saniyenur
Sat 28 May 2011, 10:45 am GMT +0200
el-CÜBBAİ'NİN BU KONUDAKİ ŞÜPHELERİ
Haber-i vâhidle amel konusunda el-Cübbâî'nin üç şüphesi vardır:
1) "Teabbüdî konularda haber-i vâhidle amel etmek, râvinin yalan söylemesi hâlinde helâli haram, haramı da helâlleştirmeye yol açar. Zira haber-i vâhid, râvinin doğruluğunda kat'iyyet ifade etmez. Bu ise her ne kadar uzak bir ihtimal de olsa, onda yalancılık olabileceğini gösterir. Bunun gerçekleştiğini farzedelim; eğer haber, haram olan bir şeyin helâl olduğunu belirtiyorsa, bu durumda haramın helâlleştirilmesi sözkonusu olacaktır. Tersini düşünecek olsak; o zaman da bir helâl, haram yapılmış olacaktır. Böyle bir şeyin olması imkânsızdır. Dolayısıyla, bu neticeye götüren şey de imkânsız olacak-
tır.[534]
el-Cübbâî'nin (330/941) ileri sürdüğü bu şüpheye, şu şekilde cevap vermek mümkündür: Herşeyden önce, Cemu'l-Cevâmî adlı eserde de nakledildiği gibi müfti ve şâhidierin beyânına dayanarak, teabbüdî konularda amel etmenin cevazına dair icmâ vardır. [535] Müfti ve şâhidierin de yalan söyleme ihtimali olduğu için sözkonusu icmâ, yukarıdaki itirazı yok eder. Bu yalanın tahakkuk ettiği farzedi-lecek olursa el-Cübbâî'nin, burada da aynı görüşü ileri sürmesi gerekir. Fakat o, bu konuda böyle düşünmemektedir.
Diğer taraftan bir müçtehid, âdil bir râviden işittiği habere içti-had eder, râvinin âdil, haberinin doğru olduğuna kanaat getirirse; o takdirde, bu görüşü tasvip edenlere göre haberin içerdiği hüküm, Allah'ın kendisiyle mükellef tuttuğu hükümdür. Onlara göre bu müçte-hidin içtihadına muhalif düşen bir hükmün olabileceğinden bahsedilemez. Dolayısıyla bu gibi durumlarda, helâli haram, haramı helâl etmek gibi bir şey sözkonusu değildir.
Ancak böyle düşünmeyenlere göre bir helâlin veya haramın değiştirilmesi sözkonusudur. Şu kadar var ki biz, zann-ı galib ve içti-haddan neş'et ettiği için böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söylemiyoruz. Ama mevcut olan hükmün, icmâ ile zaten onun üzerinden düşmüş olacağını söylüyoruz.
Meselâ, nasıl ki mükellef olan birisi, eşi zannederek yabancı bir hamınla birleşse, bu takdirde üzerinde haramlık terettüb etmez. Aynı şekilde temiz zan ile necis bir suyla abdest alınsa, abdest sahih olur. Yine bir kimse kıbleye yöneldiği zannıyla, başka bir yöne doğru namaza dursa, namaz sahih olur. Buna, bilinen türden daha pek çok misal verilebilir.
2) Onun bir diğer şüphesi de şudur: "Aynı seviyede iki âdil râvi, birbirine zıt iki rivayette bulundukları takdirde bu haberlerle amel etmek, iki zıt şeyi birleştirmek olur. İki zıddın biraraya gelmesi ise muhaldir. Dolayısıyla, bu neticeyi doğuran şey de muhal olur."[536]
el-Cübbâî'nin bu şüphesine şu cevaplar verilebilir:
a) Daha evvel zikrettiğimiz, müfti ve iki şahidin beyânları ile amelin meşru olduğuna dâir icmâ, bunu da çürütür.
b) Burada iki zıt şeyin birleştirilmesi diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü müçtehid, aralarındaki çelişkiden dolayı, bu haberlerden herhangi biriyle amel etmeyip birisini tercih etmesine yardımcı olacak bir delil ortaya çıkıncaya kadar beklemekle mükelleftir.
