolunur (ma´fuvvun anh).[360] Zira bunlar (yani karşılaşılan münkerât), asıl hükmüyle değil tâbilik hükmüyle ortaya çıkmaktadır. İmam Gazzâlî, Ehyâ adlı kitabının helâl ve haram bahsinde konuyu bun­dan daha husûsî bir biçimde[361] ele almış ve orada açmıştır. Bu ge­nel bir kaide olarak alındığı zaman süreklilik ve bidüziyelik göste­recektir.

İbnu´l-Arabî, hamama girmenin caiz olduğunu belirttikten son­ra şöyle der: "Eğer denirse ki: Hamam çoğu kez münkerâtm görül­düğü bir yerdir; dolayısıyla oraya girmenin hükmünün haram ol­ması, mekruh olmasından daha isabetli gözükmektedir. Bu durum­da caiz olması da nerede kaldı Biz de deriz ki: Hamam tedavi olu­nan, temizlik yapılan bir yerdir. Bir nehir mesabesindedir. Nehirde de avret yerlerinin açılması ve münker şeylerin yapılması gibi şer´an hoş kabul edilmeyen durumlar galip halde bulunabilir. Bu­nunla birlikte insan, ihtiyaç duyduğu zaman ona girer ve mümkün mertebe gözünü ve kulağını esirgemeye çalışır. Münker olan şeyler bugün mescidlerdedir; ülkeyi kaplamıştır. Hamam da genel olarak ülke, özel olarak da nehir gibidir" Onun sözü böyle. Bu sözün, konu­muza delâleti açıktır.[362]

Asıl itibarıyla meşru olan her konuda değerlendirme bu şekilde olacaktır. Bu ortaya çıkan arızî durumdan sakınma hali, sıkıntıya maruz bırakacaksa böyledir. Ama böyle bir sonuca götürmeyecekse ve farzedilen durum ile nehyin bulunduğu konuda bir çıkış noktası bulunuyorsa sedd-i zerâi´de olduğu gibi o zaman mesele üzerin­de düşünmek gerekecektir. Bu halde iki taraf birbirini tartmış ola­caktır; kim arızî olan yönü dikkate alacak olursa, fesada giden yolu kapatacaktır; üstü örtülü riba satışları (büyûu´l-âcâl) ve benzeri hi-yel yollarında olduğu gibi. Kim de aslı dikkate alacak olursa, o da yasak olan şey açıkça ortaya çıkmadığı sürece men yoluna gitmeye­cektir.

Meseleye, aynı zamanda asıl olan ile galip halde bulunanın ça­tışması (tearuzu) durumu da dahil olmaktadır. Çünkü asla itibarın önemli bir yeri vardır Diğer hususları dikkate almak ise, yardım­laşma kabilinden tamamlayıcı unsur mahiyetindedir.[363] Bu konu da açıktır.Ama mubah, kül olarak terki matlup olan türden ise, durum bunun aksinedir. Hiçbir kimse için musikî dinleme, mubah oldu­ğunu kabul etsek bile eğer bu sırada yasak olan şeyler ortaya çı­kıyorsa veya yolunda varsa caiz olmaz. Çünkü musikî dinlemek, haddizatında işlenmesi matlup olan şey değildir. İşlenmesi isteni­len birşeye hadim durumda da değildir. Bu durumda, hal böyle iken mükellefin musikîden nasibini alması mümkün olamaz ve onu tümden terketmesi gerekir. Oyun vb. diğer şeylerde de durum aynı­dır. Hükümler kitabının Ruhsatlar faslında bu konu için yeterince açıklama yapılmıştı. Dünya hayatının cazibesi ve fitneleri karşısın­da gelen haberlerden kiminin onlara karşı uyarıcı ve onlardan ka­çınmayı teşvik edici ifadeler içermesi, diğer bir kısmının ise bu tür ifadeler içermemesi arasını bulma (telif) da işte bu noktanın dikka­te alınması yoluyla olacaktır.

İtiraz: Selef, mefsedetlere götüren şeylerden her ne kadar aslı kül olarak matlup olsa ya da matlup olana hadim bulunsa da uzak durulması konusunda uyarmışlardır. Onlar bu yüzden cemaa­ti, cenaze merasimlerine katılmayı vb. şer´an matlup bulunan bir­çok şeyleri terketmişlerdir. Birçokları evliliğin terki ve çor çocuk sahibi olmama konusunda ruhsat vermiştir; çünkü bu gibi şeylere pek çok münkerât girmişti. İmam Mâlik´ten zikre dil diğine göre o cumaları, cemaatleri, ilim öğretmeyi, cenazelere katılmayı vb. an­cak insanlar arasına katılmak suretiyle yapılabilen ve matlup olan şeyleri terketmiştir.[364] Diğerleri de böyle. Onlar büyük âlimler, fa-kihler ve veli kullardı; hayır işlemek, sevap elde etmek konusunda son derece hırslı kimselerdi. Bütün bunlar hakkında şeriatta delil de vardır: Meselâ Hz. Peygamber[ Bİevehs´iumtu ] ŞÖyle buyurur: "Çok sür­mez müslümanın en hayırlı malı koyun olur; vadilerde, yağmur düşen yerlerde onu yayar. Dinini kurtarmak için fitnelerden ka-çar[365] Benzer daha başka uzleti teşvik eden hadisler vardır. Böyle bir hayat, kül ya da cüz olarak yapılması mendup ya da vacip ol­mak üzere matlup olan, bir başkasına hadim bulunan ya da bizati­hi maksud olan pek çok şeyin terki neticesini içerir. Vacip için du­rum böyle olursa mubahın durumu ne olur

Cevap: Bu itiraz iki yönden yerinde değildir:

a) Biz, zarurî ve diğer ihtiyaçların giderilmesi konusunda in­sanlarla birlikte olmanın caizliğini söylemiş olduk. Bir kim­se iki caizden biri doğrultusunda hareket ederse, bunda herhangi bir sakınca olmaz. Cüz olarak matlup olan bize karşı

ileri sürülemez. Çünkü biz bu meselede o konuya girmek durumunda değiliz.

b) Hakkında uyan bulunan ve selefin yapmış oldukları şeyler, terkettikleri konularda onların kendi ictihadları sonunda gördükleri daha güçlü bir muarız sebebiyledir. Meselâ fitne­lerden kaçmak gibi. Çünkü fitne zamanlarında bunlara ka­rışmak, zarurî olan esasların bir çoğunu zedeleyecek sonuç­lara sebep olabilmektedir; haksız yere müslümanlar arasın­da kan dökülmesi gibi. Yahut da insanlarla beraber olma durumunda elde edecekleri faydalarla, kaybedecekleri de­ğerler ve uğrayacakları zararlar arasında bir tercih yapma­ları sonucunda olmuştur. Veyahut da aşırı takva sahibi kimseler kendilerine başkaları için ağır gelebilecek meşak­katler yüklerler. Meşakkatler ise, izafi olup kişiden kişiye değişir. Nitekim Hükümler bahsinde geçmişti. Dolayısıyla bütün bunlar bizim ortaya koyduğumuz hususu zedeleyecek mahiyette değildir.

Fasıl:

2.

İkinci fayda, mubahlardan niyet ile tâate dönüşenler ile dönüş-meyenler arasındaki ayırımın yapılmasıdır. Şöyle ki: Mubahlardan emrolunmuş birşeye hadim olanın niyet ile tâat şekline dönüşmesi mümkündür. Çünkü yemek, içmek, cinsî ilişkide bulunmak ve ben­zeri şeyler, zarurî olan bir esasın gerçekleştirilmesi için sebep ol­maktadırlar. Bu durumda alınan şeyin lezzet ve kalitenin en üst mertebesinde olup olmaması arasında fark yoktur. Bu ikisi arasın­da, onların mutlak haz sebebiyle ya da şer´î hitap açısından alınmış olmaları dışında dikkate alınacak bir fark yoktur. Eğer haz cihetin­den alınırlarsa, o bizzat mubah olmuş olur. Şer´î izin açısından alın­maları durumunda ise, o kül olarak matlup demektir.[366] Çünkü şer´î kasıtta matlûp olana hadim unsur vardır ve onun talebi birinci kasıtla olmaktadır. Bu taksim Hükümler bölümünde açıklanmıştı.

Bu sabit olunca, işlenmesi matlup olan birşeye hadim durumda olan mubahın niyet ile tâate dönüşmesi sahih olacaktır. Zira arala­rında fark olarak sadece haz ya da izin açısından alma kastı bulun­maktadır. Terki matluba hadim olan mubaha gelince, bunlar kül olarak ele alındığında terki istenilir olduklarından onun işlenmesi­nin matlup şekle dönüşmesi sahih olmaz[367]Çünkü mubah, matlup hale ancak izin açısından ele alınması halinde dönüşür. Halbuki meselemizde birinci kasıtla iznin bulunmadığı kabullenilmişti. Ge­riye haz yönünden alınması kalıyor. Bu takdirde de yapılan tâat de­ğildir; dolayısıyla kül halinde terki matlup olan mubahların tâat haline dönüşmesi sahih olmaz. Mesela oyun, temiz yiyecek ve içe­ceklerin yenilmesi ve içilmesi gibi talep edilmiş olan şeylerin hadimi durumunda değildir. Çünkü yeme ve içme gibi hususlar zarûriyyât ve çerçevesi dahilinde bulunan cinse dahil olma özelli-ğindedir. Oyun ise böyle değildir. Çünkü oyun, özellik bakımından zarûriyyâtm zıddı olan şeylerin cinsi içerisine dahil bulunmaktadır. Bu mubah olsa olsa, husûsi olarak "lâ be´se bih" yani işlenmesi du­rumunda bir sakınca olmayan kısımdan olmaktadır; yoksa hakikî anlamda mubah gibi mükellefin tercihine bırakılmış mânâsına de­ğildir. Bu konunun açıklaması daha önce geçmişti.[368] İşte bu esasa müsteniden mubah olan semâ meselesi ortaya çıkmıştır. Çünkü bazil arı, niyet ile onun tâate dönüşeceği görüşündedirler. Konu bu esasa vurulduğu zaman Allah´ın izniyle hakikat ortaya çıka­caktır.[369]

İtiraz: Biz, terki istenilen şeye hadim olanın, birinci kasıtla terki matlup bulunduğunu kabuîlensek bile, daha önce de geçtiği gibi o, ikinci kasıtla işlenmesi matlup hale dönüşebilmektedir. Oyun, musikî ve benzeri şeylerle vazifelerin yapılması ve tâatlerin ifa edilmesi için zindeleşme amaçlanmış s a, bu açıdan onlar tâat ha­lini almış olurlar. Bu durumda nasıl olur da, bu gibi mubahlar ni­yet ile tâate dönüşmez denilebilir !

Cevap: Tâata karşı zindelik yönünün dikkate alınması, o şeyin oyun ya da musikî olması açısından olmamakta, bilakis onun içer­miş olduğu şey açısından olmaktadır ve bu birinci kasıtla değil­dir.[370] Çünkü mutlak istirahat açısından o, meselâ uyku, sırt üstü uzanma, zevce ile oynaşma ile aynıdır. Hal böyle iken oyunu ya da musikîyi tercih etmiş olması, istirahat eden kişinin tercihini kul­lanmasının sonucu olmaktadır. Kişi bunları kendi ihtiyarı ile seçin­ce, hazzı peşinde koşmuş olur; talep de yoktur. Talep yönünden al­mış olsa desek, daha önce de geçtiği gibi bu kısım hakkında talep bulunmamaktadır[371]Eğer onların içermiş olduğu şeyler, (Şâri´in nazarında matlup olacak biçimde) ikinci kasıt ile dikkate alınmış olsaydı, o zaman kişinin o şeyi çokça ve devamlı surette yapmış ol­ması kendisine zarar vermezdi ve o şey kül olarak ele alındığı zaman yasak edilmiş olmazdı. Çünkü o, işlenmesi matlup olan şeye hadim olmuş olurdu ve bunun sonucunda da kül olarak işlenmesi matlup olan kısımdan bulunurdu. Halbuki biz onun bunun aksine olduğunu ortaya koymuştuk. Böyle bir sonuç tutarsızlıktır. Bu, an­cak nefsin tâate karşı uyandınlması ve zindeleştirilmesi için mek­ruh birşeyin işlenmesine benzemektedir. Nasıl ki mekruh, böyle bir kasıt ile tâate dönüşmezse, o mânâda olan ve onun benzeri bulunan birşey de niyet ile tâate dönüşmez.

Fasıl:

3.

Üçüncü fayda, Hz. Peygamber´in sonucunun kötü o-lacağım bilmesine rağmen, bazı insanlar için kendilerine çok mal verilmesi için dua etmesinin izahı olacaktır. Meselâ Sa´lebe b.Hâtıb´a "Şükrünü eda eylediğin az mal, şükrünü eda edemediğin çok maldan hayırlıdır" dedikten sonra, kendisine çok mal vermesi için Allah´a dua etmiştir.[372] Şimdi bu durum karşısında bazıları: "Eğer Hz. Peygamber çok malın ona zarar vereceğini bil­seydi, ona böyle dua etmezdi" dernektedirler. İşte bu müşkilatm ce­vabı, sözünü ettiğimiz bu bahisten çıkacak ve şöyle denilecektir: Hz. Peygamber´in ona duası, mal kazanma konusunda e-sas bulunan mübahlık ya da ilgili talebin aslına yönelik olmakta­dır; dolayısıyla Hz. Peygamber´in netice hakkındaki bilgi­si ile bu duası arasında herhangi bir çelişki bulunmamaktadır.

Bir diğer örnek: Mal kazanmanın aslında meşru olmasına rağ­men, Hz. Peygamber tarafından onun fitnesinden sakın­ma gereği vurgulanmıştır. Meselâ o şöyle buyurur: "Sizin hakkı­nızda en çok korktuğum şey, Allah´ın size yerin bereketini açması­dır" Dediler ki: "Yerin bereketi nedir " "Dünyanın yüzünüze gül­mesi (zehratu´t-dünya)" buyurdu. Kendisine: "Hiç hayır, şer getirir mi " diye sorduklarında da: "Hayır, hayırdan başkasını getirmez. Şüphesiz ki bu mal revnaklıdır, tatlıdır..."buyurdu. Hakîm b. Hi­zam da şöyle anlatır: Rasûlullah´tan istedim, bana verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu mal revnaklıdır, tatlıdır.[373] Yine Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Dünyada (malı) çok olanlar, kıyamet gününde (sevabı) az olanlardır (ancak şöyle şöyle yapanlar hariç)´[374] Buna benzer daha başka dünya malından sakındıran hadisler gibi. Buna rağmen fitnelere neden olan kazanma yasaklanmamış, keza ihtiyaç mikta­rından fazla olan kısmı da yasaklanmamıştır. Çünkü mal konusunda asıl olan onun şer´an istenilir olduğudur. Kazanma şekli, matlup olan bu amaca hadim bulunmaktadır. O yüzden mal kazanma, kişi ister varlıklı olsun ister yoksul, şartlarına riayet edilmesi duru­munda esasta helâl olmaktadır. İsraf ile ilgili yasaklar da onu asıl helalliğinden çıkarmamaktadır. Çünkü talep aslî, nehiy ise tâbidir. Dolayısıyla aralarında çelişki yoktur. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygam­ber, ashabının dünyevî ihtiyaçlarım karşılamak üzere ça­lışmalarına müsade etmiştir. Bu sonucun bu kaideden ortaya çık­ması açıktır.

Kaide üzerine bina edilen faydalar çoktur. [375]

ONALTINCI MESELE:

Daha Önce de geçtiği üzere, emir ve nehiyler tekit açısından hep aynı düzeyde değildir. Amellerin gerek işlenmesine ve gerekse terkine yönelik talebin dozu farklıdır. Bu farklılık, emirlerin yerine getirilmesi, nehiylerden de uzaklaşılması sonucunda ortaya çıkan maslahatın, aksi durumda da beliren mefsedetin farklılığı yüzün­dendir.

İktizâ´mn (gerektirme); vaciplik, mendupluk, mekruhluk ve haramlık şeklinde dörde ayrılmasının işte bu noktadan hareketle olduğu tasavvur edilir.

Bir değerlendirme daha vardır ki, ona göre böyle bir taksim ya­pılmaz. Bilakis hüküm sırf iktizâya tâbi kılınır. Buna göre iktizâ­nın iki yönü vardır: a) İşlemeyi gerektirme, b) Terki gerektirme.

İşlenmesi istenilen şeyler içinde vaciple mendup; terki isteni­len şeyler içinde de mekruh ile haram arasında bir fark yoktur. Bu değerlendirme, sûfiyyeye ve onlar gibi düşünüp dünya isteklerine tümüyle sırt çeviren, âhiret yolculuğunda ciddiyet ve azimetle yü­rüyen kimselere aittir. Çünkü bunlar, işleme konusunda vacip ile mendup arasını; terk konusunda da haram ile mekruh arasını ayır­mamaktadırlar. Hatta onların bir kısmı, sâlike mendubun vacip, mekruhun da haram olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, mubahları Ruhsatlar bahsinde daha önce de geçtiği gibi ruhsat[376]olarak kabul eden kimselerdir. Onlar bu değerlendirmeye iki yoldan ulaş­mışlardır:

a) Meseleyi emreden yönünden ele almışlardır. Bu emir ve ne-hiy konusunda mücerred iktizâya itibar-edenlerin[377]görüşü­dür. Bu bütün kısımları (yani farz, vacip...) kapsamaktadır. Onların tümünde muhalefet, emredene ve nehyedene muha­lefet olmaktadır. Bu ise şer´an çirkin birşeydir (kabîh). Onun çirkin olması bir tarafa, burada asıl üzerinde durulan nokta muhalefet üzerine terettüp eden yergi ya da azap değildir;aksine emredene karşı muhalefet etmek ve ona karşı koy­maktır. Bunlardan bir kısmı, bu değerlendirme dolayısıyla hüküm konusunda ileri gitmiş ve bunun sonucunda muhale­fet (yani günah) arasında büyük ya da küçük ayırımı yap­mamış ve her muhalefeti büyük (günah, kebîre) saymıştır. Bu, Ebu´l-Meâlî´ nin İrşâd adlı eserindeki görüşü olmakta­dır. O, emreden ve nehyedene nisbetle büyük ve küçük gü­nah diye bir ayırım yapmanın uygun olmayacağı görüşünde­dir. Ona göre böyle bir ayırım, emreden ve nehyedenden sar-fınazarla, bizzat muhalefetin kendisine nisbetle yapılabilir. Onun bu görüşü, değerlendirme açısından doğrudur.

b) Emir ve nehyin mânâsına nisbetle. Bu değerlendirmenin de çeşitli şekilleri vardır:

1.

Emir ve nehyin gereği ile Allah´a yaklaşma kasdma bakma. Çünkü emirlere yapışma ve yasaklardan uzaklaşma, bizzat emir ve nehiy olmaları sebebiyle , kendisine yönelinene yaklaşmayı ge­rektirir. Nitekim muhalefet de O´ndan uzaklaşmayı gerektirir. Ya­kınlık isteyen kimse için vacip olanla mendup arasında fark yoktur; çünkü her ikisi de yaklaştırır. Nitekim şer´î deliller bu hususu be­lirtmiştir. Keza bu kimse için mekruh ile haram arasında da fark yoktur; çünkü her ikisi de yakınlığın zıddını gerektirir; bu da ya uzaklıktır, ya da daha fazla yaklaşma imkânı varken durmaktır. Matlup olan yaklaşmada mütemâdîliktir. Dolayısıyla yaklaşma ve uzaklıktan kaçma kasdı ile ele alınması durumunda emirler ve ya­saklar hep aynı düzeyde kabul edilecektir.

2.

Emir ve nehiylere uyulması durumunda ortaya çıkacak masla­hat, muhalefet edilmesi durumunda ise ortaya çıkacak mefsedet açısından meseleye bakma. Daha önce de geçtiği gibi, şeriat masla­hatların celbi, mefsedetlerin de defi için konulmuştur. Meseleyi bu açıdan ele alan kimse için ne emirler ne de nehiyler arasında bir ayırım yoktur.[378] Aynen bir önceki değerlendirmede, yaklaşma kas­dı karşısında bir ayırım olmadığı gibi. Sonra emir ve nehiylerde söz konusu olan derece farklılığı sonunda hadim olan tamamlayıcı un­sura ve destek verilen ve tamamlanan esasa dönük olacağından, so­nuçta bunlar birbirine nisbetle sıfat ile mevsûf (sıfatlanan) gibi olur. Ne zaman menduplar işlenecek olsa, bununla vacipler tamamlanmış olacak; aksi halde de bunun zıddı meydana gelecektir. Bu durumda emir, zarurî esasların en mütekâmil bir şekilde ortaya ko­nulması esasına varıp çıkacaktır. Bunun sonucunda mendûba olan ihtiyaç, vaciplerin edası sırasında kendisine ihtiyaç duyulan şeyler gibi olacaktır. Dolayısıyla menduplar, bu ihtiyaç yönünden vacip­lerle tezâhum halinde (yani aynı mahali paylaşır halde) bulunur ve bunun sonucunda da hepsine birden aynı hüküm verilir. Mekruh ile haram arasındaki ilişki de aynı bu tertip üzere ele alınır; çünkü mekruh haramın önderi ve alıştırıcısıdır.[379] Zira herhangi birşeye muhalefete alışmak, âdet olduğu üzere daha büyük şeylere muhale­fete alıştırır. Bunun içindir ki şöyle demişlerdir: "Günahlar, küfrün habercisidir" Buna Allah Teâlâ´nm şu âyeti de delâlet eder: "Hayır, hayır! Onların kazandıkları kalplerini paslandırıp köreltmiştir[380]Âyetin açıklaması hadiste gelmiştir.[381] Bu konudaki bazı hadisler de şöyledir: "Helâl bellidir, haram bellidir; aralarında ise ´müştebihât´ (yani hangisinden olduğu ayırt edilemeyenler) var­dır[382] "Koruluk etrafında otlatan çobanın oraya düşmesine ramak kalmıştır´[383]Emir ve nehye yapışma konusunda da şöyle buyurul-muştur: "Kulum Bana kendisine farz kıldığım şeylerle yaklaştığı

gifa jjir oaşka şeyleyaklaşamaz[384]

3.

Nimete karşı şükür ya da küfür (nankörlük) açısından mesele­ye bakma. Emir ve yasaklara uymak, mutlak olarak nimete karşı şükür anlamına gelir. Aksi davranışta bulunmak ise küfrân-ı nimet olur. Nimet, hükmî irtibat ile Arş´tan yeryüzüne indirilmiş ve "Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir´[385]; "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren... Allah´tır. Allah´ın nimetlerini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zâlim ve nan-kördür´[386] vb. âyetlerin açıkça ortaya koyduğu gibi herşey insanın emrine âmâde kılınmıştır. Bu durumda nimetin, emrin gereğine uygun olarak kullanılması sana ulaşan ya da ulaşmasına sebep olan her nimet için şükür olur. Onları sana ulaştıran sebepler (yani emirler) ya da yardımcı hususlar arasında ise bir ayırım yapılamaz. Dolayısıyla göklerde, yerde ve bunlar arasında bulunan nimetlere şükür (bu şekilde) gerçekleşmiş olur. Emre muhalif olarak kullanıl­ması ise, sana ulaşan ya da ulaşmasında sebep olan nimetlere karşı nankörlük olur.

Bu bakış açısını İmam Gazzâlî, Ihyâ´smda zikretmiştir. Bu de­ğerlendirme emir ve nehiyler arasında herhangi bir ayırım yapma­mayı gerektirir. Her emre uymak mutlak anlamda nimete karşı şü­kür, her emre muhalefet de mutlak anlamda nankörlük olur.

Daha başka yaklaşımlar varsa da bu zikrettiklerimiz yeterlidir.

Sûfîlerin bu değerlendirmeleri, tamamen ıstılahı anlamda olup esasta bir ihtilaf bulunmamaktadır. Çünkü bu değerlendirme sa­hipleri, çoğunluk âlimlerin kabul ettiği şekildeki emir ve nehiylerin {içermiş oldukları maslahat ve mefsedetlere nisbetle ve) nazarî ta­savvura göre kısımlara ayrıldığını inkar etmemektedirler. Bilakis onlar başka bir tarz üzere yürümüşlerdir. Şöyle ki: Kendisi hakkın­da: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarat-tım´[387]buyurulan bir kimsenin, tek olan Yaratıcıya yönelme konu­sunda kulluk gösterisi ve bu uğurda bütün gücünü ortaya koyması dışında bir başka şeyle uğraşması yakışık almaz. Emir ve yasakları mertebelere ayırma düşüncesi, kulun/kölenin efendisine karşı hak araması gibi bir mânâ taşımaktadır. Ne dünyada ne de âhirette kendisi için hiçbirşeye sahip olmayan bir kulun, böyle bir davranış içine girmesi uygun olmaz. Zira kulun/kölenin Rab/efendi üzerinde

Görüldüğü gibi, nafileler farzları tamamlamakta ve bunun sonucunda kul, Allah´ın sevgisini kazanma derecesine yükselmektedir. kul/köle olması açısından bir hakkı yoktur. Aksine ona düşen ona kulluk yolunda bütün gücünü ortaya koymaktır. Rab/efendi ise dilediğim yapacaktır.

