ayten
Sun 26 September 2010, 11:14 pm GMT +0200
Ebu İshak Eş-Şatıbi
Adı: ibrahim b. Musa b. Muhammed´dir. Eş-şâtıbî dîye meşhur olmuştur. Endülüs´tü ve gırnata´dandır. Mâliki mezhebine mensuptur. Hafız ve büyük bir mücîehid, ıısûlcü, müfessir, muhaddis, fakih, dil bilgini... Kısaca çok yönlü bir âlimdi. Öbür taraftan verâ´ sahibi, sâlih, zâhid, sünnî bir zattı. Arapça´yı ve diğer ilimleri zamanının büyük âlimlerinden almıştır. Bunlar içerisinde ıbnu´ l-fahhâr el-elbîrî, ebu´l-kâstm es-sebtî, ebu ali et-telemsâriî, gibi seçkin simalar vardır. Çok değerli teliflerde bulunmuştur. Bunlar içerisinde en değerlileri şunlardır: el-muvâfakât (dört cilt, elinizdeki bu eser), i´tisâm (iki cilt), el-mecâlis (imam buhârî´nin sahih´i/jin "kitâbu´l-büyû" kısmı üzerine yazdığı şerh), el-ifâdât ve´1-inşaallahâdât (edebiyata dairdir), unvânu´l-ittifak fî ilmi´l-iştikâk, nahiv üzerine yazdığı beş büyük ciltlik el-makâsıdu´ş-şâfiye fî şerhi hulâsati´l-kâfiye. H. 790 - m. 1388 tarihinde, şaban´in sekizinde salı günü hakk´in rahmetine kavuşmuştur.
KİTAP HAKKINDA (HATIRALAR, DÜŞÜNCELER)
İstanbul yüksek islâm enstitüsünde talebe iken hocalarımızdan merhum celal hoca, bir sohbetinde seyyid beyinfıkıh usûlü kitabından övgü ile bahsetmiş, sahaflarda bulamadığı bu kitabı, yüklüce bir para ödeyerek bir hattata, süleymaniye kütüphanesinde mevcut bir nüshadan istinsah ettirdiğini söylemişti. O günden sonra biz de bu kitabın peşine düşmüş, sonunda ele geçirmiş ve okumaya başlamıştık. Seyyid bey, kitabın giriş kısmında belli başlı fıkıh usûlü kitaplarını değerlendirirken, sıra el-muvâ-fakât´a gelince şunları yazmıştı:
"bu kitap yenilikçi (müceddidane) bir metodla yazılmış, gayet güzel, yukarıda adlan geçen usûl kitaplarında bulunmayan, zamanımız için çok önemli bahisleri içine almış bir kitaptır. Şâtıbî bu eseriyle, fıkıh usûlü ilminde asıl incelenmesi gereken meselelerin hangileri olduğunu göstermek istemiş ve ilmin peşine düşmesi gereken hedefe yönelmiştir. Fakat, yukarıda da söylediğim gibi, bizim doğu âlimlerinin sonradan gelenleri, şâtıbî´nin tuttuğu yolu takip etmemiş, bilâkis işi lâfız ve cedel kavgasına dökmüş olduklarından, onun açtığı çığın genişletecek kimse ortaya çıkmamıştır." (ist.1333, s. 60)
Bu satırları okuduktan sonra el-muvâfakât´ın peşine düşmemek mümkün olmazdı.sahaflarda bulduğum, kazan´da basılmış birinci cildin başındaki mûsâ cârullah´a ait tanıtma yazısı kitaba olan iştiyakımı daha da arttırdı.[1] bir seyahatimde ankara ilahiyat fakültesine uğramıştım, orada bir ağabey hocanın kütüphanesinde, elinizdeki tercümeye esas teşkil eden el-muvâfakât baskısını gördüm, hocaya rica ederek kitabı satın aldım. O günkü sevincimi anlatamam. Dört cilt olan kitabın son cildini bitirdiğim zaman tarih atmışım: 24 temmuz 1961. Buna göre bu sevgili dost ile tanışmamızın üzerinden yaklaşık otuz yıl geçmiş bulunuyor.
Usûlü´1-fıkh ilmi dalında bir çok eser verilmiştir. Bunlar içinden şâfi´f -nin er-risâle´si, gazzâlfnin el-müstasfâ´si, sadru´ş-şerî´a´nın et-tavzîh´i, ibnu´l-kayyim´in riâmul-muvakkı´m´i, şâtıbî´nin el-muvâfakât´ı
Ve şevkânî´nin irşâdul-fuhûl´ü binanın temel taşları gibi eserlerdir. İslâm ilimlerinde ve özellikle fıkıh usûlü´nde derinleşmek isteyenlerin bu kitaplardan müstağni kalmaları düşünülemez. Ancak el-muvâfakât´ın bir özelliği onu sahasında tek kitap haline getirmektedir; bu da,"mekâsıdu´ş-şe-rî´a"ya verdiği geniş yerdir. Mekâsıdu´ş-şerî´a dinin güttüğü, gözettiği gayeler, maksatlar demektir. ALLAH teâlâ peygamberleri vasıtasıyla kullarına "iman, ibadet ve hayat nizamı" gönderiyor. Bu nizamı oluşturan bilgiler istekler ve kaideler yalnızca ALLAH´a kulluk etmeye, imtihanı kazanmaya mı yaramaktadır, yoksa ALLAH bunların, insanlara dünyada da bir takım faydaları dokunmasını mı istemiştir. Eğer ikinci ihtimal vâki ise, dinî hükümlerin faydalarından, karşıladıkları ihtiyaçlardan söz etmek yerinde olacaktır. İşte şâtıbî, kitabının bir cildini bu konuyu ayırmakta, başka kitaplarda birkaç sayfaya sığdırılan "hükümlerin gayelerini, dinin maksatlarım" bu genişlikte ve derinlikte ele alıp incelemektedir. Kitaba değer kazandıran diğer özelliklerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
1. yazar mâliki mezhebine mensup bulunduğu halde, mezhep taassubundan uzak, edepli ve uzlaştırıcı bir yol takip etmiş. Nitekim kitabına önce "et-ta´rîf bi-esrâri´t-teklif: yükümlülüğün sırlarının bilgisi" adını koymak istemiş, sonra bir rüya üzerine bunu değiştirmiş, kitabında mâliki mezhebi ile hanefî mezhebini uzlaştırmayı hedef aldığı için "uzlaşılar, anlaşmalar" mânasında el-muvâfakât ismini tercih etmiştir. Kitabın sonlarına doğru "ihtilaflı konularda tercih" meselesini işlerken fıkıhçılara, birbirine karşı edepli ve hoşgörülü olmayı tavsiye etmekte ve aksi davranışın giderek katıla-şan, taassuba düşen nesiller, taraftarlar yetişmesine sebep olacağını, bunun ise dinin yasakladığı tefrika ve bölünmeyi getireceğini etkili cümlelerle ifade etmektedir. Taklit ve taassupla ilgili şu sözleri onun ilmî kişiliğine ışık tutmaktadır:
"...takva elbisesini kendine bir şiar kıl, insafı elden bırakma, hakkı aramak mezhebin, hakkı ehline teslim etmek prensibin olsun...taassup pınarından sakın içme, konunun hakikati anlaşıldığında onu kabul edip teslim olmaktan çekinme..." (tercüme, s.18-19).
2. Şâtıbî´ye göre "ilimden maksat ALLAH´a kullukta bulunmadan başka birşey değildir."Şer´î hükümlerin dünya hayatında da faydayı hedeflediği konusu kesin delillerle sabittir.
"...şeriat ilmi pek dağınık ve çeşitli türden olan cüz´iyyatm genel ve kapsamlı bir şekilde istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edilmekte ve neticede akılda, bidüziye (muttarit), genel ve sabit, değişmez, hep hakim konumda genel prensiplerden oluşan bir mecmua vücuda gelmektedir.
Bu satırlardan anlaşılan odur ki, şâtıbfye göre bir bilgiye kesingözüyle bakabilmek için onu ilmî metodlarla (burada tam istikra metoduile)eldeetmekgerekmektedir. Ve kendisi, bukitapta ele aldığı şer´î maksatları işte bu metodla ortaya çıkarmıştır.
3. Müellif bu eserinde, sıradan bütün insanları ilgilendiren dînî hükümlerin kaynakları ve gayelerini araştırırken, yorumlarını yaparken tasavvufun inceleme konusuna giren seyir ve sülük (manevî ve ahlâkî eğitim) yoluyla farklılaşmış ALLAH kullarının hal ve yükümlülükleri üzerinde de durmuş, bunların genelleştirilmesine karşı çıkmakla beraber islâm bütünü içindeki mümtaz yerlerini tescil ve tesbit etmiştir.
4. Şâtıbî, felsefe mesleğine mensup bazı âlimlerin yaptıkları gibi akla öncelik vererek nasları —zahirleri ile almak ve anlamak mümkün olduğu halde— te´vil ve gerçek mânâlarından saptırma yoluna gitmemiş, nakle (kesin ve açık nakle) öncelik vermiştir:
"şer´î meselelerde...nakil öne almir ve metbû (kendisine uyulan) kılınır, akıl ise geri alınır ve tâbi kabul edilir. İnceleme ve sonuca varma konusunda akıl ancak naklin müsâadesi ölçüsünde katkıda bulunur..."(s.78 )
El-muvâfakât´ın saymakla bitmez güzellikleri ve faydalı yönleri sebebiyle hep türkçemize kazandırılmasını istemiş ve ilgili dostlara tavsiye etmişimdir. Bu arzumun, hem tercüme, hem de kitaplaştırma bakımlarından en güzel bir şekilde gerçekleşmesi benim için mutluluk sebebi olmuştur. Değişik cümle yapılan, üslûbu, mantığı ile el-muvâfakât gibi anlaşılması, hele hele türkçeye aktarılması oldukça zor olan bir kitabı başarı ile tercümeye muvaffak olduğu için mehmed erdoğan´ı candan tebrik ediyor, daha nice çalışmalarını bekliyorum. Sahasında erişilmez bir seviyeyi temsil eden bu eserin tercüme ve neşri için elinden geleni geri koymayan yayıncılara da teşekkür ediyor, sa´ylerinin meşkûr, amellerinin makbul olmasını mevlâdan niyaz eyliyorum.