3) el-Cübbâî'nin bir başka şüphesi de şudur: "Eğer fürûa ait meselelerde, haber-i vâhidle amel etmek caiz olsaydı, aynı şekilde iti-kad, Kur'ân'ın nakli ve mucize göstermeksizin peygamberlik iddiasını kabulde de amel etmek caiz olurdu. Halbuki bu, bâtıldır."[537]
Bu şüphenin cevabı da şudur:
Önce âdet davranışa ait konulardaki haberlerle, itikad v.b. konulardaki haberler arasında görülen bariz farktan dolayı, el-Cübbâî'nin olmasını düşündüğü gereklilik sözkonusu değildir. Çünkü itikadî konularda hata etmek, kâfir olmayı ve sapıklığı doğuracağından, bu konulardaki haberlerde aranan, onun ilim (kesin bilgi) ifade etmesidir. Haber-i vâhid ise kat'î ilim ifade etmez.
Kur'ân'a gelince; onun hıfzını ve naklini gerektiren pek çok sebep mevcuttur. Yalnızca bir kişi naklettiği zaman, yalan söyleyip söylemediği kesinlikle anlaşılır; yalan yolu kesilir.
Mucizesiz peygamberlik iddiası ise muhaldir. İtikad ve peygamberlere ittibâ konularının dışında, her meselede, delilin kat'î olmasını aramak, son derece güç bir iştir; âdeta imkânsızdır.
Bir de şu var: Haber-i vâhidle fürûa ait konularda amel etmek, mutlaka itikad v.b. konularda da onunla amel etmeyi gerektirmez. Çünkü bu meselelerde haber-i vâhidle amel edilmeyeceği, aklî değil, şer'î bir gerçektir. Şer'an imkânsız olması, aklen de imkânsız olmasını gerektirmez. Halbuki bizim üzerinde durduğumuz konu, bunun aklen de imkânsız olup olmadığıdır.
Râfîzî ve Zahirîlerin dışında, haber-i vâhidle itikadî konularda amel etmenin aklen caiz olduğunu söyleyenler, bunun şer'an da mümkün olduğunu belirtiyorlar. Buna dair de pek çok delil zikrediyorlar. Biz, sadece en önemlilerinden birkaçını kaydetmek istiyoruz.
1. Delil: Râvisi âdil olan bir haber-i vâhid, içerdiği hükmün Allah'ın hükmü olduğu konusunda, zann-ı galib ifade eder. Böyle bir durumda da aynen Kur'ân'm zahiri gibi kendisiyle amel etmek vâcib olur.
Haber-i vahidin zann-ı galib ifade ettiğini, sünnetin hücciyyetini ele alırken delilleriyle birlikte nazara vermiştik. Orada zikrettiğimiz kesin deliller ortaya koydu ki; sünnetin kat'iyyetini gerektiren şeyler, onunla amel etmenin de vâcib olmasını gerektirir. Bu ise amel edilen hükmün, hiç şüphesiz Allah'ın hükmü olmasını gerektirir. Çünkü ittifaken yalnız Allah'ın hükmüyle amel etmek vâcibdir. Nitekim, bir şeyin vâcib olmasını gerektiren şey de vâcibdir. Buna göre sünnetin kat'iyyeti bir zorunluluktur. Öyleyse içerdiği hükümlerin, Allah'ın hükmü olması da bir zorunluluktur. Aynı şekilde (unutmamak lâzım ki); gereği ileri sürülen şeyin kesinliği, onu gerektiren şeyin de kesinliğini ifade ettiği gibi gereğine inanılan şeyin zannîliği, onu gerektiren şeyin de zannîliğini ifade eder. Bu itibarla, râvüeri âdil olan bir haber-i vâhid, içerdiği sünnetin zannîliğini ifade eder. Bu ise o haberin de zannî olması demektir. Sonuç olarak böyle bir haberin (sünnetin) içerdiği hüküm, Allah'ın hükmü olmaktadır.