Fasıl:

Bu bakış açısı, emredilen şeyin terki ve yasaklanılan şeyin iş­lenmesi suretiyle meydana gelen her türlü muhalefet yüzünden tevbe edilmesi gereğini ortaya koyar. Çünkü Şâri´e muhalefet şer´an çirkin birşey olduğuna göre, bu muhalefeti gösteren kimse­nin tevbe ile pişmanlık göstermesinin de gereği ortaya çıkar. Bu ge­reklilik; ya emir ve nehye[388] muhalefet açısından, ya Allah´a yak­laşma konusunda kusur gösterdiğinden, ya maslahatların asıl ko-nuluş amacına ters hareket etmiş olmasından ya da küfrân-ı nimet­te bulunmuş olmasındandır. Bu görüşe göre, bu kısmın altına mu­bah da girer. Çünkü onlara göre mubah, ruhsatlar kısmmdandır ve onların görüşü, azimetlerle amel etme doğrultusundadır. Daha önce de geçtiği gibi, en uygun olam, mükellefin gücünün yettiği her ko­nuda ruhsatları terkederek azimetlerle amel etmesiydi. Bundan, mubah ile amel etmenin tercihe şayan olmadığı sonucu çıkar. (Ter­cih edilmesi gereken varken, tercihe şayan olmayanın alınması uy­gun değildir.) Tercih edilmesi gereken, emrolunmuş şeyler içerisin­de bulunan ve tercihe şayan olmayanın zıddı birşey olacaktır. Güç ve imkân varken emrolunmuş bulunan birşeyi terketmek muhale­fettir. Şu halde mubahları işlemek, bu açıdan ele alındığı zaman her ne kadar hakikatta öyle olmasa da bir anlamda muhalefet sayılmaktadır.

Bu izah ışığında Hz. Peygamber´in şu hadisleri daha iyi anlaşılabilecektir: "Ey insanlar! Allah´a tevbe edin. Çünkü ben Allah´a günde yetmiş defa tevbe ederim´[389]"Kalbime öyle şeyler gelirki, (günde yetmiş kez) Allah´a istiğfar ederim´[390]Allah Teâlâ´-nın şu buyruğunun genel ifadesi bu mânâyı da içerir: "Toptan Al­lah´a tevbe edin, ey mü´minler![391] Yine bunun içindir ki bir kısım sûfîler, bazı kemâl mertebelerini sâlikin bir üst dereceye ulaşma­sı imkânı varken ihmal ve kusur göstermesi durumunda noksan­lık ve mahrumiyet olarak nitelemişlerdir. Çünkü en üstün mertebe­yi gerektirecek olan yaşantı, onun daha altında olan mertebeleri ge­rektirecek olandan daha üstündür. Akıllı olan kişi, en üstün var­ken, daha aşağıda olana razı olmaz. İşte bu yüzdendir ki, hayırlı işlerde mutlak anlamda yarış emredilmiş ve mükellefler (mukarra-bîn), "ashâbu´l-yemîn" (sağcılar, amel defterleri sağından verilen­ler) [ve "ashâbu´ş´Şİmâl" (solcular, amel defterleri solundan veri­lenler] diye kısımlara ayrılmış ve haklarında şöyle buyurulmuştur: "Eğer o ölen kişi, gözdelerden (mukarrabîn) ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur. Eğer ashâbu´l-yemînden ise ´Ey sağcılardan olan kişi, sana selâm olsun!´ denilir"[392] Bu insanların özellikleri, fazilet meydanında koşuşturmaktır. Hatta öyle ki, her gün biraz daha ileri gitmeyen kimseyi nakıs (eksik), nefeslerini boşa tüketen­leri de tenbel olarak kabul ederler. Bu, tartışmaya gerek bırakma­yacak derecede açık olan bir konudur. Kıyametin pişmanlık günü olacağım bildiren hadis[393] de bu mânâyı teyid eder; çünkü bu piş­manlık inanan inanmayan herkes için söz konusu olacaktır; kötü­ler, iyi olmadıkları için, iyiler de iyiliklerim artırmadıkları için piş­man olacaklardır.

İtiraz: Bu kemâl mertebelerinde noksanlık bulunduğunun id-dasıdır. Kemâl mertebelerinde noksanlık buulunmadığı ise daha Önce geçmişti.

Cevap: Burada mutlak anlamda bir noksanlık olduğu iddiası yoktur. Sadece söz konusu olan tercihe şayan olan (râcih) ve ondan daha üst derecede bulunan( ercah) şeylerin varlığı hakkındadır. Bu ise mevcuttur. Cennetin yüz derecesi olduğu sabittir. Bunların en kâmillik ve en üstünlük yönünden olduğu konusunda kuşku yok­tur. Allah Teâlâ peygamberler hakkında da şöyle buyurur: "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün kıldık´â[394]Şüphe­siz peygamberlerden bir kısmını diğer bir kısmı üzerine üstün kıl-dık´[395] Bununla birlikte, nübüvvet makam ve mertebelerinde her­hangi bir noksanlığın bulunmadığı bilinen bir husustur. Şu kadar var ki, hayırlı işlerde koşuşturma ve yarışma âdeten mümkün olabilecek en üst mertebelere talip olmayı gerektirir. En üstün merte­belere ulaşması mümkün olan kimselerin, daha aşağıdaki mertebe­lerle yetinmesi yakışık almaz. O yüzdendir ki, yükselme imkânı varken daha aşağı mertebelerde kalmayı nefisler noksanlık olarak telakki eder ve daha üst mertebeleri gördükçe onlara karşı, kâfir­lerden ve günahkâr mü´minlerden olan gerçek noksanlık sahibi kimselerin kemâl mertebelerini görmeleri anında duydukları piş­manlığa benzer nedamet ve özlem duyar. Hz. Peygamber, Ensâr evlerini üstünlük sırasına göre sıralayıp: "Ve Ensâr´ın her evinde hayır vardır" buyurduklarında, Sa´d b. Ubâde şöyle dedi: ´Tâ Rasûlallah! Ensâr evleri tercih edildi, biz ise sonuncu kılındık" Hz. Peygamber buna cevap olarak: "Sizin de hayırlılar­dan olmanız size yetmez mi " buyurdu. Başka bir hadiste de: "Şüphesiz sizi pek çoklarına üstün kılmıştır" ifadesi vardır[396]Bu da gösterir ki, var olan kemâl mertebeleri, mutlak kemâl vasfı al­tında toplanır. Dolayısıyla aralarında bir çatışma yoktur. Allahu a´lem! "Hasenâtu´l-ebrâr seyyiâtu´l-mukarrabîn"[397] sözünün çıkış yeri de işte burasıdır denilebilir. Bu da açıktır. Allahu a´lem! [398]

ONYEDİNCİ MESELE:

Daha önce hakların iki kısım olduğu geçmişti. Bunlar: a) Allah hakkı b) Kul hakkı şeklindeydi.[399]Kul hakkı olan şeyler, içerisinde bir yönden Allah hakkı bulundururlar. Nitekim Allah hakkı diye nitelediğimiz haklar da sonuç itibarıyla kulların maslahatlarına yö­nelik şeylerdir. Buna göre burada Allah´ın izniyle bir ayrıntı­ya gidip şöyle diyebiliriz:

Emirler ve nehiyler: a) İçermiş oldukları kula yönelik maslahat ve benzeri şeylerden sarfı nazarla[400] sadece Allah hakkı olmaları yönünden ele alınabilirler, b) Bunun aksine kulların haklarını dik­kate alma açısından da değerlendirilebilirler. Bunu bir örnekle açıklayalım: Meselâ mükellef: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe´yi haccetmesi gerekir´[401]buyruğunu işittiği zaman bu emre uymak için iki çıkış yönü olabilir:

1.

Birincisi meşhur olan ve yaygın olarak bilinen yöndür. Mükel­lef kendisine bakar; mesafeyi katedip edemeyeceğine, oraya ulaştı­racak kadar azığı bulunup bulunmadığına, binek vasıtasına, yol gü­venliğinin olup olmadığına, yolda kendisine destek verecek kafile­ye, yalnız başına hacca gitmenin zorluk ve tehlikelerine... ve benze­ri sonuç itibarıyla dünyevî ve uhrevî maslahat ya da mefsedetleri ortaya çıkaracak olan konulara bakar ve bir değerlendirme yapar:Eğer bütün bunlardan sonra yolculuk sebepleri ve normalde bulun­ması gereken şartları tahakkuk etmişse, hac emrini yerine getir­mek için yola koyulur. Eğer sebepler ve şartlar tahakkuk etmemiş­se, bu ilâhî hitabın kesin olarak kendisine yönelik olmadığı anlaşıl­mış olur.[402]

2.

Hac emri ile ilgili hitabın bizzat Allah´tan kendisine yönelmiş olmasına bakar ve bunun ötesinde, şu şu sebepler ya da şartlar bu­lunması gerekirmiş gibi hususları asla dikkate almaz ve bunun so­nucunda her halükârda haccm ifası için yola koyulur. Onu bu az­minden ancak halihazırda mevcut olan bir acziyet veya ölüm dur­durabilir. Bu düşünce sahibi, kendisinde hayat eseri olduğu sürece hac yapma imkânına sahip olduğunu düşünür; sonradan ortaya çı­kacak olan arızî haller ve endişe edilen sebepler İse, Allah´ın emri azameti karşısına çıkıp onu itibardan düşürebilecek değerde değil­dir. Yahut da başa gelecekler ya da arızî haller Allah´a olan yakînî iman ve O´na güven içerisinde hesaba katılmaz. Nitekim bu konu Hükümler bölümünün Sebeb ve Müsebbeb bahsinde geçmişti.Diğer emir ve nehiyler karşısındaki durum da aynı olur.

Birinci hareket noktası, kul haklarının dikkate alınması sonu­cu olmaktadır. Çünkü fukahânın, şart olan istitâat (güç yetirebil-me) konusunda ileri sürdükleri şeylerin tümü, sonuç itibarıyla kul-[249J larm haklarına (çıkarlarına) yönelik olmaktadır.

İkinci hareket noktası ise, kul haklarının düşürülmesi yönün­den olmaktadır. Bu kabilden olan düşürmenin sahih olacağını gös­teren deliller daha önce geçmişti.[403] Bu düşünce tarzının doğrulu­ğuna aşağıdaki hususlar da delâlet etmektedir:

1.

Kur´ân-ı Kerîm´de kullardan istenilen şeyin mutlak anlamda kulluk icrası olduğuna delâlet eden ve rızkın ise esbabına yapış­ma olsun olmasın[404] Allah´a ait olduğunu gösteren âyetler: Meselâ: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için ya-ratmışımdır. Onlardan bir rızık istemem; Beni doyurmalarını da istemem[405]"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda de­vamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz. So­nuç Allah´a karşı gelmekten sakınanındır"[406] Açıktır ki, Allah hak­kı ile kul haki çatıştığı zaman Allah hakkı Öne alınacaktır. Çünkü kulların hakları Allah Teâlâ tarafından garanti edilmiştir. Rızık kulların en büyük haklarından biridir. Dolayısıyla konu şu mecraya ulaşmıştır: Kim Allah´a ibadetle meşgul olur ve kendisini [250] Allah´a adarsa, Allah onun rızkını üstlenir.[407] Bu rızık hakkında böyle olduğuna göre, diğer celbi istenen maslahatlar, defi istenen mefsedetler hakkında da geçerlidir. Zira Allah Teâlâ hepsine kadirdir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O´ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O´nun nime­tini engelleyecek yoktur[408] "Allah sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O, herşeye kadirdir´[409]Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir" ifadesinden sonra "Allah´a güvenen kimseye O yeter´[410]buyurur. Bütün bunlar gösteriyor ki, kim kendisini Al­lah´a verirse, Allah onun ihtiyaçlarını karşılamaya kefildir. Bu ko­nuyu işleyen âyetler çoktur.

2.

Sünnette de aynı doğrultuda deliller vardır. Meselâ Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: "Allah´ı gözet, Allah da seni gözetsin. Allah´ı gözet ki, O´nu önünde bulasın. Bolluk anında O´nu an ki, sıkıntı anında O da seni ansın, istediğin zaman Allah´tan is­te. Yardım istediğin zaman Allah´tan iste. Olacaklar yazılmış ve kalem, (mürekkep) kurumuştur. Bütün insanlar, Allah´ın senin için yazmadığı birşeyi sana vermek için birleşseler, buna güç yetiremez-ler. Senin için yazmış olduğu birşeyin sana ulaşmasını engellemek için birleşseler güç yetiremezler"[411] Bütün bunlar, sebeplere yapış­manın terki ve Allah´a dayanmanın gereği, herşeyin Allah´ın elinde olduğu konusunda nassdır[412]Rızık ve ecelle ilgili hadisler de böy­le: Meselâ: "Allah´ım! Senin verdiğini engelleyecek yoktur; senin esirgediğini verecek yoktur. Senin (kaderin karşısında) çalışıp ça­balayanın çabası hiçbir fayda vermez´[413]Hz. Peygamber Hz. Ömer´e, (kâhin) İbn Sayyâd(´ı öldürmek istemesi) hakkında: "Eğer oysa (yani Deccalsa), ona güç yetiremeyeceksin[414] buyurmuş­tur.[415] Hadislerde: "Başına ne gelecekse kalem onu yazmış ve kuru­muştur´[416] "Kadın, sahanını kendisi için boşaltması ve onun yeri­ne kendisinin nikahlanması için kardeşinin talâkını istemesin. Çünkü kendisi için ne takdir olunmuşsa o vardır"[417]buyurulmuş-tur. Azil hakkında da: "Onu yapmamanız gerekmez. Çünkü o canlı değildir. Allah´ın (varlık âlemine) çıkmasını yazdığı her can, mut­laka olacaktır´[418] buyurur. Yine hadislerde: "Masum, Allah´ın ko­ruduğu kimsedir[419]"Şüphesiz ki Allah, Âdemoğlu üzerine zina­dan nasibini yazmıştır; onu mutlaka elde edecektir´[420] buyurulmuştur. Bunlara benzer daha birçok delil vardır ki, bütün bunlar sebeplerin aslının tesebbüb (esbaba yapışmak) olduğunu, ve onun da hiçbirşeyi getirebilecek ve çevirebilecek durumda olmadığını, ve­renin de alanın da ancak Allah olduğunu ve Allah´a tâatin birinci sırada azimet olduğunu belirtme konusunda sarihtir.

3.

Peygamberler de bu doğrultuda hareket etmişler ve Allah´a itaati bizzat kendi haklarından önde tutmuşlardır. Hz. Pey­gamber ayakları şişinceye kadar kıyamda durmuş ve ken­disine: "Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların affolunmuş tur " diyenlere karşı: "Ben Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı [421] demiştir. Kavmi kendisini öldürmek için anlaştıkları bir sırada, Rabbinin risâletini onlara tebliğ etmiş, buna karşılık Allah kendisi­ni korumuş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Allah´ın bize yazdığmdan başkası başımıza gelmez. O bizim Mevlâmızdır. inananlar O´na güvensin[422]"İnkarcılara, münafıklara itaat etme, eziyetleri­ne aldırma; Allah´a güven, güvenilecek olarak Allah yeter´[423] Ko­runduğu şeyleri atmasını emretmiş, çünkü Allah´ın kendisine ye­terli olduğunu bildirmiştir: "Allah´ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah´tan korkarlar ve O´ndan başka kimseden korkmaz­lar´[424] Daha öncesinde de şöyle buyurmuştu: "Allah´ın emri şüphe­siz gereği gibi yerine gelecektir"[425]Hûd (s.a.) kavmine peygamber­lik görevini tebliğ ederken şöyle demişti: "Hepiniz bana tuzak ku­run, sojıra da ertelemeyin. Ben ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah´a güvenirim...[426]Musa (s.a.) ve Hârûn (s.a.) : "Rabbi-mizl Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkarız" dediklerinde Allah Teâlâ onlara: "Korkmayın, Ben sizin­le beraberim; işitir ve görürüm[427] buyurmuştur.

Abdullah b. Ümmü Mektûm, (âmâ olması) sebebiyle (Nisa 4/95) âyeti gereğince cihada katılmadan mazurdu. Fakat buna rağmen daha sonra o: "Ben âmâyım; kaçamam. Sancağı bana verin ve beni iki saf arasına (yani İslâm ordusu ile düşman askerleri arasına) oturtun" der ve kendisine tanınan ruhsatı terkeder, böylece Al­lah´ın hakkını kendi hakkı üzerine takdim ederdi. Cenda´ b. Damra hakkında anlatılır: Bu zat iyice yaşlı biriydi. Hicret emri çıkıp bu konuda müsamaha edilmeyince, dinde zorluğun olmadığını ve takat üstü yükümlülüğün bulunmadığını bildiği halde o oğullarına: "Şüp­hesiz ben bir çare (hiyle) biliyorum; dolayısıyla mazur olamam. Be­ni bir sedye üzerinde taşıyın!" demiştir. Onlar da öyle yaptılar. Yol­da Ten´îm´de öldü. Sağını solu üzerine vurur ve: "Bu senin için, bu Rasûlün için!" derdi. Bir sahabî de şöyle, anlatmıştır: Ben ve bir kardeşim Uhud´da Rasûlullahf ile beraber hazır bulunmuş­tuk. İkimiz de yaralı olarak döndük. Hz. Peygamberin i-lancısınm düşmanı takip için çıkılacağım bildirmesi üzerine karde­şime şöyle dedim (ya da o bana şöyle dedi): "Rasûlullah ile birlikte gazayı kaçıracak mıyız " Vallahi, ne bineğimiz vardı; ne de durumumuz iyi idi, ikimiz de ağır yaralıydık. Buna rağmen Hz. Peygamber ile birlikte çıktık. Benim yaram onunkinden biraz daha hafifti. Onun durumu iyice ağırlaştığı zaman biraz ben taşırdım, biraz kendi giderdi. Böyle böyle müslümanlarm son var­dıkları yere kadar vardık.Kaynaklarda bu kabilden pek çok nakil vardır. Onlardan yeter­li bir miktar Hükümler bölümünün Azimet ve Ruhsat bahsinde geç­mişti.[428]

İtiraz: Eğer ortaya konulduğu şekilde anlaşılır ve zikredilen bu delillerin gereği ile amel edilecek olursa, o zaman sebeplerin ya­ni kulların maslahatlarına yönelik olanların tümden atılması gerekir. Bu ise sahih değildir. Çünkü Sâri´ onları koymuş ve onların ya­pılmasını emretmiştir. Hem Rasûlullah hem sahabe hem de tabiîn onları kullanagelmişlerdir. Esbaba tevessül, şeriatın üze­rinde önemle durduğu bir umde olmaktadır.

Sonra, Allah hakları talep konusunda hep aynı düzeyde değil­dir. Bir kısmı kesinkes talep edilmiştir: Beş zarurî esas ve her mil­lette riayet edilegelen diğer zarûriyyât gibi. Bir kısmı da vardır ki, kesinkes talep edilmemiştir: Menduplar gibi. Bu durumda nasıl olur da, menduplar, vacip de olsa kul hakları önüne takdim olunur, denilebilir. Böyle bir değerlendirme doğru olamaz.

Keza, geçen deliller ile tearuz halinde bulunan deliller daha çoktur. Meselâ: "Kendi kendinizi tehlikeye atmayın[429]"Azık edi­nin[430]"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş at­ları hazırlayın.[431] âyetleri gibi. Hz. Peygamber gerek geçimini temin ve gerekse savaş ve diğer yapacağı işler için hazır­lıklarını görür, gerekli önlemleri alırdı. Aynı şekilde ashabı da çalı­şırdı. Kâinatta yaratılış kanunu, herşeyin esbaba bağlanması şek­linde cereyen etmektedir. Zikrettiğiniz deliller ise, esbaba tevessü­lün gerekmediğini söylüyor. Bu durumda, bu delillerden bir grubun sahih olması gerekiyor. Biri sahih olduğu zaman diğeri bâtıl olur. Sizin delil olarak ileri sürdüklerinizin, bizim ileri sürdüklerimizden üstün bir tarafı yoktur. Delil olmaksızın bir tercihe gitmek ise keyfîlik olur.

Cevap: Bizim ileri sürdüğümüz deliller, sebeplerin atılması ge­reğine delâlet etmez; aksine husûsî bazı sebeplerin ki bunlar Al­lah haklarının gerektirdiği sebepler olmaktadır kul haklarının gerektirmiş olduğu sebeplere delillere dayanan şer´î ictihâdî bir şekil üzere takdimine delâlet eder. Dolayısıyla bununla, Hz. Pey-gamber´in esbaba yapışılmasını emretmesi ve bizzat ken­disinin de sebepleri kullanması arasında bir tearuz (çatışma) yok­tur. Bunun delili de, bizzat Hz. Peygamber´in tearuz du­rumunda esbaba tevessülü terkeden kimselerin davranışlarını onaylamış olması, birçok yerde kendisinin de aynı şekilde hareket etmesi ve yerine göre bu gibi davranışlara teşvik etmesidir. Nite­kim bunun mendup olduğunu gösteren hadisler geçmişti. Hüküm­ler bölümünün Sebeb bahsinde, sebeplere girmenin keyfiyeti açıkla­nırken bu konunun fıkhı yeri ve inceliği ortaya konmuştu. İtirazın birinci şıkkına cevap bu.

İtirazın ikinci şıkkına gelince: Allah haklan, hangi şekil üzere farzedilmiş olursa olsun, kul haklarına karşı her nasıl olursa ol­sun daha üstün konumda olurlar. Mükellefin hakkını alması ve onu talep etmesi azimet üzere gelen talepler şeklinde değil, ancak ruhsat ve genişletme kabilinden olmaktadır. Bunun açıklaması da Ruhsat ve Azimet bahsinde geçmişti. Durum böyle olunca, azimet­ler muarız bir delil olmadıkça takdime daha layıktır.

Sonra eğer Allah hakları mendup kabilinden ise, o tahsînât ka­bilinden olmak üzere bir zarurîye hadim durumda olacaktır ve onun ihlâli belki de zarurî esasın ihlâli sonucunu doğuracaktır. Kaldı ki cüz olarak mendup olanlar, kül itibarıyla vaciptirler. Bü­tün bunlar sebebiyle, onların kul hakları üzerine takdimi akla ilk gelen husus olmaktadır.[432]Bu değerlendirme bakımından sağlıklı bir fıkhı yaklaşım olmaktadır.

İtirazın üçüncü şıkkına gelince, ortada herhangi bir tearuz du­rumu yoktur. Çünkü itirazcının ileri sürdüğü deliller, kul hakları­nın Allah haklan önüne takdim edileceğini göstermemektedir. Böyle bir delâlet olmayınca, deliller arasında tearuzdan bahsetek mümkün değildir. Bütün bunlara ilaveten şunu da belirtelim ki, kul haklarının takdimi, Allah hakkı takdim edildiği zaman, O´nun başka bir hakkının zayi olması sonucunu doğuracak bir muânzın bulunması durumunda ancak söz konusu olabilir. Meselâ kişiye hasta olduğu için oruç tutmak ağır gelse, fakat buna rağmen tutsa, oruç yüzünden maruz kaldığı meşakkat kendisini kemâli üzere na­maz kılmaktan ya da ona devam etmekten vb. alıkoysa, bu durum­da Allah hakkının takdiminde bulunmak, yine Allah´a ait bir başka hakkın zayi olması sonucunu doğuracaktır; dolayısıyla bu gibi du­rumlarda takdimde bulunulamaz. Ama böyle bir sonuç doğmuyorsa, Allah hakkının kul hakkı üzerine takdimi hiçbir şekilde kötü birşey değildir; aksine mutlak surette yapılması uygun olan da odur. Bu, mesele ile ilgili gerçekten çok güzel nkhî bir inceliktir.[433] Başarı ancak Allah´tandır,

Fasıl:

Üzerinde durduğumuz bu konu, yani kul haklannın Allah hak­lan karşısında geri plâna itilmesi, mükellefin bizzat kendi haklan-na nisbetledir. Başka bir kulun hakkı söz konusu ise, o haklar da kendisine nisbetle Allah haklanndan olmaktadır. Bu husus yerinde açıklanmıştır. [434]

ONSEKİZİNCİ MESELE:


Emir ve nehiy bir fiil üzerine gelse, bunlardan biri asıl yönüne, diğeri de (sonuç ve) yardımlaşma yönüne yönelik olsa; acaba asıl yönü mü yoksa yardımlaşma yönü mü esas alınır

Her ikisinin birden dikkate alınması mümkün olmaz[435] Bu du­rumda mutlaka tafsilata gerek vardır. Şöyle ki: Emir ya asıl yönü­ne yönelik olacaktır ya da yardımlaşma yönüne.

