- Ebû Hanifenin Hayatı

Adsense kodları


Ebû Hanifenin Hayatı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
YBNGL
Thu 16 September 2010, 09:09 pm GMT +0200
EBÛ HANÎFE´NİN HAYATI

10- Doğumu


Ebu Hanîfe Hazretleri, Hicretin 80 inci yılında Kûfe´de doğ­muştur. Ekseriyetin rivayeti bu olup tarihçiler de bunda ittifak et­miştir. Diğer bir rivayete göre 61 senesinde doğduğu söyleniyorsa da bu hem zayıftır, hem de onun hayatının sonuna uymamaktadır. Çünkü onun vefatı 150 senesindedir. Ekseriyete göre ölümü Man-sur´un ona yaptığı işkenceden sonradır. 61 senesinde doğduğu far-zedilirse, Mansur´un ona kadılık teklif ettiği zaman 90 yaşında ol­ması lâzımdır. Halbuki bu yaşta olan kimseye böyle gayet mühim bir devlet işi teklif olunmaz. Teklif olunsa bile yaşının geçkinliğini ileri sürerek özür dilemesi gayet kolay olurdu. Fakat hiçbir riva­yette böyle bir özür dilediğinden bahis olunmuyor. Öyle olunca bu rivayet, tarihçilerin anlattıkları hayatının son günlerine uygun düşmemektedir.


11- Nesebi Ve Âîlesî


Nesebi: Babası Sabit, dedesi Faruk Zevta´dır. Buna göre Fâ-ris´lidir. Dedesi ise îcâbil ahalisindendir.[1] Araplar o yerleri feth edince esir düşmüş, Teym oğullarına köle olarak verilmiş, sonra azâd olunmuş. Teym kabilesiyle olan münasebeti de böyledir. Ebû Hanîfe´nin nesebi hakkında torunu ve oğlu Hammad´ın oğlu Ömer´­in rivayeti böyledir. Fakat diğer torunu İsmail, yâni bu Ömer´in kardeşi ise dedesi Ebû Hanîfe´nin nesebini şöyle zikrediyor : «Merzban [2] oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan» ve atalarında kölelik bulunmadığını yeminle söylüyor.

Görülüyor ki, Ebû Hanîfe´nin iki torunu, nesebleri hususunda velevki zahiren olsun, ihtilâfa düşmüşlerdir. Birincisi Sâbit´in ba­bası Zevta olduğunu söylüyor, ikincisi Numan diyor. Birincisi onun esir edilip köle düştüğünü söylüyor, ikincisi köleliği kat´iyetle red­dediyor. Hayrat´ul-Hisan sahibi îbn-i Hacer Heysemî bu iki riva­yetin arasım şöyle birleştirmektedir: Ona göre Ebû Hanîfe´nin de­desinin iki ismi olabilir, biri lâkaptır ve Zevta´dır, diğeri asıl isim­dir, Numan´dır. İkincinin köleliği reddetmesi babası Sabit hak­kındadır,, dedesine şümulü yoktur. Biz isimlerin böyle zahiren muhtelif olabileceği hakkındaki buluşunu uygun görürüz. Fakat kölelik hususundaki ihtilâfı birleştirmesini kabul edemeyiz. Çün­kü böyle kat´i surette reddetmek yalnız babaya münhasır görün­müyor.

Bence bu iki rivayetin arası şöyle bulunabilir : Zevta veyahut Numan, memleketleri feth olunduğu zaman esir düşmüştür, fakat kendisine âmân verilmiş serbest bırakılmıştır. Çünkü fetholunan yerler halkının büyüklerine Müslümanların yapageldikleri muame­le böyledir. Onların ve yakınlarının gönüllerini hoş etmek için mü­samaha gösterilir.


12- Şeref Milliyetle Değil, Takva Îledîr


Güvenilir ulemanın sözleri onun Acem olduğudur. Arap ve Bâ-bil´li değildir. Dedesi ister köleliğe düşmüş olsun, ister düşmesin. Ebû Hanîfe hür bir babadan hür olarak doğmuştur. Her ne kadar bâzıları, muhakkiki arın kabul etmediği mevsuk olmıyan rivayet­lerle, babasının da köle düştüğü zannına kapildılarsa da köle düş­mesi, Ebû Hanîfe´nin ilmine ve mevkiine, şeref ve kadrine hiçbir nakîse vermez. Hattâ kendi başından bile kölelik geçmiş olsa ne ehemmiyeti var? Onun şeref:´ nesebten ve maldan gelmiyor. O, şöhretini haiz olduğu mevhibeler, izzet-i nefs, akıl ve takvadan alı­yor. Asıl şeref işte bunlardır.

Bu hususta Mekkı şöyle diyor: «Bilmiş ol ki, Takva en yük­sek neseb ve en büyük sevabtır.» Cenâb-ı Hak : «Allah nezdinde sizin en şerefliniz, en muttaki olammzdır» buyurdu. Hz. Peygam­ber de: «Benim â´lim her hayır işleyen ve takva sahibi olandır» demiştir. Bunun için Selman Fârisî´yi Ehl-i Beyt´mden saymıştır da: «Selman bizdendir, âl-i´Beyf tendir» buyurmuştur. Allah´u Teâlâ Hazret-i Nuh´un oğlunu Nuh´tan reddetmiş ve: «O senin ehlinden değildir, onun işi iyi değil» buyurmuştur. Hz. Peygamber Efendi­miz Bilâl-i Habeşî´yi akrabası gibi kendi yakınlarından saymış ve amcası Ebû Leheb´i ise uzak tutmuştur.[3]

Neseb şerefiyle öğünmenin hâkim olduğu bir devirde Ebû Ha-niîe zatî şeref duygulariyle yaşamıştır. Rivayet olunduğuna göre dedesi esaretlerine düşmesi dolayısiyle aralarında bir münasebet bulunan Benî Teym´den birisi ona: «Sen benim mevlâmsm» de­miş. Ebû Hanîfe ona: «Vallahi ben senin bana şeref iddia etmen­den,, senden kat kat şerefliyim» cevabını vermiştir[4]. O, izzet-i nefsine dokunulmasına asla Tazı olamadı. Hayatı bunu açıkça gös­termektedir,


13- Mevâlîden Olan Ulema Ve Bunların Îslama Hizmeti


Nesebinin Acem olması, onun kadrini asla düşürmez ve onun kemâl derecesine yükselmesine mâni teşkil etmez, onu bu yüksel­me yolundan alıkoymaz. Onun nefsi, köle ruhu değildir. O, hür ve asil ruhlu bir kimseydi.

Tabiîn devrinde fıkıh ilmi mevâli´nin elindeydi (Mevâli keli­mesini tarihçiler Araplardan başkası hakkında kullanırlar). Ebû ,Hanîfe fıkhı bunlardan aldı, onlardan öğrendi Tabiîn ve Tebe-i Tabiîm devrinde İslâm merkez şehirlerindeki inkuhânın ekserisi mevâlidendi.[5]

Ibn-i Abdi Rabbih, Ikdü-V Ferid´de naklediyor: îbn-i Ebî Ley­lâ diyor ki, îsâ b. Musa çok kavmiyet gayreti güderdi. Bana bir defa:

? Irak´ın Fakım kim? diye sordu. Ben de:

? Hasan îbn-i Ebî Hasan, dedim.

? Sonra itim? dedi

? Muhammed b. Sîrin, cevabını verdim.

O kimlerdendir? .

? Mevâlidendir.

? Mekke´nin fakıhı kim?

? Atâ b. Ebî Rebah, Mücahid, Said b. Çübeyr ve Süleyman Bin Yesar.

? Bunlar kimlerden?

? Mevâlidîrler.

? Medine fukahâsı kimlerdir?

? Zeyd b. Eşlem, Muhammed b. Münkedir, Nâfi´ b. Ebî Nu-ceyh.

? Yâ bunlar kimlerdendir?

? Mevâlidendirler, deyince rengi bozuldu.

? Ehl-i Kubânın en fakıhı kimdir? dedi.