Doç. Dr. Hayreddin karaman
Mütercimin Onsozu
Elinizdeki bu değerli eserin günyüziine çıkmasına bizleri muvaffak kılan ALLAH´a sonsuz hamd ve senalar eder, o´nun pâk şeriatının teb-liğcisi, yorumcusu ve örnek tatbikatçısı olan sevgili peygamberimiz hz. Muhammed´e salât ve selâm eder, o´nun nurlu yolundan giden ve kutsal emâneti kendisinden sonra gelenlere ulaştıran âl ve ashabını, tabiîn neslini, güzellikle onların yolundan gidenleri, ümmetin büyük müctehid imamlarını, bütün insanlığın dünya ve âhiret seâdetine kefil olan islâm şeriatının yüceltilmesi ve yenilenmesi için kafa yoran tüm islâm âlim ve düşünürlerini rahmetle anarım. Keza rabbimizden, bizleri de islâm´ı ve onun yüce değerlerini hayata yeniden hâkim kılabilecek bir neslin iman, ilim, irfan ve cihad erleri kılmasını niyaz ederim.
Daha önceleri çeşitli hocalarımızdan övgüsünü işittiğim şâtıbî´nin el-muvâfakât adlı eserinin içeriğini gerçek anlamda doktora öğrenciliğim sırasında değerli hocam hayreddin karaman´ın derslerinde okuduğumuz ve daha sonra da islam hukuk felsefesi adıyla tercüme ettiğimiz m. Tâhir b. Aşûr´un eseri vasıtasıyla öğrenmiştim. Daha sonra "ahkâmın değişmesi" adlı doktora tezimin temel kaynaklarından biri olması hasebiyle de yakından incelemiş ve böylece eseri daha da iyi tanımıştım.
Doktora çalışmalarımı tamamladıktan sonra değerli arkadaşım dr. İlhan kutluer´in iz yayıncılık adına eserin tarafımdan tercüme edilmesi teklifini büyük bir memnuniyet ve cesaretle kabul ettim. Memnuniyetle kabul ettim; çünkü, hakikaten bu eserin türk okuyucularına bir an evvel kazandırılmasının zaruretine inanıyordum. Cesaretle diyorum, çünkü önümde büyük badireler olduğunu biliyordum. Şöyle ki:
Her şeyden önce eser, fevkalâde yüksek bir bilgi düzeyine sahip insanlara hitap ediyordu. Müellif eserini alışılagelmiş klâsik usûl kitapları tarzında kaleme almamış, başta usûl ilmi olmak üzere diğer şer´î ve aklî ilimlerde işlenilmiş ve sonuca ulaşılmış konuları esas alarak bunların üzerine eserini bina etmeyi prensip edinmişti. Eser dört cilt halinde mufassal olmasına rağmen, onun belirttiğimiz bu özelliği hemen hemen her ilme müracaatta bulunmayı gerekli kılmıştır. Haliyle bu, çalışmamızı zorlaştıran ve yavaşlatan bir etken olmuştur.
Eserin daha önce birkaç baskısı yapılmış olmakla birlikte, tercümemize esas aldığımız a. Dıraz neşri de dahil bizim anladığımız mânâda hadisler tahric edilmemişti. Tercümemizde âyet numaraları tesbit edilmiş, hadisler de tahric edilmiştir. Müellifin pek çok hadis kullanmasına rağmen, hemen hemen bütün hadislerini concordance aracılığı ile kütüb-i tis´a (dokuz temel hadis kitabı) içerisinde bulabilmemiz, sanırız kudretli müellifimizin kaynak anlayışının zikre değer bir göstergesi olmalıdır. Âyet ve hadislerin yerlerini belirten dipnotlarda mütercim tarafından konulduğunu gösteren rumuzu kullanılmamıştır.
Yaptığımız en önemli katkılardan biri de kullanılan kavramların genelde dipnotlarda açıklan ması dır. Bu tür tarafımızdan yapılan tarif ve açıklamaları rumuzu ile nâşir´in dipnotlarından ayırmış bulunuyoruz.
Nâşir´in tamamen lafzî olan ve mânânın açıklanmasına yönelik bazı dipnotlarım metne kaydırdık.
Uzun cümleleri yer yer bendlere ayırarak anlaşılmasını kolaylaştırdık. Dil olarak mümkün mertebe sade bir dil kullanmaya çalıştık. Ancak konunun ağırlığı ve ifade kısırlığı gibi zor durumlarda kaldığımızda eski kelimeleri de kullanmada bir sakınca görmedik. Istılahları korumaya özen göstermekle birlikte açıklamalarda bulunduk.
Bütün bunlardan sonra, takdir değerli okuyucularımızın olmakla birlikte, öyle sanıyoruz ki—, eserin türkçesi, arapça orijinalinde bulunan ve naşir dıraz´inhaklı olarak belirttiği zorluklardan büyük ölçüde arınmış oldu.
Bütün şer´î ilimlere yönelik bir özeleştiri içermesi ve islâmî literatür içerisinde kendi ifadesiyle "dürüst mânâsında tek usûl-ı fıkıh" diye nitelediği muvâf akât´m ilmî değerini çok iyi tanıtması açısından kazan müftüsü musa carullah tarafından kaleme alman çok değerli bulduğum biryazıyı da sadeleştirerek değerli okuyucularımızın istifadesine sundum. Umarım ki bu yazı, üzerinden yaklaşık bir asır geçmesine rağmen üzüntüyle belirtmek gerekir ki istenilen doğrultuda hâlâ yeterli adımların atılmadığını göstermeye yarayacaktır. Musa carullah´ın bu değerli eserin neşri ile gerçek anlamda usûle bir adım ya da kapı araladığını ifade ettiği gibi, biz de onu türkçe´ye kazandırmak suretiyle gösterilen hedefe doğru bir adım attığımıza ya da bir kapı araladığımıza inanıyoruz. Bu vesileyle kendimizi mutlu hissediyoruz.
Özellikle diğer üç cildin daha muntazam, daha kusursuz çıkabilmesi için değerli okuyucularımızdan yapıcı tenkitlerini bekler, teşvik ve yardımları için hocalarımıza teşekkür ederim.
Burada ayrıca bir sunuş yazısıyla bu çalışmamızı da destekleyen değerli hocamız doç. Dr. Hayreddin karaman´a, bu cildin tercümesini okuyarak değerli katkılardabulunanebubekireroğlu ile arkadaşım ilhan kutlu-er´e, eserin basımım üstlenen îz yaymcıhk´a, bütün okuyucularımıza teşekkür eder; eserin değerli müellifine ALLAH´tan rahmet dilerim.
Başarı ancak ALLAH´tandır.
Dr. Mehmet erdoğan
Ağustos, 1990 istanbul[2]
MÜELLİFİN HAYATI
Şâtıbî
(ö. 790 = 1388)
Adı: ibrahim b. Musa b. Muhammed´dir. El-lahmî el-gırnâtâ nisbesi bulunmaktadır. Künyesi ebû ishak olan müellifimiz, eş-şâtıbî diye meşhur olmuştur. Endülüs´lü ve gırnata´dandır. Mâliki mezhebine mensuptur.
Müellifimiz hafız ve büyük bir müctehid, usûlcü, müfessir, muhaddia fakih, dil bilgini... Kısaca çok yönlü bir âlimdi. Öbür taraftan verâ1 sahibi, sâlih, zâhid, sünnî bir zattı.
Arapça´yı ve diğer ilimleri zamanının büyük âlimlerinden almıştır. Bunlar içerisinde ibnu´l-fahhâr el-elbîrî, ebu´l-kâsım es-sebtî, ebu ali et-telpmsânî, ebu abdillah el-mukrî, ebu saîd b. Lübb, ibn merzûk, ebu ali mansûr b. Muhammed, ebu abdillah el-belensî... Gibi seçkin simalar vardır.
Şâtıbî, çalışmış, akranları arasında yükselmiş ve büyük imamlar arasına girmiştir. Pek çok meseleyi zamanının önde gelen âlimleriyle müzakerede bulunmuştur. İlim tahsilinde hep ilk kaynaklara itimad eder ve bunun ilim tahsili için gerekli görürdü.
Müellifimiz çok değerli teliflerde bulunmuştur. Bunlar içerisinde en değerlileri şunlardır: el-muvâfakât (dört cilt, elinizdeki bu eser), ptisâm (iki cilt), el-mecâlis (imam buhârî´nin sahih´inin "kitâbu´1-büyû" kısmı üzerine yazdığı şerh), el-ifâdât ve´1-inşaallahâdât (edebiyata dairdir), unvâ-nu´1-ittifâk fî ümi´l-iştikâk, nahiv üzerine yazdığı beş büyük ciltlik el-makâsıdu´ş-şâfîye fi şerhi hulâsati´l-kâfiye.
Kendisinden de, meşhur imam ebu yahya b. Âsim ve kardeşi kadı ebu bekir b. Asım gibi pek çokları istifade etmiştir.
H. 790-m. 1388tarihinde şaban´msekizinde salı günühakk´ınrahmetine kavuşmuştur. [3]
"EL-MUVÂFAKÂT" NEŞRİNE AİT BİR-İKİ SÖZ
İslâmî ilimler tarihine dikkatlice ve tarafsız bir gözle bakaninsan, ic-tihad ehlinin ictihadlarını her ne kadar güzel bulacak olursa da, telif erbabının şer´î ilimleri telîf konusunda edinmiş oldukları usûllerine tamamen rıza yüzü gösteremez.