Eğer emir asla yönelik olursa[436], o zaman konu sedd-i zerâi*kaidesine çıkar.[437] Çünkü sedd-i zerâİ\ yasak olan birşeye vesile edinilmemesi için caiz olanın[438] menedilmesidir. Daha önce sedd-i zerâi´ hakkında söz edilmişti

[439]Konu hakkındaki ihtilann esası üç ihtimalin bulunması noktasına çıkar:

1. Aslı dikkate almak. Zira, munzabıt yol, bidüziyelik gösteren kural budur.

2. (Sonuç ve) yardımlaşma yönünü dikkate almak. Çünkü bu durumda aslın itibara alınması, yasak olan sonuçlara götürmektedir. Eşyanın haram ya da helâl olması, (bizzat

kendileri değil) sonuçları itibarıyladır. Sonra aslın dikkate alınması durumunda hiyel (hile) yolları açılmaktadır.

3. Tafsilata tâbi tutmak gerekir: Buna göre (yasak olan) yar­dımlaşma tarafı ya galiptir ya da değildir.

Eğer galipse, asim dikkate alınması vaciptir. Çünkü burada eğer galip dikkate alınacak olursa, asim tümden ortadan kalkması­na sebep olur. Bu ise bâtıldır. Galip değilse konu içtihada mahaldir.

Eğer ikinci şekil söz konusu ise (yani nehiy asla, talep yardım­laşmaya yönelikse), zahire göre bu, çirkin bir iştir. Çünkü bu, yar­dımlaşma yönünden emrolunmuş birşeye ulaşmak için yasak yönü­nü ilga etmek demektir. Yardımlaşma, zarurî ve hâcî esasların ika­mesinden daha sonra gelir. Çünkü yardımlaşma tamamlayıcı un­surlardandır. Bu yoksullara yardım etmek, köprü yaptırmak vb. için hırsızlık ve soygun yapmaya, gaspda bulunmaya benzer. Ancak yerini bulduğu zaman bu kısım da sahih olur. Bu da kamu yaran [260j için özel kişiler aleyhine hükmetmek kabilinden şeylerdir. Meselâ, yiyecek kervanının pazara inmeden karşılanması gibi. Böyle bir fii­li engellemek aslında yasaktır. Çünkü bu insanın çıkarlarından menedilmesi türünden birşeydir. Aslı ise, pazar halkı için zarurî ya da hâcîdir. Şehirlinin köylü adına simsarlık yapması da böyledir. Çünkü bu aslında, kişinin kardeşine karşı olan iyiliğini engelle­mektir. Ancak şehir halkı için bunda fayda vardır. Zenaatkârlarm tazminle sorumlu tutulmaları da bu türden olabilir. Daha başka bir çok benzerleri vardır. Çünkü burada yardımlaşma yönü daha güçlü olmaktadır. Hz. Ebû Bekir halife olduğu zaman sahabe kendisine ticareti ve ailesinin nafakasına sağlamak için çalışmasını terketme-sini işaret etmişlerdir. Çünkü yardımlaşma konusunda, müslüman-ların genel maslahatlarının yüklenilmesi gibi faydası daha genel olan bir durum vardır. Bunun karşılığında da ihtiyaçlarının beytül-malden karşılanmasını Öngörmüşlerdir. Bu nev´i tefsir edildiği üze­re sahihtir. Allahu a´lem![440] [441]


[1] Buradaki iradeden maksat, ´mümkin´ i, caiz olan bazı şeylerle tahsis eden sıfatın eseri değildir. Çünkü bu Ehl-i sünnete göre her zaman emirle bulunmaz; araiarında telâzum yoktur. Nitekim bunu müellif de belirtecektir. Bu durum Mutezileye göre böyle olmaktadır. Hatta bunun sonucunda onlar, Allah Teâlâ´nm birşeyi dilediği halde, o şeyin vuku bulmaması, irâde etmediği şeyin de vuku bulması gibi bir sonucu ka­bullenmek zorunda kalmışlardır. Sünnîler görüşlerini desteklemek üze­re birçok delil getirmişlerdir. Bunlardan biri şudur: Ebû Leheb´in îmanı ittifakla matlûp olan birşeydir fakat vuku mümtenîdir. Aksi halde ilim cehalete dönüşür. Mümtenî olunca, o şeyin irade edilmesi hem bizim hem de onların ittifakı ile sahih olmaz. Ebû Ali ve oğlu Ebû Hâşim, ta­lebin iradeden başka birşey olduğunu itiraf etmişlerdir. İbn Berhân şöy­le der: Bizim için üç irade vardır: 1} Sığanın ortaya konulmasının irade­si. 2) Lafzın, emir cihetinin dışındaki şeylerden çevrilmesinin iradesi. 3) İmtisal (emre uyma) iradesi. Bizimle, Ebû Ali ve oğlu arasında tartışma konusu olan irade işte bu sonuncusudur. Bu üç şeyi el-Gazzâlî ve el-İmâm zikretmiştir. Ebû Ali görüşlerini şöyle delillendirmiştir: Sîga (emir kipi) talep için kullanıldığı gibi, tehdîd için de kullanılır. Bu du­rumda bunların arasını ayıracak irâdeden başka bir unsur bulunma­maktadır. Onun bu deliline, emir kipi ile yapılan tehdidin mecaz olduğu şeklinde cevap verilmiştir.

[2] Yani emredilen ve yasaklanılandan. Çünkü her ne kadar Allah´ın irâdesi olmadan varlık âlemine çıkamasa da bizzat onun iradesi ile fi­il meydana gelir ya da gelmez. "O´nun dilemesi olmadan siz birşey dile­yemezsiniz."

[3] Bu şekilde "veya" şeklinde ikinci bir ihtimale gitmesi şu ihtilâfa dayan­maktadır: Varlık âleminde bulunmayan yoklar (ademler) hakkında, acaba onların bulunmamaları için irâde talluk etmiş midir Yoksa onla­rın varlığına irâdenin taalluk etmemesi ile yetinilmiş midir İradenin, vücûdun yokluğuna taalluku lâzım değil midir Meselâ nehiyde kendisi ile yükümlü kılınan şey, el çekmek mi, yoksa fiilin nefyi mi Fiilin nef-yi diyenlere şöyle cevap verilir: O ademdir; dolayısıyla kudretin taallu­kuna elverişli değildir. Yani iradenin taallukuna değildir. O buna şöyle cevap verir: Hayır elverişlidir. Zira yapmaması ve böylece yokluğun (adem) sürmesi mümkün olduğu gibi, yapması ve böylece ademin sür­memesi de mümkündür. Bu durumda ademin, kudret ve iradeye taal­luk etmesi mümkün olmaktadır. Buna göre ikinci ibare kapsam bakı­mından birinciden daha şümullü olmaktadır.

[4] Bu söz ilk bakışta irâde, bizzat talebin kendisini ortaya koyar, belirler, şeklinde anlaşılır. Halbuki eğer öyle olsaydı, o zaman sevmesi ve ihti­mam göstermesi anlamına göre, iradenin bizzat murad olunan şeye ta­allukundan gözetilen maksada aykırı olurdu. Dolayısıyla bu sözü, irâde talebe mülâzımdır (bitişiktir) şeklinde anlamak gerekir.

[5] En´âm 6/125.

[6] Hûd 11/34.

[7] Bakara 2/253.

[8] Bakara 2/185.

[9] Mâide 5/6.

[10] Nisa 4/26-28.

[11] Ahzâb 33/33.

[12] Bunlar Ehl-i sünnet´in ´emir ile irâde arasında telâzum {birinin varlığın­dan diğerinin de lâzım gelmesi) yoktur´ şeklindeki görüşünün zahirine sarılan ve irâdenin iki anlama geldiğinden habersiz olan kimselerdir.

[13] Bunlar da, Mutezile´nin ´emir irâdeyi içerir ya da gerekli kılar1 şeklinde­ki görüşünün zahirine sarılan kimselerdir

[14] Yani, teşri makamında vâki olan iradedir.

[15] Yani bunlar ´tekvin irâdesi´ kelimesini kullanırlar ve bununla teşri irâdesini kastederler. Bu, müellifin kitabında kullandığı ıstılahların ak­sine olmaktadır.

[16] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/115-118

[17] Ya da el çekmenin.

[18] Çünkü talep, talip (isteyen) ile matlûp (istenilen) olmadan düşünüle-meyen nisbî bir kavramdır.

[19] Bu takat dahilinde olduğu için, "benzeri" tabirini kullanmıştır. Çünkü burada sözü edilen, aslında mümkün olmakla birlikte akıllı bir insanın yapmayacağı birşeydir.

[20] Hacc 22/15.

[21] Fussılet 41/40.

[22] Yani, birşeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasch gerekli kılan şey, onun husulünü irâde etmeyi gerektirmez.

[23] Mutezile, irâde; emri, rızayı ve muhabbeti gerekli kılar, demektedirler.

[24] Yani: Ya da onlar içerisinden irâde ettiği şey olmazdı. Bu durumda Allah´ın murad ettiği şey olmamış, kulun murad ettiği ise olmuş olurdu. Böyle bir görüşün çirkinliği ise her ne kadar Mutezile bunu benimse-mişlerse de ortadadır.

[25] Nâşir´in notu doğrultusunda çevrilmiştir. (Ç)

[26] Bu durumda yükümlülükten gözetilen fayda, şahsın denenmesi ve emre

uyuyor mu uymuyor mu diye göstereceği tavrın belirlenmesi olacaktır. Müellifin bu noktayı zikretmesi gerekirdi. Çünkü takat üstü yükümlü­lük hakkında ileri sürülen abesle iştigal şeklindeki itirazın asıl cevabı bu nokta olmaktadır.

[27] Bu cevabın zayıflığı ortadadır. Çünkü akıllı kişi, kendi nefsinin helakine sebep olacak birşeyin husulünü istemeyeceği gibi tahsilini de istemez. Burada verilecek en güzel cevap usûlcülerin dedikleri gibi olmalı ve bu emir sığasının hakikat anlamda olmadığını ve durumun taciz ve tehdid sîgalanndaki gibi olduğunu söylemek olmalıdır.

[28] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/118-121

[29] Emrin belli bir kayıtla mukayyed olmasından, onun muayyen olması ge-

rekmez. Çünkü tayin, ancak hiçbir iştirake meydan vermeyecek şekilde bizzat belirlemek suretiyle olur. Sadece belli bir kayıtla takyidde bulun­mak, meselâ satış akdinin emsal fiyatla yapılması kaydı gibi, sözü edi­len bizzat belirleme mânâsını ifade etmez. Bu durumda müellifin sözü doğru olur.

[30] Nihayetsiz cüz´îlerden biri ve Sâri´ tarafından da bir nass ile belirlenmemiş olduğu halde onunla yükümlü tutmak, mükellefin gücünü aşan bir şeyle mükellef tutmak olur. Çünkü mükellefin, emri yerine getirebilmek için yükümlü tutulan o belli şeyi emsalleri arasından ayıracak ve onu belirleyecek birşeyi elde etmesi mümkün değildir.

[31] Yani, aynı belli birşeyin emre muhatap herkes tarafından teker tek^r bizzat konulmuş olması muhaldir. Çünkü A´nın yapmakta olduğu cüz´î, B´nin yaptığından farklıdır; birbirinin aynı değildir. C´ninki de öyle, D´ninki de Öyle...O zaman muayyen birşey ile yükümlü tutmak, muhal ile yükümlü tutmak olur. O muayyenin emre muhatap bütün mükellef­lere nisbetle aynı olmasının lüzumuna gelince, çünkü o, kendisi ile mu­ayyen şeyin kastedildiği mutlak tek bir lafızla hepsine yöneltilmiş ve on­lardan istenilmiş olmaktadır.

[32] Ama mukayyedin de, mutlakın altına giren bir cüz´î olması ve ortaya ko­nulduğu zaman gerçekleştirilmesi maksûd olan mutlakın tahakkuk et­miş olması açısından bakıldığında mukayyede de kasıt taalluk eder.

[33] Buhârî, Itk, 2 ; İbn Mâce, Itk, 4 ; Muvatta, Itk, 15.

[34] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/121-125

[35] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/125

[36] Bu Örneği hem cibillî motifin hem de güzel ahlâk anlayışının bir gereği olarak kabul etmiştir. Bu pis ve iğrenç şeylerin yenmesi ve onların ele yüze sürülmesi konusunda açıktır. Ama sadece elbiseye meselâ sidik bulaşması gibi şeylere gelince bunlar güzel ahlâk anlayışına yönelik bir durum olmaktadır.

[37] Bunu da aklı başında kimselerin güzel âdetleri ile ilgili bir örnek olarak vermiştir. Bunun üzerinde durulabilir ve kadınların, ailenin, çocukların korunması cibillî motiflerden de sayılabilir. Hatta biraz daha ileri gidi­lerek bu duygunun bütün canlıların cibilliyetinde mevcut olduğu söyle­nebilir. Bazı insanlarda görülen gayret azlığı, arızî durumlarla ilgilidir. Sonra bu gayretsizliğin bir zaaf olduğunu, tümden bu duygudan soyut­lanmış olmadığını da söyleriz.

[38] Hırsızlık ve riba gibi yollarla helâl olmayan şekilde insanların mallarını yemek gibi. Çünkü güzel ahlak anlayışı her ne kadar hırsızılığm olma­masını, başkalarım canına, malına ve ırzına karşı tecavüzde bulunul­mamasını gerektirirse de, ancak bu gibi yerlerde insan fıtratında güzel ahlâk anlayışının gereklerine karşı koyan ve bunlarda kendisine ait bir maslahat gördüğü için bunların içine girmeyi isteyen bir duygu vardır. O yüzden bu gibi yerlerde yasağın dozu artırılmıştır.

[39] Sâri´ Teâlâ´nın, insanlann gereği doğrultusunda muamele etmeleri için koymuş olduğu muamelât kaideleri hakkında, onların insan fıtratının ya da güzel ahlâk anlayışının bir gereği olduğu söylenemez. Bilakis bunlar, muamelât konusunda Yüce Allah´ın koymuş olduğu kıstaslardır; Yüce Allah ezelî ilmi ile bunları, insanlar arasında adaleti yerleştirece­ğini, zulmü bertaraf edeceğini, aldatmayı ortadan kaldıracağını, insan­lar arasında anlaşmazlıkların, çekişmelerin Önünü alacağını bildiği için vaz´ etmiştir. Çünkü insanlar hayatlarının her safhasında, her türlü muamelelerinde bu kaideler içerisinde başvuracak hakem konumunda kıstaslar bulacaklardır.

[40] Hükümdarın yalanının, ihtiyarın zinasının sayısının, yoksulun böbürlen­mesinin keyfiyetinin belirlenmesi gibi

[41] Yani zâid olan bu vasıflar dikkate alınarak normal zina cezasının üzerin­de bir ceza getirilmemiştir. Bunun yalan ve böbürlenme konusunda da geçerli olduğu ileri sürülebilir. Onlar hakkında da ne sayı bakımından ne de keyfiyet bakımından belli bir had konulmamıştır. Keza onlar hak­kında dünyevî bir ceza da verilmemiştir. Dolayısıyla misal zina hakkın­da açıktır; diğer ikisi hakkında değildir. Şehvet bulunmaksızın haram olan şeylerin içerisine atılma örnekleri de böyledir. Türkler şimdilerde kendilerini domuz eti yemeye atıyorlar. Ancak bunu domuza olan iştiha-Iarından değil, Mustafa Kemâl adındaki liderlerinin, îslâmî emirlerin atılması konusunda kendisine son derece bağlı olduklarını, her konuda batılılaşmak istediklerini anlaması için yapmaktadırlar. Onların domuz yemelerinin bir iştihâ (şehvet) sonucu olmadığı belli; çünkü bu kavim domuz yemeye alışık bir millet değildi ve üstelik onlar geçen bir seneye kadar domuzdan nefret eder, onu iğrenç bulurlardı. Onlar bu konuda kör ve çok kötü bir taklidin peşindedirler. Çünkü onlar, batılıların domuzu ancak belli bir muayeneden ve bu hayvanın kalıtım yoluyla ya da bulaşı­cı yollarla taşıyabileceği öldürücü mikroplardan uzak olduğunu kesin olarak Öğrenmedikçe yemediklerini bilmemektedirler....(N)

Nâşir´in bu notunu yerinde bulmuyoruz. Türk milletinin domuza karşı olan hassasiyeti hâlâ devam etmektedir. Genelde Arap âlemi Türk­lerin millet olarak ilhâdda bulunduğuna inanırlar ve bunu çeşitli vesile­lerle ifade de ederler. Türk milleti çeşitli badireler atlatmıştır; ancak hiç­bir kimse onun maşerî vicdanına, imanına ipotek koyamamıştır ve koya­mayacaktır da. (Ç)

ayten
Tue 28 September 2010, 11:47 pm GMT +0200
[42] Nisa 4/17.

[43] ´Genelde´ ifadesinin dışında kalan hususlardan biri de meselâ gasbdır. Bu insan tabiatının meyledebileceği bir fiil olmakla birlikte hakkında belli bir had ve bedenî ceza konulmamıştır. Çünkü bundan sakınmak ve gasbedilen şeyi mahkemeye baş vurmak suretiyle geri almak kolayca mümkündür. Gasbeden kimse genelde, gasbettiği şeyin kendisine ait ol­duğunu iddia eder. Bu durumda hakkın kime ait oîdduğunun mahkeme­de isbatmdan başka bir yol kalmaz. Gasb hakkında gelen "Kim bir karış kadar bir yer gasbederse, yedi kat yer (yarın kıyamette) boynuna dola­nır..." şeklindeki ceza âhiret âlemi ile ilgilidir. Tabiî bu tür kimseler için dünyada hâkimin uygun göreceği ve gasbm önünü almaya matuf bir tazir cezası da bulunmaktadır.

[44] Meselâ yalnız başına da olsa namaz halinde iken avret yerlerinin örtül-

mesi vaciptir. Bu durumda örtünme iyi âdet ve üstün ahlâk anlayışının bir tezahürü olmaktadır. Avret yerlerinin eşler dışında başka insanlar­dan örtülmesi ise zarurî esasların tamamlayıcı unsurlarından olmakta­dır. Çünkü avret yerinin açık olması şehveti tahrik eder ve zinaya bir kapı açar. Zinanın haramlığı ise zarurî esaslardan olmaktadır.

[45] Dördüncü Nev´i, Üçüncü Mesele´de.

[46] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/125-130

[47] Bu emredilenlerin birçoğu birbiri aitma girse ya da birbirinin lâzımı bir

sonucu olsa da bunlar kitap ve sünnet nasslarında emir şeklinde geldik­leri için burada ayn ayrı zikredilmişlerdir. Yasaklarla ilgili olarak sayı­lanlar da aynı şekildedir.

[48] Hadiste acele edilmediği zaman duaların kabul edileceği belirtilmiştir. Keza başka bir hadiste de aceleciliğin şeytandan olduğu bildirilmiştir.

[49] Çünkü böyle bir tavır sabırsızlığın ve ALLAH´a itimadın olmamasının tabiî bir sonucudur.

[50] Yani nassda emredilen ya da yasaklanılan şeyin hali ile başka bir hal arası ayrılmaksızm mutlak gelmesi halinde. Bu durumda nasslar tama­men kayıttan uzak bir şekilde gelmekte ve eğer şöyle olursa vacip, şöyle olursa, mendup, şöyle olursa, mekruh olur gibi bir açıklama içermemek­tedir. Aksine tam anlamıyla mutlak olarak gelmekte herhangi bir kayıt bulundurmamaktadır. Talep konusu olan şeyin vacip mi, mendûp mu yoksa mubah mı, yasak ise haram mı hatta küfre götürecek birşey mi ol­duğunu belirtecek talebin kuvvetini gösterecek herhangi bir belirtiden uzak olmaktadır. Yukanda yetmişüç kadar sayılan hasletlerde galip olan emir şekli böyledir. Doksanbir kadar sayılan yasak konusu haslet­lerde de durum aynıdır.

Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: ALLAH´a ibadette ortak koş­mak, ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmek, AUa´ın âyetleri ile istihzada bulunmak, ALLAH´ı unutmak ve daha başkaları gibi bazı yasak konulan vardır ki, bunlar hep aynıdır ve bunların cüzileri biri diğerinden farklı­lık göstermez. Çünkü bunlar hep bir derecededir ve o da küfürdür.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü: Bunlar kendi aralarında farklı farklı olan şeylerdir. Meselâ şirk koşma hakkında gelen: "Ben ko­şulan ortaklar içerisinde ortağa en müstağni olanım. Kim bir amel işler ve amelinde bana bir başkasını ortak kılarsa, onu şirki ile başbaşa bıra­kırım" hadisini ele alalım. Burada sözü edilen ortak koşma, bazen riya yolu ile olabilir. Riya da şirkin bir nev´idir; ama küfrü gerektirmemekte­dir. Keza kalbin ALLAH´ın emirlerini yerine getirme konusunda gaflet içe­risinde bulunması ALLAH´ı unutma olur ve bu bazen ALLAH´ın âyetleri ile istihza şeklinde nitelenebilir. Bu şekliyle bu ikisi küfür derecesine ulaş­mayan günahlardan olur. "ALLAH´ın âyetlerini istihza konusu etmeyin´´ âyetinin tefsiri sırasında bildirildiği üzere bu âyet, zevceye Önce talâk, sonra rücû, sonra talak, tekrar rücû... yolu ile zarar verme hakkında in­miştir. Aynı şekilde diğer sayılan hasletler hakkında da düşündüğün za­man onların da müellifin belirttiği gibi olduğunu göreceksin.

[51] Daha önce geçti [bkz. 2/203],

[52] Nahl 16/90.

[53] Nahl 16/90.

[54] Yani bazen emir ve nehiyier mutlak olur ve ne büyük sevaplar vadeder ne de şiddetli azapla korkutma unsuru içerir; bazen de birşeyin yapıl­masını isteyen emir sığası, en üst düzeyde tekid unsurları içererek, me­seleye gereken heybeti vererek gelir. Böylece mükellefin o konuda gev­şeklik göstermemesini temin amaçlanmış olur. Emrin sarih (açık) olma­sı île sarih mânâsında olması arasında fark yoktur.

Örnekler: "Bana uyun ki ALLAH sizi sevsin." (3/31) ; "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (59/9) ; "Eğer ALLAH´a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar..." (64/17) ; "Kim ALLAH´a ve rasûlüne itaat ederse, ALLAH onu cennetlere sokar."; "Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların allına serilerek, adı geçen hayvanlardan hiçbiri hariç kal­mamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulun­mamak şartı ile onu boynuzları ile toslamasın, tırnakları ile ezmesin..." (Buhârî, Zekât, 43 ; Müslim, Zekât, 24) hadisi ; ALLAH´ın yarattığı canlı­lara şefkat göstermeyi isteyen "Bir kadın, bağlayıp hapsettiği bir kedi . yüzünden cehenneme girdi" (Müslim, Tevbe, 25 ; Birr, 125) hadîsi ve benzeri sayılamayacak kadar çok olan emirler gibi.

Yasaklara Örnek olarak da şunları verebiliriz: "ALLAH´ın rahmetin­den ümidinizi kesmeyiniz." (12/87) ; "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yere döndürür ve onu cehenneme sokarız." (4/115) ; "Mü´minler, mü´minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa ALLAH katında bir değeri yoktur..." (3/28) ; "Bana yalan isnadında bulunmayın. Kim bile bile bana yalan isnadında bulunursa ateşe girer." (Buhârî, İlim, 38 ; Tirmizî, İlim, 8) ; pek şiddetli tehdit içe­ren riya hadisleri gibi.