Sadece Müseİlemetü's-Sübûf da yer verilen bu delili, kitabın şârihi izah etmiş, bu arada, müellife yer yer itirazda bulunarak şöyle demiştir: "Eğer mutlak olarak, delilin zan ifade etmesinden hareketle, bunun o delille amelin vücûbiyetini gerektireceği şeklindeki kanaate katılmıyoruz. Buradaki zanntlik, Kur'ân'ın zahirinde olduğu gibi kat'î bir metinden kaynaklanmaktadır, dersen, derim ki: Bunu birbirinden ayırmak bir zorlama olur. Zira metnin zannî oluşu, ancak tesbit edilen hükmün Allah'ın hükmü olduğu konusunda zan meydana getirir. Nitekim Kur'ân'ın zahirinde de durum böyledir. Eğer bu zanntlik, Kur'ân'da vucûbiyet ifade ediyorsa, aynı şekilde hadislerde de vucûbiyet ifade eder."[538]
Buna göre biz de deriz ki: Bir kimse, hüküm istinbat ederken sünnetin getirdiği şer'î mânâ ve Kur'ân'la ilgili açıklamaları terk e-derek sadece Kur'ân'la netice almaya kalkışırsa; bu durumda, takib ettiği metodu ve Kur'ân'ı, sırf Arap dil kaidelerine dayanarak yorumlamanın zannîliğinden kurtulamayacaktır. Zira Kur'ân lafızlarının, Şâri'in ıstılahlaştırdığı anlamda değil de mücerred luğavî mânâlarında kullandığını farzetsek bile, Arapların, lafızları mânâlandırırken gözönünde bulundurdukları şartlar olmadan o lafızlar, luğavî anlamlarına delâlet edemeyeceklerdir. Çünkü bu şartların, o mânâlara delâlet etmeleri, mücerred aklî bir hadise değildir. Bunları, insan doğuştan bilemediği gibi sadece akılla da kestiremez. Bunlar, ancak başka birilerinin haber vermesiyle öğrenilebilir. Lafızların taşıdıkları mânâların pek çoğu, bize sözlü veya yazılı, âhad yolla ulaşmıştır. Son asırlarda, meşhur veya mütevâtir olan mânâların ekseriyeti, ilk çıkışlarında âhad olup, nakilleri el-Esmâî ve Ebû Ubeyde gibi şahıslara dayanmaktadır. Onlar, çoğu zaman bu mânâları, yalan, uydurma ve fıskla meşhur olmuş, Ömer b. Ebî Râbia, Beşşâr ve Ebû Nuvas gibi kimselerin şiirlerinden almışlardır.
Hülâsa; Kur'ân, her ne kadar lafzı itibariyle kat'î olsa da sünnetin yardımı olmadan mânâlarını anlamak, lafızların luğavî anlamlarının tesbitindeki metodun zannîliğine dayanır. Bu zannîlik, -bunun zannî olduğunu kabul edersek- Allah Teâlâ'nın murâd ettiği mânâları ve kullarına ihsan ettiği Kur'ân'ı açıklayan sünnetin zannîliğinden daha zayıftır. Çünkü sünneti, masum olan peygamberine, bizzat Allah indirmiş ve dinlerine dört elle sarılan, ihlâs sahibi, muttakî, güvenilir insanlar da onu nakledegelmişlerdir.
Allah kendilerinden razı olsun, Sahâbe-i Kiram, (r.h) İmam Zührî, Mâlik, Şafiî, Ahmed, Buharı ve Müslim gibi zevat ile haklarında söylenmedik söz bırakılmayan Halef el-Ahmar gibi lügatçı-ları kıyas etmek mümkün müdür? Bunun gibi yalan dolanla meşhur olmuş pek çok dilci vardır. Onların dil konusundaki çabalarının tek gayesi, dünya şöhreti ve sultanlara yaltaklanıp onlara yaklaşabilme arzusudur. Nitekim onlardan herhangi birini, lafızları kendi arzusuna göre yorumlayıp iddiasını kuvvetlendirmek için bir beyit uydurarak onu Imriu'1-Kays ve benzeri şâirlere isnad etmekten alıkoyacak dinî edebleri ve Allah korkulan mevcut değildi. Bu nedenle, lafızların luğavî anlamlarında pek çok uydurma ve çelişki meydana gelmiştir.
Evet, dinlerine ihîâsla yapışıp Allah'ın rızasını kazanmak isteyen o ilk devirdeki muttakî âlimlerle bu gibilerini kıyaslamak, asla mümkün değildir.