Ben burada arap dilinin edebî sanatlarından, kur´ân-ı kerîm´in de edası ile ilgili ilimlerden bahsetmeyip. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl gibi is-lâmiyetin yalnız şer´î ilimlerine dair düşüncemi bir iki cümle ile arzedece-ğim:
İslâm âleminde islâm âlimlerinin kalemleriyle telif olunmuş tefsirler gayet çoktur. Ancak o tefsirlerin her biri himmetlerini yalnız ya arap dili ile ilgili konulara ya da rivayet yönlerine hasretmiş olup, "insanlık âleminin me-denî hayatında rehber" olmak sıfatıyla gökten inmiş kur´ân-ı kerim´in hem ilmî hem de hayatiyet arzeden yönlerine himmet sarfetmiş hiçbir tefsir yoktur. Taberî, keşşaf, beyrîâvî,râzî...gibi islâm âleminde en muteber ilmî tefsirlerin münderecâtı benim iddiamı isbat edebilir.
Ben bu sözümü müfessirleri yermek için değil, kitap´ta biz hiçbir-şeyi eksik bırakmadık." (6/38) gibi sıfatlarla nitelenmiş kur´ân-ı kerim´in genişliğine gölge düşürmemek için, devamlı iddia ederim. Bu iddiamı isbat için de. Tabiat âleminden bahseden fakat henüz esrarı çözülememiş yüzlerce âyetleri şahid olarak gösterebilirim. Tabiattan bahseden âyetleri zikretmeye hacet mi var; fıkhı hükümlere dair âyetlerin büyük çoğunluğu da tefsirlerin hiçbirinde layıkı üzere tamamıyla çözüme bağlanmış değildir.
Arap dili açısından açık. Hem de mânânın kolaylığı cihetiyle vuzuh derecesinde olan âyetlerin tefsirinde karar bilmeyen ihtilâf benim bu sözüme şahid gibi olmuyor mu
Ribâ gibi iktisâdi meselelere; şûrn ve idare gibi siyâsî meselelere: içkinin haramhğı gibi insan hayatının mutluluğuyla her yönden ilgili obın meselelere; nikâh ve talâk gibi aile meselelerine dair âyetlerin tefsirinde tefsircilerin son derece kusur göstermeleri benim bu iddiama kesin bir delil olmuyor mu
İtikadı meselelere delâleti muhtemel âyetlere kelâmcıların edebsizce-sine hücumları; çoğu kez bir âyetle birbirine zıt iki iddiaya istidlalde bulunmaları, "ma´dûm şey mi " gibi bir paralık önemi olmayan meselelere son derece kendilerini vererek delillendirmeye çalışıp; "varlığın gayesi nedir " gibi en büyük meselelere delâleti mümkün olan âyetlerde vakûrâne sükûtları benim bu dâvamı teyit etmiyor mu
Hiçbir adama kusur bulma kasdıyla değil, sadece hakikati bulmak amacıyla şimdi düşünelim: bizim tefsirler niçin böyle olmuş
Tefsirden sonra islâm âleminde en muteber, en ehemmiyetli ilim, hadis ilmidir. Zira hadis ilmi, bir taraftan kur´ân-ı kerîm´i bize beyan eder, diğer taraftan da sözleri, fiilleri, hükümleriyle hayatın intizamına, seâdetine insanları irş****çin gönderilmiş şerefli peygamberin bütün sözlerini, fiillerini ve hükümlerini bize nakleder.
Böyle en önemli bir ilimde tslâm âlimleri nasıl hizmet etmiştir Buna da hakikat aramak kasdıyla tarafsız bir gözle bakalım:
Şüphe yok, islâm âlimleri hadislerin senetlerine ait yönlerde gayet büyük hizmetler göstermişlerdir. Yani rivayetin keyfiyetlerine, râvilerin de adalet, takva hususlarından ibaret hallerine ait yönlerde son derece özen ile, en ufak ihmal göstermeksizin uğraşını şiardır. Şüphesiz hadis ehli hadisleri toplamak hakkında kusur göstermemişlerdir. Sabit hadisleri zayıf ya da mevzu (uydurma) hadislerden ayırmak hususunda da en ufak bir gevşeklik göstermemişlerdir. Bu noktalardan bakanlar, hadisçilerin hadis il-mindeki hizmetlerini yeterli görebilir. Ancak hadislerin "insan hayatındaki önemi, ilmî meselelerde ifâdesi" noktasından bakan insan hadis ehlinin hizmetleriyle yetinmezse hakkı vardır. Zira hadis kitaplarını baştan sona aktarıp tercümelerini (konu başlıklarını), istidlallerini ehemmiyet terazisiyle tartan insan, sıradan ve ehemmiyetsiz şeylerin herbirini orada bulur. Ancak son derece önemli meseleler bulunursa da son derece az bulunur. İçtimaî hayat meselelerine esas olacak kadar, yahut, ilmî düşüncenin yükselmesine önderlik edecek kadar ehemmiyetli hiçbir mesele hadis kitaplarının tercümelerinde (bâb başlıklarında, bölümlerinde) yer almaz. Elbette ben bu genellemeden "vahyin başlangıcı nasıldı " gibi başlıkları, ahlâkî faziletlerle ilgili hadisler içerisinde açıklanmış şeyleri istisna ederim.
Son zamanlarda hadis kitapları telif edenler, daha ziyade bir aşırılığa düşmüşlerdir. Mümkün olduğu kadar fazla ´istinbât´ta bulunayım hülya-sıyla son zaman müellifleri en basit, en önemsiz şeyleri de hz.peygamber´-in hadislerinden çıkarivermişlerdir. Bu iş, hadisin önemli mânalarını açıklama sonunda olsaydı yararda idi. Ancak son zaman müellifleri hadisin ehemmiyetli mânâlarından sükut ederler de, basit meselelere gayet büyük özen ile himmet sarfederler.
Hiçbir kimseye kusur bulmak garazıyla değil, belki bir halin sebeplerini arayıp bulmak ümidiyle şimdi düşünelim: bizim hadis kitapları niçin böyle olmuştur
Tefsir ve hadisten sonra, fıkıh i imi, şer´î ilimler arasında üçüncü rütbededir. Fıkıh ilmi, kur´ân âyetleriyle hz. Peygamber´in hadislerinden çıkarılmış olmaları sebebiyle üçüncü rütbede ise de, insanoğlunun hayatındaki önemi yönünden birinci derecededir. Zira:
Kur´ân-ı kerîm, bütün müslümanlarm dâvası ve inançları gibi, tüm insanlık için tâ kıyamete kadar kalacak mukaddes semavî bir kitap ise, elbette şüphe yok, bu gerçek sadece fıkhı ilimlerin kemâliyle, islâm fıkhının da insanlık hayatı nizamına tamamen uygunluğu ile sabit olabilir. İslâm prensipleri en yüce prensipler olmaz ise, islâm fıkhı da insanlık hayatı için en mükemmel âdil bir hukuk nizamı değilse, o vakit bizim şu itikadımız esassız bir imandır, dâvamız da kuru lâftan ibaret kalır.
İslâm risâletinin esası da i´câzdır (onun mucizeliği, emsalsizliğidir). Ancak i´câz elbette kur´ân-ı kerîm´in yalnız nazmıyla değil, gerçek i´câz, kur´ân´m mânâsıyladır. Öyle ise kur´ân-ı kerîm´in yüce prensiplerinin, islâm şeriatının fıkhı ilimlerinin insanlıkhayatıiçin en uygun ve mükemmel kanun (hukuk) olması lâzım gelir. Böyle olmazsa kur´ân-ı kerîm´de mâna açısından i´câz bulunamaz.
Ancak bizim mezhep kitaplarımızda tedvin edilmiş fıkhı ilimler kur´ân-ı kerîm´e i´câz verebilir derecede mükemmel midir Kıyamete kadar bütün insanhkiçinen uygun âdil kanun (hukuk) olabilecek kadargeniş ve esnek midir İnsanlık hayatında her gün, her asır tesadüf edilebilecek problemlerin çözümü ve cevabı bizim mezhep kitaplarımızda bulunabilir mi
İslâmiyete tam olarak muhabbetim hem de inancım gereği olmak üzere, bu soruların her birine "yok! Öyle değil." demeye mecburum. Ben bu cevabı fıkhı ilimlere kusur bulmak amacıyla değil, islâm şeriatına olan muhabbetimin bir gereği olmak üzere söyledim.
Bizim fıkhî ilimlerde ibadetler kısmı bir noktaya kadar mükemmel ve hem de etraflıca işlenmişse de; muamelât kısmı, genel hukuk, özel hukuk kısımları, yine devlet idaresine ait hususlar şu güne kadar tedvin edilmiş fıkıh ilimlerimizde o kadar mükemmel derecede değildir. Yalnız bu kadar mı Aksine fıkıh kitaplarının bazı bâblarında icrası mümkün olmayan ve adalet ilkesine ters düşen şeyler de vardır.
Niçin bizim fıkıh ilimlerimiz böyle olmuştur
Benim inancımca elbette her mü´minin de inancı öyledir islâm fıkhinin insanlık hayatı için en uygun hukuk, hem de halis adalet ilkesi üzerine kurulmuş en mükemmel hukuk olması lâzım idî.
Ancak niçin bizim fıkıh ilimlerimiz böyîe olmuştur
Biribirine asliyet-fer´iyet yönleriyle sık) sıkıya bağları bulunan tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin bu halleri neden kaynaklanmıştır
Şüphesiz o kusurlar kur;ân-ı kerîm ve hz. Peygamberin sünneti gibi şeriatın esaslarında değil, tamamen onların dışında olan şeylerdedir. Her mü´min elbette böyle inanır.
Öyle ise o kusurlar nerededir
Benim fikrimce, o kusurlar şeriatın esası olan kur´ân-ı kerîm´le rasûîullah´m sünnetine ve bunlardan alınmış olan şeriata bakış açımızda-dır.^başka bir deyişle ifade edelim: usül-i fıkıhtadır.