? Rabiatu´r^Re´y îbri-i Ebî Zennâd.

? Bunlar kimden?

?Mevâlidendirler, dedim. Bu defa yüzü sarardı.

? Yemen fukahâsı kimlerdir? diye sordu.

? Tavus ile oğlu Ibn-i Münebbih, dedim.

? Bunlar kimdendir?

? Mevâlidendirler, deyince şahdamarı kabardı,, ayağa kalktı:

? Horasan fakıhı kim?

? Atâ b. Abdullah Horasanlı.

? Bu Atâ kimden oluyor?

? Mevâlidendir, dedim. Bunun i^zerine yüzü sapsarı kesildi, renkten renge girdi. İçime korku düştü.

? Şam fakıhı kim? dedi.

? Mekhûl, dedim.

? Mekhûl kimden?

? Mevâliden, dedim, içini çekerek derin derin nefes aldı.

? Küfe fakıhı kim? diye sordu. Yemin olsun ki, eğer ondan korkmasaydım, Hakem b. Utbe ve Hammad b. Ebî Süleyman di­yecektim. Fakat baktım fena olacak.

? İbrahim Nahaî ve Şa´bî´dirler, dedim.

? Bunlar kimlerden, diye sordu.

? ikisi de Araptırlar, cevabım verdim.

? Allahu Ekber, dedi ve sükûnet buldu[6]

Mekkî de (Menâkıb-ı Ebî Hanîfe) kitabında Atâ ile Hişam b. Abdu´l-Melik arasında geçen buna benzer bir konuşma nakletmek­tedir. Atâ diyor ki: Hişam b. Abdu´l-Melik´in yanma girdim. Bana:

? Atâ, dedi, etrafındaki ulema hakkında malûmatın var mı?

? Evet Emîrü´l-mü´minîn, dedim.

? Medine halkının fakım kimdir? diye sordu.

? Hazret-i Ömer´in oğlu Abdullah´ın kölesi Nâfi´ dedim.

? Mekke halkının fakıhı kim?

? Atâ b. Ebî Rebah.

? Arap mı, mevâliden mi?

? Arap değil, mevâlidendir.

? Yemen halkının fakıhı kimdir

? Tavus b. Keysan.

? Mevâliden mi, Arap mı?

? Arap değil* mevâlidendir.

? Yemâme halkının fakıhı kim?

? Yahya b. Kesîr´dir.

? Mevâliden mi, Arap mı?

? Mevâlidendir.

? Şam halkının fakım kim?

? Mekhul.

? Mevâliden mi, Arap mı?

? Mevâlidendir.

? Cezîre halkının fakıhı kim?

? Meymûn b. Mehran.

? Mevâliden mi, Arap mı?

? Mevâlidendir.

? Horasan halkının fakıhı kim?

? Dahhâk b. Müzahim.

? Arap mı, mevâliden mi?

? Mevâlidendir.

? Basra´nın fakıhı kim?

? Hasan-"ı Basrî ve Muhammed b. Sîrin,

? Arap mı, mevâliclen mi?

? îkisi de mevâliden.

? Küfe halkının fakıhı kim?

? İbrahim Nahaî.

? Arap mı, mevâliden mi?

? Arap´tır dedim. Bunun üzerine :

? Canım çıkayazdı, hiç birini Arap´tır, demiyor.


14- Îslâmda Ulemanın Çoğunun Mevalîden Olmasının Sebebi?


Ebû Hanîfe´nin yetiştiği bu devirde ilimle uğraşanların çoğu Arap olmayan unsurlardı. Neseble öğünmeleri yoksa da Allah on­lara asıl öğünülecek ilim vermiştir. İlim şerefi daha temizdir, da­ha üstündür, asırlar boyunca daima parlar durur, hiç sönmez.

İlmin Fâris evlâdında gelişeceğine dair Hz. Peygamber´in ver­miş olduğu haber doğru çıktı. Buharı, Müslim, Şirazî ve Tabarân! rivayet ediyorlar ki, Hz. Peygamber : «İlim şayet Ülker yıldızla­rında asılı olsa Fâris oğullarından bâzı kimseler uzanıp onu alır­lar.» buyurmuştur. Bu kitaplarda Hadisin ibaresi değişik olsa da mânâsı birdir. Bu hadis-i şerifin doğruluğuna bakın ki, gerçekten Sahabeden sonra ilim, pek de kısa olmıyan bir müddet mevâlide devam etmiştir, öyle olunca Ebû Hanîfe Numan´m mevâliden ol­masında hayreti mucip bir şey yoktur. Çünkü İslâm devletinde ilim çevrelerini mevâli teşkil ediyor.

Ebu Hanîfe´nin nesebi hakkında sözü kesmeden önce, mev­zuu tamamlamış olmak maksadiyîe, Emevîler devrinde ilimle meşgul olanların çoğunun mevâliden olması sebeplerini açıklaya­lım. Müteaddit sebepler bir araya gelmiştir. Başlıcalan ise şun­lardır :

1- Emevîler devrinde hâkimiyet ve idare Arapların elinde idi. Harble, fütûhatle meşguldüler. Bunlar onları ilimle meşgul ol­maktan alıkoydu. Araştırmaya, tetkikata vakit bulamadılar. Me­vâli ise boş vakit ve saha buldular, ders ve mütaleaya koyuldular. Araştırmalar yaptılar: Baktılar ki, hâkimiyetleri kaybolmuş, baş­ka yoldan şerefe ermek istediler.. O da ilim ve irfan yoludur. Mah­rumiyet bâzan kemâle götürür, yüksek emeller ve bü^ük işler on­dan doğar. Mevliye göre de durum böyledir. Her rie kadar maddî galibiyet ve hâkimiyet Araplarda ise de Arap ve îslâm dünyasında fikir hakimiyeti Arap olmıyan unsurlara geçti.

2- Ashabın birçok köleleri vardı. Bu köleler akşam sabah daima Ashabın yanında bulunur, onlardan ayrılmazlardı. Ashab-ı Kiram´ın Hz. Peygamber´den öğrendiklerim onlardan öğrenirlerdi. Böylece Sahabe devri geçtikten sonra gelen devirde ilim erbabı bu mevâli oldu. Onun için Tabiînin ulemasının ekserisi mevâli-dendir.

3- Bu mevâli, kültür ve ilim sahibi eski milletlere mensup­turlar. Onların fikirlerini yuğurup geliştirmek, düşüncelerine ve hattâ bâzan akidelerine bile bir istikamet vermek hususunda bu­nun tesiri olmuştur, ilme sarılma aşkı, yaratılış ve tabiatlerine uygundu.

4- Araplar sanat erbabı değildiler. İnsan bütün varlığını ilme verirse onun için bir sanat halini alır. îbn-i Haldun bu hu­susta uzun boylu konuşarak der ki: «Sonra bu ilimlerin hepsi Öğ­renmeğe muhtaç melekeler hâline geldi. Ve san´atlar arasına girdi. Yukarıda arzettiğimiz gibi san´atlar şehirlilerin, medenîlerin hü­neridir. Araplarsa insanların bunlardan en uzak olanlanndandır. Onun için ilimler şehir halkına aittir. Araplar onlardan uzak kal­mıştır. O devirde şehirliler Acemlerdi veya o mânâda demek olan, mevâli ve şehir halkı idi.»


15- Ebü Hanîfe´nîn Yetişmesi


Ebû Hanîfe Hazretleri Kûfe´de yetişti, orada büyüdü. Hayatı­nın çoğunu orada; öğrenerek, öğreterek ve savaşarak geçirdi. Eli­mizdeki kaynaklar babasının hayatını, ne iş yaptığını ye ahvalim anlatmıyor. Fakat onlardan bâzı ahvali hakkında işaretler çıkar­mak mümkündür. Onlardan anlıyoruz ki, babası varlık sahibi bir kimsedir, tüccardandır, gayet iyi bir Mü s! limandır. Ebû Hanîfe´nin hayatını yazan eserlerin, çoğunun nakline göre, babası küçüklüğün­de Hz. Ali´yi görmüştür. Dedesi Nevruz Bayramında ona muhallebi hediye etmiştir. Bu hâdise Ebû Hanîfe´nin ailesinin bolluk içinde yaşadığını, malî durumlarının iyi olduğunu gösterir. Büyük servet sahibi ki, Halifeye o zaman ancak zenginlerin yiyebildiği muhalle­bi hediye ediyorlar.