Şayet bu iki grubun arasında bir mukayese yapmak ve bu iki yoldan hangisinin daha üstün olduğunu ortaya koymak doğru olsa; hiç şüphesiz, hadisçilerin metodu daha hayırlı, zannî (kesine yakın) ilmi gerektirmesi bakımından daha kuvvetli, gönüllerin yatışması bakımından daha uygun ve netice itibariyle de daha güvenilirdir.
Diğer yandan, eğer mutlaka Araplardan nakledilenlere itimad etmemiz gerekiyorsa; Allah'ın kelâmını izah sadedinde söylediklerinde, Arabm en fasihi ve beliği olan Hz. Peygamber (s.a.v) ve O'nun hidâyetine tâbi olan Sahâbe-i Kiram, fısk ve işret meclislerinde sarhoş sarhoş söz sarfedip şiirler söyleyen diğer Araplardan çok daha itimada lâyıktırlar. Tekrar delile dönecek olursak muarızlarımız, bu noktada şöyle diyebilirler: "Burada yapılan, usûlden kaynaklanan bir kıyastır. Biz, onu hüccet olarak kabul etmiyoruz. Sonra, bir anlık kabullenecek olsak bile bu, ancak zan ifade edebilir. Halbuki üzerinde durduğumuz mesele, kat'iyyet meselesidir."
Kanaatimize göre Müsellemetü's-Sübût müellifi, kendisine yöneltilen bu itirazlardan kurtulabilirdi. Önce delilini, mantıkî bir kıyasla, şu şekilde sunması uygun düşer: "Hâvileri adalet vasfını taşıyan haber-i vâhid, ihtiva ettiği hükmün, Allah'ın hükmü olduğu yolunda, müçtekide zann-ı galib kazandırır. Bu durumda olan bir delille de amel etmek uâcibdir."
Sonra küçük önermeye de (kazıyye-i suğrâ) fer'deki illetin beyânını isbat hususunda, daha evvel geçtiği üzere delil getirmeliydi. Büyük önermeye (kazıyye-i kübrâya) ise İmanı Şafiî'nin er-Risâle, İmam Gazâlî'nin de (505/1111) el-Mustafâ adlı eserlerinde naklettikleri şekliyle, fıkhın tarifinde zikrettikleri gibi cevap vermeliydi. Yani, müçtehidin zann-ı galibiyle amel etmesinin vâcib olduğuna dair icmâyı delil getirmeliydi.[539]
2. Delil: Aralarında Hz. Ali (r.h)'nin de bulunduğu Sahâbe-i Kirâm'm (r.h), râvileri âdil olan haber-i vâhidle amelin vâcib oluşuna dair icmâlarıdır. Mütevâtir derecesine ulaşmasa bile tek tek rivayetlerin, muhtelif vak'alarda üzerinde birleştikleri nokta, mütevâtir kabul edilir. Bu tür rivayetleri tek tek alıp göstermeye ne takat yeter, ne de kağıt. Fakat biz, bütün bu rivayetlerin üzerinde ittifak ettikleri noktanın şu olduğunu görüyoruz: "Sahâbe-i Kiram (r.h), yeni ortaya çıkan hadiselerde problemleri çözmek için haber-i vahide müracaat eder, ilgili konularda Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilen haberlerin ne mânâya geldiğini anlamaya çalışırlardı. Kendilerine bir hadis rivayet edildiği vakit, hiçbir itirazda bulunmaksızın, derhal onunla amel etmeyi şiar edinmişlerdi." İşte bu, inkârına veya birkaç meselenin inhisarına imkân olmayan bir durumdur.