Usûl kitaplarında tedvin olunmuş "fıkhın esasları", şer´î delillerden bahsederken, o bahsi iki esas üzerine bina eder: biri sari´ tarafından teklif yahut hitâb esası. İkincisi ümmet tarafından harfiyyen imtisal (teklife uyma) yahut icabet esası. Şu iki esas itibarıyla usûi-ı fıkıh iki kısımdan; yani deliller kısmı ile hükümler kısmından ibaret olur. Birinci kısım müelliflerin çoğunun âdetlerine göre dört delilin, yani kitap, sünnet, icmâ ve kıyasın durumlarından bahseder. Kitap´tan bahsolunurken, esas bahis kitab´m arapça oîuşu ile ilgili konulara yani vaz\ delâlet, istimal (kullanış), fehm (anlama´» yönleriyle mânâyı ifadesine ait olur. Binaenaleyh, kitapla ilgili konular nazmın delâletine, mânâların anlaşılmasına müteallik meselelerden ibaret kalır. Sünnet-inebeviyyeden bahsedilirken, genelde müelliflerin âdetine göre, sünnetin arapça oluşu ile ilgili konulara temas edilmez. Zira kitap bölümünde geçmiş olan meselelerle zaten buna ihtiyaç kalmaz. Burada esas bahis, sünnetin senedine dair olur. Bazen burada muâraza t tearuz i bahisleri de zikrolunur. Ancak bilindiği gibi bununla sünnetin delâletine bir esneklik ve genişlik gelmez. Sonra icmâdan bahsederler. Orada icmâ´ın mânâsı, deliliiği, dereceleri belirtilir, tema, ilmî meseleyi hal veya isbat için aslında delil olmayıp, bir hükmü, bir meseleyi yoruma kapamak için yalnız bir tarîk, bir vesile gibi ise de, usûlcüler icmâ´ı bir delil gibi, belki en büyük delil gibi telakki ederler. "icmâ" kanun vaz etmek meselelerinde gayet büyük ehemmiyeti haiz olabilecek en büyük bir dayanak olabilirse de. Bizim usûlcüler icmâ´m o yönüne bir paralık yahut lüzumu kadar önem vermemişlerdir. Bununla insanlık hayatının yükselmesine mütenasib isiâm şeriatının esneklik ve vüs´at kazanmasına büyük bir sekte arız olmuştur. Bin sene önce bizim fıkıh ilimlerimiz nasıl ise , bu günde bile henüz o derecede kalmıştır.
İcmâ´dan sonra usûl kitaplarında kıyas bahsi gelir. Kitap, sünnet ya daicmâile sabit bir hükmü diğermahallere sirayet ettirmek için kıyas bahsinde şartlar zikrolunur. Mezheplerin ihtilafıyla şartlar ve bu arada kıyasın delilliğine bakışlar farklı olur. Sâri´ tarafından hükmün illeti belirtilmemiş ise, o vakit sirayet edecek illeti (ilîet-i müteaddiye) bulabilmek gayet zor o-lur. Bulunsa bile, o bulunmuş vasfın elbette illetliğine delil bulabilmek aynı şekilde güç kalır. Yahut illetliği muhtemel olan şeyler birden çok olur ve kıyas bize ihtilâftan başka bir netice vermez. Bundan dolayı kıyasın delil oluşuyla da islâm şeriatı o kadar esneklik ve genişlik kazanamaz.
Herhalükârda şer´î delillere usûl-ı fıkhın nazarı, arap dili özellikleriyle rivayetle ilgili konular cihetinden öteye gidemez. Benim gümanımca ic-tihad ehlinin içtihadı da çoğu kez buiki çerçeveileile sınırlı kalmış gibidir.
Böyle bir usûl üzerine tefsir, hadis, fıkıh gibi en büyük şer´î ilimlerimiz tesis kılınıp bu üç ilmin yukarıda beyan olunmuş kusurları benim gümâ-nımca yalnız şu yönden kaynaklanmıştır:
Kur´ân âyetlerini tefsir ederken, müfessirler genelde bir metod takip ederek hem tefsirlerini hem de istidlallerini usûl kitaplarında beyan edilmiş esaslara bina etmişlerdir. Kur´ân-ı kerîm´in mânâlarını hem arapça dil kuralları hem de rivayet gibi iki muhkem çerçeve ile tahdid ederek, fikir ve akılla bulunabilecek mânâları tamamen ihmal etmişlerdir.insanlık hayatında kanun (hukuk) olacak şer´î hükümlere delâlet eden âyetleri tefsirde yalnız umûm, husus, ibare, işâre, muhkemlik, mücmellik... Gibi nazmın çeşitlerine ehemmiyet verip, o hükümlerin insan hayatındaki önemine, tesirine o kadar itina gözüyle bakmamışlardır. Bu hal islâm şeriatının donmasına yani terakki edemeyip aynı halde kalmasına en güçlü bir sebep olmuştur.
Hadisçiler, tefsirciler gibi, istinbatiarım ve istidlallerini usûl kitaplarında beyan olunmuş esaslar üzerine bina edip. Hadislerin arap dili iîe ilgili özelliklerinden ziyade rivayeti yönüne özen göstermişler de, insanın hayatına kanun, ibadetine yol olacak en mühim şer´î hükümlere bir hadisin farklı rivayetlerini esas yapmışlardır. Böyle bir tavırda, bir taraftan delil olmayan şeyleri delil etmek mahzuru, diğer taraftan da kanun gibi en esaslı şeyleri lâfızların ihtilâfına tâbi kılmak münasebetsizliği vardır. Ufak şeylerin her birisine müteaddit hadisler, hesapsız rivayetler zikredip, ehemmiyetli şeylerin çoğunu hadis olsa da zikretmemişlerdir. Bu hal şüphe yok ki, şer´î delillere "bakış tarzı´ ndan yahut insan hayatına önem vermemekten kaynaklanmaktadır.
Muhaddisier hadisleri, müfessirler âyetleri açıklarken beyanlarını devamlı usûl kitaplarında zikrolunmuş usûl üzerine binâedip. Hem kitabın hem de sünnetin maksatlarına, kanun olacak şeylerin insanlık hayatında önemine gereği kadar itibar etmemişlerdir. Zira tuttukları usûlün dairesi o kadar geniş değildir.
Fıkhi ilimlerimize gelince, bizim fakîhler nazmın delâletine, her nasıl olursa olsun bir rivayetin mevcudiyetine en fazla itina edip şer´î hükümleri işte bu iki esas üzerine bina ederler: bir rivayet aranıp bulunur ise, yahut usûl kitaplarında beyan oiunmuş yolların biriyle tekellufveya tevîl ile de olsa nazmın delâleti güya isbat kılınır ise, o vakit hükümlerin diğer tafsilatlarından bahsetmezler. Hayatî meselelerin çoğu ilmî cihetten son derece karanlık içerisinde kalır. Hayatın intizamına, insanların medenî ihtiyaçlarına, yaklaşık olarak bir paralık önem vermezler.
Riba, faiz gibi hemenhenüz çözümlenememiş büyük meseleler, müt´a, tahlil (hülle) gibi islâmiyet´in yüzünü ta sonsuza kadar kızartabilecek lekeler, hîle-i şeriyyeler gibi hem islâmiyet´i hem de kanunuen şenî biçimde tah-kiredebilecek şeyler benim o sözlerimi bir dereceye kadarteyitetmiyormu
Olur olmaz varsayımları (farazi hükümler) son derece büyük gayretlerle ortaya koyup, içtimâi durumca en büyük ehemmiyeti olan meselelerde tamamen sükût eden, yahut söyleyip de çözüm getiremeyen fıkıh kitapları genel olarak benim o sözlerime şahit olmuyor mu
"medeniyet yoluna girdim." iddiasında olan islâm devletlerinden hiçbiri niçin islâm şeriatı kanunlarıyla idare olunamıyor
Ömürleri boyunca kur´ân âyetlerini, hz. Peygamber´in hadislerini okuyup, beş-on ciltlik fetva kitaplarını ezbere bilen fakihler, millet ve devlet idaresi için gerekli olacak kanunları, ıslahatları niçin hazır edemiyorlar
İslâm şeriatını arkaya bırakıp da, ya avrupa kanunlarına sığınmak gibi rezalete islâm hükümetleri nasıl tahammül ederler Lisân-ı halleriyle "o derece uygun kanunlar islâm şeriatında bulunmuyor." demiş olmuyorlar mı Öyle ise, bizim fıkıh ilimlerimiz niçin öyle uygun kanunları bize hazır etmemişlerdir Niçin etmiyorlar
G-üman ederim, şu gibi soruların her biri benim tezimi isbat edebilir. Ben tezimi halis bir niyetle, büyük bir güvenle savunurum. Ancak ALLAH bilir islâmî ilimleri karalamak kasdıyla değil. Aksine islâm şeriatını en büyük bir muhabbetle, köklü bir inançla savunurum. Zira biliyorum ki: bizim kur´ân-ı kerim hem mukaddes, hem de mu´ciz bir semavî kitaptır. İ´câzı ise yalnız nazım ile değil, şüphe yok, mânâsıyladır. Öyle ise kur´ân-ı kerîm´-in i´câzma münasip bir şerîat-ımu´cize, yani medeniyet âleminde benzeri bulunamaz derecede en mükemmel bir kanun olmak niteliği ile bütün medeniyet âleminde kabul olunabilir fıkıh ilimleri niçin islâm âleminde bulunmuyor Bulunması, şüphesiz lâzım idi.
Serî ilimlerimizin, özellikle de fıkıh ilimlerimizin o kusurları benim gümanımca, şer´î delillerle şer´îhükümlere bizim bakışımızdan, yani usûl-ı fıkıhtan kaynaklanmaktadır. Zira islam âleminde yayılmış usûl kitapları genel olarak yukarıda beyan olunmuş üslup üzerinde telif olunmuşlardır ve hiçbiri kitap ve sünnetin en büyük şer´î maksatlarını ne icmali olarak ne de tafsili olarak beyan etmemiş, şeriat ile insan hayatı arasındaki münasebetleri, kısa bir söz ile de olsa, göstermemiş, insanlık hayatının gereklerinden geniş ve derinlemesine şöyle dursun, icmâlî olarak dahi bahsetmemişlerdir. Şu sebeple usûl-ı fıkhın çerçevesi son derece dar olmuş, fıkhî ilimlerimiz bin sene önce nasıl ise, öyle kalmıştır.