Hz. Ali´nin Sâbit´e, evlâdına hayır duada bulunduğu rivayet olunuyor. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali´yi gördüğü ve onu» hayır duasını aldığı zaman, şüphesiz ki, Müslümandı. Tarih kuapları Sâbit´in Müslüman doğduğunu tasrih ederler. Bu itibarla Ebû Ha­nîfe hâlis Müslüman bir ailede yetişmiştir. Bütün ulemanın soy ledikleri budur. Ancak sözlerine bakılmaz birkaç yan çizen bun­dan hariçtir.

Ebû Hanîfe´yi ulema meclislerine devama başlamazdan evvel çarşı pazara gelip giderken görüyoruz. Sonra hayatı boyunca ticaret yaptığım biliyoruz. Bu bizi, babasının tacir olduğunu söyle­meğe sevk ediyor. Onun kumaş taciri olduğu anlaşılıyor. Ebû Hanîfe de bu sıfatı babasından almıştır. Eskiden ve şimdi de âdet böyledir. Baba san´atı çok defalar evlâdına geçer. Bunlar bize gös­teriyor ki, Ebû Hanîfe temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir. Ailesi zengindir, ticaretle meşguldür. Dindar ailelerde olduğu gibi Ebû Hanîfe´nin de çocukluğunda Kur´ân-ı Kerîm´i ezberlediğini söyleyebiliriz... Bu, hayatı boyunca onun bilinen ve görülen- ahva­line uymaktadır. Zira o en çok Kur´ân-ı Kerîm okuyan kimseler­dendir. Ramazanda 60 defa Kur´ân-ı Kerîm´i hatmettiği rivayet olu­nur. Bu haberde biraz mübalâa olsa bile onun çok Kur´ân-ı Kerîm okuduğunu göstermektedir. Müteaddit yollarla rivayet olunduğu­na göre kıraat ilmini, yani Kur´ân okuma usulünü yedi Kurradan biri olan Âsım´dan almıştır.[7]


16- Muhiti Ve Îlme Merak Etmesi


Ebû Hanîfe´nin doğduğu yer. Küfe, Irak´ın büyük şehirlerinden biri idi., Belki o zamanki iki büyük şehrin ikincisi geliyordu. Irak´ta muhtelif milletler kavimler, cemaatler vardı. Orası eski medeniyet­lerin yatağıdır. Süryânî´ler orada yayılmıştı. îslâmdan önce ora­larda mektepler kurmuşlardı. Bunlarda Yunan felsefesi, Iran hik­meti okunurdu. Irak´ta Îslâmdan Önce akîde meselelerinde birbi­riyle mücadele halinde bulunan Hıristiyan mezhepleri vardı. îslâ-miyetten sonra da çeşitli milletler ve dinler burada mevcuttu. Ara sıra kargaşalıklar, fitneler oluyordu. Siyasî fırkalar birbirleriyle çarpışıyor, akideler usul mücadelesi yapıyordu. Şîa orada bulunu­yor, çölde Haricîler türüyor. Mu´tezile orada çıkıyor. Görüştükleri Ashabdan aldıkları ilmi neşreden müçtehit Tabiîn orada. Din il­minin kana kana içilen berrak menbaları oradan kaynıyor. Birbir­leriyle niza hâlinde olan taifeler, birbiriyle çarpışan düşünceler, görüşler hep orada...

Ebû Hanîfe gözlerini açtığı vakit bu karışık muhiti gördü. Onun akıl ışığı yandığı zaman bütün bu görünüşler onun önünde açıldı, öyle görünüyor ki, o daha gençliğinde ömrünün ilk çağla­rında bu mücadele meydanına atılmış, doğru buluşları, fitrî zekâ­sının verdiği kuvvetle sapık düşüncelerle savaşa atılmıştır. Fakat diğer taraftan da ticaret işleriyle meşgul oluyor, çarşı pazara gelip gidiyor, ilim meclislerine az devam ediyordu. Ulemadan bâzıları ondaki bu parlak zekâyı, ilmî aklı sezdiler. Bunların hepsinin yalnız ticaret uğrunda harcanmasına acıdılar. Onun ticaret işleriyle olduğu gibi ilim meclisleriyle de alâkalanmasını tavsiye ettiler. Ebû Hanîfe bu hususta kendisi şunu naklediyor:

«Günün birinde Şa´bi´nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana:

? Nereye devam ediyorsun? dedi. Ben de:

? Çarşı pazara, dedim.

? Maksadım o değil, ulemadan kimin dersine devam ediyor­sun? dedi.

? Hiç birinin dersinde devam üzere bulunamıyorum, dedim.

? İlmi ve ulema ile görüşmeği sakın ihmal etme, ben senin uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum, dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir tesir bıraktı. Çarşı pazar işlerini bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah´ın inayetiyle Şa´bî´nin sözünün bana çok faydası oldu.»[8]

Bu kıssa bize şunları göstermektedir:

1- Ebû Hanîfe hayatının ilk zamanında ticaretle meşgul­dü. Ulema meclislerinde sık sık bulunamıyordu. O fıkıhta müsta­kil bir mezheb sahibi olacak bir âlim olmak emeliyle değil, tacir olmak arzusiyle hayata atılmıştı.

2- Ebû Hanîfe´nin yüzünde keskin zekâ işaretleri, kuvvet­li fikir emareleri okunurdu* o derece ki, bunlar onu görenlerin dik­kat nazarını çekti ve Şa´bî´nin ona neler dediği yukarıda geçti. Acaba onun ilmî meyli, fikir yönelişi hangi şeylere karşı daha faz­la idi? Ulema ile görüşmesi nasıldı? Öyle anlaşılıyor ki, Irak´ta hâ­kim olan fikir havasının içinde bulunduğundan muhtelif zümrele­rin yaptığı münakaşalara o da karışıyordu. Babasının iyi yetiştir­diği ve bilgiden nasibi olan her uyanık genç gibi o da bu işlen konuşabiliyordu. Bâzı derneklerde, toplantılarda, hattâ çarşı pa­zarda tesadüfen bazı kimselerle münakaşa yapıyor, sapık fırkalar­la mücadele ediyor, kendini gösteriyordu. Böylece Şk´bî gibi bâzı adamların dikkatini çekti. Anlaşılıyor.ki, onun fikri ve görüşleri ehl-i sünnet ve cemaat görüşüne uygundu. Onlardan ayrılır yeri yoktu. Bu bize onun gençliğinde kelâm ilmiyle meşgul olmasını izah etmektedir. Kelâm mes´elelerine dalmış birçok taifelerin, sapıkla­rın başlarıyla münakaşalar yapmıştır.

3- Sadî´nin öğüdünden sonra Ebû Hanîfe ilme sarıldı. Ule­ma meclislerine devama başladı. Ticaret işlerine az bakar oldu. Bu ticaretten büsbütün el çekti demek değildir. Onun târihinde sabit bir gerçektir ki, o ilimle iştigal ile beraber ayni zamanda tica­ret sahibi idi. Ticareti ortakları vasıtasiyle işlettiği anlaşılıyordu. Ortağına tam güven vardı, ticaretini ona işletirdi. Ancak ticaretin nasıl gittiğini, işlerin yolunda olup olmadığını, ticarette dînin icap­larına uyup uymadığını anlamak için ortağına uğrar, kontrol eder­di. Hakkında söylenen haberlerin mümkün derecede birbirine uy­gun düşmesi için onu böyle tahmin edebiliriz.