[55] Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Bunun ortaya çıkabilmesi için şer´î delilde belirtilen iki gayenin tek bir haslete taalluk etmesi gerekir. Onunla ilgili emir büyük sevap vadiyle, zıddı olan şeyi yasaklayan talep de şiddetli azap haberiyle birlikte gelir. Bunun sonucunda o şeyin biri övülmüş, diğeri de yerilmiş olmak üzere iki ucu bulunur. Bu iki uç ara­sında ise mertebeler vardır ve akıl onların her iki uca olan yakınlık ya da uzaklıklarına bakar ve onların yerlerini belirler. Bu tüm emir ve ne­hiyier hakkında bidüziye (muttarit) olmayan bir husustur. Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü durum bizim dediğimiz gibi­dir. Şöyle ki: Bir konuda sadece emrin gelmiş olduğunu farzetmemiz halinde, yerilmiş olan ikinci taraf ki nehiy tarafı oluyor her ne ka­dar hakkında özel bir delil olmasa bile onun delili, bizzat zıddından neh-yi gerektiren emir olmaktadır. Aksi durumda da söylenecek söz aynıdır. Kaldı ki bu, iki ucun anlamı hakkında burada lâzım da değildir. Aksine murat, içerisinde vaad bulunan emri yerine getirmek suretiyle umut (recâ) gerektiren genel taraf ile bunun mukabili olan taraftır; o da Al­lah´ın gazabından genel anlamda korkmayı gerekli kılan diğer genel ta­raf olmaktadır.

[56] Hz. Ebû Bekir bu rivayete göre cehennem ehlini hatırlaması durumunda korku içerisine düşme meylindedir. Cennet ehlini hatırladığında ise, nefsi umuda kapılmıyor ve aksine kusurlarını zikrederek çalışması ge­rektiğini ifade ediyor ve ümitvar olmuyor; her iki halde de korku maka­mında bulunuyor. Dolayısıyla bu rivayette onun daha önce geçen mânâya uygun olarak iki uç arasında dönmekte olduğuna dair bir dela­let yoktur. Birazdan gelecek olan ikinci rivayette ise, mânâ arzedilen noktaya uygun düşmektedir. Öyle gözüküyor ki, birinci rivayet bizzat Hz. Ebû Bekir´in kendi halini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onda galip olan hal hep korku makamı idi. İkinci rivayette ise o, başkalarının dili ile konuşmuş oluyor

[57] Nahl 16/90.

[58] Lokman 31/13.

[59] Nahl 16/116.

[60] En´âm 6/82.

[61] Lokman 31713.

[62] Lokman 31/13.

[63] Bu durumda âyet, "Onların çoğu, ortak koşmadan ALLAH´a inanmaz­lar" (12/106) âyeti kabilinden olmuş olur. Bu durumda "İmanın şirkle karıştırılması nasıl olabilir; halbuki iman şirkle bir arada bulunmaz " gibi bir soru sorulamaz. Âyetle ilgili sahabenin durumunda ve hadiste, bu tür sarih olmayan mutlak nehiy sığalarının, belli bir sınır belirleme­diği konusunda açık delâlet vardır. Ayet ve hadiste bu tür mutlak nehiy sığaları nehyin en üst mertebesinde olmaktadır. Sahabe, bu tür nehyin diğer alt mertebelere de şâmil olduğu düşüncesine kapılmıştır ve onların bu düşünceleri Hz. Peygamber (s.a.) tarafından tashih edilmiştir.

[64] bkz. İbn Kesir, 2/152-154 ; 3/444.

[65] Buhârî, îman, 24 ; Müslim, îmân, 107, 109.

[66] Münâfıkûn 63/1.

[67] Tevbe 9/75.

[68] Ahzâb 33/72.

[69] Hadisin kaynağını Kütübü Tis´a içerisinde bulamadık.

[70] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/130-138

[71] Buharı, Savm, 49; Müslim, İmân, 199

[72] Cuma 62/9.

[73] Müslim, Sıyâm, 141.

[74] Buhârî, Savm, 48.

[75] Yani belirtilerin bir gereği olmak üzere. İkinci bakış açısını izah sırasında bu birinci bakış açısının bu âyet ve hadislere tatbiki keyfiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

[76] Enfâl 8/24.

[77] bkz.îbn Kesir, 2/297.

[78] Burada şöyle denilebilir: Bu âyet, namaz kılan kimse üzerine konuşmamasını gerekli kılan "Gönülden boyun eğerek ALLAH için namaza durun" {2/238} âyetini tahsis etmiş olmaktadır. Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.) bu hadisi ile tahsise işaret etmiş ve kişi namazda da olsa icabet âyetinin bir gereği olarak Rasûlullah´ın çağırışına cevap verme­nin vacip olduğunu göstermiş olmaktadır. Dolayısıyla bu hadiste müelli­fin amacına uygun bir delâlet unsuru bulunmamaktadır.

[79] Ebû Davud, 1/286.

[80] Buhârî, Meğâzî, 30 (5/50); Müslim, Cihâd, 69.

[81] Hz. Peygamberin (s.a.) azarlamamış olması her iki görüşün de doğru olduğunu göstermez. Çünkü içtihadında hata eden müctehid de azar ye­mesi bir tarafa bir sevap almaktadır. Dolayısıyla hadiste mücerred emir sığasına bakmanın gereği şeklindeki müellifin amacım destekleye­cek bir unsur bulunmamaktadır. Kaldı ki namazı normal vaktinden te­hir etmek suretiyle kılmayanlar, gelen namazı kılma yasağında, Hz. Peygamber´in (s.a.) bildiği fakat hemen açıklamadığı dînî ya da dünyevî bir maslahat bulunduğu düşüncesi ile kılmamış olmaları da mümkün­dür; dolayısıyla mücerred emri emir olduğu için gozönünde bulundur­muş olmayabilirler

[82] Cuma 62/9.

[83] Yani sözü edilen ve şer´î emir ve nehiylerin yönlendirilmesi konusunda hâkim konumda olacak şekilde maslahatı, emri ve nehyi anlamak için kıstas olarak kullanabileceğimiz, bir durum meydana gelmeyecektir.

[84] Çünkü biz genel olarak hikmeti kavrayabilsek de işin künhüne nüfuz edemeyiz. Bizim ulaşabildiğimiz maslahatla ilgili bu yüzeysel bilgi de bir esas kabul edilecek özellikte değildir. Dolayısıyla sarih emir ve nehyi bir tarafa iterek bunun üzerine hüküm binasında bulunamayız.

[85] Yani biz maslahatları icmâlî olarak bilebilsek de bu dahi her zaman için bidüziyelik arzetmez. Çoğu zaman ilk bakışta maslahat zannettiğimiz şeylerin daha sonra karşımıza çıkan başka nasslann delaleti, ya da yeni tabiat kanunlarının keşfi vb. gibi sebeplerle aslında hiç de öyle olmadı­ğını anlamış oluruz. Bu durumda emir ya da nehiy için hikmet kesinkes tayin edilemeyeceğine göre, emir ya da nehiy kipinin zahirinin gereğin­den çıkarak kesinlik arzetmeyen maslahatları esas alarak onların peşi­ne takılmak doğru olmayacaktır.

[86] Fukahâ, idrarın doğrudan suya yapılması ile bir kaba yapılıp sonra suya dökülmesi arasında bir fark görmemektedir. Ancak Zaniriyye mezhebi "Sizden bîriniz durgun suya işeyip de sonra onunla (ya da onda) abdest almasın veya yıkanmasın"hadisinin lafzına yapışarak farklı düşünmüş­ler ve hatta suyun içerisine işemek ile büyük abdest bozmayı bile farklı mütalaa etmişler; birinciyi haram kılarken ikincisini haram kılmamış-lardır. Nevevî, bunun onlardan nakledilen ve zahire yapışma taassubu­nun en çirkin örneği olduğunu söyler. Onların bu iki şey arasını ayırma­ları ve aralarında fark görmeleri, açık şer´î maksatlardan yüzçevirmek olmaktadır

[87] Tirmizî, Zekât, 4; Nesâî, Zekât, 5; İbn Mâce, 13.

[88] Buhârî, Savm, 49; Müslim, İmân, 199.

[89] Cuma 62/9.

[90] Müslim, Sıyâm, 141.

[91] Buhârî, Savm, 48.

[92] Dehr orucu yani sene boyu tutulan oruç istenmemiş, buna mukabil onun yerini tutacak (bir gün oruç bir gün iftar şeklinde tutulan) Dâvûd orucu tavsiye edilmiştir, (bkz. Müslim, Sıyâm, 190 vd.)

[93] Emir sığası için onalti tane mecazî anlam zikretmişler ve ibâha ya da başka bir mânânın sığanın dışında başka bir yolla bilinmesinin gerekli­liğini bildirmişlerdir. Böylece bu bilgi, emir sîgasmdan talebin dışında başka birşeyin kastedilmiş olduğuna karine olacaktır. Mâide 5/2

[94] Mâide 5/2. 89

[95] Cuma 62/10

[96] Çünkü biz,emir yada nehyi gerçekleştirmek için gelmiş olduğu maslahatları ihmal edecek olursak bu tavır bizi emir yada nehyi sınırları belirleme konusunda tutarsız kılabilir.Çünkü o durumsadece emir yada nehyin sığasından başkabizi Şari in maksadına ulaştıracak bir rehberimiz olmaz.Siga ise maksadı belirleme açısından her zaman için yeterli olmayabilir

[97] Çünkü o, yasaklanan visalin o şekliyle bir ibadet olduğunu kabulle on­ların o tavırlarını tasvip etmiş oldu. Halbuki eğer yasak zahiri üzere alınacak olsaydı bu oruç bizatihi bir masiyet olurdu. Burada neshten de söz edilemez; çünkü ilk hüküm aslî şekli üzere devam etmektedir.

[98] Garar satışı: Varlığı (ya da sıfatı} hakkında bilinmezlik olan şeylerin satışı olmaktadır. Mülâmese, münâbeze, müzâbene gibi çeşitli şekilleri vardır. Tarifleri daha önce geçmişti.

[99] Panayırlarda halka geçirmek suretiyle yapılan ve bir çeşit kumar olan satışlar gibi. (Ç)

[100] Hadis sarihleri garar satışından iki şeyin istisna edileceğini söylerler:

a) Satış konusu olan şeyin içerisine tâbilik yolu ile girenler.

b) Ya değersizliğinden ya da ayırma ve belirleme meşakkatinden dola­yı müsamaha ile karşılanan şeyler. Bu zikredilenlerin altına giren ör­neklerden bazıları:şunlardir: Binanın temelleri, memedeki süt, hayva­nın karnındaki cenin, cübbenin içerisine teğellenmiş pamuk vb.

[101] Ceviz, badem gibi şeylerde aklı başında insanlar için varlık ya da yoklukla ilgili bilinmezlik yok değil. Bu itibarla konu ile ilgili baş vurulacak husus, hadis sarihlerinin belirtmiş oldukları bu gibi şeylerin meşakkat­ten dolayı âdeten müsamaha ile karşılanmış olacağı esası olmalıdır.

[102] Temelleri toprak altında bulunan evlerin, kavun gibi peyder pey üreyen şeylerin, tadı ancak kabuğunun kırılması suretiyle anlaşılabilen ceviz, badem gibi şeylerin satışlarının caizliğine dair teşri döneminde sözlü, fiilî ya da takriri bir delilin bulunmaması ve bunların cevazlarının mesâlih-i mürsele yoluyla garar nassınm tahsisi sonucunda olması ger­çekten zak bir ihtimal olmaktadır Kaldı ki şöyle de söylenebilir: Bunlar hakkında mesâlih-i mürseleden nasıl söz edebilirsiniz; çünkü yasaklayıcı nass bunları da içine almakta­dır. Ancak burada "Hayır, müellifin maksadı istihsândır´ şeklinde bir izah getirilebilir. Ancak o zaman da döner ve şöyle sorarız: Hz. Peygam­ber {s.a.) döneminde kavun çarşı ve pazarlarda açıkça satılıp alınmıyor muydu Zadu´I-Meâd´da yer alan bir rivayette belirtildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) kavunu (bıttîh) taze hurma (rutab) ile birlikte yiyor ve: "Bunun harareti bunun soğukluğunu giderir" buyuruyordu..

[103] Bunlar cesaret ve hamakatte teşbih için kullanılır. (Ç)

[104] Bu ikisi misafiri çoktur, cömertlik ve kerem sahibidir anlamında kulla­nılır. (Ç)

[105] Bu sözle de ceylan gibi boynu uzun ve zarif demeyi kastederler. (Ç)

[106] Zilzâl99/7.

[107] Yunus 10/14.

[108] Mülk 67/2.

[109] Müzemmii 73/8.

[110] Zâriyât 51/56.

[111] Müzemmil 73/8.

[112] Bakara 2/183.

[113] Bakara 2/233.

[114] Nisa 4/141.

[115] Mâide 5/89.

[116] Hadîd 57/19.

[117] Yâsîn 36/19.

[118] Feth 48/17.

[119] Nisa 4/41.

[120] ÂI-i îmrân 3/134.

[121] En´âm 6/141.

[122] Zümer39/7.

[123] Meselâ yüzün tam olarak yıkanmış olabilmesi için başın bir kısmının yıkanmasının zorunlu olması gibi. Çünkü âdeten yüzün tam olarak yı­kanması ancak başın da bir kısmının yıkanması ile mümkün olur. Şim­di başın sözü edilen bu kısmını yıkamak yüzün yıkanması hükmüne tâbi olarak vacip olur mu Yoksa olmaz mı Yoksa her ne kadar âdeten gerekli ise de şer´an vacip olmaz mı Şayet mükellef onu yapmadığı za­man sadece yüzünü yıkamaması dolayısıyla mı günahkâr olur; yoksa hem yüzünü yıkamadığı hem de o kısmı yıkamadığı için ayrıca günahkâr mı olur Bu konuda tercih edilen görüşe göre îbn Hâcib´in de dediği gibi vacibin tamamlanması için zorunlu olarak bulunması gereken şeyler şer´î bir şart olmadıkça şer´an vacip olmazlar. Aklî ya da âdı (âdete mebnî) şartlar ise muhtar olan görüşe göre tâbi olarak vacip olmazlar. Ortada sadece yüzün yıkanması vacibi vardır. Bir görü­şe göre ise bu şartların tümünün vacip olduğu, bir başka görüşe göre de tümünün vacip olmadığı söylenmiştir. Bu ihtilâflar sebebler hakkında değildir. Sebeblerin vücûbu hakkında icmâ bulunduğu nakledilmiştir.

[124] Tercih edilen görüşe göre, emir, zıddını nehiy değildir hatta onu tazam-muıı da etmez.

[125] Görüşü birinci ciltte mubah bahsinde geçmişti. (Ç)

[126] O yüzden de tâbi durumda olan sarih emir ve nehiylerin aksine bunla­rın şer´î emir ya da nehiy olup olmadıkları tartışılmıştır.

[127] Yani aslî maksatlarla tâbi maksatları ayırmak esası üzerine pek çok şer´î fıkhî mesâil bina oİunur.

[128] Yani özellikle buradaki konumuza yani aslî ve tabî emir ve nehiyier bahsine uygun düşecek aslî ve tâbi maksatlarla ilgili bir mesele zikre­deceğiz ve bunun sonucunda aslî ve tâbi emir ve nehiyler konusunda diğer benzeri meselelerde hükme ulaşabilmek için elimizde bir kıstas oluşmuş olacaktır.

[129] Ve hâkim uygun göreceği bir ceza ile kendisini cezalandırmak zorun­dadır.

[130] Çünkü rakabenin gasbedilmesi durumunda ister istemez menfaatlere de el konulmuş ve mâlikin onlardan istifade imkanı ortadan kaldırıl­mış olacaktır. Menfaatler üzerinde teaddînin olabilmesi için de mutla­ka rakabe üzerine el konulması ve mâlikle o malın arasına girilmesi gerekecektir. Bu itibarla bu ikisi arasında amelî olarak telâzum (biri­nin varlığından diğerinin varlığının lâzım gelmesi hali) vardır. Bu du­rumda gasb ile teaddî arasını ancak gözetilen kasıt ayırabilecektir. Bi­ri bunlardan hangisini aslî olarak kastederse diğeri ona tâbi olacaktır. Tabiatıyla buna bağiı olarak da farklı hükümler alacaktır.

[131] Ebû Dâvûd, Büyü, 71; Tirmizî, Büyü, 53; Nesâî, Büyü, 15; İbn Mâce, Ticârât, 43; Ahmed, 6/49.

[132] Yani gasbedilen şey, gasb ile gasb anından itibaren gasbedenin tazmin sorumluluğu altına girmiştir; dolayısıyla bu sorumluluğuna karşılık olmak üzere bundan sonra onun semeresi kendisine ait olmalıdır.

[133] Yani cuma vakti alış veriş yapma sarih olarak yasaklanmış olmasa da sadece "ALLAH´ın zikrine koşun" emri zımnında tâbiyet yolu ile ifade edilmiş olsaydı o zaman tam benzeri olurdu. Bu durumda rakabeye el koyma yasağına tâbi olan menfaatlerden istifade yasağı üzerine cu­ma vakti alış veriş yasağında olduğu gibi nehyin hükmü terettüp et­meyecektir. Dolayısıyla menfaatlerin kıymeti dikkate alınmayacak ve onlar tazmin edilmeyecektir. Çünkü bu konuda mevcut olan nehiy aslî değil tâbi durumdadır. Cuma vakti alış veriş yasağında gördüğümüz gibi tâbi durumda olan nehiyler sarih dahi olsa bir hüküm ifade etme­diğine göre burada öncelikli olarak hüküm ifade etmeyecektir.

[134] Gasb tazmini ile teaddî tazmini arasında şu farkların bulunduğunu söylemişlerdir:

1. Rakabenin semavî bir âfetten dolayı telef olması halinde gasbda tazmin vardır; teaddîde ise yoktur.

2. Fiyatların değişmesi gasb halinde dikkate alınmazken teaddî halinde dikkate alınır ve en üst değerinden tazmin eder. Hırsızlıkta da hüküm gasbda olduğu gibidir.

3. Gâsıbın, gasbettiği şeyde meydana getirdiği az bir bozulma so­nucunda mâlik, dilerse gasbedilen malın sadece kıymetini alır; teaddî durumunda ise bizzat az kusurla ayıplanan mal ile aradaki noksan farkını da ahr.

4. Gasbda, gasbedilen malın kendiliğinden kusurlu hale gelmesi halinde, mal sahibi ya ayıplı haliyle onu olduğu gibi kabullenmek ya da gasb günündeki kıymetini almak arasında muhayyerdir ve maîı ge­ri almayı tercih ettiği takdirde ortaya çıkan kusur karşılığında her­hangi bir talepte bulunamaz.

Kiracının, kiraladığı hayvanı sahibinin rızası ve izni olmaksızın şart koşulan mesafeden ya da zamandan ya da yük miktarından daha fazla kullanması da hiç kuşkusuz teaddî şekillerinden olmaktadır. Çünkü bunlarda asıl amaç menfaatin elde edilmesidir; rakabe ise tâbi durumundadır.

[135] Çünkü malın menfaatlerinden biri de onun kıymetidir. Dolayısıyla en yüksek kıymeti onun menfaatleri içerisine dahildir. Bundan dolayı mutlaka onu tazmin eder; en yüksek fiyatın ilk önce olup sonra ucuzla­ması, ya da önce ucuz iken sonra yükselmesi arasında fark yoktur. Ke­za kıymetin artması hakkında teaddîde bulunanın bir katkısının olup olmaması arasında da fark yoktur, öbür taraftan az çok her ne ürün vermişse teaddide bulunan kimsenin onu da tazmin etmesi gerekmek­tedir.

[136] Yani bizzat teaddîde bulunanın kusuru sonucunda telef olması halinde. Çünkü kendi kusuru sonucunda telef olması halinde gasb ile teaddî arasında bir fark bulunmamaktadır

[137] Yani ne en yüksek fiyatını ne de menfaatlerini.

[138] Yani iare alırken ya da kiralarken ileri sürdüğü şarttan daha fazla faydalanmak cihetine giderse o zaman müteaddî olur ve kıymetini taz­min eder.

[139] Bu esas, tâbi durumda olan emir ve nehyin kesinlik arzetmeyeceğidir. Aslî kasıt ile kesinlik arzeden esas ise sabittir. Meşhur görüşe muhalif olan, görüşünü bu esasla bağdaşmayacak bir esas üzerine kurmamak­ta; aksine bu esası zedelemeyecek olan başka yaklaşımlar (kaideler) üzerine bina etmektedir ve müellif bunlardan dört tanesini zikretmiş­tir. Eğer bu kaideler sabit olmasaydı ve tâbi durumda olan emir de ke­sinlik arzetseydi o zaman bu ihtilafların bir mesnedi olmazdı.

[140] Şâfiîler gibi.

[141] Yani bu durumda fiyatların değişmesi dikkate alınacak ve kişi bu kıy­meti ortadan kaldırmış durumda olacağı için onu tazminle sorumlu bulunacaktır.

[142] Ebû Dâvûd, Büyü, 71; Tirmizî, Büyü, 53; Nesâî, Büyü, 15; İbn Mâce,Ticârât, 43;Ahmed,6/49.

[143] Müellif burada koymuş olduğu esasın sağlama alınması konusunda ih­tiyatlı davranıyor ve bazı fer´î meselelerin ona muhalif olması halinde esasın zedelenmeyeceğini belirtmek istiyor. Çünkü bu muhalefetin, belki de başka bir şer´î delile ki o istihsân oluyor riayet etmenin sonucu ortaya çıkmış olabileceğini söylüyor.

[144] Çünkü gasbedilmiş yerde namaz kılmak, o yerin bazı menfaatlerine el koymak demektir. Dolayısıyla ilgili nehiy, yerin rakabesine el koyma yasağına tâbi durumdadır. Bu haliyle yukarıda geçen sözlerin tamamı içindeki sıhhat ve butlan hakkındaki ihtilafa esas olan dört yakla­şımla birlikte bu konu için de geçerli olmaktadır.

[145] . Yani muteber olanın tâbi değil metbû (kendisine tâbi olunan) olması açısından iki mesele aynı noktaya çıkmaktadır ve iki mesele arasındaki müşterek nokta sadece bu kadardır. Bunun ötesinde her iki mesele de birbirinden konu itibarıyla farklıdır. Keza metbûa olan iti­bar da farklıdır. Gelecek meselede tâbi şer´an ilga edilmiş ve itibardan tamamen düşmüştür; çünkü onun dikkate alınması metbûun dikkate alınması ile bağdaşmamaktadır. Geçen meselede ise sadece hükmü ke­sinlik arzetmemekte ve destekleyici durumların bulunması halinde dikkate alınabilmekte, onun dikkate alınmış olması metbûun dikkate alınmasını düşürmemektedir. Yeni meselede tâbi hakkında bir emir ya da nehyin taalluku söz konusu değil iken, geçen meselede tabiye emir ve nehiy taalluk etmiştir ancak bu kesin bir tarzda olmamıştır

[146] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/138-157

[147] Mubah da bu kısma dahildir.

[148] Yani bu ikisinin bir araya gelmesi durumunda.

[149] Yani asîî kasıt ile tâbi kasıt arasındaki fark ve ikincinin değil de birin­cinin dikkate alınması konusu. Bunun da açıklanması gasb ve teaddî üzerinde verilmişti. Her ne kadar orada sözü edilen emir ya da nehiy sarih değil ise de, tabiliğin sabit olması halinde aralarında fark yok­tur. Aslında bu delil bir giriş mahiyetinde olup, bir usûl meselesinde yalnız başına delil olabilecek halde değildir. Kaldı ki meselede ihtilaf da bulunmaktadır. Diğer deliller ise yerindedir.

[150] Yani nehiy sarih olmakla birlikte hükmün binası için onun sarihliği üzerine iltifatta bulunmamış ve bu yönden namazın bâtıllığı hükmüne ulaşmamıştır. Bilakis görüşü alış verişi bırakmanın da aynen namaza koşma gibi bizatihi aslî kasıd ile maksûd olduğu esası üzerine bina edilmiştir.

[151] Yani konumuz sadece aklî ve farazî bir mesele değildir; bilakis o misal­lerde olduğu gibi vakidir.

[152] Bu menfaatler akit sırasında mevcut olmayabilirler ve hatta menfaat­lerin tabiî özellikleri sebebiyle onlar akit esnasında çoğu zaman mev­cut olmazlar. Bu ise başlı basma düşünüldüğü zaman akde mani bir özelliktir. Ancak aslî maksada tabi olması hasebiyle metbûu ile birlik­te üzerine akit yapılması caiz kabul edilmiş ve nehiy ciheti itibara alınmamıştır. Burada sözü edilen nehiy ciheti bu menfaatlerin içermiş oldukları bilinmezlik ve garar (yani bulunup bulunmama ihtimali) ol­maktadır.

[153] Vakıa kölenin üzerine yapılan mutlak akit onun menfaatleri için ol­maktadır; mâlikin diğer mülkünde olduğu gibi onun zatı üzerinde her­hangi bir tasarruf yetkisi oktur.