Fıkıh ilimlerimizi islâm´myüceliğine uygun en kâmil, en geniş surette tedvin etmenin gereğine inanmış isek, yahut inanacak isek, o vakit bize her-şeyden önce iki şey lâzımdır:
Birincisi: Başları gerekli ilimler ve çağdaş tekniklerle (fünûn, müs-bet ilimler) dolu, hem ihlash hem de hür düşünceli fakihler dir.
İkincisi: Hem kitap hem de sünnetin teşrîî maksatlarını, insanlık hayatının hem zarurî hem de onların tamamlayıcısı (tek-mîlî) mahiyetinde bulunan ihtiyaçlarını, hukukun kaynaklarını, nasslarm ahkâma delâletlerini, mezheple kayıtlı olmaksızın, imam ebuhanife, imam mâlik, imam şafiî, imam ahmed gibi müctehidlerin islâm şerîatıyla insanlık hayatına bakışlarını mükemmel surette ortaya koyup açıklayan bir "usûl-ı fıkıh."
Buiki şey, yanı birikimihâlis hürfakihler ile dürüst manâsıyla "usûl-ı fıkıh" bizde bulunsa idi, o vakit islâm´ın i´câzına münasip bir şerîat-ımu´cize yani medeniyet âleminde benzeri bulunamaz derecede en mükemmel bir kânun, şüphe yok bizde bulunur idi. O vakit biz kur´ân-ı kerîm´in i´câzım medeniyet âlemine isbat edebilirdik, o vakit islâmiyet´e imanımız korku (havf) imanı değil, basîret imanı olur idi.
Taassub edecek insan inkâr edebilirse de, insaf eden kimse hiçbir vakit inkâr edemez ki: şu güne kadar islâm âleminde makbulolagelmiş,tavzîh, usûl-ı pezdevî, fusûlu´l-bedâi´, tahrîr, cem´u´l-cevâmi´, mahsûl, minhâcu´l-vusûl, el-müntehâ, tenkîh, müsellemu´s-sübût...gibi u-
Sûl kitapları yukarıda açıklanmış olan arzu ve isteklerimizin binde birine dahi yeterli olabilecek derecede değildir. Elbette yalnız lafzî bahisler ile kelâmla ilgili ihtilâflardan ibaret olan kitaplar gerçek manâsıyla usûl olamaz.
En dürüst manâsıyla usûl-ı fıkıh olabilecek bir kitap, islâmî literatür arasında var ise, yalnızca el-muvâfakât´tır.
El-muvafakat hem kitabın hem de sünnetin teşrîî maksatlarım en geniş şekilde beyan eder. İnsanın hem zarurî hem de onların tamamlayıcısı durumunda olan tekmîlî ihtiyaçlarını en ince surette ele alır. Şer´î delillerle insan hayatının birbirleriyle olan ilişkisini en esaslı tarzda belirler. Her meseleyi son derecede hür şekilde muhakeme edip, mütâlâa edenlere yalnız akıl çerçevesiyle sınırlı en hür bir bakış bahşeder.
Bizim fıkıh ilimlerimiz, tefsir ilimlerimiz ile, hadis ilmimiz en büyük kemâllerine erişecekler ise, elbette yalnız bu yolla ve böyle bir usûl ile erişeceklerdir.
İşte bu büyük maksada bir adım atmak yahut büyük bir kapı açmak emeliyle, rusya âlimlerine de, talebelerine de en dürüst manasıyla usûl-ı fıkıhtan bir nümûne göstermek kastıyla, kazan´da "sabah" kitabevi bu sene el-muvâfakât´ın basımına başladı.
El-muvâfakât, endülüs ulemâsından el-imâm el-hâfız ibrahim b. Musa eş-şâtıbî hazretlerinin benzeri bulunmaz bir kitabıdır. Bundan 25 sene önce 1302 senesinde tuiıus´da bir defa basılmış idi. Olağanüstü bir itina ile basılmış ise de kitapta yine de bir miktar hata kalmış idi.
Bu defa ben, kitabın tashihi yönlerini üstlenip ALLAH´ın yardımıyla çalışmada, itinada kusur göstermeyip, önceden kalmış hataları tashih ettim. ALLAH´ın hidayetine itimaden ümid ederim ki, kitabın bir noktasında bile hata kalmayacaktır.
Kitabın incelenmesini bir dereceye kadar kolaylaştırmak için cümleleri noktalar ile ayırdım. Uygun yerlerde müstakil cümlelere daima satırın evvelinden başladım. Mesele ile ilgisi olan ilmî şeyleri bazan dipnot şeklinde çizgi altına yazdım.
Dînî medreselerimizde dînî ilimler derslerini dürüst bir şekilde ıslah etmek lâzım ise, talebelerimize idrak melekesi , düşünce yeteneği, hem istiklâlhemdeictihadruhu vermemiz için menâr, tavzîh... Gibi kitaplar yerine el-muvâfakât gibi en dürüst manasıyla usûl-ı fıkıh beyan eden, hem de talebelere ictihad melekesi, istiklâl ruhu bahşeden bir kitabı kabul etmek lâzımdır. Yoksa dînî medreselerimizi ıslah hareketleri bize yeterli derecede semere veremez.
Musa cârullah
1327 rebîu´l-evvel 23 kazan[4]
ESERİN TANITIMI
Yüce kitabımız kur´ân-ı kerîm, şeriatın külli esaslarını ve islâm ümmetinin temel dayanağını oluşturmaktadır. Sünnet ise nihâi olarak kitâb´a döner; onun mücmelini açıklar, müşkil olan hususlarına açıklık getirir, onda genel hatları ile verilen konulara detaylar getirir. Bu itibarla, islâm şeriatından bizzat doğrudan doğruya ahkâm çıkarma amacında bulunan kimsenin, mutlaka kitâb ve sünnete, ya da kesin bir şekilde onlara dayanan icmâ ve kıyasa başvurması kaçınılmaz olacaktır.
Kitap ve sünnet arap dili ile gelmiştir. Tabiî arapların kendilerine has dili kullanış âdet ve şekilleri bulunuyordu. Bu kullanış âdet ve şekilleri ile kelâmda söz konusu olan sarîh, zahir, mücmel, hakikat, mecaz, âmin, hâss, muhkem, müteşâbih, nass, fahvâ ve daha benzen şekiller birbirinden ayrılıyordu. Bunun tabiî bir neticesi olarak, islâm şerîatmı bu iki kaynaktan öğrenmek isteyen kimsenin, gerek konuşan açısından ve gerekse dinleyicilerin zihinlerine doğan mânâlar açısından, bütün yönleri ve incelikleri ile arap dilini bilmesi zorunluluk ar-zetmektedir. Arapça´nın bu düzeyde bilinmesi, ictihad için gerekli temel şartlardan olmaktadır. Nitekim bütün usûl âlimleri bu hususu belirtmişlerdir. Bunların başında da er-risâle adlı usûlle ilgili eserindeki açıklamaları ile imam şâfıî (204/819) gelmektedir.
Pâk ve yüce islâm şeriatının yükümlülükleri, insanları sadece dînin sultası altına sokmak için rast gele konulmuş değildir. Aksine onlar yüce şeriat sahibinin, insanların dünya ve ahiret seâdetlerini birlikte sağlamak şeklinde ifâde olunan maksatlarının gerçekleştirilmesi amacı ile konulmuştur. İstisnasız bütün hükümlerde şu hususlardan birisinin bulunmasına riayet edilmiştir:
A) Ya dinin, insan hayatının, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde özetlenen ve ´zarûriyyât´ (zorunlu olan) diye isimlendirilen beş husustan birisi göz önüne alınmıştır. Bu esaslar bütün insanlık tarihinde ve her millet tarafından dikkate alınan prensiplerdir . Şayet bunlar olmasa ne dünya hayatının düzeni mümkün olur, ne de ahirette kurtuluşa ulaşılabilirdi.
B) Ya da ´hâciyyât´ (gerekli olan) tabir edilen bir husus göz önünde bulundurulmuştur. Muamelât kısmı bu gruba girer. Zarû-riyyâttan sonra eğer bunlar da dikkate alınmasaydı, insanlar büyük bir güçlük ve sıkıntı içerisine düşerlerdi.
C) Veyahut da ´tahsîniyyât´ (güzel olan) adı verilen bir hususa dikkat edilmiştir. Bunlar en üstün olarak yaratılan insanın insanca yaşamasını, ahlâkî olgunluğa ermesini, adâb-ı muaşerete uygun bir hayat tarzı sürmesini temine yönelik hususlardır.
D) Ve nihayet bu üç hususu tamamlamaya yönelik, onların gerçekleşmesine yardımcı olacak ´mükemmilât´la ilgili bir hususa riayet edilir. Fıkhın düzenleme alanına giren hiçbir konuda (ibâdetler, muamelât, cezalar), bu saydığımız hususların göz ardı edilerek, maksatsız bir hüküm serdedilmiş olması söz konusu değildir. İslâm şeriatında hükümler maksatları gerçekleştirmek için vardır.
Hiç şüphe yoktur ki, bu üç derece, gerçekleştirilmesi için yapılan talebin, sınırlarının çiğnenmesini de yasaklayan nehyin yoğunluğu ölçüsünde farklılık arzetmektedir.
Bu konu çok büyük bir denizdir; şâri´in maksatlarını:
A) Sâri´, ilk başlangıçta şeriatı vaz´ ederken neyi kasdetmiştir
B) Onların anlaşılır olmasındaki amacı nedir
C) İnsanları onların gereğini yerine getirmekle yükümlü tutma-smdaki amacı nedir
D) Mükellefin onun hükmü altına girmesi hususundaki amacı ne olmaktadır Gibi çeşitli açılardan ele alarak o´nun hükümlerde gözetmiş olduğu maksatları ortaya koyabilmek zor iştir ve bunun için geniş açıklamalara, detaylara, küllî (genel) kaidelere ihtiyaç vardır.