17- Baştan Kelama Hevesi, Sonra Fıkha Dönüşü


Sadî´nin tavsiyesinden sonra Ebû Hanîfe bütün varlığıyle İl­me sarıldı. Ders halkalarına devama başladı.

Fakat acaba hangi nevi´ ilim halkalarına merak etti. Tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimize göre o devirde ilim halkaları baş­lıca üç nevi´di.

1- Akıt usulleri müzakere olunan halkalar; kelâm dersleri ki, çeşitli taifeler bunlara karışırdı,.

2- Hadis halkaları; Hadîs-i şerifler, bunlarda rivayet ve mü­zakere olunurdu.

3- Fıkıh halkaları; Kitap ve Sünnet´ten hüküm çıkarma usulü, vukubuîan hâdiseler hakkında nasıl fetva verileceği bun­larda okunurdu.

Bu hususta Önümüzde üç türlü rivayet var: Birincisine göre Ebû Hanîfe,, içinde ilim aşkı doğup da derse başladığı zaman, dev­rindeki ilimlerin arasından fıkıh ilmini seçti. Diğer iki rivayete gö­re ise: Evvelâ kelâm ve münazara ilmine başlamış, sonra fıkha me­rak etmiş ve bütün varlığını ona vermiştir.

Bu husustaki üç rivayet şöyledir:[9]

1- Talebesi Ebû Yusuf başta olmak üzere muhtelif kimse­lerden şöyle rivayet olunuyor: Kendisine sormuşlar:

? Fıkha nasıl başladın?

? Anlatayım, demiş: Bu Allah´ın tevfik ve inayetidir, O´na daima hamd olsun. Ben öğrenmeğe başladığım zaman bütün ilim­leri göz önüne aldım. Herbirini kısım kısım okudum. Sonunu ve faydasını düşündüm. Kelâm ilmine başlayacağım, dedim. Sonra baktım, akıbeti kötü, faydası az, insan kelâmda olgunlaşsa aşikâre konuşamaz, her kötülüğü ona yaptırırlar, heves ve arzusuna uyu­yor. Derler. Bundan vaz geçtim. Sonra edebiyat ve nahve baktım. Onun da sonu, bir çocukla oturup ona nahiv, edebiyat öğretmek­ten ibaret. Şairliğe baktım. Onun da neticesi ya methederek dalka­vukluk yapmak veya hicvetmek. Yalan sözlerden ve dîni hırpala­maktan ibaret. Sonra kıraat ilmini düşündüm. Dedim ki, onu el­de edersem ne olacak : Gençler etrafıma toplanacak, bana okuya­caklar, ben dinleyeceğim. Kur´ân-ı Kerîm ve mânâları hakkında söz söylemek güç. Öyle ise Hadis öğreneyim dedim. Fakat çok ha­dis toplayabilmek uzun Ömür ister, tâ ki bana muhtaç olup baş vursunlar. Beni arayıp müracaat edecekler ise yeni yetişenler, genç­ler olacak. Belki iyi beleyemeyecek. Yalan söylemekle itham eder­ler, bednam olurum ve bu kıyamete kadar gider. Sonra fıkha bak­tım. Ona baktıkça gözümde değeri arttı. Onda bir eksiklik bulama­dım. Baktım ki» ulema ile, fukahâ ile, üstadlarla bir arada oturmak,´ onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek ibâdet etmek de onu bilmekle olacak. Dünya ve âhiret onunla kaim... Onun sayesinde dünyayı isteyen büyük mevkilere yükselir .ibadet etmek isteyen onsuz yapamaz.. Kimse ilimsiz ibadet yaptığım söyleyemez. Fıkıh, ilimle ameldir.»

«Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Hazretleri asrında yayılmış olan ilimlerin hepsini denemiş, içlerinden en beğendiğini seçmiş, onda mütehassıs olmuştur. Demek o, devrindeki ilimlerin hepsini bilen kültürlü bir insandı. Sonradan bütün varlığıyla fıkha sarılmıştır. Fıkha sarılması, baştan diğer ilimleri elde edip hep­sinde malûmat sahibi olduktan sonra olmuştur.

2- Yahya b. Şeyban rivayet ediyor, Ebû Hanîfe şöyle de­miştir :

«Ben, kelâmda, münazarada kuvvetli olan bir kimseydim. Bir müddet bununla uğraştım. Münakaşalar yapıyor, kelâmı müdafaa ediyordum. Bu münazara ve mübahase erbabının çoğu Basra´da bulunuyordu. Yirmi defadan fazla Basra´ya gidip geldim. Orada bir sene kadar daha az veya daha çok kaldığım olurdu. Haricîlerden Ibaza, Sufriyye vesair fırkalarla münakaşa yaptım. Kelâm il­mini ilimlerin en efdalı sayıyordum. Kelâm dînin aslıdır, derdim.

Ömrümün birazı böyle geçtikten sonra, kendi kendime düşün­düm. Dedim ki: Hz. Peygamber´in Ashabı olsun. Tabiîn olsun, bizim erebileceğimiz şeylerin hiçbiri onlardan kaçmış değildi. Onlar bu hususta daha kuvvetli idiler. Bunları daha iyi bilirler, her şeyin hakîkatına vakıftılar. Bununla beraber keîâm mes´elesine dalma­dılar, münakaşa ve mücadefc yapmadılar. Kendilerini tuttular, hattâ bunlara dalmaktan nehyettiler. Onlar şeriat mes´delerine, fı­kıh bablanna sarıldılar. Onların sözleri hep fıkıh hakkında idi, oturup bunları konuşmuşlar, halka bunları öğretmişler, bunları öğrenmeğe Müslümanları davet etmişler. Fetva veriyorlar, fetva alıyorlar. İlk Müslümanların devri. Sahabe zamanı böyle imiş. Ar­kalarından Tabiîn aynı izden gittiler. îşte onların ´bu vasfolunan ahvali böylece canlanınca münazaralara, münakaşalara son vere­rek kelâm ilmini bıraktım. O kadarla iktifa ettim. Selefin[10] bu­lunduğu hallere döndüm. Onların izine koyuldum. Onların yaptık­larını yapmağa başladım. Bu mevzuları iyi bilenlerle beraber bu­lundum. Zira baktım ki, kelâmla uğraşanların simaları eskilerin siması. gibi değil. Onların yolu sâlihlerin yoluna benzemiyor. Kalb-leri katı, yürekleri taş gibi. Kitaba, Sünnete, sâlihîne karşı gelme­ğe hiç aldırış etmiyorlar. Ne takvaları var, ne´de korkuları!»

3- Talebesi İmam Züfer b. Hüzeyl anlatıyor: «Ebû Hanîfe derdi ki, baştan kelâmla meşgul olurdum. Bunda parmakla göste­rilir bir dereceye ulaşmıştım. Mescit´te H^mmâd b. Ebî Süley­man´ın ders halkasına yakın bir yerde oturuyordum. Günün birin­de bir kadın gelerek bana: «Bir adamın câriye bir karısı var, onu Sünnet üzere boşamak istiyor, kaç talâk vermeli? diye sordu. Ben de bunu Hammâd´a sormasını ve dönüşte bana da haber vermesi­ni söyledim. Hammâd´a sormuş, o da şu cevabı vermiş:

«Hayızdan temiz olduğu sıra onu bir defa boşar, bekler, iki defa hayız görüp de yıkandıktan sonra kocaya varması helâl olur.» Bundan sonra bana kelâm lâzım değil dedim, ayakkaplarımı alıp Hammâd´ın dersine gelip oturdum. Onu dikkatle dinliyor, söyledi­ği mes´eleleri belliyordum. Ertesi gün müzakere yoluyla yoklama yapılınca ben bellemiş olurdum, diğer talebeler ise yanılırlardı. Bunun üzerine üstadımız Hamtnâd: Benim yanıma, ders halkasının başına Ebû Hanîfe´den başka kimse oturmıyacak, dedi»


18- Bu Üç Rivayetin Arasını Buluş


İşte üç rivayet böyledir. Bunlar bir kaç yolla naklolunmuş-tur. Rivayetlerin ibareleri, kısalık ve uzunluk bakımından türlü türlü ise de maksat ve mânâ birdir. Birinci rivayetten anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bütün ilimlerden nasibini aldıktan sonra fıkhı seçmiştir. Diğer iki rivayet ise ilm-i kelâmda son derece maharet sahibi idi, sonra fıkha döndü, diyor.