[154] Kölenin zatı ve rakabesi üzerine yapılan akit, onunla cinsî ilişkide bu­lunma ve şâir diğer menfaatlerini de efendiye mubah kılmaktadır. An­cak bu zata tâbi olmaktadır. Eğer meselâ yapılacak cinsî ilişki gibi sa­dece bu menfaatleri üzerine akit yapılacak olsaydı bu mutlak surette imkansız olurdu.

[155] Yani kölenin rakabesi üzerine akit yapmak sahihtir ve bu akit arka­sından içerisinde cinsel istifade de bulunan onun faydalarını da kendi­sine tâbi kılar. Ama tek başına bu menfaatler üzerine akit yapılacak olsaydı bu caiz olmazdı. Hür bir kimsenin de menfaatleri üzerine akit yapılabilir ve bu akit beraberinde onun rakabesinin de hizmeti satın alan kimseye teslimini gerektirir. Halbuki hür bir kimsenin müstakil-len zatı üzerine herhangi bir akit yapılamaz. Birinci misalde cinsel is­tifade, ikinci misalde de rakabe tâbi durumdadır. Dolayısıyla bunlar hakkında, tek başlarına akde konu olmaları halinde söz konusu olan nehiy delili esas alınmamaktadır.

[156] Çünkü rakabe üzerine akit ona mâlikiyet demektir. Hür ise mülk altı­na girmez.

[157] Menfaatler de her ne kadar gerçek anlamda ALLAH´ın mülkü dahilinde ise de, ancak Sâri´ Teâlâ onları uygun gelecek şekilde kullara temlik etmeyi amaçlamıştır.

[158] Aynı şey yenilecek, içilecek şeyler için de geçerlidir. Bunlann yenmesi

ve içilmesinden de maksat gıdalanmak ve kanmak gibi onların fayda­lan olmaktadır. Bunlar bizzat zatları için yenilip içilmezler. Ancak müellif kasdm zata değil de onun menfaatine yönelik olduğunu çok açık olarak ortaya koyacak şeyleri misal getirmeyi tercih etmiş; yeme ve içme gibi durumu ilk bakışta anlaşıtamayacak şeyleri misal olarak vermekten kaçınmıştır. Tabiî onun buradaki asıl amacı probîemi güç­lendirmektir. O yüzden de amacına en çabuk ulaştıracak örnekleri seç­miştir. ALLAH rahmet eylesin müellifimiz cedelde son derece ustadır.

[159] Yani bu esası isbat için zikretmiş olduğu bütün meseleler, zatların mülkiyete konu olabileceği ve menfaatlerinde ona tâbi olacağı esasından hareketledir. Zatlar üzerinde mülkiyet ortadan kalkınca geriye sadece menfaat mülkiyeti kalacaktır. O zaman önce varlık âleminde birbiri ile telâzum halinde bulunan ve biri metbû diğeri de tâbi durumunda olan iki şeyin varlığını ortaya koymalısın; ondan sonra da iddia ettiğin hük­mün sıhhatini ortaya koyacak deliller getirmeye çalışmalısın. Senin bu yaptığın gerçeklerden uzak, varsayım üzerine varsayım kurmaktan öte bir şey değildir. Böyle birşeyin ise, birinci ciltte Mukaddimeler bahsinde de geçtiği Üzere ilimle alâkası yoktur.

[160] Yani şer´an mülk edinmeden amaç zatlar olsun. Birinci itiraz sadedinde reddettiği şeyi burada ilk plânda teslim etmiş oluyor. Ancak makûdun aleyhin zatlar olduğu ya da olmadığı konusunda orada birşey geçme­mişti. Orada söylenen şey doğrudan zatların temellük edilemeyeceği şeklinde idi. Burada ise ifade edilen şudur: Biz zatlara yönelik mülk edinme kasdmı kabu! etsek bile, bu aslî kasıtla olmayacaktır; çünkü bu sadece onların menfaatlerinin elde edilmesi, onlara ulaşılması için olacaktır.

[161] Çünkü onun tasavvuru her konuda zatların menfaatlere tâbi olacağı

şeklindeki bâtıl bir sonuca götürmektedir. Bu itiraz noktasını, icmali bir tenakuz şeklinde özetlemek mümkündür. Bundan sonraki itiraz ise zat ve menfaatin birbirinden ayrı olduğunu ve aralarında tâbilik ilişki­sinin bulunmadığım ortaya koymaya yöneliktir.

[162] Buharı, Büyü, 90, Müsâkât, 17; Muvatta, Büyü, 9.

[163] Buhârî, Müsâkât, 17; Müslim, Büyü, 87.

[164] Makâsıd bölümü, Dördüncü Nev´i, Onbeşinci Mesele´de geçmişti.

[165] Maslahatların dikkate alınmış olması âdetlerin dikkate alınmış olmasını gerektirecektir.

[166] Yani bu asıllardan akıllı insanlar için âdeten maksûd bulunan maksatlar.

[167] Çünkü Şâri´in kasdının aklıselim sahibi insanların maksatları ve örfle­ri doğrultusunda olması lâzımdır. Dolayısıyla bunun gereği olarak on­ların Şâri´ce maksûd olmaları, kaide gereğince de maksûd olmamaları gerekecektir. Bu ise bir çelişkidir.

[168] Yani "Zatlar ancak ALLAH´ın mülkiyetine girebilir; çünkü onların yara­tıcısı ve varlıklarının idame ettiricisi O´dur, Onlar insanların mülkiye­tine ise girmez" şeklindeki kaide.

[169] Yani Eş´arî mezhebine göre. Çünkü kul, kendisine nisbet edilen fiiller­den hiçbirisininin yaratıcısı değildir.

[170] Meselâ suyun içilmesi, menfaat demek olan kanmanın sebebi, toprağı ekmek de bitmenin sebebi olmaktadır. Bitme, aslında bizatihi menfaat olmayıp yakın ya da uzak menfaate götüren bir yoldur. Kesb sebebiyle bize zayıf bir nisbetle nisbet edilen fiiller menfaatler olmamakta, bila­kis yakın ya da uzak onlara götüren yollar olmaktadır. O zaman iş şu­na varıyor: Bizim kudretimiz dahilinde olmaması bakımından menfa­atler ile zatlar arasında bir fark yoktur. Onlara olan malikiyetimiz de ne hakîkî ne de kesbî bir mâlikiyet değildir. Siz menfaatlerin bize olan nisbetini kabul ediyorsunuz. O zaman onlarla aynı durumda olan ve aralarında fark bulunmayan zatların her iki durumda da bize uygun olacak biçimde bize olan nisbetini de kabul etmelisiniz.

[171] Bu kaydı şunun için getirmiştir: Eğer bir zarurî ya da hâcînin tamam­layıcısı durumunda olsaydı, o zaman itlaf fiili matlûp hal alır mübah-hktan çıkardı ve itlaf hükmü o takdirde, itlaf edenin mülkünde olma şartına da bağlı kalmazdı ve iddiasına delil olmaktan çıkardı Meselâ ahaliye zarar vermesinden korkulan bir şedde açılan gediğin onarılma­sı lazım geldiğinde bir başkasının duvarını yıkmak ve enkazı ile o ge­diği tamir etmek durumunda olduğu gibi.

[172] Deliller bölümünün başında.

[173] Yani rakabe bulunmaksızın tek başına menfaate mâlik olmaya.

[174] Yani hakkında gerekli olan yeterli bilginin dışında aranan diğer şart­ların da tam olarak bulunması suretiyle

[175] Yani zatlara yönelik olan nazar küllî değerlendirme olmakta ve küllî olan hem tabiatı itibarıyla, hem aklen, hem de şer´an öne alınmakta­dır, şeklindeki açıklamayı kastediyor.

[176] Bu şer´î bir misaldir ve her ne kadar konumuzla ilgisi olmasa da aslın, tâbilerine herhangi bir yönden uyabileceği sonucunu ortaya koyması bakımından buraya alınmıştır

[177] bkz. Muvatta, Büyü, 5 (2/616).

[178] Yani bütün asıllar ve onların uzantıları arasında tâbilik mevcuttur.

Hatta hadiste geçen ağacın meyvesi ve köienin malt konusunda da du­rum farklı değildir. Hadisin, tâbi olanın metbûdan ayrıldığına delil olarak kullanılması yerinde değildir; bilakis hadis tâbilik konusunu desteklemektedir.

[179] Buna rağmen mevcut olmayan bu menfaat yüzünden Fiyat yükselmekte

ve noksanlaşmaktadır. Dikkat edilecek olursa, âdeten meyve verdiği bilinen bir ağaç, her ne kadar şu anda meyvesi olmasa bile, genelde meyve vermediği bilinen benzeri bir ağaca göre daha fazla para etmek­tedir. Şu halde menfaatler maksûddur ve bilfiil mevcut olmasa bile menfaatler sebebiyle aslın fiyatı yükselmekte veya düşmektedir.

[180] Bu iki misalde her ne kadar menfaatler müstakil değilse de çünkü

bunlar zat için birer sıfat olmaktadırlar ancak her iki misalde de ilim ve yazı ile faydalanılmak için bir ön hazırlık mevcut bulunmakta­dır. Dolayısıyla bu iki örnek de birazdan gelecek olan fasılda ele alına­cak üçüncü kısımdan olmaktadır. Konu ise birinci kısımla ilgili idi. Gerçi buna bir mani yoktur; çünkü birinci ile üçüncü kısmın hükümle­rinin genelde aynı olduklarını göreceksin. Müellifin maksadı, menfaatlerin asıldan bağımsız olarak bulunmamalarına rağmen onla­ra yönelik kasdın bulunacağını isbat etmektir. Bu her iki misalde de açıktır. Çünkü her ikisinde de menfaat, zât için birer sıfat olmaktadır. Eğer bizim belirttiğimiz meyve vermesi mutat olan ağacı örnek olarak verseydi, o zaman konuya daha uygun olurdu.

[181] Yani, "Sana bu ağacı meydana gelecek menfaatleri ile birlikte sattım" demekle, menfaatlerden hiç söz etmeden, "Sana şu ağacı sattım" de­mek arasında hiçbir fark yoktur. Üçüncü kısımda ise, menfaatler asıldan tamamen ayrı müstakil birşey olarak dikkate alınmaktadır ve her kısımla ilgili özel hüküm bulunmaktadır.

[182] Yani olgunlaşmadan ve ağaca ihtiyacısona ermeden önceki haliyle meyve.

[183] Yani asıl meselede de ortaya konulduğu üzere birbirleri ile telâzum halinde bulunan iki şey hakkında nasıl ki aynı anda her ikisine de emir ya da nehiy taalluk etmiyor ve itibar asıl durumunda olana olu­yor idiyse burada da durum aynı olur. Ancak iki tarafın birbirini tart­ması durumuyla ilgili olmak üzere bir nokta daha var: O da câiha ve sulama külfeti gibi değerlendirme ve ictihad neticesinde ulaşılan farklı sonuçlara göre hükmü de farklı olan hususlardır. Müellif bundan son­ra gelecek izahları ile bu noktaya temas edecektir.

[184] Bu bir önceki fasılda bulunan birinci kısım olmaktadır. Bir kimse bir konak ya da arazi kiralasa ve orada meyvesi henüz (çiçek halinden) kurtulmamış ağaç da bulunsa ve meyvenin değeri tüm ücretin üçtebi-ri ya da daha az miktarda olsa, kira müddeti de meyvenin olacağı belli bir süreye kadar olsa ve aylık halinde olmasa, ağaç için oraya girmek suretiyle kiracıdan başkasının konağa ya da araziye girmemesinin te­mini de amaç olsa, bu durumda meyveli ağacın da icâre içerisine so­kulması caiz olacaktır. Çünkü kiymeti üçtebir ya da daha az olunca, bu durumda asıl olana ki konak ya da arazi olmakta­dır tâbi ve dolayısıyla caiz olmaktadır. Her ne kadar henüz çiçek ha­linden kurtulmamış meyvenin yalnız başına satılması caiz değilse de, tâbilik hükmü gereğince cevaz hükmünü almaktadır. Bu durumda, he­nüz kurtulmamış meyvenin aslına tâbi olarak satın alınması muamle-si görmekte ve kira caiz olmaktadır.

[185] Sedd-i zerâi, mefsedetlerin uzaklaştırılmasının öne alınması, dayanış­ma kaidesi gibi.

[186] Namaz kılanlar tarafından imamlık için bir kimsenin ücretle tutulma­sı mekruh olmaktadır. Vakıf tarafından icâre ile tutulması ise iane ka­bilinden sayılmaktadır. İbn Arfa, farz namazlara imamlık için yapılan icârenin, eğer ezana tâbi olmak suretiyle yapılırsa caiz olacağını söyle­miştir. Benzeri bir hüküm mescidin hizmetini görme konusu hakkında da öncelikli olarak sabit olacaktır. Çünkü mescidin hizmetlerini görme meşakkati, imamet meşakkatinden daha ağırdır ve caiz olan birşeye tâbi olmak suretiyle icra edilince o da caiz olmaktadır. Ezan okuma ve mescidin hizmetini görme karşılığında icâre akdinin caiz olduğu bili­nen bir husustur. Nitekim Hz. Ömer, ezan karşılığında ücret vermek­teydi. Ancak İbn Hâcib, Hz. Ömer´in bunu, diğer emir ve kadılar için olduğu gibi beytülmâldan onlara bir atiyye (maaş) olmak üzere verdi­ğini söylemiştir. Kadı ve benzerlerinin, davalarına baktığı kimselerden ücret almaları ise caiz değildir.

[187] Yani, ağaçsız olan kısmın kirası, ağaçların meyvesi ile birlikte bütün kiranın üçtebiri ya da daha azı olması halinde buna cevaz verilecektir. Tabiî tohumun emek sahibi tarafından olması, keza emeğin tamamen yine ona ait olması şartları bulunmaktadır. Aynı şekilde ağaçsız kı­sımdan kendisine tahsis ettiği kısmın, müsâkâtta kendisi için şart koş­tuğu ağaç oranında olması da gerekecektir. Eğer orada üçtebir şart koşmuşsa, burada da üçtebir; dörttebir şart koşmuşsa burada da dört-tebir olacaktır. Böylece ağaçsız olan o kısmın, ağaçlara tâbiliği tahak­kuk etmiş olacaktır. Aynı durum ekin ekmek suretiyle akdedilen müsâkat ortaklığında tarlada ağaç bulunması halinde de geçerlidir. Eğer bu ağaçların kıymeti üçtebir ya da daha az bir nisbette ise ekine tâbi olarak bunlar da müsâkât akdi içerisine girecektir. Bu durumlar­da hüküm metbû durumda olana ait olacak ve bu hüküm tabiye de si­rayet edecektir. Her ne kadar tek başına ele alındığı zaman hüküm farklı olsa da zira ekin ortaklığı ile ağaç ortaklıkları hüküm bakı­mından farklıdır tâbilik yoluyla aslın hükmünü alacaktır.

[188] Paranın (altın ve gümüş) yine para karşılığında satılması. Her iki be­delin de peşin olması, kendi cinsi ile satılması durumunda her iki tara­fın da eşit olması gibi normal satış akitierinde aranan şartlara ilave özel şartları vardır, bkz. Hidâye, 3/81 vd. (Ç)

[189] Bey, yani satış akdi ile sarf akdinin bir arada bulunması haramdır. Çünkü bunlar sonuç itibarıyla birbirleri ile bağdaşmayacak şeylerdir.

1 Zira satış akdinde veresiye vermek, muhayyerlik tanımak gibi şeyler caiz iken sarf akdinde bunlar caiz değildir. Ancak bunlardan birinin az olması halinde sarf ile satış akdinin bir arada bulunmasına cevaz verilmiştir. Tek bir dinar ile yapılması halinde olduğu gibi. Meselâ bir kimsenin bir dinar ile bir koyun ile beş dirhem satın alması durumun­da bu caiz olmaktadır. Keza on elbise ve on dirhemi onbir dinar karşı­lığında bir dinarın yirmi dirhem olması halinde - satın alması da caiz olmaktadır. Bu durumda sarf, bey, (satış) akdine tâbi kılınır ve bu tâbilik hükmü ile satış akdine ait cevaz hükmünü alır.

[190] Eğer biz fiyattaki ziyadenin tafsîl üzere mal için olduğunu kabul ede­cek olursak, o zaman satıcıdan malın kıymeti dışında kalan bedeli is­ter. Eğer biz tafsil üzere mala yönelik bir kasıt bulunmadığını kabul edecek olursak, o zaman müşteri satıcıdan belirlenen fiyatın tamamını ister ve sözü edilen malın fiyattan bir karşılığı olmuş olmaz.

[191] Yani, mülkiyet sanki istihkakın ortaya çıktığı andan itibaren başlamış gibi olmakta ve ortaya çıkan hak sahibinin mülkiyeti ancak o andan itibaren yeniden başlamakta; hakkın kendisine ait olduğunun tesbiti anından itibaren geriye doğru hasıl olan menfaat ve ürünlerine mâlik olmamaktadır.

[192] Eğer yapılan bu süs kılıç ya da mushaf süsü gibi caiz türden ise, bu durumda böyle birşeyi altın ya da gümüş ile satın almak caiz olmakta­dır. Tabiî bu, şu şartlara bağlıdır: Süsün sökülmesi durumunda zarar ya da tazmin söz konusu olacaktır, makûdun aleyh peşin olacaktır. Bu şartların bulunması zarurîdir. Süsün tâbi durumda olması, süs made­ninin kendi cinsiyle ya da başka cins para ile satılmış olup olmaması arasında fark yoktur. Aynı cinsten bir para iîe satılması halinde bir şart daha ilave edilecektir: O da süsün satılan eşyanın üçtebiri ya da daha azı kadar olmalı ve tâbi durumunda bulunmalıdır. Müellifin kas­tettiği de budur.

[193] Meselâ şu örneği hatırlayabiliriz: Abdestsiz bir kimsenin mushafı taşı­ması halinde, eğer mushaf taşıdığı eşyalarına tâbi durumda ise caiz ol­maktadır. Daha başka Örnekler de vardır.

[194] Makûdun aleyhte aranan şartlardan birisi de şer´an kendisi ile fayda­lanılabilir olmasıdır. Bu şart ile yemesi haram olan hayvan gibi şeyle­rin akit konusu yapılamayacağını ifade etmiş olmaktadırlar. Bu konu aslında açıktır. Ancak bir önceki mesele ile alakası nedir Öyle anlaşı­lıyor ki üçüncü kısımda anlattıkları burada anlatacakları için bir giriş ve Ön hazırlık mahiyetindedir.

[195] Birinci nev´ide beşinci meselede. Orada da belirtildiği üzere yeryüzün­de mevcut bulunan hiçbir şey mahza mefsedet ya da mahza maslahat değildir. Mutlaka birine diğerinin katkısı bulunmaktadır. Bunlardan hangisi galip ise o tarafın hükmünü almakta ve o şey maslahat ya da mefsedet olmaktadır.

[196] Zira daha önce de belirtildiği üzere mahza maslahat olan hiçbir şey yoktur. Her bir maslahat tâbi durumda da olsa mutlaka bir yönden mefsedet içermektedir. Eğer tâbi yönü dikkate alınacak olsaydı o za­man yeryüzünde hiçbir şeyi mülk edinmek, onlar üzerinde herhangi bir akitte bulunmak mümkün olmayacaktı.

[197] Çünkü bu tâbilik yönünün de dikkate alınması halinde son derece bü­yük güçlükler ve sıkıntılar ortaya çıkacaktır. Hatta bazen mübadele zarurî mertebesinde bulunacak ve onun meninden zarurî olan bir prensibin ihlali gibi bir netice doğacaktır.

[198] Cariye satın almak, meselâ hizmet için ya da odalık olarak kullanmak için örfen ve âdeten aslî kasıtla istenilen birşeydir. Ancak cariyenin fu­huş yaptırmak için satın alınması amacı, cariye alımında aslî bir kasıt olmayıp sonradan ortaya çıkmış olmaktadır. Bunun aksi, asaleten ha­ram olan menfaatler için de söylenebilir: Çünkü meselâ şarap satın almakta asıl olan amaç, onu haram olan bir şekilde içmektir. Sirke yapma amacı ise, onu satın almada aslî kasıt olmayıp sonradan ortaya çıkmış olmaktadır.

[199] Av ya da bekçi köpeğinin beslenmesinin caiz olduğu konusunda ittifak bulunmakla birlikte satımı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu­na cevaz vermişler ve hadiste gelen yasağı av ya da bekçilik için olma­yan köpeğin parasına yormuşlardır. Bunlar içerdiği maslahata baka­rak, sonradan ortaya çıkan kasdı metbû, diğerini de tâbi saymışlardır. Bazıları da hadisteki yasağı genelleştirerek köpek satımını mutlak su­rette men etmişlerdir. Bunlar gâlib olanı metbû (asıl) yapmış ve ona itibar etmiş olmaktadırlar. Köpek alımında gâlîb olan kasıt da, bekçi­lik ya da avcılık kasdınm bulunmaması şeklindedir. Her ne kadar bu hususta galip olan, memleketlere ve onların Örflerine göre değişiyorsa da burada şimdi o, örnek durumundadır; çünkü onda Örfen ve aslî ka­sıt itibarıyla asıl olan haramhktır; ancak alıcı sonradan ortaya çıkan bir başka kasıt gütmekte ve bu kasdı önceden mevcut olan ya da onun gibi olan birşey kılmaktadır. Bu durum da onun aslî haramhktan he­lalliğe çıkmasını gerektirmektedir. Bu durumda müellifin " tabiî bu köpek satın almanın yasak olduğu görüşünde olanlara göredir " sözü yerine "cevaz verenlerin görüşüne göredir" demesi gerekirdi. Çünkü biz eğer av köpeğinin satışını yasaklayanların görüşü doğrultusunda hareket edecek olursak, o takdirde tâbi´i her ne kadar husûsî bir suretle kendisine yönelik bir kasıt bulundurulmuş olsa da ilga etmiş olacağız ve bu durumda da birinci gruba dönmüş olacağız. Bu hafimiz­le biz, konumuz olan sonradan ortaya çıkmış kasdı dikkate almış ol­mayacağız

[200] Bu konuda üç görüş şeklinde ihtilaf bulunmaktadır: a) Caizdir, b) Mut­lak surette caiz değildir, c) Toprağın ıslah zarureti dolayısıyla caizdir.

[201] Nisa 4/23.

[202] Bakara 2/188.

[203] Nisa 4/10.

[204] [1/289] da geçmişti.

[205] Müslim, Müsâkât, 68 ; Nesâî, Büyü, 90 ; Muvatta, Eşribe, 12.

[206] Hadisin bu kısmını içyağın haramlığını bildiren hadisin devamı olarak Ebû Davud (3/280) ve Ahmed rivayet etmiştir.

[207] Bu konuda Sebebler bahsinin onüçüncü meselesi sonundaki fasla bakınız.

[208] Dolayısıyla hüküm olduğu gibi hela] ya da haram olarak kalacaktır.

[209] Tâbi olduğuna bakılmaksızın mücerred kasdın yasak olan şeye yönelme­si esasına mebnidir.

[210] Yani tek bir akit içerisinde bir akdin başka bir akde eklenmesi şeklin­de. Meselâ bey´ (satım) ve selef (Sana şunu, bana şu kadar borç ver­men şartı ile şu kadar fiyata sattım ve benzeri şekillerde yapılan akit) sonucunu doğuracak akit gibi. Halil ve sarihler şöyle demişlerdir: "Bu Mâlik´e göre töhmet sebebiyle şedden li´z-zerî´a (yasak olan birşeye gö­türecek yolu kapamış olmak için) menedilmiştir. Çünkü şer´an mene-dilmiş birşeye yönelik bir kasıt bulundurması zannı vardır. Bununla insanların yasak olan ribaya ulaşma kasıtları çok olmaktadır" Meselâ bir malı veresiye ona satıp, peşin beşe geri almak gibi. Mâlik´e göre de­mesi, bu tür zımnî olan bey´ ve selef uygulamaları için söz konusudur. Yoksa açıktan yapılan bey´ ve selefin yasakhğı konusunda ihtilâf yok­tur.

[211] Bu durumda aslî maksada ters olması esas alınmakta ve tâbi durum­da olan maksadın çok olup olmamasına bakıhnamaktadır. İki akit me­selesinde asıl olan bunların birbirinden ayrı ayrı olmalarıdır. Ancak burada, iki akdin bir araya gelmesi halinde asıl olan, kasdm yasak olan şeye yönelmiş olmasıdır, şeklinde bir iddia ileri sürülebilir.