Bu maksatların derinliğine araştırılması, ortaya konulması, furûlarma ne denli tatbik edildiğinin etüd edilmesi, şeriatın kaynaklarının istikraya1 tabi tutularak bu maksatlara ulaşılması, ´hikmet-i teşrf ilmidir ki, şer´î ahkâmı bizzat tafsîlî delillerinden elde etmeye (istinbata) çalışan herkesin mutlaka bilmesi gerekmektedir.
1. Bu esere ait önemli terimlerden biri olması sebebiyle, bu kelimeyi, aynen koruduk. Keiimenin ifade ettiği anlam, birşeyin derinlemesine incelenmesi, cüz´iyyatm teker teker ele alınması ve böylece genel bir neticeye ulaşılması (tümevarım) olmaktadır. (ç
Zira şeriatın genel maksatlarına ve prensiplerine bakmaksızın sadece cüz´î deliller üzerinde düşünmek ve neticeye varmak yeterli değildir. Neyi alıp neyi bırakacağım bilmede kendisine yardımcı olacak şer´î maksatlar kıstası elinde bulunmadığı zaman hukukçu, ilk bakışta cüz´î delillerin birbirleri ile çatıştığını, bunlardan bir kısmanın diğer kısmına ters düştüğünü düşünebilecektir. Şu halde yapılması gereken şey cüz´î hususların küllî (genel) prensiplere vurulmasıdır. Varlık türlerinden her birinde, cüz´iyyatın külliyât (parçanın bütün) karşısındaki durumu ne ise burada da böyledir.cüz´iyyât, külliyâttan ayrı olarak ele alınıp düşünülemez.
İmam gazzâlî, müetehidin hüküm çıkarmada göz önünde bulunduracağı hususlarla ilgili faydalı açıklamalardan sonra, imam şafiî´den yaptığı nakille buna işarette bulunmuş ve şöyle demiştir: "müctehid önce küllî kaideleri göz önünde bulundurur ve onları cüz´iyyatm önünde tutar. Kesici ve delici olmayan bir şeyle öldürme konusunda olduğu gibi. Katli engelleme kaidesi esas alınır ve cüzî bir konuda vâ-rid olan isim ve şekle takılıp kalınmaz,"
Bu açıklamadan, şer´î hükümlerin istinbâtı (çıkarılması) için iki temel şartın bulunması gerektiği anlaşılmaktadır:
A) Arap dilini iyi bilmek.
B) Hikmet-i teşri´ ilmini ve şer´î maksatları bilmek.
Birinci şart sahabe ve tabiîn neslinde bir meleke ve seciye şeklinde mevcut bulunuyordu. Çünkü onlar hâlis araplardı, dolayısıyla arapçaya hâkim olabilmek için dil kaidelerine herhangi bir ihtiyaçları yoktu. Onlar aynı zamanda ikinci şartı da kendilerinde mevcut bulunduruyorlardı. Çünkü hz.peygamber´le [nlvstotu] uzun bir beraberlikleri vardı ve şer´î hükümlerin nüzul ve vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlardı. Kur´an ve hadisler gelişen olaylara müvâzî olarak nazil ve vârid oluyordu. Onlar berrak zihinleri ile bunlara tanık oluyorlar ve sâri´ teâlâ´mn teşrîden amaçladığı maslahatları kavrıyorlar, gözetilen şer´î maksatları anlıyorlardı. Nitekim onların görüşlerine ulaşmaları sırasında birbirleriyle olan karşılıklı konuşmalarına, imamların bir şey söylemeden geçtikleri şer´î hükümlerde onların görüşlerine ayrı bir yer verdiklerine vâkıf olanlar bunu bilirler.
Onlardan sonra gelenler ise bu iki özelliğe birlikte sahip değillerdir. Dolayısıyla da onların mutlaka, arab dilinin kullanılış şekillerini gösteren kaidelerle, hükümlerin teşriinde şâri´in maksatlarını ortaya koyacak kaidelere ihtiyaçları vardır. Bu kaidelerin tedvîni amacıyla birçok âlim ortaya çıkmıştır; bunlardan kimi uzun kimi de kısa tutmuş ve topladıkları bu kaideler bütününe ´usûl-ı fıkıh´ adını vermişlerdir.
Birinci şart arap dilinde maharet kazanmak olduğu için, bu konuda olup da dil âlimleri tarafından ortaya konulan ve hüküm çıkarmada doğrudan ihtiyaç duyulan kaideleri usûl-ı fıkıh içerisine almışlardır; hatta öyle ki bu tür kaidelerin, usûl-ı fıkıh içerisinde tedvin edilen konuların çoğunluğunu teşkil ettiği görülür. Bunlara hükümlerin tasavvuruyla ilgili bazı hususlarla; kelâm ilminin bazı mukaddimelerini ve meselelerini de eklemişlerdir.
Tedvin ettiklerinin bütününde, usûlün esâsını teşkil eden konulara ağırlık vermeleri gerekirdi. Bunlar çeşitli yönleriyle kitâb ve sünnetle ilgili hususlardır. Sonra da icmâ, kıyas ve ictihâdla ilgili konular olacaktır.
Ancak usûlle uğraşan âlimler ikinci şartı tamamen ihmâl etmişler ve şâri´in maksatlarından hemen hemen hiç söz etmemişlerdir. Sadece ´kıyâs´ bahsinde, illetin şâri´in maksatlarına ulaştırıp ulaştırmaması açısından taksimi sırasında atıfta bulunmak ve birinci takdire göre zarurî, hâcî ve tahsînî olmak üzere üçe ayrılacağını ifâde etmekle yetinmişlerdir. Halbuki, bu kısım, üzerinde durmaya, uzun uzadıya açıklamada bulunmaya, derinlemesine araştırılmaya ve neticelerinin tedvinine, diğer ilimlerden olduğu halde ´usûl´ içerisinde yer verilen pek çok meseleden daha lâyık bulunuyordu.
Bu ilim beşinci asırdan itibaren, o zamana kadar birinci kısımla ilgili bahisler çerçevesinde ulaştığı noktada durmuştur. Bundan sonra usûlle ilgili yazılan bütün eserler hep aynı şeylerin tekrarı olup daha öncekilerin ya ihtisarı ya şerhi mahiyetindedir ya da eski şeylerin yeni kalıplara dökülmesi tarzındadır.
Böylece usûl ilmi iki rüknünden birisini konu edinen büyük bir kısmından yoksun olarak asırlar boyu kaldı. Sonunda yüce ALLAH sekizinci hicrî asırda bu noksanlığı telâfî etmek üzere ebû ishâk eş-şâtıbî´yi hazırladı. Şâtıbî, bu kadri yüce ilim içerisinde ihmal edilen bomboş sahaya girdi ve hikmet-i teşrî ilmini kurmaya muvaffak oldu: o mekâsıdı dört nev´e ayırdı, sonra da bu nevilerden her birini fasıllara boldü. Bunlara teklif hususundaki mükellefin maksatlarını da ekledi. Böylece o muvafakat adlı elinizdeki bu eserinde usûl ilminin bu yönünü altmış iki mesele ve kırk dokuz fasıl içerisinde ortaya koydu. Böylece şeriatın nasıl mesâlihe itibar esâsı üzerine kurulu olduğu, onun dünya durdukça bütün insanlığın ebedî değişmez genel bir nizâmı olduğu, çünkü genel ve normal hallerde tatbik edilebilirlik prensibine riâyet edildiği; örf ve âdetlerin değişmesi halinde hükümlerin değişmesinden maksadın, aslî hitapta herhangi bir değişiklik olmadığı, aksine örf ve âdetlerin farklılık göstermesi durumunda her âdete ait hükmün bir başka esasa dayanacağı; bu şeriatın özelliğinin hoşgörü, müsamaha ve yumuşaklıkla muamele esasları olduğu; zayıf-güçlü herkesi aynı şekilde muhatap tuttuğu, anlayışlı anlayışsız herkesi doğru yola erdirdiği gün gibi ortaya çıkmış oldu. [5]
Daha Öncekilerin İhmal Ettikleri Bahisler
Şâtıbî, usûl ilminin ihmâl edilen bu kısmını ortaya koymak, hikmet-i teşrî ilmine vücût vermek, onun kaidelerini ortaya koymak, şâri´in şeriatı koymada gözettiği maksatları da içine alan küllî esaslar ortaya koymakla yetinmedi. Bilakis, kitâb (kur´ân)bahisleriyle ilgili ayrıntılara en geniş şekilde daldı ve yaptığı istikralarla şeriatın ruhu ile çok güçlü bağlantısı olan, usûl ilmine köklü bir yakınlığı bulunan çok değerli inciler çıkarmaya muvaffak oldu. Kitabının başına içlerinde beş fasıl da bulunan on üç mukaddime koydu; bunları usûl ilmine giriş için bir esas, onun konularını tesbit ve diğerlerinden ayırmak için birer kıstas kabul etti. Sonra teklîfî ve vaz´î hükümlere geçti ve onlardan daha önce ele alınmadıkları bir şekilde bahsetti. Özellikle mübâh, sebep, şart, azîmetve ruhsat bahislerine ayrı bir yer verdi. Kitabının dörtte birisini bu konulara ayırması onlara verdiği önemi belirtmesi bakımından yeterlidir. Bütün bunlarda onun ilminin derinliğini, dîne olan vukufunu görmek mümkündür. Deliller bahsinde teşri konusunda çok önemli yeri bulunan kaideleri böyle bir vukufla tertip etmiş ve söz konusu kaidelerin "hükümler" bahsinde ortaya koyduğu esaslar üzerine bina edilmiş olduğunu açıklamıştır. Böylece kitap birbiriyle bağlantılı tam bir bütünlük arzetmiştir.