Fakat bu genel duruma itiraz edilerek: "Evet, Sahâbe'nin, âhad haberlerle amel ettiklerine dair rivayetler mevcuttur. Fakat bu tür bir haberi reddettiklerine dair rivayetleri görmek de mümkündür. Meselâ, Hz. Ebû Bekir (r.a), ninenin mirası konusunda, Muğire'nin haberini, İbn Mesleme de rivayet edinceye kadar reddetmiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a) de Ebû Said el-Hudrî (r.a) gelip rivayet etmedikçe, isti'zân konusunda, Ebû Musa el-Eş'ârî'nin (r.a) rivayetlerini kabul etmemiştir. Yine Hz. Ali (ff.aj, Ma'kil b. Sinan'ın (r.a) böyle bir haberini reddetmiştir. Bir de Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekir'in dışında hadis rivayet edenlerden, onu Rasûlullah (s.a.v)'tan aldıklarına dair yemin ettirme prensibi vardı. Hz. Âişe (r.anha)'nin, ölünün yakınlarının ağlamasının, ölünün kabir azabı çekmesine neden olacağına dair İbn Ömer'in haberini kabul etmemesi de bu cümledendir.[540]
Muarızlarımız, ibâdetlerle ilgili konularda haber-i vâhidle ameli inkâr ettikleri vakit, iki kişinin veya yeminle birlikte bir kişinin rivâyetiyle ameli de reddetmiş oluyorlar. Bu durumda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin (r.h) uygulamaları, onların aleyhine bir delil teşkil eder. Biz, haber-i vahidin makbul olduğunu söylediğimiz vakit, onun şüpheden uzak olup aksine hüküm bildiren bir delil bulunmadığı ve onun sıhhatini zedeleyecek bir hâl arız olmadığı durumda kabul edildiğini ifade ediyoruz."[541]
3. Delil : Haber-i vâhidle amel etmenin caiz olduğunu gösteren bir diğer delil de şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İslâmî hükümleri tebliğ, helâl ve haramı açıklamak maksadıyla çevre memleketlere elçiler gönderdiği tevâtüren bilinmektedir. Bu elçilerin yamndâ bazen yazılı bir şeyler bulunurdu. Rasûlullah (s.a.v)'m emirlerini nakletmeleri genelde âhad yolla tek başlarına olurdu. Bu elçilerde masum vasfı aranmadığı gibi bazen haberlerinde zan altında kaldıkları da olmuştur. Eğer âhad haberler delil olmasaydı tebliğ, bir mânâ ifade etmez; bilakis insanlığı hak yoldan sapıtmak gibi bir şey olurdu.
Şayet, "Münâkaşa mevzuumuz, müçtehidin amelinin vâcib olup olmadığı meselesidir; yoksa elçi gönderilen kimseler, mukallid olabilirler" denilecek olursa, şöyle karşılık verilir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, müçtehid olan sahabelere, hükümlerin tebliğ edilmesinde tevatür derecesinde bir sayıya ihtiyaç duymadığı, bilakis tek tek fertler göndermekle yetindiği tevâtüren bilinmektedir.
Buna karşılık muarızımız: "Öyleyse, itikadı konuların da zannî delillerle tesbit edilmesi ya da haber-i vahidin kesin ilim ifade etmesi gerekir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), Muaz b. Cebel'i (r.a) elçi olarak gönderirken: 'Sen, kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun; onları, ilk önce Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim. O'nun Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye çağır,' [542] buyurmuştur." diyecek olursa, cevabımız şudur:
"Allah ve Rasûlü'ne imana davetle emretmek, herkesin tevatürle bildiği bir durumdur. Hem hiç kimsenin, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından gönderilen elçilerin, bunu yerine getirmekle görevlendirildiklerinde en ufak bir şüphesi yoktu. Muaz'a (r.a) da herşeyden evvel, bunlara davet etmesini emretmiştir. Zira kâfirlerin, bu esasları kabule çağrılmaları kesin bir emir veya sünnettir. Hem onların hemen imana girerek büyük bir sevaba ulaşmaları muhtemeldir."[543]
Râfizîler ve onlar gibi düşünenler, haber-i vahidin yalnızca zan ifade ettiğini, bu nedenle böyle bir haberle amel etmenin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Delil olarak da: "Allah Teâlâ zanna tâbi olmayı yasaklamış ve onu kınayarak:
'Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!'[544]
'Onlar, başka şeye değil, sadece zanna tâbi oluyorlar. Zan ise hak konusunda hiçbir şey ifade etmez,' [545] buyurmuştur. Bu âyetlerdeki kınama ve yasaklama, hürmete yani zanla amelin haram olduğuna delâlet etmektedir," demektedirler.