[212] Yani bu durumda düşmesi bir tarafa, kendisine bir talep dahi taalluk etmiş olmayacaktır.

[213] Yani tâbi durumda olan, altın ve gümüşün, kullanması kendisine he­lal olmayan kişi için işlenmesi; asıl ise, altın ve gümüşün mülk edinil­mesi midir Yoksa bunun aksi midir Birinci duruma göre alış ve satış caizdir. İkinciye göre ise caiz değildir.

[214] Yani, haram olan menfaatlerin dışında kalanının fiyatı hakkında bi­linmezlik kaçınılmaz olacaktır. Bu onun yasaklığım gösteren üçüncü bir yön olur

[215] Yani yasak olan birşey için caiz olan birşeyle yardımlaşma ki bu şer´an yasaklanmış olmaktadır. Yani tâbilik kaidesi ile tearuz halinde bulu­nan daha başka pek çok esas bulununca, tâbilik yönünün dikkate alın­ması hususu ilga edilmiştir. Nitekim müellif buna ikinci faslın başında "başka bir esas ile tearuz halinde olmadıkça" diye işarette bulunmuş­tur.

[216] Çünkü iki taraftan biri diğeri için tâbi durumda değildir. Aksine tak­dir edilen durumda olduğu gibi kasıt her birine yönelik bulunmakta­dır. Üzüm alma ve benzeri durumlarda ise böyle değildir.

[217] Belki de metin "Çünkü..." şeklinde olmalıdır.

[218] Bu mukadder bir suale cevap olmaktadır: Soru şu: Bu usûl kaideleri­nin bir gereği olmak üzere, bu grubun yasaklığı üzerinde âlimlerin itti­fak etmeleri gerekirdi. Oysa ki onlar ihtilaf etmişlerdir Müellif bu so-Yuya: "Bilakis onlar yasaklığında ve haramlığmda ittifak etmişlerdir; ihtilaf ancak bedel almanın fasit ya da sahih olup olmayacağı konu­sundadır" diye cevap vermektedir. Bilindiği üzere birşeyin haram ol­duğunu söylemek, o şeyin fesadına hükmetmeyi gerektirmez. Şâfîîler ve Mâlikîler sıhhate delalet eden bir delil bulunmadığı zaman fâsid olur, ister delil bitişik olsun ister ayrı olsun derler. Hanefi´lere göre ise, bazı suretlerine nisbetle konu hakkında ihtilaf vardır.

[219] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/157-183

[220] Cuma 62/10.

[221] Aynı durum maddelerin bir arada bulunmaları halinde de söz konusu­dur. Meselâ ayrı ayrı alındığı zaman bir zararı olmayan iki sıvı, birbi­rine karıştırıldığı zaman öldürücü zehir olabilmektedir. (Ç)

[222] Daha önce geçti [1/276].

[223] Buhâri, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33.

[224] Ahmed 1/288.

[225] Buhâri, Savm, 5, 14 ; Müslim, Sıyâm, 21.

[226] Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki günde oruç tutulmaz: Fıtır bayramı günü, kurban bayramı günü" (Müslim, Sıyâm, 140.)

[227] Daha önce geçti [1/275].

[228] Ancak birleşme halinde tek başına ikenki özelliğinin yok olması, cüz­lerin özelliklerini kaybettirmez. Bu Özelliğin giderilmiş olması, cüzle­rin müstakil olarak ele alınmamaları ve onlara uygun hüküm verilme­mesi sonucunu ortaya koymaz.

[229] Câbir (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber fs.a.) kuru üzüm ile kuru hurmanın birlikte; koruk hurma ile kuru hurmayı birlikte karış­tırmayı yasakladı ve: "Kuru üzüm ile kuru hurmayı birlikte şıra (nebiz) yapmayın; yaş hurma ile koruk hurmayı birlikte şırayapmayın" huyurdu. (Müslim, Eşribe, 23, 24 ; Nesâî, Eşribe, 6,11).

[230] Ebû Eyyûb (r.a.) şöyle der: Hz. Peygamber´i (s.a.) şöyle buyururken işittim: " Kim anne ile çocuğu arasını ayırırsa, Allak da kıya­met gününde onunla sevdikleri arasını ayırır" (Tirmizî, Büyü, 53 ; İbn Mâce, Ticârât, 46).

[231] Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ali´ye (r.a.) kendisine hibe etmiş olduğu iki kardeş köle çocuktan birini sattığında: "Onu geri al! Onu geri al!" bu­yurmuşlardır. (Tirmizî, Büyü, 52 ; Dârimî, Büyü, 40 ; Ahmed, 6/400).

[232] Yani daha önce getirilen, iki emredilmiş şeyin ya da emredilmiş şey ile nehyedilmiş şeyin birleştirilmesi gibi kayıtlar dikkate alınmaksı­zın. Çünkü müslümanlar arasında beraberliği isteyen emir hakkında, sözü edilen kısımlardan biridir demek mümkün değildir.

[233] Yani her iki kızkardeşin bir arada nikah altında bulunmaları halinde, zevcede aranılacak menfaatler her ikisinde de mevcuttur. Ancak ya­sak, birleşme anında ortaya çıkan ilave bir sebepten dolayı ki bura­da akrabalık bağlarının kesilmesi olmaktadır gelmiştir.

[234] Yani el, el olma, baş da, baş olma özelliğini... yitirecek ve bütün organ­lar tek baş özelliği ya da tek el olma Özelliği göstererek birleşecek olsa­lardı, o zaman insan denilen heyet-i mecmua ortaya çıkmazdı.

[235] Aksine bu içtimâ halinde mündemiç bulunan insan fertlerinden her biri, bu hallerinde şâir özelliklerini korumaktadır. Nitekim bu durum gayet açıktır.

[236] Yani acaba içtimâ halinin etkisine mi bakılır Yoksa infirad halinin etkisinin devamına mı hükmedilir İşte bu hususta ictihad ve değer­lendirme yapma durumunda olan insanlar için iki yaklaşım bulun­maktadır: Bunlardan birincisi içtimâ halinin etkisi üzerine kurulu­dur. Diğeri ise, cüzlerin beraberlik halinde Özelliklerini korumuş ol­dukları esasına mebnîdir.

[237] Aslında, metbû durumda olanın haram olan cüz olduğu ifade edilme­miştir. Aksine mefsedeti gerektiren haram olan cüz ile diğerinden mey­dana gelen heyet-i mecmuadır. Nehiy ise mefsedete dayanmaktadır.

[238] Sayfa [3/190].

[239] Geriye onun zikretmiş bulunduğu mefsedetin defi, sedd-i zerîa ve daya­nışma kaidelerine karşı cevap vermesi kalmıştır. Müctehidin, insan be­deni ile organlar arasında bulunan ilişki benzetmesinden hareketle haddizatında sabit bulunmayan infirad halinin tesiri ve cüzlerin özel­liklerinin içtimâ halinde de devam ettiği kaidesi karşısında, bu üç önemli usûl kaidesini görmemezlikten gelmesi kolay değildir.

[240] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/183-188

[241] Doğrusu bey´ (satış) olmaktadır.

[242] Burada mubahın, vacip ve mendup üzere atfedilmesi ancak meselenin başında belirttiği ıstılah üzere olmaktadır.

[243] Meselâ abdest ve gusülde, hadesi giderme niyeti yanında serinlemek, temizlenmek ve duyuları uyarmak amacı bulundurmak; oruç tutarken farziyeti yerine getirme yanında aynı zamanda perhiz yapmış olmak; hacda sıhhatli olma amacı gütmek ve benzeri kasıt konusunda ibadet­lere tâbi durumunda olan diğer şeylerde olduğu gibi. Bu gibi durum­larda ibadetin ihlas mertebesinden çıkıp çıkmayacağı konusunda îb-nu´1-Arabî ile Gazzâlî arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Ibnu´l-Arabi´ye göre her iki kasdı birbirinden ayrı olarak ele almak mümkün­dür. Gazzâlî´ye göre ise her iki kasdın da ayrı ayrı ele alınması müm­kün ise de varlık bakımından mücerred bir arada bulunmaları dikkate alınır. Bu konuda Makâsıd bölümünün Dördüncü Nev´inin Altıncı Me­selesine bakınız.

Az önce de geçtiği üzere birinin diğerine tâbi olması durumunda, hükümleri birbiri ile bağdaşmayacak bir halde de bulunsa tek bir di­narda satış ve sarf akitlerinin birleşmesinde olduğu gibi bu durum tâbi ilga edileceği için zarar vermemekte idi. Müellifin tâbi hakkındaki sözü, zikredilen bu satış ve sarf şekli üzerine yorulacak olursa, o za­man ifade açıklık kazanmış olacak ve hem daha önce geçen hem de bi­razdan gelecek olan ve hakkında ihtilaf bulunan abdest alırken serin­lemek kastım da bulundurma ve benzeri konulara ters düşmüş olma­yacaktır. Bu durumda müellifin buradaki "tâbi durumda değilse" şek­lindeki sözünün, muamelât konusunda olsa bile zikri geçen şekle benzer konulara hamledilmesi taayyün edecektir. Konu ise ibadetler­le içtimâ halinde olan şeyler hakkındadır.

[244] Meselâ namazını cemaatle birlikte iade etmek isteyen bir kimsenin, bu namazla hem farza hem de nafileye niyet etmiş olması gibi. Bu kişi bu fiiliyle hükümleri itibarıyla birbiriyle bağdaşmayan iki şeyi bir arada toplamış olmaktadır. Zira farz ile nafilenin hükümleri çok fark­lıdır. Meselâ, farzı terkeden kimse günahkâr olur, nafileyi terk eden günahkâr olmaz; farzı cemaatle kılmak sünnettir, nafile ise böyle değildir; farz için kamet yapılır, nafile için yapılmaz; farzda gücü yeten kimse için kıyamda durmak farzdır, nafile içinse bu gerekli değildir... Aynı şekilde öğle namazının farzına durup aynı namazla öğlenin ilk ya da son sünnetini de kılmış olmaya niyet etmek de böyledir. Çünkü bu durumda, o namazın önceki mi, sonrski mi, yoksa aradaki mi sayılacağı konusunda açık bir bağdaşmazlık vardır. Bu yüzden hiçbir kimse böyle bir namazı caiz görmemiştir. Ancak Öğle namazına ve bu arada tahiyye-tu´1-mescid (mescidi selamlama) namazına niyet edecek olursa, âlimler onun bu niyeti ile sevap alacağını ve kendisinden tahiyye talebinin düş­müş olacağını söylemişlerdir. Niyet etmemesi halinde ise tahiyyenin düşeceği fakat sevap alamayacağını ifade etmişlerdir. Üzerinde Rama­zan orucunun kazası bulunan bir kimsenin onunla birlikte Aşurâ, eyyâm-ı bîz (dolunay günleri) ve Arafe günü oruçları gibi nafile oruçla­ra birlikte niyet edebileceğini söylemişlerdir. Vakıa nafile, şartları ve kendisinden istenilen şeyler bakımından farzdan daha esnek bir mahi­yet arzetmektedir. Dolayısıyla, aralarında bağdaşmazlık olmaksızın farz ile birlikte bir arada bulunabilmeleri mümkündür. Tabiî bu, zik­retmiş olduğumuz iki durumda olduğu gibi bağdaşmazlığı doğuracak bir başka engelin bulunmadığı zaman söz konusu olacaktır. Farz ile birlikte tahiyyetü´I-mescide de niyet edilebileceği konusunda herhangi bir ihtilaf görmedim.

[245] Çünkü bu iki ibadetten biri belli bir vaktin, diğeri de başka bir vaktin olması hasebiyle birbirleri ile bağdaşmayacak durumdadırlar.

[246] Nitekim Eşheb, bir arada olan satış ve sarfın haram olmayacağını söy­lemiş, ve İmam Mâlik´in böyle bir görüşü olduğunu kabul etmemiştir. Eşheb bu görüşünde her iki akdi de ayrı ayrı ele almış ve onların caiz olduklarını söylemiştir. İmam Mâlik´in haram kıldığı şey, her birinin yanında başka mal olması halinde altının altınla mübadele edilmesidir, demiştir. İbn Arfe, her ne kadar meşhur olanın hilafına bir izah ise de bunun daha yerinde olduğunu söylemiştir.

[247] Belirli olmayan bir iş karşılığında verilen ücret. Meselâ: Kişinin "Kayıp devemi bulup getirene şu kadar ücret (ödül) vereceğim" demesi gibi. (Ç)

[248] Yasak olan aynı akit içerisinde tahıldan bir kısmının ölçülerek bir kıs­mının da götürü usûlü ile belirlenmiş olması şekline mahsustur. Ancak meselâ tahılı ölçü ile, yeri de götürü usûlü ile belirlemek şeklinde bir akit içerisinde satacak olsa bunda bir sakınca olmamaktadır.

[249] Kesinlik kazanması konusunda şartları en dar tutulan akit, sarf ol­maktadır

[250] Sarf akdi; cins, sayı, tartı gibi konularda taraflardan birinin tasdiki yolu ile olmamakta, bunların bizzat tahakkuk etmesi istenmektedir.

[251] Çünkü cu´l akitle bağlayıcı olmamaktadır. Satış akdi ise muhayyer­lik hakkı tanınmadığı zaman böyle değildir ve bağlayıcıdır.

[252] Dolayısıyla her ikisinin bir akit içerisinde bir arada bulunması caiz de­ğildir. Ancak mezhepte bilinen, hükmün böyle olmadığıdır. Halil, satış akdi ile birlikte akdedilen icârenin fasit olmadığını açıkça ifade etmiş­tir. Sarihler de aynı şekilde, satış akdi ile icâre hükümleri arasında bağdaşmazlık bulunmadığı için, icârenin fasit olmayacağını söylemiş­lerdir. İcârenin bizzat satış akdinin konusu olan mal (mebî) ile ilgili olup olmaması arasında da fark görmemişlerdir. Ancak mebî dı­şında başka bir malın icâresi durumunda herhangi bir şart aranmaz­ken, bizzat mebînin icâresi durumunda ilave şartlar ileri sürmüşlerdir.

[253] Hac sırasında ticarette bulunmanın caiz olduğu konusunda bizzat Kur´ân´da izin bulunmaktadır. "(Hacda) Rabbinizden refah istemenizde bir günah yoktur" (2/198) Gerçi Ebû Müslim bu konuda muhalefet et­miş ve hac esnasında ticaretin yasak olduğunu söylemiş ve âyetteki ce­vaz hükmünün hac menasikinin tamamlanmasından sonra olduğunu söylemişse de, çoğunluk ulemânın kabulleri daha doğrudur ve bu konu­daki mevcut sahih haberler onun görüşünün isabetli olmadığını ortaya koymaktadır. Kaldı ki âyetin iniş sebebi de onun isabetsiz olduğunu or­taya koymaktadır.

[254] Anlaşmazlığa ve nizaya sebep olan bilinmezlik akitleri ifsat eder.

[255] Sermayeleri, mallarını almak için verdikleri paralardan oluşur.

[256] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/193-196

[257] Buradaki emir sözcüğü, geçen iki meseledeki ıstılah üzere olmayıp ha­kiki anlamındadır.

[258] Tafsilattan maksat, meselâ namazda kıraat, zikir gibi parçalandır.

[259] Namazın rükû ve secdelerini uzatmak, huşulu olmak gibi.

[260] Namazın bir bütün olarak ele alınması noktasından hareketle öğle na­mazı, teheccüd namazı, vitir namazı... gibi.

[261] Hadesten taharet: Abdestsizlik ve cünüplük halinden annma. (Ç)

[262] Necasetten taharet: Maddî pisliklerden arınma. (Ç)

[263] Bu ikisi niteliğe yönelik talebe örnektir. Tür ve oranların belirlenmesi örnekleri de bütünün cüzüne yönelik talebe ait örneklerdir.

[264] Zekâtın, altın ve gümüş, ticaret malları, ekinler ve otlak hayvanların­dan verileceğinin belirlenmesi gibi. Keza kırkta bir, ya da onda bir şeklinde oranların belirlenmesi gibi. Bütün bunlar "Zekâtı verin" genel emrine tâbi taleplerdir.

[265] Oruçlunun karısı ile kucaklaşarak yatması, onunla oynaşması, ağzını ve burnunu yıkamada mübalağa etmesi gibi. Çünkü bütün bunlar oru­cun bozulmasına götürebilecek hareketlerdir. Hadiste belirtildiği üzere hacamat yapanın ve yaptıranın durumu da böyledir.

[266] Örneklerin tamamı, orucun kemâl sıfatlan ile ilgilidir.

[267] Hürriyet ve müslümanlık gibi şartlarda denkliğin aranması gibi. Meselâ, köleye karşılık hür, kâfire karşılık müslüman Öldürülmez. Adaletin ve denkliğin aranması zarûriyyâttan olan kısas talebinin ta­mamlayıcı unsurlarıdır.

[268] Alış verişle ilgili örnekler, onu tamamlayıcı mahiyette niteliğe yönelik taleplerdir. Ancak şöyle denilebilir: Alış veriş mübâh olan tasarruflar­dandır; bu dört talep ise, hükmi vaciplik ve rnendupluk arasında

şen emirlerdir. Bu durumda kon ıyla ilgisi nasıl olabilir Bu itiraza şöyle cevap verilebilir: Alış veriş daha önce de geçtiği gibi kül olarak ele alındığı zaman- zarûriyyât ya da bâciyyâttan olmaktadır. Şu halde o, hem zatı itibarıyla hem de tevâbii itibarıyla matlûp olmakta ve kendisine yönelik emirler bulunmaktadır. Kaldı ki mubah olan şeyler, her ne kadar cüz itibarıyla mubah iseler de kül iti­barıyla vacip idiler.

[269] Yani bu durumda vaziyet aksinedir. İki emrin gelmesi meselesinde, emir tâbi olana ancak, asılla ilgili olan emre müsteniden gelebiliyordu. Öyle ki, aslı dikkate almaksızın tabiye yönelik bu emirlerin varlığı ta­savvur edilmiyordu. Zekât emri olacak ki, onun miktarından bahseden emirden bahsedilebilsin. Emir ve nehyin gelmesi ise farklı. Çünkü meselâ nehyin tabiye yönelik olması, ancak aslı dikkate almama duru­munda söz konusu olacaktır. Hatta öyle ki eğer asla bakılacak olsa, nehiy düşmekte ve mülğâ olmaktadır. Bu haddi zatında açıktır. Ancak söz, bu meselenin amelî faydası hakkındadır. Hiç şüphe yok ki, biraz­dan zikredeceği ittihaddan maksat, emirlerin geldiği yer hakkındaki ittihaddır. Şu mânâda ki, tafsilat ve niteliklere yönelik talep, bu nite­liklerin dikkate alınması açısından bütün üzerine yöneliktir. Her ne kadar bu, niteliklerle ilgili emir için asılla ilgili emir üzerine ek yeni bir etki meydana gelmemesini gerektirmiyorsa da bu böyledir. Hatta bazen, tâbi unsurun dikkate alınması sonucunda varid olan emir, biz­zat asılla ilgili olan emirden daha kuvvetli olabilmektedir. Meselâ alış verişe nisbetle ölçü ve tartının tam yapılması gibi. Bazen de bunun ak­si olur; sahurun tehiri emrinde olduğu gibi. Bazen de bu tafsilin aslî bir cüz ya da şart gibi, bütünün varlığı için gerekli olduğunu beyan için gelmiş olabilir. Onüçüncü meselede konu ile ilgili daha geniş açık­lama gelecektir ve orada meselemizin büyük ve amelî bir faydasını gö­receksin. Müellif ona burada son paragrafta çok kısa olarak işaret et­mekle yetinmiştir. Yani zarûriyyât bir bütün olarak ele alınmaktadır; asıl ve metbû olan odur. Onun dışında kalan hâcî ve tahsînî şeyler ise kimi tekit edici, kimi tekit etmeyici tâbi durumda olan tafsilatlardır.

[270] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/193-196

[271] Muvatta, Hudûd, 12. İmam Gazzâlî, İhyâ´da rivayet etmiştir. el-Irâkî, Hâkim´in şu şekilde tahric ettiğini söyler: "ALLAH´ın yasakladığı bu pis­liklerden kaçının. Kim bunlardan birini işleyecek olursa, ALLAH´ın örtü­sü ile örtünsün" İsnadı hasendir.

[272] Nisa 4/17

[273] Konu üzerinde daha fazla düşünme gereği vardır. Çünkü meselâ işle­nen bir kötülüğün ardından derhal bir iyilik yapılması emrinde, kötü­lük ile iyilik hem zaman hem de işleme bakımından birbirinden ayrı­dır. Sanki bu emirde şöyle denmiş gibidir: "Şayet senden bir kötülük sadır olursa, senden istenen şey, yapacağın bir iyilikle onu telafi etme­ye çalışman olacaktır" Bu durumda söz konusu olan tek bir taleptir, ilk iki örnek ise böyle değildir. Çünkü onlarda nehyin bütüne, emrin de tabiye yönelik olduğu açıktır.

[274] Kaynağı bulunamamıştır.

[275] Nehyin haramhk için olması durumunda, Özellikle ibadetler konusun­da ya da hem ibadetlerde hem de sair konularda taalluk ettiği şeyin fe­sadını gerektirir mi Bizzat fiilin kendisine taalluk edilen nehiy ile fiil­le birlikte zorunlu olarak bulunan ya da böyle bir zorunluluk bulun­mayan bir vasfa taalluku arasında ayırım var mı gibi konular bunlar­dandır. Bunların hepsinde görüş ayrılıkları vardır,

[276] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/196-197

[277] Bu mesele onbirinci mesele ile irtibatlıdır ve aralarında asıl ile fer´in ilişkisi vardır. Bu mesele ona dayandırılmıştır.

[278] İtibara alınmaması açıktır. Çünkü nehiy tâbi hakkında gelmiştir. Meselâ henüz olgunlaşmadan önce meyvanm satılması örneğinde ol­duğu gibi. Asla tâbi olarak satılması durumunda nehiy ilga edilmiş ol­maktadır.

[279] Az önce dipnotta yaptığımız açıklamada bunun her zaman için bidüzi-yelik arzetmediğini, bazen alış veriş ve bunlar hakkında varid Olan ölçü ve tartının tam olarak yapılması talebinde olduğu gibi tâbi hakkında bulunan talebin asılla ilgili olan talepten daha güçlü olabile­ceğine işaret etmiştik. Araştırma neticesinde şeriatta buna dair pek çok örnekler bulabilirsin. Meselâ namazın nafile olmasına rağmen rü­künlerinin farz oluşu gibi. Müellif de meselenin sonuna koyduğu ku­ralda buna işaret edecektir.

ayten
Tue 28 September 2010, 11:50 pm GMT +0200
[280] Bu akitler, aslında caiz olmaması gerekirken insanların bunlara ihti­yacı gözönünde bulundurularak genel kuraldan istisna yoluyla mubah kılınmış olan akitlerdir. Çünkü karzda, bedelin geciktirilmesi (nesîe) anlamı vardır ve bu yasaklanan ribâ mânâsına gelir. Selem akdi, mev­cut olmayan malın satılmasıdır; kural olarak madûmun satışı caiz de­ğildir. Müsâkâtta ise bilinmezlik vardır; bilinmezlik ise akdi bozar. Şu halde bunlar hakkında varid olan talep, güç bakımından şer"î bir asla ters düşmeyen ve istisna yoluyla caiz kılınmayan bir mubahtan istifa­de talebi kadar güçlü değildir.

[281] Terki durumunda güçlük bulunan bir durumla, takat üstü yükümlü­lük ortaya çıkan durumlar da kuvvet bakımından farklıdır. Meselâ ba­zı hallerde teyemmümü terketmekle, çaresiz durumunda kalan kimse­nin murdar hayvan eti yemeyi terketmesi arasında kuvvet bakımın­dan fark vardır. Çünkü çaresiz kalan kimse, yemediği takdirde helak olacağından korkarsa, kendisine onu yemesi vacip olmaktadır, böyle bir anda sabretmesi ve ölmesi istenilecek olursa bu bir takat üstü yü­kümlülük halini alır,

[282] Cumhur ulemânın görüşü, emirin vücûb ifade ettiği şeklindedir. Râzî, doğrusunun da bu olduğunu söylemiştir. Ebû Hâşim ve Mutezilenin tamamı emrin, menduplukta hakikat olduğu görüşündedirler el-Eş´arî ve el-Kâdî, emrin vücûb için mi yoksa mendupluk için mi konuldu­ğu konusunda tevakkuf (çekimserlik) etmişlerdir. Bu ikisinin tevakkuf­larının, emrin mânâsı bilinemez anlamında olduğu da söylenmiştir. Muhtemeldir ki emir, bu ikisi ve onun için zikredilen diğer tehdid, tek­vin, ta´cîz... gibi anlamlarında müşterektir. Bazıları vücûb ve mendup­luk arasında müşterek olduğunu, bazısı da buna mübahhğın da dahil ol­duğunu söylemişlerdir. Bir kısmı da emrin, mübahlık için olduğunu söy­lemişlerdir. Her bir görüşün usûl kitaplarında serdedilen delilleri vardır.