Birinci rivayetle ikinci rivayet arasını birleştirmek kolaydır. Çünkü birinci rivayet kelâm öğrenmedi, demiyor, kelâm mes´elele^. rinde münazara ve mübahase yaptığını reddetmiyor. Belki kelâm bildiğine işaret bile ediyor. Diğer iki rivayet, kelâmda münazara ve münakaşa yaptığını, bu işden son derece zevk aldığım saraha­ten söylüyor. Hattâ muhtelif fırkalarla münakaşa için Basra´ya bi­le gidermiş. Demek birincinin işaret ettiğini, diğer iki rivayet açık­lıyor. Ve hepsinden çıkan netice sonradan fıkha merak etmiş ol­duğudur.


19- İlmî Olgunluğu Ve Münazara Kuvveti


Görülüyor ki, Ebû Hanîfe, asrındaki İslâm ilimlerini ve kültü­rünü elde etmiş münevver bir kimsedir. Âsim kıraati üzere Kur´ânı Kerîm´i ezberledi, Hadis biliyordu. Edebiyat, şiir, nahiy öğ­rendi. İtikat mes´elelerine dair türlü fırkalarla mücadele etti. Hat­tâ münakaşa yapmak için Basra´ya bile gittiği ve orada bir sene kaldığı olurdu. En sonunda fıkha sarıldı.

Hayatının gençlik çağında, akait esasları -hakkında münazara yapmaktaki hevesi onu çok olgun laştırmış, en yüksek mertebeye ulaştırmıştı. Din esaslarım anlama tarzı kuvvetli idi. Hattâ kendini fıkha verdikten sonra bite icabettiği zaman ara sıra usrl ve akait esaslarında münakaşa yaptığı olurdu. Hâriciler Küfe nıescjdini bastıkları zaman Ebû Hanîfe mescidin içinde idi. Onun yanına gir­diler, onlarla münazara yaptı.[11]

Gulât-i Ş i adan bazılarıyla münakaşa yaptı ve onları ikna etti. Ve daha böyle nice vak´alan oldu. Bütün bunlar, o kendisini fık­ha verdikten sonra oluyordu.

Fakat kendisi ara sıra böyle usul ve. akait hakkında münaka­şalar yapmakla beraber talebelerini ve yakınlarını böyle münaka­şalardan men ediyordu. Rivayet olunduğuna göre oğlu Hammâd´ı kelâm mes´elesinde münakaşa yaparken gördü ve onu bundan vaz geçirdi. Ona:

? Seni münakaşa yaparken görüyoruz, bizi neden menediyor-sun? dediler. Cevabı şu oldu:

? Biz münazara yaparken, arkadaşımız kayıp düşecek, yanı­lacak diye korkudan başımızda kuş varmış gibi dururduk. Sizse münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arakdaşmın kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek isti­yor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyense, arkadaşından ön­ce küfre düşer.»[12]


20- Münazaraların Onu Olgunlaştırması


Sözün hulâsası: Muhtelif rivayetlerin işaret ettiği ve ekseriye­tin de tasrih eylediği veçhile Ebû Hanîfe, itikat mes´elelerinde mü­nakaşa yaparken: hayata atıldı. îlm-i kelâm dediğimiz budur. Muhtelif fırkalarla mücadele yapardı. Sonra bundan vaz geçti, fıkha döndü. Bütün fikir kuvvetini fıkha verdi; yine de ara sıra mecbur kaldıkça veya hakkı meydana çıkarmak için akaide dair münaka­şalar yaptığı da olmuştur.

Ebû Hanîfe bidayette muhtelif dinî fırkaların münakaşa mev­zuu yaptıkları mes´elelerle boğuştuktan sonra fıkıh okumağa dön­dü. Devrinin büyük üstadlarından ders aldı. Onlardan birine de­vam etti. Ondan okudu ve yetişti. Başka fıkıh talebeleri muhtelif üstadlardan ders alırken o bir üstada devam etti. En mümtaz hocayı seçti. Onun muhitine ısındı. En ince mes´eleleri ondan öğrendi. Küfe o zaman Irak fukahâsının yatağı idi, Basra ise muhtelif mezheb fırkaları yatağı idi. Bu çevrelerin onun üzerine büyük tesiri olmuş­tur. Kendisi bu hususta şöyle demektedir: Ben ilim ve fıkıh oca­ğında yetiştim. Onların erbabiyle bir arada bulundum, o fukahânın arasından bir fakîhe devam ettim.[13]



21- Üstadı Hammâd´ın Dersine Devamı


Ebû Hanîfe Hammâd b. Ebî Süleyman´ın dersine devam etti. Fıkıh hususunda ondan yetişti. Hammâd ölünceye kadar ondan ay­rılmadı. Burada bahsedeceğimiz üç şeyi kurcalamak isteriz:

1- Fıkha döndüğü veya Hammâd´a devama başladığı za­man Ebû Hanîfe acaba kaç yaşında idi?

2- Müstakil ders vermeğe başladığı zaman yaşı kaçtı?

3- Hammâd´a devamı fasılasız mı idi? Yâni başkalariyle il­mî münasebeti hiç mi yoktu? Yalnız Hammâd´a devam edip başka-, smdan hiç fıkıh okumadı mı?

Bu suallerin cevabına başlıyahm : Fıkıh okumağa veya Ham-mâd´dan ders almağa başladığı zaman kaç yaşında olduğunu doğ­rudan bilmiyoruz. Fakat müstakil ders kürsüsüne çıktığı zamanki yaşından bunu bulabiliriz. Çünkü bu bellidir. Hemen bütün riva­yetlerin ittifak ettiği bir nokta vardır ki, o da Ebû Hanîfe´nin Ham-mâd´ın dersine vefatına kadar devam etmiş olduğudur. Ancak üs­tadı Hammâd´m Ölümünden sonra müstakil ders halkası kurmuş­tur. Hammâd 120 Hicrî senesinde öldü. Hanîfe o zaman kırk ya­şında idi. "Demek Ebû Hanîfe 40 yaşında ders okutmağa başlamış­tır. Aklı tam kemâle erip olgunlaştıktan sonra üstadının yerine geçmiştir. Bundan önce de ders vermeği düşünmüştü. Fakat sonra vaz geçti. İmâm Züfer´den rivayet olunuyor: Ebû Hanîfe üstadı Hammâd´a olan bağlılığı hakkında şunu.anlatmış :

«On sene onun dersinde bulundum. Sonra içimde bir ders hal­kasında baş olma arzusu uyandı. Onun dersinden ayrılıp kendim ders vermek istedim. Bir gün evden çıttım. Niyetim bunu yapmak. Mescide girdim. Üstadı görünce gönlüm ondan ayrılmağa razı ol­madı. Gelip yanına oturdum. O gece üstadın Basra´da bulunan ak­rabasından birinin Ölüm haberi geldi. Mal bırakmıştı. Ondan baş­ka da mirasçısı yoktu. Bana kendi makamına geçip ders vermemi emretti ve Basra´ya gitti. O gittikten sonra ondan hiç duymadığım mes´eleler gelmeğe başlad- Ben onları cevaplandırıyor ve cevapları da yazıyordum. Sonra üstad dönüp gelince bu mes´eleleri ona arzet-tim. Altmış mes´ele dolayında idi. Kırkında bana muvafakat etti, onları uygun buldu, yirmisinde muhalif kaldı. Ben de Ölünceye ka­dar ondan ayrılmamağa ahdettim ve ölünceye kadar ondan ayrıl­madım.[14]

Hammâd´ın dersinde on sekiz sene bulunduğu tarihçe sabittir. Kendisi şöyle diyor: «Bir defa Basra´ya geldim. Her ne sorulursa behemahal cevabını veririm, sanıyordum. Bana öyle şeyler sordu­lar ki, cevabını bulamadım. O zaman üstadım Hammâd´dan ölün­ceye kadar ayrılmamağa andiçtim. Ve onsekiz sene onun talebesi oldum.»[15]

Ebû Hanîfe onsekiz sene Hammâd´m dersine devam etmiş ve üstadı öldüğü zaman kırk yaşma basmış olunca, ona talebe oldu­ğu zaman yirmi iki yaşında bulunduğu meydana çıkar. Kırk yaşma kadar onsekiz sene talebelik yapmış olur ve ondan sonra da müsta­kil ders halkası kurmuştur.