Bu anlayış ve yaklaşım sahibine şu cevapları veririz:
1- Bahsi edilen konu, kat'î bir konudur. Ayetler ise her ikisi de umum ifade ettiğinden zannîdirler. Bu tür âyetler, tahsis edilmedikleri müddetçe, size göre de zan ifade ederler. Şayet, Hanefîlerin dediği gibi umum ifade eden âyetler, tahsis edilmedikleri sürece kat'iyyet ifade eder, diyecek olursanız bu, size bir şey kazandırmaz. Zira Hanefîlerin kasdettiği kat'iyyet, daha genel anlamda bir kat'iyyettir. Yani âyetin, herhangi bir delilden ötürü, başka şeye ihtimali bulunmaması demektir. Sözkonusu mesele ise daha özel mânâda bir kat'iliğe sahiptir. Yani, bir delilden kaynaklansın veya kaynaklanmasın herhangi bir ihtimale imkân vermemesidir. Bu itibarla genel mânâda kat'î oldukları farzolunsa bile bu iki âyet, daha özel mânâda kat'iyyet ifade eden bir meseleye delil getirilemez. Çünkü her an kendisine ihtimal arız olabilir, demektir. Böyle olan bir şeyle de ihtimale mahal olmayan bir mesele, kesin olarak tesbit edilemez.
2- Bu iki âyetin, zanla ameli iptali sahih görülse, Kur'ân'ın zahiriyle amel etmenin de iptal edilmesi gerekecektir. Çünkü bu, zanla ameldir. Böyle bir şey ise icmâen bâtıldır. Kaldı ki biz, her iki âyetin de Kitab'ın zahirinden olduğunu söylüyoruz. Bu nedenle, Kur'ân'ın zahiriyle ameli iptal ettikleri zaman, hüküm kendilerine de
dönecek ve bu âyetlerle delil getirmek sahih olmayacaktır.
3- Âyet-i kerîmelerde, kendisiyle amel etmenin haram olduğu bildirilen zan, Allah'ın birliği gibi itikada ve usûlü'd-dine ait mesele-lerdeki zandır. Amelî konularda ve fıkhı meselelerde zanna itibarın ve ona göre davranmanın vâcib olduğu, daha evvel geçen kat'î delillerle ortaya konmuştu. Bu nedenle âyetlerde geçen zannı, belirttiğimiz şekilde anlamak gerekir.
4- Ayrıca zan ile amelin haramlığını ifade eden âyetlerin, bizi muhatab aldığını kabul etmiyoruz. Çünkü ilk âyet, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.v)'e hitab etmektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.v), vahyi bekleyerek yakînî bilgi elde etme imkânı varken, zanna tâbi oluşunun haram kılmışı, yakînî bilgiyi elde edebilme imkânına sahip olmayan bizler için de haramlığını icab ettirmez. Ayrıca âyette geçen "ilim"den, zannı da içine alan mutlak bir tasdik kasdedilmiş olabilir. Zira zanna da ilim isminin verilmesi yaygındır. O zaman mânâ şöyle olur: "Bilmediğin veya şüpheye düştüğün ya da kararsız kaldığın şeyin peşine düşme." Yine: "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şey"den maksat, "Aksi, sana malum olan şey" olabilir. Bu durumda âyet, zannı içine almaz. Çünkü sahibi, amel ettiği şeyin aksini bilmiyor; ancak vehim sözkonusu olabilir.
İkinci âyette ise zannm kötülenmesi, sadece bazı vakitlerde ona tâbi olunduğundan dolayı değildir. Bilakis onların, her zaman zanna tâbi olup hiçbir vakit ilme tâbi olmamalarındandır. Bunun da yerilecek bir davranış olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü böyle bir davranışta, kat'î olarak bilinen şeyleri terk etme sözkonusudur.
[534] Bkz, Şerhu'l-Muhtasar, II, 58; Şerku'l-Müsellem, II, 131.
[535] İbn Sübkî, Cemu'l-Cevâmi, 159, (Şerh, II, 89)
[536] Bkz. Şerhıt'l-Müsellem, II, 131.
[537] Şerhu'l-Müsellem, II, 131.
[538] Şerhu'l-Müsellem, II, 132.
[539] Bkz. Sübtt, Şerhu'l-Minhâc, I, 22.
[540] Bkz. Şerhu'l-Müsellem, II, 133-134.
[541] Bkz. Aynı yer.
[542] Buhârî, Megazî, 60; Müslim, İman, 29; Nesaî,Zekât, I.
[543] Bkz. Şerhu'l-Müsellem, II, 134.
[544] İsrâ, 36.
[545] Necm, 28.