Sonra, gerek kitâb ve sünnet arasında müşterek ve gerekse ikisinden sadece birisine ait olan müteşâbihlik, nesih, emir, nehiy, hâs, âmin, mücmel, mübeyyen... Gibi konuları açıklaması, hikmetli sonuçlara ulaşması ve belirme noktalarını gösterdiği usûlün özünü teşkil eden hususları ortaya koyması pek o kadar kolay olmamıştır. O ALLAH´ın kendisine açtığı bu inceliklere, ancak yıllar yılı kur´ân´la gece gündüz hemhal olması, nazarî ve amelî planda onu kendisine rehber [sı edinmesi ve buna ek olarak hadis kitaplarım ihata etmiş olması, daha önce gelip geçmiş din âlimlerinin sözleri üzerinde düşünmesi, selef-i sâlihin görüşlerinden yeterince istifâde etmesi ve bütün bunların ötesinde de ALLAH´ın kendisine bahşetmiş olduğu dînde basiret gücüne sahip olması sayesinde ulaşabilmiştir. Öyle ki okuyucu bu eseri okurken şöyle düşünür: müellif sanki çok yüksek bir dağ üzerinde oturmaktadır ve şeriatın kaynaklarına, hükümlerin menbalarına hâkim bir konumdadır; tutulan yolları, vadileri kuş bakışı ihata etmektedir. Neticede her şeyi görerek vasfetmekte, kaideleri tecrübî yolla koymakta, şeriatın tümünden çıkardığı istikra delilleriyle desteklediği küllî esaslar hazırlamakta; âyetleri, hadîsleri ve selefe dâir sözleri birbirlerine atıfta bulunmak suretiyle kuvvetlendirmekte; onlara aklî delillerle, nazarî yaklaşımlarla destek vermekte ve böylece şek ve şüphenin boynunu kırmakta, vehmin çıkış yerlerini tıkamaktadır. Neticede bir nevi manevî mütevâtir olan bu yolla hak bütün parlaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Müellifbuyolukitâbımn tamamında kendisine prensip edinmiş ve haklı olarak, bu metodun kitabının temel özelliğini teşkil ettiğini söylemiştir.
Müellif bu bahislerde şer´î deliller içerisinde kitâb´ın yerini belirlemiş ve onun bütün delillerin aslını teşkil ettiğini; hükümleri vaz´ederken genel çerçevenin belirlenmesiyle yetindiğini dolayısıyla mutlaka sünnetin beyânına ihtiyaç bulunduğunu ifâde etmiştir. Aynı şekilde kur´ân´a nisbet edilen ilimlerin kısımlarını; hüküm çıkarma sırasında bunlara ihtiyaç duyulanlarla duyulmayanları beyan etmiş; kur´ân´m zahir ve bâtınının belirlenmesine gitmiş, hüküm çıkarmaya elverişli olup olmayan bâtın kısımları üzerinde durmuş; mekkî teşrîin bütün külli esasları getirmiş olup, medenî teşrîin ise, bunların tafsil ve izahları olduğunu; küllî esaslarda neshin asla yer etmediğini, sadece belli sebeplerden dolayı çok az sayıda cüz´î meselelerde vârid olduğunu ortaya koymuş; hükümlerin doğru bir şekilde alınmasını sağlayacak yüce kitâb´ın anlaşılması konusunda en uygun ve mutedil kuralları belirlemiştir. Sonra sünnetin yerini ve kitap karşısındaki mertebesini; onun, kur´ân´ca ortaya konulmuş genel esâsları öte aşamayacağını beyân etmiştir. Bütün bunları o, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde isbât etmiştir.
Müellif eserini "ictihâd" ve ilgili bahislerle tamamlamıştır. İçtihadın nevilerini açıklamış ve kıyamete kadar kesilmeyecek olanla, kesilecek olan nevilerini belirtmiş, bunlardan ictihâd için gerekli olan iki şarta —arap diline vâkıf olmakla, hikmet-i teşri ilmini yani mekâsıd-ı şerîayı iyi bilmek— bağlı olanlarla, bunlardan sadece ikincisine bağlı olan veya hiçbirisine bağlı olmayan kısımlarını açıklamıştır.
Müellif sonra herhangi bir hükümde şâri´in maksadını anlamak konusunda müctehidler arasındaki ne kadar görüş ayrılığı olursa olsun, şeriatın her hükümde tek bir asla dayalı olduğunu ortaya koymuş ve bu esas üzerine usûlle ilgili bir takım küllî esâslar bina etmiştir. Daha sonra da ictihâd mahallerini, ictihâd sırasında meydana gelen hataların sebeplerini... Açıklamıştır.
Bu zikrettiklerimiz muvafakat adlı bu değerli eserin sahilinden alınmış bir katre menzilesindedir. Eğer bu kitap ulemâ ve aydınlar arasında yayılmak suretiyle müslümanlar için bir meşale edinilecek olsa; kuru bir iddiadan, arzu ve heveslerine uymaktan, dîni başıboş kargaşa içerisinde bırakma amacından başka ictihâd için gerekli olan her türlü şarttan yoksun olmalarına rağmen, kendilerinin içtihada ´ ehil oldukları yaygarasını kopararak, o pâk şeriat sofrası üzerine üşüşen asalak sinekleri kovmaya bir vesile olacak özelliktedir.
Şerîatten bihaber ümmî denilebilecek bazı insanlar çıkarlar ve bunlar bazı cüzîyy âtı ele alarak onlarla küllî esasları yıkmaya çalışırlar. Bunlar ellerine geçirdikleri cüz´î delillerden ilk bakışta akıllarına doğan mânâyı almakta, bu cüz´î delilleri bir kıstas olarak kendilerine vuracakları şer´î maksatlardan bihaber bulunmaktadırlar. Bir başka grup da vardır ki, cüz´î delilleri kendi garazlarını desteklemek için kullanmakta ve kendi arzu ve heveslerini deliller üzerine tahakküme gitmekte, neticede deliller onların arzularına tâbi durumuna düşmektedir. Bunlar da yaklaşımlarında şer´î maksatlardan habersiz bulunmakta, gerçek anlamda onlara müracaat etmemekte, o delilin anlaşılması konusunda seleften gelen sahîh haberlere aldırış etmemekte, hüküm çıkarmak için gerekli vasıtalardan tamamen yoksun bulunmaktadırlar. Bütün bunlar, nefislerde yerleşen ve delîl doğrul-tuşunda hareket etmekten alıkoyan arzu ve heveslere uyma, insafı elden bırakma ve aczi itiraf etmeme neticesinde olmaktadır. Bunlara bir de şer´î maksatlardan bîhaberlik ve ictihâd derecesine ulaştığı şeklindeki bir kuruntu ile kendisini aldatması da eklenince iş iyice çığırından çıkmaktadır. Bu son derece tehlikeli bir husustur ve dîn aleyhine işlenmiş bir cinayettir.
ALLAH cümlemizi böyle bir durumdan korusun!
Konuya tekrar dönüyor ve diyoruz ki: muvafakat sahibinin, kitabında usûl kitaplarında işlenen bahislere yer vermekteki amacı mutlaka ondan hareketle bir kaide veya bir esas ortaya çıkarmaktır. Bununla birlikte o usûl bahislerinin önemini hiçbir zaman gözardı etmemiştir. Aksine o pek çok yerde "bu anlattıklarımız usûl kitaplarında izah edilen hususlara ilâve edildiğinde, amaçlanan noktaya ulaşmak mümkün olacaktır." şeklindeki ifadeleriyle usûl kitaplarına atıflar yapar.
Sözün özü, usûlcülerin kitaplarında zikrettikleriyle, şâtıbî´nin muvâfakât´mda zikrettiklerinden her biri şer´î delillerden hüküm çıkarılması için birer vesile olarak kabul edilirler. Ancak usûl kitaplarında zikredilen meselelerde pek çok detaylara ve uzun uzadıya münâkaşalara gidilmesine rağmen bunlar, sadece bir vesile olmaktan öteye bir fayda sağlamaz. Hatta çoğu zamandan beri usûlle meşgul olanlara itirazlar yöneltilerek "onun sadece ictihâd mertebesine ulaşan kimselere faydası bulunduğu" söylenmiştir. Buna verilen cevap hep aynı olmuştur: "müctehid olmayan kimse için usûlün faydası, hükümlerin nasıl çıkarıldığını anlamasıdır." ancak bu cevâbı kabullenmek, müsamahalı davranmayı ve bazı şeyleri de görmemezlikten gelmeyi gerektirecektir. Çünkü onunla sadece hüküm çıkarma aracının bir kısmı hem de birbirinden ayrılmış ve dağınık bir vaziyette öğrenilebilir. Diğer kısım ise —ki hikmet-i teşrî ve şer´î maksatları bilme kısmı oluyor— burada yoktur.. Bu aynen şuna benziyor. Sana dokuma sanatını öğretmek isteyen birisi, dokuma tezgâhının sadece bir kısmını sökülmüş ve birbirlerinden ayrılmış vaziyette getirip gösteriyor. Bundan elde edilecek faydanın ne kadar cılız kalacağında şüphe yoktur.
Şâtıbfnin dört cilthalinde kitabında anlattığı kısım ise, —her ne kadar o da hüküm çıkarmak için gerekli olan vesîlenin bir parçası ve onunla müctehidlerin nasıl hüküm çıkardığı öğreniliyorsa da— ancak o haddizatında bir fıkıhtır ve şeriat nizâmının bilgisidir; onunla teşriin esaslarına vâkıf olmak mümkündür. Biz her ne kadar ondan hareketle ictihâd vasfına ve hüküm çıkarma kudretine ulaşamasak da, onun sayesinde şâri´in maksatlarını, şer´î hükümlerin esrarını öğrenme imkânına sahip oluruz. O kalplerin huzur ve sükûn bulduğu bir rehber, mü´minin kalbinin her tarafını aydınlatan, onun şaşkınlığını gideren, içi tırmalayıcı şüpheleri kovan, dağınık duyguları toparlayan parlak bir nurdur. İslâm şeriatına büyük hizmette bulunan bu değerli âlimi rahmetle anıyoruz. [6]
Kitabın Tanınmamasının Sebebi
Geriye bir soru kaldı: madem ki, bu kitap o kadar değerlidir ve islâm şeriatında önemli bir yeri vardır; peki, doğu âlimlerinin onun üzerine kapanıp, ilim âleminde yerleşmelerini sağlamaları ve aralarında yaymaları bir yana, niye şimdiye kadar seneler boyu tanınmadı, şöhretten nasibini almadı Eğer elden ele dolaşan meşhur kitaplar ondan daha faydalı olmasaydı, gizli kalmaz, mutlaka şöhret bulur ve yayılırdı.