Bu devamın nasıl olduğuna gelince, Ebû Hanîfe´nin hayatını inceleyen kimse,, bunun fasılasız olduğunu yâni tamamiyle ona bağlanıp başkalarından hiç ders almadığını söyleyemez. Beytul-lah´ı ziyaret etmek, Hac yapmak maksadiyle sık sık Hicaz´a gider­di. Mekke ve Medine´de ulema ile buluşup görüşürdü. Bunların ço­ğu tâbiîndendir. Onlarla görüşmesi ilmî olurdu. Onlardan Hadis rivayeti" dinler, onlarla fıkıh müzakere yapar, kendi usulüne göre onlara ders verirdi. Ona ait haberlerde ve önün tarihinde bir £ok üstadları olduğu zikrolunmaktadır. Kendilerinden Hadis rivayet ettiği ve ders aldığı kimselerin arasında muhtelif fırkalardan adam­lar var. Zeyd b. Ali Zeyd´el-Âbîdin´den, Ca´fer Sâdık gibi Şia imam­larından ders almıştır. Muhammed Nefs´üz-Zekiyye´nin babası Ab­dullah b. Hasan´dan da ders almıştır. Ricata kail olan bâzı Keysa-niye ulemasından da ders okumuştur. Üstadlarmdan bahsederken inşallah bunları anlatacağız.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, o üstadı Hammâd´a devamla beraber diğer fukahâ ve muhaddisleri de görmüştür. Nerede bulu­nursa bulunsun tabiîni arar bulurdu. Bilhassa fıkıh içtihatta seç­kin olan Sahabeyle buluşmuş olan tabiîni mutlaka arar bulurdu. Kendisi diyor ki: «Hz. Ömer´in fıkhını, Hz. Ali´nin fıkhını, Abdul­lah b. Mes´ud´un fıkhını ve îbn-i Abbas´in fıkhını onların ashabın­dan aldım.» Eğer ders alması yalnız Hammâd´a münhasırdır der­sek, bunları diğerlerinden almış olmasına yol bulamayız.



22- Ebü Hanîfe´nîn Hayatı Hakkında Bilmemiz Gerekenler


Ebû Hanîfe kırk yaşına geldiği zaman, tam olgunluk çağında Küfe mescidinde üstadı Hammâd´m ders kürsüsüne oturdu. Kendi­sine sorulan mes´eleleri çözmek arz olunan hâdiseleri bir hükme bağlayabilmek için bunları talebeleriyle müzakere yoluyla, karşı­lıklı konuşmalarla okutmağa başladı. Benzeri., hâdiseleri birbirine kıyas yapıyor, müşterek illeti olanları ayni hükme bağlıyor, fıtrî zekâsı, kuvvetli aklı ve sağlam mantıki sayesinde bunları ko!ayca yapıyordu. Böylece Hanefiyye mezhebini doğuran parlak fıkıh yo­lunu açtı.

Burada bu ilmî yapının nasıl teşekkül ettiğini ve doğurduğu neticeleri etrafiyle anlatmağa kalkışacak değiliz. Bunun ileride şerh ve beyân yeri gelecektir.

Biz burada onun hayatının mecrasından, onunla ilgili olan şeylerden söz açıyoruz. Biz burada onun şahsını inceliyoruz. Orada ise millî varlığının teşekkülünü araştıracağız. Sonra bu iki emirden doğan neticeler nedir? Yâni ilmî kudretiyle diktiği ilim fidanları ve ne vakit meyve verdiği ve bir çok ülkelerde fıkıh ve hüküm ver­me kapılarını nasıl açtığı mes´elesini bahis konusu yapacağız.

Onun hayatiyle ilgili şeyleri beyan için burada îki noktayı açık­layacağız :

1- Yaşayışı, geçinmesi, kazancı nasıldı?

2- Umumî hayat yâni yaşadığı devirde olup biten olaylar karşısında vaziyeti ne idi ve bunun hayatının akışında ne gibi te­siri oldu?


23- Ailesinin Malî Durumu


Tarih bize anlatıyor ki, Ebû Hanîfe servet sahibi,, varlıklı bir ailede yatişti. Babaları tacirdi. Onların yünlü ve ipekli kumaş ti­câreti yaptıkları anlaşılıyor. Bu ticaret çok kârlı bir işti. Ebû Ha­nîfe atalarından kalan bu işe başladı. Gençliğinde çarşı-pazara gidip gelirdi. Ulemanın dersine devam etmezdi. ŞaTsî ona ilim mec­lislerine devamı tenbih etti. Bunun üzerine o da ilme sarıldı, fa­kat ticaretten büsbütün ayrılıp vazgeçti mi? Bütün rivayetler onun ticareti bırakmadığını söylemektedir. Hayatının sonuna kadar ti­caretle meşgul olmuştur.[16]

Onun ticarette ortağı olduğunu söylerler, öyle anlaşılıyor kî, onun ilim tahsil edebiimesi, fıkıh ve Hadîs öğrenerek ilme hizmete devanı edebilmesi hususunda bu ortağının yardımı olmuştur. Bü­tün rivayetler onun tacir olduğunda ittifak ettiği gibi fıkıh ve dîne hizmete kendini vermiş olduğunda da ittifak ederler. Bu ise ancak onun çarşıya bağlanmasına lüzum bırakmıyan emin bir ortağın yardım sayesinde olabilir. "Yoksa işinin başında bulunması lâzım gelird Onun da ticarete dair bilgisi, tecrübesi var. Ticaretle alâ­kadar Uıyor, ticaret işlerini idare ediyordu. Fakat ilimle ticareti bir arada toplayan ulemanın ahvali hep böyledir,

Mûtczİle´nin reisi olan Vâsıl b. Atâ da böyle idi. O da Ebû Ha-nîfe´nin çağdaşıdır, aynı yılda doğmuşlardır. O da îran´lıdır. Tica­retle geçinirdi. Akrabasından emin bir ortağı ile ticaretini yürütür­dü. Kendisi ders meşguldü. îslâma hücum edenlerle münakaşa ya-parc: Bunun emsali çoktur. Öyleyse Ebû Hanîfe´nin tacir olduğu haldt kendisini bu derece ilme nasıl vermiş olduğunda hayret edi­lecek bir cihet yoktur.


24- Tâcîr Ebü Hanîfe´nin Meziyetleri, Cömertliği


Ebû Hanîfe, tâcîr olarak halka olan ticarî münasebet ve mua­melelerinde dört vasıf taşır ki, bunlar onu doğru ve namuslu tüc­car arasında örnek olarak göstermeğe kâfidir. Ulema arasında en yüksek mevkide o*duğu gibi ticaret ahlâkında da böyledir.

1- Son dertle kanaatkar, gönlü zengindi. İnsanları fakir yapan tamahkârlıktan onda eser yoktu. Bunun sebebi, belki de zengin ve varlıklı bir ailede vetişmiş olmasıdır. İhtiyaç zilletini tat­mış değildi.

2- Son deerce emanete riayet ederdi. Emanet hususunda çok titizdi. Hıyanet nedir bilmezdi.

3- Gayet cömertti, eli çok kaçıktı. Cimrilik ondan uzaktı.

4- Son derece dindardı, çok ibadet ederdi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri "namaz ve niyazla geçirirdi.