[283] Yani, mezkûr zarurî onsuz var olmaya devam ediyor ve o tabiin yok ol­masıyla zarurî de yok olmuyor mu Meselâ, misvak kullanılmadan ya da bir sünneti işlenmeden kılman namaz gibi. Böyle bir namaza, bu haliyle de şer´an namaz denilmektedir.

[284] Yani, talebin gücü konusunda asıla yönelik olandan daha zayıftır deni­len kısım işte bu kısımdır. Aslın rüknü kabul edilen ve onsuz aslın varlı­ğını sürdüremediği kısım hakkında ise böyle denilemez

[285] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/197-199

[286] Burada tevabi" sözünden maksat daha hususî bir mânâ olup "Burada tevabi´, asılların (metbû) belli bir şekil üzere edası anlamınadır" şeklindeki müellifin sözünde açıklanmaktadır. Yani emredilen şeyin altına giren cüz´îlerden biri anlamına olmayıp, emredilen şeyin ifa edi­lebileceği şekiller anlammadır.

[287] Mutlak iafzın gereği, o lâfzın aitma giren cüz´îlerden herhangi birinin gerçekleştirilmesidir. İllâ da belli bir cüz´înin ifasının kastedilebilmesi için, o lafızdan onun kastedildiğine dair ayrı bir delilin bulunması ge­rekir.

[288] Bu tür kayıtlara itibar etme durumunda iş zorlaşır ve emredilen şey neredeyse doğru dürüst yapılamaz hale gelir. Abdesti hep kuyu suyun­dan alma tekeîlüfiine girme örneğinde olduğu gibi iş zorlaşır. Üstelik, Şâri´in teşrî´deki kasdına muhalefet etmiş ve meşru olmayan birşeyi şeriatın gereği saymış olacağı için sevabını da yitirir.

[289] Birazdan İbn Rüşd´ün sözünde kayıtlanacaktır.

[290] Buharı, Edeb, 70; Müslim, Cvraı´a, 43; İbn Mâce, Mukaddime, 7.

[291] Böyle bir kayda itibar etme durumunda iş zorlaşır ve neredeyse doğru dürüst kıyam yapılamaz hale gelir. Dolayısıyla böylesine bir külfet ge­tiren bir şekle riayete çalışmak, hakkında delil olmayan bir bid´attir

[292] Müslim, Müsâfirin, 59; İbn Mâce, İkâmet, 33.

Hadiste, namazdan çıkarken sağa selâm vererek çıkmak kastedil-memektedir. Kişinin namazını bitirdikten sonra, kıldığı yerin sağ tara­fından ayrılması gerektiğine inanması ve buna hep riayet etmesi Şey­tana ayrılmış bir pay sayılmıştır. Çünkü bu dinden olmayan, serî bir delile dayanmayan bir kuruntu ve bid´attir. Her bid´at ise sapıklıktır.

[293] Nasıl olur Namazda sağa sola bakmayı şiddetle yasaklayan bir çok hadis vardır. Bütün mezhepler de bunun mekruh olduğunu benimse­mişlerdir.

[294] İmam Mâlik´in rivayetine göre Hz. Ömer, içlerinde Amr b. el-As´m da bulunduğu bir kafile ile umreye çıkmıştı. Hz. Ömer ihtilam oldu. Sa­bah çok yakındı. Kafilede de su yoktu. Hz. Ömer bineğine bindi ve su­yun yanma gitti ve ihtilam eseri_olarak gördüğü şeyleri yıkadı. Bu ara­da ortalık aydınlandı. Amr b. el-Âs´m kendisine: "Beraberimizde elbise­ler var. Bırak elbisen yıkansın" demesi üzerine yukarıdaki sözünü söy­ledi. (Muvatta, Taharet, 83.)

[295] Üçüncü Fasıl, Üçüncü Mesele´de ele alınmıştır.

[296] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/199-203

[297] İster mubahlardan, ister menduplardan ister vaciplerden olsun, farket-memektedir. Nitekim müellif ileride buna işaret edecektir.

[298] İleride buna nefsin ve bedenin ferahlaması sonucunu da içeren mûsikîyi örnek verecektir. Ferahlama, hayır ve ibadet için zindelik ve­rici bir haldir... Sâri´, musikîyi doğrudan kastetmiş değildir; bilakis içermiş olduğu hayra yardımcı olan ferahlık vermesi açısından kastet­miş olmaktadır. Bu durumda mûsikîye olan kasıt tâbilik yoluyla ol­maktadır.

[299] İleride izahı geleceği üzere, ikinci kasda intikal etse bile aslî kasıt ile olan ilgisi var olmaya devam eder

[300] Nahl 16/72.

[301] Bakara 2/243.

[302] Nahl 16/14.

[303] Saffât 37/96.

[304] Yani, kişi meşru yolu üzere gider ve onu sınırları içerisinde kullanırsa, hayır elbetteki hayırdan başka birşey getirmez. Ancak sınırlarından çıkar ve meşru olmayan şekil üzere kullanmaya başlarsa kişiyi mefse-detlere götürür. Ancak bu hayrın bizzat kendi tabiatından değildir; onun kullanılışı yönündendir. Nitekim hadis buna işaret etmektedir. Şöyle ki: Bahar güzel birşeydir; insanın ve hayvanın hayatı ona bağlı­dır. Buna rağmen hayvan onun bitirici özelliğinin sonucu olarak orta­ya çıkan öldürücü otlardan yiyebilir ve bunun sonucunda ölür ya da ölüme çok yaklaşır. Bu sonuç baharın kusuru değil, bizzat o hayvanın fiili sonucunda olan birşeydir. Eğer yediği ot, hayvanın bünyesine za­rarlı ise, bu o hayvanın kendisi için faydalı olanı bırakıp zararlı olanı­nı yemesindendir. Eğer yediği haddizatında zararlı değil, fakat doğan zarar ihtiyacı olan miktardan fazla yediği için olmuşsa, o zaman örnek son derece açık olacaktır. Hadis Buhâri´nin ve Müslim´in bir rivayetin­de "Baharın bitirdiği otlardan bazısı vardır ki..." şeklinde, Müslim´in diğer rivayetlerinde ise: "Baharın bitirdiği her ot..." şeklindedir. İkinci rivayete göre, "ihtiyacı olan miktardan fazlasını yemesi halinde" şeklin­de anlamak gerekecektir. Ancak kendi ihtiyacı olan kadarını yemesi halinde zararı olmayacaktır.

[305] Daha önce geçti [1/113].

[306] "Yapılması istenilen" ifadesinden maksat izin verilen demektir. Nite­kim onsekizinci meselede gelecek olan sedd-i zerâi´in tarifi bu şekilde anlamayı gerektirmektedir.

[307] Bakara 2/104.

[308] En´âm 6/108.

[309] Mükellefin, o yükümlülüğü gereği şekilde yapmasına engel olabilecek Ölçüde meşakkat içeriyorsa o zaman, terki istenilen şekle dönüşecektir.

[310] Daha önce geçti [1/321].

[311] Hûd 11/7.

[312] Mülk 67/2.

[313] Muhammed 47/31.

[314] Amme 79/6 vd.

[315] Nahl 16/10.

[316] Bakara 2/26.

[317] Bakara 2/2.

[318] Lokman 31/3.

[319] Biri, dünyanın kuruluş amacı olan hikmetten sarfınazarla mücerred olarak ele alma, ikincisi de, bu hikmeti göz Önünde bulundurarak ele alma. Delillerin tearuzu bahsinde üçüncü meselede bu iki itabarm açıklamasına yönelik çok güzel bir izah gelecektir.

[320] Enbiyâ 21/16.

[321] Ankebût 29/41.

[322] Bakara 2/26.

[323] Bakara 2/26.

[324] Bakara 2/2.

[325] "Bu üç şeyden yüz çevirmek olur" dememiştir. Çünkü eğer öyle olsay­dı, o zaman eğlence sadece kül olarak değil, cüz olarak da yasaklan­mış olması gerekirdi. O (yani eğlence) kazanç eîde etme vb. diğer mu­bah olan şeylerden alıkoymaktadır. Eğlencenin iptaline götürdüğü bu mubahlar ise, zarurî, hâcî ve tahsînî olan üç esasın hadimi durumun­dadır. Sonuç itibarıyla eğlence bu mertebelerin zıddına hadim olacak­tır; dolayısıyla birinci kasıtla yerilmiş olması gerekir.

[326] Cum´a 62/11.

[327] Bu âyette lehv, yergi sadedinde zikredilmiştir. Davul ve âyette sözü edilen şey, lehviyyattan sayılmıştır. Bu durumda davul ve beraberin­de olan şeyler, Sâri´ nazarında birinci kasıtla yerilmiş olan hususlar­dan olmaktadır

[328] Muhammed 47/36.

[329] Daha önce geçti [1/129].

[330] Bunlar, eşle oynaşma, atı terbiye etme ve okçuluk olmakta idi.

[331] Yani zikri geçen üç şey ve benzerleri ile bize in´amda bulunulduğunun belirtilmesi, onların birer eğlence olmaları açısından değil, aksine on­ların sonuç itibarıyla destek verdikleri esaslar ve ortaya çıkan fayda sebebiyledir. Meselâ zevce ile oynaşma, nesİin bekası esasına hadim olmaktadır; at talimi ve okçuluk yoluyla eğlenme ise, düşmana karşı güçlü olma prensibine, dolayısıyla dinin korunması esasına hadimdir. Söz konusu minnet, işte bu yönden doğmakta olup, onların bizzat birer eğlence olmaları noktasından hareketle değildir. Hem sonra bunlar, insanlar arasında carî bulunan güzel âdetlerden de sayılmaktadır. Mûsiki ve benzeri şeyler ise, güzel görülen âdetler çerçevesinin dışında kalmaktadır. Bu da onların aslî kasıt ile yerilmiş olduklarının bir deli­lidir.

[332] Yani, yüce ALLAH hiçbir şey yaratmamıştır ki, onun aslî yaratılış amacı oyun ya da eğlence için olsun.

[333] AVâf7/32.

[334] Rahman 55/10 vd.

[335] Nahl 16/8.

[336] Ayetlerde in´am ve ihsanda bulunulduğunun ifadesi, bizzat eğlence açısından gelmemiştir. Birinci âyette, kendileri için ziynet telakki et­tikleri şeyleri çıkarması ve yaratmasını ifade ile, ikinci âyette yerin donatılmasını ve yerde bulunan besleyici maddelerin çıkarılmasını ifade ile, keza denizden ziynet eşyaları çıkardığının ifadesi ile olmakta ve onlarla süslediği için minnet beklentisinden bahsedilmemekte; üçüncü âyette de ziynet, binme faydasına tâbi kılınmaktadır. Bütün bunlar üçüncü hususu yani eğlenceyi yaratmakla bize in´am ve ihsan­da bulunmuş olduğuna dair hatırlatmanın olmadığını teyid etmekte­dir. Yani aslî yaratılış amacı eğlence olan hiçbir şey yaratmadığına gö­re, eğlencenin zikri yolu ile bize in´am ve ihsanda bulunmuş olduğunu ve buna karşılık da bizden minnet beklediğini ifade edecek bir husus olmayacaktır.

[337] Madem ki nazların ve nefsi ferahlatacak olan bu şeylerin zarurî olan esaslara hizmet ettiği düşüncesi olmaksızın dahi maksûd olduğunu kabul ediyorsunuz, hizmet niyeti bulundurulmadığı zaman bunlar ile mûsikî dinlemek, oyun ve eğlencede bulunmak arasında bir fark kal­mamaktadır, o zaman, onların da cevazını ve birinci kasıtla maksûd olduklarını kabul etmeniz gerekir.

[338] Nahl 16/6.

[339] Nahl 16/8.

[340] Nahl 16/67.

[341] Aksine, eğlence kapsamına, içki almaktan daha çok giren bir başka şey yoktur.

[342] Yani her ne kadar, kül olarak işlenmesi istenilen şeylerin zıddı olana hadim olduğu gibi, onlardan diğer bir kısmına da hadim olmaktadır. Meselâ ibadet ve hayır işler gibi. Çünkü bunlar bedeni zindeleştirir, nefsi gevşeklik, tenbellik doğuran her türlü zihnî yorgunluklardan, düşünce ve kederlerden uzaklaştırır. Böylece gerek ibadetlere ve ge­rekse diğer hayır işlere daha bir istekle yönelme imkânı verir.

[343] Daha önce geçti [1/129].

[344] Taberi, tefsirinde İbn Abbâs´tan nakletmiştir.

[345] Zümer 39/23.

[346] Yani eğer onların istedikleri eğlence, şer*an maksûd olan şeylerden ol­saydı, onların bu isteklerine olumlu cevap verilir ve arzuları yerine ge­tirilirdi. Sonra onlar bu taleplerinde ısrar edince onlara yine doğrudan bir şekilde cevap verilmemiş, bilakis Yûsuf sûresi dolayısıyla hem dinî bilgi ve tecrübeleri artırılmış hem de bu arada dolaylı olarak istekleri karşılanmıştır

[347] Bid´at, müellifin belirlediği anlamda, bizzat Sâri´ tarafından konulmamış olan ibadet şekilleriyle olur; ibadetlerin dışında başka sahada bid´atten söz edilmez. Hadiste geçen bid´ate bu mânâ verildiği zaman, burada söz konusu edilen şarkı gibi eğlence çeşitlerinin kastedilmiş olması mümkün olmaz.

[348] Bu ifade, oyun ve eğlenceyi de içine almaktadır. Vakıada da görüldüğü üzere, aşırı derecede kendilerini ibadete veren kimseler sonra bu halieri-ni sürdürememekteler ve kendilerini oyun ve eğlenceye kaptırmaktadır­lar.

[349] Keşfu´1-h.afâ, 2/210. Hadis, "Amellerin en hayırlısı orta yollu olanı­dır" hadisi gibi, amellerde itidalli olmayı öğütlemektedir.

[350] Yani bu âyetlerde sözü edilen ziynetlik, sayılan şeylerde aslî olarak göze­tilen, ısınma, binme, uzak yerlere yük taşıma, süt içme, çadır vb. yapı­mında kullanılan deri elde etme... vb. gibi menfaatlarm yanında tâbilik yoluyla zikredilmiş bir maksat olmaktadır. Bu tezi destekleyen hususlar­dan biri de, nimetlerin zikri mücmel ve mufassal olarak çeşitli yerlerde tekrar edildiği halde, güzellik ve ziynet oluşları, başka âyetlerde yani nimetlerin sayıldığı ve minnet beklendiği bildirilen âyetlerde geçmemiş­tir. Bunların başka yerlerde zikredilmemesi, onların o nimetlerden aslî olarak gözetilen maksatlara tâbilik yolu ile zikredilmiş olduğunu göste­rir. Tabiin hükmünü ise geçen meselede görmüştün.

[351] A´râf7/32.

[352] Daha önce geçti [1/131].

[353] Daha önce geçti [1/131], Nimetin eserinin kişi üzerinde görülmesi (ki bu şükür olur), nimete bâdim olan hususlardandır. Bu ve bir öncesinde ge­çen hadis daha önce cüz olarak mubah olan şeyin, kül olarak ele alındı­ğında mendup olmak üzere matlup olacağına dair şahit olarak kullanıl­mıştı. Öyleki bütün insanlar bunu terkedecek olsalar, bu yaptıkları mek­ruh olacaktır. Mubah bahsi ikinci meseleye bkz.

[354] Yûnus 10/59.

[355] Yani zarurî, hâcî gibi işlenmesi matlup olan birşeye hadim olan zindelik ve ferahlık vermesi gibi. Bu, işlenmesi matlup olan şeylere doğrudan destek vermemekte, dolaylı yönden hadim durumunda olmaktadır. An­cak terki matlup olan şeye doğrudan yardımcı olmaktadır. Birinci kısma gelince, meselâ yemek, içmek, at taliminde bulunmak gibi, bunlar talep edilen esaslardan birine doğrudan hadim bulunmaktadır. İşte bu yüzden bu iki kısmın hükmü birbirinden ayrıdır.

[356] Devamlılık olduğu ve böylece vakti öldürdüğü takdirde ise, hiçbir masla­hata hizmet etmiş olmaz. Aksine maslahatları ortadan kaldırmış olur. Bu yüzdendir ki, devamlılık üzere oyun oynamak yasaklanmıştır.

[357] Yani kül olarak terki talep edilen mubahın, işlenmesi matlup olabiliyor; kül olarak işlenmesi matlup olan mubahın da terki istenebiliyordu. (Ç)

[358] Yani, eğer mubahın kullanılması bir maslahatın ortadan kalkması sonu­cunu doğuracaksa o yasaklanır; aksi takdirde yasaklanmaz.

[359] Yani çeşitli meselelerle ilgili fer´î konular. "Amelî esaslar" dan maksat ise, pratik sonuçlan olan küllî kaideler demektir.

[360] Bu kısmı avf kapsamında olarak nitelemiştir. Birinci ciltte daha önce geç­tiği üzere "ma´fuvvun anh" (sükût, boşluk), beş teklifi hüküm dışında ayrı birşeydir ve mubah kapsamına dahil değildir.

[361] Çünkü Gazzâlî, konuyu şu esas üzerine oturtmuştur: Eğer mubahlar ko­nusunda bir sınır tanınmazsa, münkerât onların tabiatlarından doğar. Müellifin burada sözünü ettiği münkerât ise, arızîdir ve bizzat mubahla­rın tabiatı dışındadır.



[362] Müellif, mubah bahsinde onikinci meseleyi bu konuya açmış ve orada ye­terli tafsilatta bulunmuştu.

[363] (Hayvancılık yapılan yerlerde yollarda hayvan pislikleri de bulunur ve yağmur yağdığı zaman çamur olur.) Şimdi bu gibi yerlerden geçen kim­selere pislik bulaşması galip olan bir durumdur. Fakat asıl olan da eşyanın temiz olmasıdır. Şimdi böyle bir yoldan geçildiğinde galip olana itibarla pislik bulaşmıştır şüphesi (şekk) ile namaz kılmak caiz olur mu Namazın sıhhati ya da bâtıl olacağı ne üzerine bina edilecektir. İmam Mâlik, asla itibar ederken; İbn Habib de galip olana itibar etmiştir

[364] Tahkik sonucu biliyoruz ki, İmam´ın bu gibi şeyleri terketmesinin sebebi sonradan ortaya çıkan idrar tutamama haliydi. O bu halini insanlara söylemek istememişti. Çünkü bunda ilâhî kaza ve kadere karşı bir nevi sızlanma olduğunu düşünmüştü. Dolayısıyla onun bu gibi fiilleri terki, şu anda sözünü ettiğimiz sebep yüzünden değildi.

[365] Buhârî, îmân, 12, Fiten, 14 ; Ebû Dâvûd, Fiten, 4; İbn Mâce, Fiten, 13.

[366] Mubah bahsinin birinci ve ikinci meselelerine müracaat ettiğimizde ko­nu açıkîık kazanır ve mubahın kül olarak matlup olması, onun izin yö­nünden alınması noktasına tevakkuf etmez. Nitekim ibarenin zahirin­den anlaşılan da budur. Keza kül olarak matlup olan mubah, mutlaka iş­lenmesi istenilen birşeye hadim durumundadır. Bu halde bir fiile mubah denilmesi, mükellefin o fiildeki hazzı nokta-ı nazanndandır. Hazlar iki türlüdür: a) Talep altına giren kısım. Bu kısmı kul talep cihe­tinden elde edebilir ve bunun sonucunda haz kaçırılmış olmaz, b) İkinci­si, talep altına girmeyen musikî dinleme ve çeşitli oyunlar gibi hazlar. E´.mları elde etmesi ancak kendi ihtiyarı ve hazzı yönünden olur.

"O kül olarak matlup demektir" sözünden maksat tarif değildir. Ak­sine ondan murat şudur: Mubahın izin yönünden alınmasının sahih ola­bilmesi için, kül olarak matlup olan türden olması gerekir; ne zaman da bu şekilde alınacak olursa, hazdan ârî olur ve mubah olmaktan çıkarak tâat haline dönüşür.

[367] Çünkü matlup hale dönüşebilmesi için, matlup olana hizmet eder olması gerekiyordu. Halbuki burada matlup olanın zıddına hadim durumdadır. Keza, matlup hal alabilmesi için külli talep altına girmiş olması gerek­mektedir. Halbuki sözü edilen, kül olarak terki matlup olandır. Dolayı­sıyla kül olarak terki matlup olan mubahların izin cihetinden alınmala­rı ve bunun sonucunda hazdan ârî bir hale gelerek tâate dönnüşmeleri mümkün değildir.

[368] Mubah bahsinin dördüncü meselesinde.

[369] Yani onun tâate dönüşmesinin makûl olmayacağı ortaya çıkacaktır. Çünkü semâ kül olarak yasak olan şeylerdendir. Mükellef, onu Şâri´in kendisinden istemiş olması yönünden talep edemez; çünkü Sâri´ onu cüz´î olarak istememiştir ve bu açıktır; külli olarak da istememiştir; çün­kü kül olarak ele alındığında yasaklanmış olmaktadır. Bu halde onun tâat haline dönüşmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.

[370] Yani, musikînin dikkate alınması birinci kasıtla olmayıp, onun ihtiva et­miş olduğu hayır işleri yapmaya yardımcı olan rahatlama itibarıyladır. Bizzat musikînin kendisi ise, yardımcı olma şöyle dursun, ahkoyucu ma­hiyettedir.

[371] Yani dikkate alınacak olan birinci kasıt ile bir talep bulunmamaktadır. Şer´î bir talep olmaksızın tâatten bahsetmek ise mümkün değildir. Çün­kü tâat, Şâri´in emrine imtisal demektir. Burada ise emir (talep) yoktur.

[372] Daha önce geçmişti [2/264].

[373] Daha önce geçmişti [1/113].

[374] Ahmed, 2/358. 391, 525, 5/181.

[375] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/203-224

[376] Ruhsatın geldiği dördüncü anlam bu idi. Bu mânâya göre, kullar için mutlak anlamda genişlik getiren herşey ruhsattır. Azimet ise, Yüce Al­lah´ın "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" âyetinde işaret ettiği husustur. Demek ki esasta kullar, mülktür ve onla­rın ne bir hak ne de haz iddia etmeleri söz konusu değildir. Bilakis onla­ra düşen tek şey, tamamen kendilerini ALLAH´a kulluğa vermek ve bu ga­yeden alıkoyup, meşgul edecek her türlü şeyleri hatta mubahları dahi terk etmektir. Buna rağmen onlara bazı hazlar edinmeleri konusunda izin verilmesi, ruhsat ve genişlik olmaktadır.

[377] Bu, Ebû Mansûr el-Mâturîdî olmaktadır. O emir sîgası, talep içindir; ya­ni işlenmesinin terkine tercih edilmesidir demiştir. Bu görüşü Mîzân´da, Semerkant ulemâsına nisbet etmiştir. Bunlar nehiy konusunda da emir hakkında söylediklerini söylemişlerdir. Bu durumda nehyin mânâsı, el çekme talebidir yani, fiilin terkinin, işlenmesine tercih edilmesidir.

[378] Yani, hepsi de ya bir maslahatın temini ya da bir mefsedetin defi içindir.

[379] Yani mekruh haramlar için öncülük yapar, yer hazırlar ve haramın irti­kabını nefse kolaylaştırır. Aynen kılavuzun, arkadan gelenlere yolu ko­laylaştırdığı gibi, mekruh da harama giden yolu a. ar. Nefis, küçük mu­halefetlere alışa alışa büyüklerini işlemeye karşı cüret kazanır. Nitekim´ Buhârî hadisinde şöyle Duyurulmuştur; "ALLAH hırsıza lanet etsin; yu­murta çalar, eli kesilir; ip çalar eli kesilir" Yani küçük şeylerle başlar ve hırsızlığa devam eder; derken işi büyütür ve eli kesilir.

[380] Mutaffifîn 83/14.

[381] Tirmizî´nin rivayet edip sahih olduğunu söylediği hadis şöyledir:

"Kul, bîr hata işlediği zaman kalbinde bir leke oluşur. O bundan kaçınır, istiğfarda bulunur ve tevbe ederse, kalbinden o leke gider. Eğer tekrarlarsa kalbindeki o leke gittikçe büyür ve sonunda bütün kalbini kaplar. ALLAH Teâlâ´nm bahsettiği "pas tutma" işte budur" (Tefsir, Sûre, 83; İbn Mâce, Zühd, 29}

Yani kalplerinde pas tutmuş olan günahlar, onların küfür yüzün­den ebedî cehennemlik olmalarının sebebi olmuştur. Bunun her ne kadar konumuzla ilgisi yoksa da, anlaşılmasını kolaylaştırıcıdır. Küçük çaplı muhalefetlere alışmak, nefsi daha büyük muhalefete hazırlar. Her ne kadar âyet, küfre götüren haramdan söz etmekte olup harama götüren mekruhtan bahsetmemekte ise de konunun anlaşılmasına yardımcı ola­cak mahiyettedir. Hadislere gelince, onlar geçen iki değerlendirmeye tam delil olacak mahiyettedirler.

[382] Daha önce geçmişti [3/85].

[383] Ebû Dâvûd, Büyü, 3; Buhârî, îmân, 31; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14.

[384] Ahmed, 5/268, 6/256. Hadisin devamı şöyledir: "Kulum Bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder ve bunun sonucunda Ben onu severim. Ben onu sevince de, işittiği kulağı... olurum"

[385] Câsiye 45/13.

[386] İbrahim 14/32-34.

[387] Zâriyât 51/56.

[388] Emreden ya da nehyedene muhalefet açısından deseydi daha uygun olurdu.

[389] Buhârî, Deavât, 3 ; Müslim, Zikr, 42.

[390] Müslim, Zikr, 41 ; Ebû Dâvûd, Vitr, 26.

[391] Nûr 24/31.

[392] Vakıa 56/89. Sâbikînden olan mukarrabînden bulunan kimseler hakkın­da bunca özellik sayıldığı halde ashâbu´l-yemîn için sadece azaptan emin olacaklarının bildirilmesi, hepsi de amel defterleri sağ tarafından veri­lenler ve cennetlik olmalarına rağmen aralarında kemâl farkı olduğunu gösterir.

[393] Tirmizî hadisi şöyledir: "Ölen hiçbir kimse yoktur ki, pişmanlık duyma­sın: Eğer iyi bir kimse ise, daha fazla iyilik yapmış olmadığı için pişman olacaktır. Eğer kötü biri ise, kötülükleri bırakıp iyi bir insan olmadığı için üzülecektir" (Tirmizî, Zühd, 59) Hadisin müellifin sözlerine vurul­ması durumunda farklılık olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü hadis, her­kesin Ölümü anında söz konusu olan pişmanlıktan bahsetmektedir. Bu pişmanlığın herkes için ve aynı anda kıyamet günü olacağını ifade için bir başka delile ihtiyaç vardır. Belki de müellif, bir başka hadise atıfta bulunuyor olabilir. Buna rağmen bu Tirmizî hadisi müellifin meramını desteklemeye yeterlidir.

[394] Bakara 2/253.

[395] İsrâ 17/55.

[396] Buhârî, Menâkibul-Ensâr, 7 ; Müslim, Fedâil, 10.

[397] Yani, ebrâr sınıfından olan kimselerin iyilik diye niteledikleri ve yaptık­ları şeyler, daha üst mertebede olan mukarrabîn zümresi için seyyiât ya­ni günah ve ayıp menzilesindedir. (Ç)

[398] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/224-230

[399] ALLAH haklara ihtiyaç göstermekten münezzehtir. Her iki kısımdan olan haklar sonuç itibarıyla kulların maslahatlarının temini ya da mefsedet-lerin defi noktasına çıkar. Hakların ALLAH hakkı ya da kul hakkı diye ayırımı ıskatı yani düşürülme imkânının olup olmaması açısındandır. Eğer kul tarafından düşürülebiliyorsa o hakka kul hakkı, düşürülemi-yorsa o hakka da ALLAH hakkı denilmektedir. Karma nitelikli olup iki ta­raftan biri diğerine galebe çalan haklar da vardır. Bununla birlikte her kul hakkı, o hakkın kendisine ulaştırılmasını temin eden ALLAH´ın emri açısından, ALLAH hakkı da içermektedir. (Ç)

[400] ALLAH hakkı yanında kul hakkı esastan dikkate alınmaz; hatta kulun bir hakkı olması aslında düşünülemez. Dolayısıyla ALLAH hakkı ile ilgili olan emirlerin, kul hakkı ile ilgili olan emirlerle tearuzundan bahsetmek diye bir mesele ortaya çıkmaz. Çünkü biri ruhsat, diğeri ise azimet kabul edi­lir ve aralarında bir tearuz söz konusu olmaz.

[401] Âl-i İmrân 3/97.

[402] Yani haccın şartlarının kendisi hakkında tahakkuk edip etmediği konu­sunda bakar ve onların ya da bir kısmının mevcut olmadığını görürse, talebin kendisi hakkında kesinlik kazanmadığını anlamış olur. Ancak talep kendisine de yönelik olmada devam eder. Çünkü şartlar tahakkuk etmemesine rağmen hac için yola çıkar da eda etmeye güç yetirebilecek olursa, bu hac sahih olmakta ve tâat olarak kabul edilmektedir. Birşeyin tâat olabilmesi için o konuda aslî talebin bulunmasi gerekir. Bu, talebin kendisine yönelik olarak devam ettiğine delil olmaktadır. Bu durumda şartları tahakkuk etmeyen haccı yapmaması halinde günahkâr olmama­sı geniş anlamda ruhsat olmaktadır. Çünkü vücûp hükmü için sebep tam olarak bulunmamıştır.

[403] Sebeb bahsinin yedinci meselesinde. Bu hâl erbabı olup, hakikatte se­beplerin de müsebbeplerin de ALLAH´ın elinde olduğuna inanan ve mutlak olarak sebeplerin bir etkisi bulunmadığına itikat eden kimselere ait bir hareket şekli idi

[404] Sebebler bahsinin ikinci meselesinde "Biz senden rızık istemiyoruz" dan maksadın, esbaba tevessül anlamına yönelik olmadığı, bilakis bizzat kendisi hakkında esbaba tevessül edilen rızka olduğu açıklanmıştı. Eğer maksat, esbaba tevessül olsaydı, o zaman mükelleften herhangi bir şe­kilde rızık aramak için uğraşı vermesi, hatta ağzına lokma koymak ya da tahıl ekmek suretiyle de olsa istenmezdi. Ancak bu İttifakla bâtıldır. Müellifin "Bu açıktır..." demesi üzerinde de tartışılabilir. Çünkü, daha önce rızkın garanti edilmesinin esbaba tevessülle bir ilgisi yoktur dedik­ten sonra bu iki âyette tearuz nerede Tercih nerede

[405] Zâriyât 51/56.

[406] Tâhâ 20/132.

[407] Yani, rızık için konulmuş bulunan esbaba tevessül etmeksizin. Ancak bu sonuç nerede âyetler nerede Ayetlerde, zımnen de olsa esbaba tevessülü terketmemizi gerektiren en ufak bir işaret yoktur. Ki bunun sonucunda rızık, mücerred ibadetlerle meşgul olma sonucunda gelir sonucuna vara­lım. Vakıa ve şer´î delillerin gösterdiği sonuç şudur: İbadetler bir tarafa, iman ile dahi nzık arasında bir bağlantı yoktur. Belki bazen durum tam tersi de olabilir ve gayrimüslimler için daha bol rızık verilebilir. Nitekim buna Hz. Ömer hadisi de delâlet eder. O, Hz. Peygamber´e (s.a.): "ALLAH´a dua et de, ümmetine bolluk versin" dediğinde Hz. Peygamber (s.a.) : "Ya Ömer, yoksa sen şüphe içerisinde misin Onlar, iyilikleri dün­yada iken kendilerine peşin olarakauerilen kimselerdir" şeklinde cevap vermiştir, (bkz. Buhârî, Nikâh, 83) ALLAH, kendisine karşı gelmekten sa­kınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir. ALLAH´a güvenen kimseye O yeter" âyetinde ise, şart "beklemediği yer" ifadesi üzerine bağlanmıştır.

[408] Yûnus 10/107.

[409] En´âm 6/17. Yani ALLAH Teâlâ´nın senin hakkında dilediği her hangi bir hayır ya da zararı defetmek hiçbir kimse için mümkün değildir. O´na hiç­bir kimse galebe çalamaz. Bu son derece açıktır. Ancak biz esbâb olarak konulan şeylere yapışmakla mükellef kılınmışızdır. Her ne kadar, bu fii­limizin rızık konusunda bir etkisi yoksa da, biz bununla memur olunmu­şuz.

[410] Talâk 65/3. Evet "Önce deveni sağlam bağla sonra tevekkül et" (Tirmizî, Kıyamet, 60); "Eğer siz gerçek anlamda ALLAH´a tevekkül etseydiniz, Al­lah sizi kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; onlar aç çıkarlar; tok olarak dönerler" {Tirmizî, Zühd, 33) buyurulur. Gerçek anlamda tevek­kül edenlerin kendisine benzetiîdiği kuş, esbaba tevessül eder, sağa sola gider, rızkını arar. Tevekkül ile, sebeplerin haddizatında herhangi bir et­kileri olmadığına itikat etmek arasında bir bağdaşmazlık yoktur. ALLAH Teâlâ, hem sebeplerin hem de müsebbeplerin birlikte yaratıcısıdır.

[411] Tirmizî, Kıyamet, 59 ; Ahmed, 1/293, 303.

[412] Sebeplere dayanmayı terketmek, sebepleri terketmek mânâsına gelmez. Çünkü mü´mine göre sebeplere dayanmanın mânâsı, sebeplere eğer ol­mazlarsa ALLAH Teâlâ müsebbebi yaratmaz gözüyle bakmaktır. Bu mânâda sebeplere dayanmamak, emre imtisalen onları işlemeye ters düşmez.

[413] Buhârî, Kader, 12 ; Deavât, 17 ; Müslim, Salât, 194.

[414] bkz. Tecrid, 4/520.

[415] Yani, onu Öidürme için yeterli güç ve kudretin bulunsa bile, kaderi değiş­tiremezsin, demektir.

[416] Buhârî, Nikâh, 8 ; Nesâî, Nikâh, 4.

[417] Buhârî, Nikâh, 53 ; Kader, 4.

[418] Buhârî, Kader, 4.

[419] Buhârî, Kader, 8 , Ahkâm, 42.

[420] Buhârî, Kader, 9 ; Müslim, Kader, 20.

[421] Buhârî, Teheccüd, 6.

[422] Tevbe 9/51.

[423] Ahzâb 33/48.

[424] Ahzâb 33/39.

[425] Ahzâb 33/38.

[426] Hûd 1756.

[427] Tâhâ 20/45-46.

[428] Müellifin burada kullandığı deliller üzerinde tartışılabilir. Şöyle ki: Hz. Peygamber´in (s.a.) ayaklan şişinceye kadar kıyamda durmasının müel­lifin tezine delil olabilmesi için, bu yaptığının kendisinden kesin olarak istenilen miktardan fazla olduğunun sabit olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber´e (s.a.) hususi olmak üzere: "Ey örtünüp bürünen Muham­medi Birazı müstesna gece kalk ue kıyamda dur" (73/1-2) emri vardır. "Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların affolunmuş tur. Kendini niçin bu kadar yoruyorsun " diyenlere karşı cevap olarak "Ben Rabbime şük­reden bir kul olmayayım mı " buyurması, şükrün emre uyma yoluyla oi-masma münafi değildir. Kavminden korkmasına rağmen peygamberlik görevini tebliğ etmesine gelince, bu onun kesin görevi olmakta ve bu ko­nuda kendisine şöyle buyurulinaktadır: "Kalk da uyar. Rabbini yücelt... Rabbin için sabret" (74/1-7) ; "Emrolunduğun şeyi açıkla" (18/94) Bu ke­sin emir, kendisinin destekleneceği garantisi ile birlikte verilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Puta tapanlara aldırış etme. ALLAH´la beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı Biz sana kâfiyiz" (15/95} ; "ALLAH kuluna yetmez mi Ey Muhammedi Seni O´ndan başka şeylerle korkutuyorlar... ALLAH, güçlü olan, öç alabilen değil midir " (39/36) İş, tebliğ safhasına, ancak ALLAH Teâlâ tarafından güven altına alındıktan sonra ulaşmıştır; ALLAH yüce kudretini ona göstermiş, yeri ve gökleri dolduran askerlerine onu muttali kılmış, askerlerinden, daha Ön­ce gerçek şeklinde görmüş oiduğu Cibril gibi sadece birinin bütün yeryü­zünü ve orada bulunanları bir anda silip süpürebileceğini göstermiş, böy­lece ona tam bir gönül rahatlığı ve teminat vermiş ve ondan sonra kesin tebliğ emri gelmiştir. Daha önce müellif, esbaba tevessülün bilinen se­beplere münhasır olmadığını söylemiş ve Hz. Peygamber´in (s.a.) evde yi­yecek bulamadığı zaman ailesine namaz kılmalarını emrettiğini bildir­mişti. Çünkü Yüce ALLAH: "Ehline namaz kılmalarını emret ve kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, Sana rızkı veren Biziz" (20/132) buyurmaktaydı. Bu tavır, Hz. Peygamber´e (s.a.) has keramet­lerden biri olmak üzere nzık için hususî bir sebeptir. Müellifin oradaki bu kabil sözleri, birinci delil hakkındaki bizim görüşümüzü destekler. Âyet müellifin muradı olan konuya delil olarak kullanılabilecek şekilde genel olarak alınamaz; kaldı ki konumuza delil olsun. Müellif, korkusu­nun bulunmasına ve şartların ya da sebeplerin tam olarak mevcut olma­masına rağmen peygamberlik görevini tebliğ etti, demiştir. Bunun yeri­ne meselâ şöyle deseydi: Hz. Peygamber (s.a.), peygamberliğini tebliği konusunda kendisinden istenilenden fazla gayret gösterdi, o kavminin iman etmesine ve davetin yerini bulmasına karşı son derece arzu gösteri­yordu. Bunun için takat ve gücünün üstünde çalışırdı. Onların imâna koşmamaları ve davetine icabet etmemeleri sebebiyle son derece elem duyardı. Hatta Öyle ki bunun sonucunda duyduğu üzüntüyü hafifletmeye yönelik âyetler indi: "Ey Muhammedi İnanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin" (26/3) ; "Peygamberin görevi sade­ce tebliğ etmektir" (5/99) ...vb. Rasûlullah (s.a.) davetle ilgili emrin aslını normalin üstünde ciddiye almış ve diğer şeylerden tamamen yüz çevirmiş­tir... Müellif, eğer böyle deseydi, işte o zaman bu tezine delil olabilecekti. "ALLAH´tan başka hiçbir kimseden korkmazlar" âyeti de bizim dediklerimi­zi teyid eder. Çünkü ALLAH´tan başkasından korkmamaları, ancak gördük­leri, huzur ve sükûn buldukları ilahî teyide mazhar olduktan sonra ve bu konuda kendilerine vaadde bulunulması sebebiyle olmuştur. Dikkat edile­cek olursa Musa (s.a.), ilk kez Firavun´a karşı tebliğle emrolunduğu za­man, Önce kendisinden daha fasih konuşan kardeşi Harun ile teyidini is­temiş ve kendisinin öldürdüğü kıptiye karşılık kısas yoluyla öldürülebiie-ceğini belirtmiştir. Kendisine yardımcı olarak Harun (s.a.) da görevlendi­rilince bu kez her ikisi birden: "Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkarız´ demişlerdir" (20/45) "Korkma­yın! Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm" (20/46) teyid-i ilâhîsini işi­tince, emrolundukları görevi yerine getirmek için Firavun´un askerlerin­den ve onun dehşetinden korkmadan ileri atılmışlardır. Hûd´un (s.a.) "Hepiniz bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de si­zin de Rabbiniz olan ALLAH´a güvenirim..." (11/67) demesi, kendisinin ilâhî teyide mazhar olduğunu bilen bir memur olduğunu gösteren en açık bir delildir. Dolayısıyla o da konumuza deli] olacak türden değildir. Eğer öyie olmasaydı o zaman onun yaptığı gerekçesiz kendi kendini tehlikeye atmak olurdu ve ALLAH Teâîâ´nm bütün kavmini ona karşı tuzak kurmaya çağırmasının eğer sonunda kesin olarak onu bozmak olmasaydı kav­minin hidayetine bir faydası olmazdı. İbn Ümmü Mektûm ve Cenda´ b. Damr

[429] Bakara 2/195. Burada şöyle denilebilir: Bu âyet, nefsi helake götürecek davranışlarda bulunmayın şeklinde anlaşıldığı zaman burada delil ola­maz; çünkü nefsin korunması kul haklarından değil, ALLAH haklarından olmaktadır. Nitekim daha önce de müellif, nefsin korunmasının ALLAH haklarından olduğunu söylemişti.

[430] Bakara 2/197.

[431] Enfâl 8/60. Bu âyet de sonuç itibarıyla cihadla ilgili olduğundan ALLAH haklarıyla ilgili bir konu hakkında olmaktadır, denilebilir.

[432] Görüldüğü gibi delil, hatâbîdir; ikna edici değildir.

[433] Gerçekten de öyle. Ancak konunun haklar meselesi üzerine bina edilme­si ve dipnotta da belirttiğimiz gibi delillerin su götürür bir şekilde serde-diimesi, onun değerini azaltmıştır.

[434] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/230-239

[435] Çünkü böyle birşey vuku itibarıyla takat üstü yükümlülğe götürür. Böy­le birşeyin olmadığı da üzerinde ittifak edilen bir husustur.

[436] Meselâ bir kimsenin ihtikâr (karaborsacılık) için erzak satınalması gibi. Aslında satmalına fiili, caizdir; çünkü geçim için gereklidir. Ancak bu iş, halkın sıkıntı çekmesine sebep olur. İhtikâr, böyle bir sonuca ne­den oluyorsa yasaktır. Nitekim İmam Mâlik, Hz. Ömer´den: "Bizim pa­zarımızda karaborsacılık yoktur" sözünü rivayet etmiştir.

[437] Bu durumda kimi kaideyi her yerde işleterek aslı da meneder; İmam Mâlik gibi. Kimi de, bazı yerlere tahsis eder; bu durumda bu, menedil­mesi gereken kısımdan olabilir de olmayabilir de.

[438] Bu ifade, sedd-i zerâi´ kaidesinin amel ettirilmesi esasına mebnîdir.

[439] Yani sedd-i zerâi´ kaidesinin genel anlamda üzerinde ittifak edilen bir konu olduğu ve görüş ayrılıklarının tafsilatında olduğu belirtilmişti.

[440] Meseleyi şöyle açabiliriz: Bir fiil üzerine iki açıdan emir ve nehiy teret­tüp edecek olsa, bu durumda: a) Aslı ve zatı itibarıyla ele alınması ve so­nucuna bakılmaması, b) Sonucuna ve yardımlaşma esasına bakılması gi­bi iki bakış açısı karşımıza çıkacaktır.

Fiilin aslı zarûriyyât ya da hâciyyâttan olsa bu durumda: a) Ya emir fiilin aslına, nehiy de ortaya çıkacak sonucuna yönelik olacaktır, b) Ya da bunun tersi olacaktır.

Eğer birinci ihtimal söz konusu ise bu konuda görüş ayrılıkları var­dır:

1. Asıl dikkate alınır ve sonucuna´bakılmaz. Çünkü bidüziyelik ve munzabithk gösteren asıldır.

2. Yardımlaşma ve fiilin sebep olacağı sonuç esas alınır. Çünkü as­im´ dikkate alınması ve sonucun dikkate alınmaması, yasak olan sonuç­lara götürür. Keza bu hiyel yollarının açılmasına sebep olur. Çünkü hi­yel, birşeyin sûretâ da olsa helâllik şartlarını tam olarak bulundurması, sebebiyet vereceği şeriat tarafından yasaklanmış olan mefsedetlere aldı­rış edilmemesi esasına dayanır. Örtülü riba satışlarında olduğu gibi. Bunlar zahirde helâl gibi gözükür; fakat sonuç itibarıyla ribaya götürür.

3. Tafsile ihtiyaç vardır: Eğer yasak olan yardımlaşma yönü gâlipse, asla itibar olunur. Çünkü bu durumda asla itibar edilmeyecek olursa, o zaman hakkında izin verilmiş olan asıl ile ki o ya bir zarurîdir ya da hâcîdir amel bâtıl olmuş olur. Bu da takat üstü yüküm­lülüğe ya da güçlüğe sebep olur. (Onbeşinci meselenin birinci faslında ge­çen bilgiler bu konuya yardımcı olacak mahiyettedir. Oraya bakılmalı.) Eğer galip değilse o zaman konu ictihad mahallidir.

Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise yani nehiy asla, talep yardımlaş­maya yönelik ise, hüküm nehyin ilgâsına neden olmasın diye asla ait olan nehye itibar doğrultusunda olacaktır. Şer´an yasak olan birşeyle matlup olan birşeye tevessül etmek zayıftır ve istihsânî bir durumdur. Bu yardımlaşma yönü olmaktadır. Müellifin zikrettiği yoksullara yardım için çalmak, soygun yapmak... gibi. Bu bâtıldır. Nehyin dikkate alınma­sı, kamu maslahatının, özel maslahatla karşı karşıya gelmemesi halin­dedir. Böyle bir durumda ise kamu maslahatı takdim olunur. Yiyecek ge­tiren kervanın pazara inmeden karşılanması örneğinde olduğu gibi. As­lında karşılama kişinin ailesinin nafakasını temin etmesi için zarurî ya da hâcî olan bir fiildir. Nafaka temini için çalışmamak ve ihmalde bulun­mak yasaklanmıştır. Ancak bu fiile müsade edilmesi halinde kamu zarar görmektedir. Zira böyle bir fiile imkân verilmediği takdirde şehir halkı, fiyatların yükselmesine sebep olan aracılar araya girmeden doğrudan pazara gelen yiyeceklerden ihtiyaçlarına göre satmalabileceklerdir. Şu halde bu toplum menfaatini amaçlayan bir yasak olmaktadır ve burada kamu yararı öne alınmıştır. Bunun bir başka benzeri de şehirlinin köylü adına simsarlık yapmasıdır. Bu da şehir halkı için zararlı sonuç doğura­cak bir fiildir. Şehir halkının çıkarları göz önünde bulundurularak aslın­da köylü ve şehirli için zarurî ya da hâcî esaslar içerisine girebilecek olan bu fiil yasaklanmıştır. Zanaatkarların tazminle yükümlü tutulması meselesi de böyledir. Zanaatkarlar, aslında kendilerine sipariş verilen insanlara ait inallar konusunda vekil ve emanetçi gibi tazmin sorumlu­luğu olmaması gereken (emin) bir kimsedir. Onların tazminle sorumlu tutulması aslında yasaktır; haklarının korunması bunu gerektirir. An­cak yardımlaşma konusu ile ilgili talep yönü dikkate alınmış ve kamu maslahatı takdim edilerek onlar tazmin sorumluluğu ile yükümlü tutul­muşlardır. Hz. Ebû Bekir´in meselesi de aynıdır: Ailesinin nafakasını te­min için çalışması zarurî veya hâcîdir; bunu terki ise yasaktır. Ancak asıl olan yasağa itibar edilmesi halinde müslümanların genel menfaati zarar görmektedir. Dolayısıyla asıl olan yasak tarafı ilga edilmiş; yar­dımlaşma ve sonuca itibar yönü esas alınmıştır ki, bu da zarurî ya da hâcî mesabesinde olan kamu yarandır.

Toplum menfaati için özel şahıslar aleyhinde hükümde bulunma bahsi geniş bir konudur. İstimlâk konusu da bunun altına girer. Bir di­ğer Örnek de Muâviye zamanında Uhud şehidlerinin mezarlarının, Uhud yanından geçirilecek su yolu sebebiyle başka yere nakledümesidir. Bu sahabenin huzurunda olmuş ve hiçbir kimse buna karşı çıkmamıştır. Tıbbî faydalar mülahazasıyla ölünün otopsi yapılması da bu kabilden olabilir.

[441] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/239-243
   

burcu113
Thu 9 October 2014, 02:32 pm GMT +0200
Dünya çabaladığımız kadarını  öbür dünya yada çabalarsak bizim için daha iyi olacağını biliyorum   sizde bunu bana fark ettirdiğiniz için teşekkür ederim

Rukiye Çekici
Tue 21 October 2014, 01:34 pm GMT +0200
Aleyküm Selam hocam bunu yazana teşekkür ederim

Rukiye Çekici
Tue 21 October 2014, 01:50 pm GMT +0200
Aleyküm Selam bu yazı için teşekkürler