Şahsında toplanan bu dört güzel vasıf, onun ticaret muame­lelerinde daima eserini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler­di. Birçokları onu ticarette Hz. Ebû Bekr´is-Siddık´a benzetirdi Sanki onu kendine Örnek tutuyor, onun izinden gidiyordu, ona tâ-biydi. Bir malı satın alırken de, sattığı zamanki gibi, emanet kai­desine riayet ederdi: Bir kadın ona satmak üzere bir ipek elbise getirdi. Ebû Hanîfe fiyatım sordu. Kadın da yüz dirhem istediğini söyledi. Ebû Hanîfe: «Bunun değeri yüzden daha ziyadedir, kaça vereceğinizi söyleyin» dedi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktı. Ebû Hanîfe: «Daha fazla yapar», deyince kadın:

? Benimle eğleniyor musun? dedi.

Ebû Hanîfe:

? Ne münasebet, dedi, bir adam getirin de fiyat takdir et­tirelim.

Kadın bir adam çağırdı. Fiyat takdir ettirdi. Ebû Hanîfe beş-yüze satın aldı.[17]

O işte böyle idi. Alıcı kendisi, fakat satıcının menfaatini ko­ruyor. Satıcının gafletinden istifade ederek onu aldatmağa fırsat kollanııyor, vurgunculuk yapmıyor, satıcıya doğru yolu gösteriyor.

O öyle bir satıcı idi ki, müşteri fakir veya ahbabı olursa on­lardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verir, hattâ kazancından müş­teriye bağışladığı bile olurdu. Bir defa ihtiyar bir kadın geldi:

?Ben yoksulum dedi. Bana şu elbiseyi maliyeti fiatına sat! Ona:

Dört dirhem ver, onu al, dedi.

Ben ihtiyar bir kadıncağızım,, benimle böyle alay etme,

dedi.

? Bunun alayı yok, bunları iki takım elbise olarak almıştım. Birini verdiğini paradan dört dirhem eksiğine sattım. Bu elbise ba­na dört dirheme kalmış oldu, bunu da sen al.

Ahbaplarından biri gelip şu vasıfta, şu renkte bir elbiselik ku­maş istedi. Ona:

? Biraz bekle, düşerse senin için alırım, dedi.

Bir hafta geçmeden o vasıfta kumaş geldi. Ahbabı uğrayınca:

? Senin işi gördük, dedi ve kumaşı çıkardı. Ahbabı;

? Kaça? diye sordu.

? Bir dirheme, dedi.

? Benimle alay edeceğini hiç zannetmezdim!

? Ortada aîay edecek bir şey yok. Ben 20 dinar ve bîr dirhe­me iki elbise satın aldım. Birini 20 dinara sattım. Bu bir dirheme kaldı.[18]

Şüphesiz ki, bu aliş verişe satıcının cömertliğinden ileri gelen büyük bir ikram karışıyordu. Yahut bu alış veriş suretinde bir he­diye ve ihsandı. Bu ticaret değildir. Bu büyük ve âlim tacirin na­sıl cömert bir kalb sahibi olduğunu, onun emanet, dîn, akıl ve ve­fa bakımından nasıl bir namus heykeli olduğunu gösterir. Günah karışma şüphesi olan her şeyden pek sakımrdı. Bir mala haram ka­rıştığı şüphesi hâsıl olursa onu hemen yoksullara, muhtaçlara sa­daka olarak dağıtırdı.

Rivayet olunduğuna göre: Ortağı Hafs b. Abdurrahman´ı mal satmak üzere gönderdi ve içlerinde kusurlu bir elbise olduğunu da ona söyledi ve bunu satarken kusurlu olduğunu, söylemesini tenbih etti. Hafs malı sattı. Kusurunu söylemeyi unuttu. Onu satın alanın kim olduğunu da bilmiyor, Ebû Hanîfe bunu öğrenince bü­tün o mallardan alınan paranın hepsini sadaka olarak dağıttı.[19]

Bu derece takvaya riayet ,helâl kazançla iktifa etmesiyle bera­ber ticareti ona yine de çok gelir sağlıyordu, serveti çoktu. Ulema­ya, muhaddislere pek çok ihsanda bulunur, onlara iyilik yapardı. Târih-i Bağdadî diyor ki: Seneden seneye kazancını toplar, onlar­la üstadîann» muhaddislerin ihtiyaçlarını karşılar, yiyeceklerini, giyeceklerini satın alır, bütün hacetlerini görürdü. Sonra kârdan kalan parayı onlara dağıtırdı ve: «Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve ancak Allah´a hamd edin», derdi. Çünkü verdiğim bu mal filhakika benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allah´ın fazl ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.»[20]

Ticaretinin sağladığı kazançla ulemaya mürüvvet gösteriyor, onların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Onları başkalarına muhtaç olma durumundan çıkararak ilmin şerefini koruyordu.

O, dış görünüşe de ehemmiyet veriyor, dışının da içi gibi temiz olmasına dikkat ediyordu. Elbisesine itina gösterirdi. ´ Elbisenin en âlâsını giyerdi. Üst elbisesi otuz dinar kıymetinde idi. Kıyafeti güzeldi. Çok güzel kokular kullanırdı. Ebû Yusuf´un dediği gibi da­ha uzaktan güzel kokusu duyulur, geldiği belli olurdu.[21]

Tanıdıklarını da kendi elbiselerine ve diğer dış görünüşlerine dikkat etmeğe teşvik ederdi. Yanına gelip oturan bir adamın üze­rindeki eski elbise gözüne ilişti. Adam kalkıp gideceği zaman bi­raz beklemesini söyledi. Meclis dağılıp herkes gittikten sonra ikisi yalnız kalınca adama:

? Şu seccadeyi kaldır, altında olanları al, dedi.

Adam seccadeyi kaldırdı. Altında bin dirhem vardı, durakladı.

? Al bu dirhemleri, dedi. Onunla kılığını kıyafetini değiştir!

? Ben zenginim, bunlara ihtiyacım yok, cevabım verdi.

? Sen Hz. Peygamber´in şu Hadîsini duymadın mı: «Allah, kulunun üzerinde, ona verdiği nimetin eserini görmeyi sever.» Sen şu halini değiştirmelisin, tâ ki dostların senin için kederlenme­sin[22]


25- Devrîndekî Sîyasî Hareketler Karşısındaki Durumu


İşte Ebû Hanîfe´nin yaşayışı böyle idi. Ve onun gelir kaynak­ları bunlardı. Şimdi hayatının akışı ile sıkı alâkası olan bir şeyden bahsetmek istiyoruz. Devrindeki siyasî ayaklanma hareketleri kar­şısında durumu ne idi? Bunların ona tesiri nedir? Ayaklanmala­ra yardımı var mıdır? Devlet işlerini ellerinde tutanlarla münase­beti nasıldı? Bunlar Ebû Hanîfe´nin hayatına tesirleri derecesin­de eserimizde yer vereceğiz. îmâm-i A´zam gibi büyük imâmın ha­yatına son vermeğe sebep olan o işkenceler bununla sıkı alâkadar­dır. Tıpkı sebebin müsebbiple, neticenin mukaddemelerle, eserin müessirle olan bağlantısı gibi. Hayatında çektiği elemlerin sebebi bunlardır.

Ebû Hanîfe hayatının 52 senesini Emevîler devrinde yaşadı. 18 senesini de Abbasîler devrinde geçirdi. Bu iki İslâm devletinde ömür sürdü. Emevî devletinin gençlik ve kuvvetli devrini gördü. Sonra onun çöktüğüne şahit oldu. Abbasîler devletine yetişti. Ab-bâsîlerin gizli bir teşkilât halinde Emevîleri yıkmak için propa­ganda yaptıkları, durmadan çalıştıkları günleri yaşadıktan sonra Emevî devletini yıkıp idareyi- ele aldıkları günleri gördü. Abbasî­ler, Hz. Peygamber´in yakın akrabasından olduklarından Abbasî Halîfeleri, Peygamber´in dinî vekili gibi halkın başına geçmişler­dir. Halkı idareleri altına bu namla alıyorlardı.

Ebû Hanîfe bunların cümlesini görüp geçirdi. Bunlar onun üzerinden hâli kalmıyordu. İhtilâlcilerle bir olup hükümet aleyhi­ne yürümediyse de, bütün haberler, onun kalben Hz. Peygamber´in âli, Ehl-i Beyt ile beraber olduğunu göstermektedir.

O, evvelâ Emevîlere karşı ayaklanan Peygamber´in akraba-siyledir. Sonradan bu işi Abbasîler sırf kendi ellerine alıp Hz. Ali´­nin evlâdını mahrum bırakınca, Hz. Ali evlâdının Abbâsîlere karşı ayaklanmasını haklı gördü. Emevîleri din ve şeriatv bakımından hiç­bir suretle hak ve hâkimiyet sahibi görmüyordu. Fakat işi kılıca sarılmağa vardırarak isyan etmiyordu. Belki de bunu yapmayı ku­ruyordu, fakat bâzı sebepleri hesaba katarak buna imkân görmü­yordu. Zeyd b. Zeynelâbidin, 121 Hicrî yılında Hişam b. Abdu´1-Me-lik´e karşı ayaklanınca, rivayete göre, Ebû Hanîfe: «Onun bu çı­kışı, Hz. Peygamber Efendimiz´in Bedir Harbine çıkışına benzer» demiştir. Kendisine:

? Öyle ise siz neye ona katılmadınız? denilince:

? Beni, ona katılmaktan halkın bendeki emanetleri alıkoy­du. Bana birçok emanet bırakmışlardı. Onları tbn-i Ebî Leylâ´ya bırakma kistedim kabul etmedi. Emanetler bende iken bilinmeyen uzak yerlerde ölmekten korktum, dedi. Başka bir rivayette şu özü-rü ileri sürdüğü söyleniyor:

«Şayet halkın, onun atalarını aldattıkları gibi onu da alda­tıp yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem; onunla beraber ben´de; savaşırdım. Zira hak imâm ve halife odur. Hilâfet onun hakkıdır. Ben ona malımla yardım ettim. Bin dirhem göndererek ona bi´at ettim. Elçiye özürümü ona arzetmesini söyledim.»

Bu iki haberden anlaşılıyor ki, o İmâm Zeyd b. Ali Zeynelâbi­din gibi bir âdil imâm tarafından olmak şartiyle, Emevîlere karşı isyanı şer´an caiz görüyordu ve kendisi de mücâhidlerle beraber kılıç sallamağı arzu ediyordu. Fakat o bununla iyi neticeler alına­cağından emin değildi. Böyle yapmak haklı ve yerinde bir iş, lâkin buna kuvvetle katılanlar ve andla bağlı kalpler bulunmadığından bir netice çıkmiyacağı da belli idi. Bununla beraber bu işe arka çevirip katılmıyanlardan olmak da istemezdi. Onun için teyit eden­lerden olduğuna delil göstermek maksadiyle malî yardım gönder­miştir. Mal da takviye kuvvetidir.

İhtilâlcilerle beraber neden çıkmadığı hususunda zikrettiği sebepleri, kılıç taşımağa ve kavgada insan yaralamağa alışık de­ğildi de bu sebeple cihada katılmadığından, kendini mazur göster­mek için ileri sürdüğünü söylemek istemiyoruz. Böyle bir şeye ih­timal bile vermeyiz. Çünkü Ebû Hanîfe içindekinin aksini söyle­yen kimselerden değildi. Kanaatinin hilâfına bir şey söylemez, her şeyi samimiyetle söyler. Hayatını bu yüzden tehlikelere bile maruz bırakmıştır. Bunları kuvvetli bir irade ve cesur bir kalble karşıla­dı. Korkmadı, zaaf göstermedi.


26- Irak Valîsi Îbn-Î Ebî Hübeyre´nîn Ebû Hanîfe´yî Takibi


İmam Zeyd b. AH Zeynelâbidin´in ihtilâli, 122 hicret yılında onun öldürülmesiyle sona erdi. Ondan sonra 125 senesinde oğlu Yahya Horasan´da ayaklandı. Babası gibi o da öldürüldü. Sonra bu Yahya´nın oğlu Abdullah, atalarının hakkını isteyerek ayaklandı. Emevîlerin son halifesi Mervan b. Muhammed´in gönderdiği kuv­vetleri Yemen´de kırıp ezdi. Fakat o da 130 senesinde şehid oldu.[23]

Zeyd b. Ali´nin Ebû Hanîfe nezdinde büyük bir mevkii vardı. Hattâ onun devlete karşı çıkışını, Hz. Peygamber´in Bedir Harbine çıkışma benzetmişti. Onun dînini, ahlâkını, ilmini pek beğeniyor, çok takdir ediyordu. Onu hak imâm addederdi. Bu cihattan ayrı­lanlardan olmasın diye ona malca yardımda bulundu. Onun Emevî­lerin kılıcıyle öldürüldüğünü gördü. Sonra bu açılan yaralar henüz dinmeden arkasından onun oğlunun öldürüldüğüne şahit oldu. Onun arkasından da torunu aynı akıbete uğradı. Şüphesiz ki, bun­ların hepsi Ebû Hanîfe´nin içinde birer düğüm halinde kaldı. Bu zulümleri diliyle söylemekten elbette ki çekinmedi. Bunları anlat­tı. Kızdıkları zaman ulemanın lisanları, keskin kılıçların yapamadıklarını yapar, onlardan daha keskin olur, vuruşları daha şiddet­lidir. 130 senesinde Irak´ta Emevîlerin başından geçenler, bunu ta-mamiyle göstermektedir.

Mekkî´nin Menakıb-ı Ebû Hanîfe´sinde ve diğer menakıb ki-taplannda ve târihlerin tercüme-i hâl kısımlarında kayıt olunduğu veçhile: Son Emevî Halifesi Mervan b. Muhemmed´in Irak valisi olan Yezid b. Ömer b. Hübeyre, Ebû Hanîfe´ye kadılık veya hazi­nedarlık teklif etti. Bununla onun Emevîlere olan bağlılığını dene­mek istiyordu. Çünkü onun Hz. AH evlâdına taraftar olduğu, onla­ra elinden gelen yardımı yaptığı Emevîlerin kulağına değmişti. Bu sırada Irak, Horasan ve îran, siyasî hareketlerle kaynaşıyordu. Şe­hirler birer birer Abbasî taraftarlarının eline düşüyordu. Koca yeryüzü her taraftan darahp Emevîleri sıkıştırıyordu.

Mekkî aynen şöyle diyor: «Emevîler

8-D fatma zehra
Wed 30 April 2014, 08:12 pm GMT +0200
Ebu Hanife'nin hayatında bu kadar çok bilgi bilmiyordum allah sizden razı olsun

mevlüde06
Tue 16 February 2016, 05:57 pm GMT +0200
Ebu Hanife hazretleri ile ilgili detaylı bir anlatım olmuş.Allah razı olsun .
ne kadar acı ki mezhebine tabi bulunduğum ali hakkında o kadar çok eksiğim varmışki,neredeyse hiçbir şey bilmiyorum diyeceğim seviyeye gelmişim.Rabbim bizleri ilimle şereflendirsin,ilme olan muhabbetimzizi gayretimizi arttırsın inşallah.

Eminegül
Thu 1 November 2018, 07:24 am GMT +0200
Ebu hanifeyi daha yakından tanımış oldum. Ticaretindeki hassasiyet cömertlik,ilmindeki genişlik takdire şayan .Amel edilen ilmin sahibine davranış olarak iki dünya nimeti olarak çok şey kazandırdığını bir kez daha anlamış oluyoruz. Rabbim yollarından ayırmasın.

Bilal2009
Thu 1 November 2018, 02:44 pm GMT +0200
Ve aleykümüsselam Rabbim bizleri doğruların yolundan ayırmasın Rabbim paylaşım için razı olsun