Cevap: bu soru vârid değildir. Çünkü bir şeyin meşhur olup olmamasından o şeyin üstün ya da nakıs olması gerekmez. Bizde kitaplar adamlar gibidir. Nice faziletli insan vardır, kimse bilmez; nice işe yaramaz insan vardır, meşhurdur. Bu nazariyenin yanlışlığına müşâ-hadeîerimiz yeterlidir. İşte el-mahallî´nin şerhiyle birlikte süyûtî´nin cem´u´l-cevâmi´i ezher´de ve mısır diyarında bulunan ilim müesseselerinde okutulan tek usûl kitabı olarak asırlar boyu kaldı. Halbuki, âmidî´in ihkâm´ı, ibn hâcib´in müntehâ ve muhtasar adlı iki kitabı, bunların yanında tahrîr, minhâc, müsellemu´s-sübût vb. Gibi cem´u´l-cevâmi´in içerdiği aynı konuları içeren pek çok te´lif vardır ki, ihmâl örümcekleri bunlar üzerinde ağlarını germiş ve bu değerli eserlerden hiçbiri elden ele dolaşma ya da istifâde için gün yüzüne çıkamamış; ancak içerisinde bulunduğumuz asırda ortaya çıkabilmişlerdir. Halbuki, cem´u´l-cevâmi´in bunlar içerisinde en az faydalı ve çok da sıkıcı bir kitap olduğunda hiçbir kimse farklı düşünceye sahip değildir.
Kitabın meşhur olmamasının iki sebebi bulunmaktadır:
1. İçerdiği konular.
2. Telif ve bahislerin işleniş şekli.
1. İçerdiği konular son derece yeni, daha önce hiçbir kimse tarafından işlenmemiş konulardı. Bu kitap hicrî sekizinci asırda telîf edilmişti. Bundan önce usûlün diğer kısmı tamamlanmış, şer´î ilimlerle meşgul olanlar tarafından telifler ortaya konulmuş, araştırma, şerh, öğrenim ve öğretim gibi yollarla onlar üzerinde duragelmişlerdi. Neticede usûl adına öğrenilmesi gereken herşeyin onlardan ibaret olduğu anlayışı doğmuştu. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, onlar hiçbir zaman tatmadıkları ictihâd için bir vesîle idi ve bu vesilede bir eksik-lik olabileceğini hemen hemen hissetmiyorlardı. Bunun tabiî neticesi olarak da kitabı duyanlar olmuşsa da, âlî himmet göstererekonu edinmek, bahisleri üzerinde fikir yormak, ondan istifade etmek, içerdiği [12] bilgileri daha önceden bildiklerine eklemek, hoşuna gidenlerle amelde bulunmak, ilim taliplerinin dikkatlerini ona çekmek ve onlara ondan i stifâde yolunda gayret vermek ve yardımcı olmak gibi bir duruma girmemişlerdir.
2. İkinci sebep, şâtıbî´nin kalemiyle ilgilidir. Gerçi müellif düzgün yürüyor, temiz bir arapça ile yazıyor. Nitekim bu durum zihni ve kalemiyle başbaşa kaldığı birçok bahisde açıkça müşâhade edilmektedir. Ancak müellifin güçlü bir intikal gücü, cevval bir kalemi vardır. Bazan, sayfayı baştan sona okur, ne bilinmedik kelimeye ne de terkibe rastlamazsınız; bununla birlikte hiçbir şey anlaşılmaz. Anlayabilmek için mutlaka şer´î kaynaklarla istidlalde bulunmak, aklî ilimlere vurmak, başka ilim dallarında ortaya konulan bahislere müracaat etmek durumu söz konusu olacaktır. Bazen okuyucudan, sanki tarak dişleri üzerindeyolculukyaptırır gibi, bir kelime ile onun yanındakine, sonra da onu takip edene intikâl etmesini ister; çünkü kullandığı her kelimenin altında işaret etmek istediği bir mânâ, sözün akışından çıkarılmasını istediği bir amacı bulunmaktadır. O bu eserini sünneti, müfessir-lerin sözlerini, kelâm bahislerini, öncekilerin usûlünü, müctehid imamların furûunu, seçkin mutasavvıfların sülüklerini iyice ihata ettikten sonra yazmış birisi olarak, kitabını lüzumsuz tafsilâtla doldurması mümkün olmazdı. İşte bu yüzdendir ki, kitap çok dolu ve zor bulunmuş, bu durum onun yayılmasına bir engel teşkil etmiştir. Bununla birlikte kitap kendi kendisinin anlaşılmasına yardımcı olmakta; başı sonunu, sonu da başını açıklamaktadır. [7]
Kitaba Olan Teveccühümüzün Sebebi Ve Kitap Üzerinde Yaptığımız Çalışmalar
Şeyh muhammed abduh´un, ilim taliplerinin bu kitabı edinmesine dâir tavsiyelerini çok işitmiştim. O zamanlar bu tavsiyeye uymak için çok arzuluydum. Tabiî gerek benim gerekse benim gibi olan diğerlerinin önünde kitabın ele geçirilmesi zorluğu bir engel olarak duruyordu. Şöyle ya da böyle her nasılsa bir öğrenciden mağrib yazısı ile yazılmış bir nüshayı ödünç olarak almaya muvaffak olduk. Konuların zorluğu bir tarafa, yazınm.çok zor okunuşu ve nüsha sahibinin geri almak üzere ısrarlı şekilde talepte bulunması gibi sebepler hep ona ulaşmamızı engelliyordu. Sonra:
"bir şeye yetmiyorsa gücün onu bırak gücünün yetip yapabileceğine bak."
Sözündeki öğüde kulak vererek sevdamızdan vazgeçtik. (13)
Sonunda yüce ALLAH´ın lütfü ile kitabın mısır baskısı gerçekleşin-
Ce, bana tekrar kitapla uğraşma fırsatı doğdu. Hemen aldım ve mütâlaaya başladım ve sonuna kadar geldim. Bu vadileri ve geçitleri uzun zor yolculukta tahammül gösterdim; hazinelerini, kaplarını denedim. Bu tecrübem daha önce duyduklarımı teyid etmiş ve kitabın değerini bir kat daha artırmıştı. Bu uğurda maruz kaldığım gece yolculuğu gibi zor çabalarıma, uykusuz kalışıma aldırmadım. Kitaba olan tutkum tekrar üzerinde durmamı gerektirdi. Bu kez daha bir baş-ka şekilde kitap üzerinde çalıştım. Müellifin ortaya koyduklarını miyara vurdum. İstifâde ettiği kaynaklara başvurarak, onlardan çıkardığı mânâları tahkikte bulundum. Çok incelik isteyen işaretlerini açıklayarak, ifâdesinde kapalı kalan kısımları, çok kısa aldığı lafzı tamamlamak, gizli mânâyı biraz açmak, meselenin anlaşılması için gerekli olan fer´i zikretmek, kasdettiği esasa işaret etmek gibi yollarla îzâh ettim. Koyduğum bu notlarda aşırılığa kaçmak, her münâsebetle çeşitli eserlerden alıntılar yapmak suretiyle şişirme yoluna gitmedim. Gerekli ve yeterli notlarla yetindim. Ancak zarurî hallerde, konunun anlaşılması için mutlaka açıklama yapılması gereken konularda uzun notlar düştüğüm de oldu. Notlarımı yazarken hür düşünmeyi esas kabul ettim. Bu yüzden de yer yer müellifi tenkitlerimiz, onun fikirlerine katılmadıklarımız olmuştur. Bizzat müellifin kendisi de bizim bu metodumuzun, ortaya koyduğu hususlar üzerinde düşünen araştırmacılar, ele aldığı konularda hakkı elde etmeye çalışan ilim talipleri için riâyet edilmesi gereken bir hak olduğunu belirtmiş; meseleler karşısında tercihte bulunmalarını, mütereddit ve şaşkın vaziyette kalmamalarını istemiştir. Aynı şekilde müellif, ortaya koyduğu hususların denenmeden, tahkik edilmeden problem o-dinilmemesini de istemiş ve bunun elde edinilecek favdanın dikkate alınmadan atılmasına sebep olacağını belirtmiştir. Evet, ilmin tahkikinde "falan söyledi" veya "falan´m yanında falan da kim oluyor " şeklinde bir anlayış olmamalıdır. Aksi takdirde bir çok doğru, hata ve unutma arasında yok olur gider. Bu bizim dinimizin bir özelliği olmaktadır. Hz.peygamber lalevs^tul hariç, herkesin sözü kabul de edilir, red de edilir.[8]
Hadislerin Tahrıcı
Müellifin şer´î kaynakları derinden incelemesinin tabiî bir neticesi olarak kitabında bin kadar hadîs zikretmiştir. Çoğu kere bu hadîsleri ne râvîlerine ne de almış olduğu hadis kitaplarına nisbet etmemiştir. Hatta çok nâdir olarak hadisi tam olarak zikretmiştir. Hemen hemen devamlı olarak ancak hadisin delil olarak kullanmak istediği kısmını zikretmekle yetinmektedir, bazen aynı hadisin bir kısmını burada, bir başka kısmını da ihtiyaca göre başka bir yerde zikreder. Bazen hadîse sadece atıfta bulunur ve sözü uzatacak şekilde olmasa bile ondan hiçbir şey zikretmez ve bu şekildeki tasarruflarıyla amacına ulaşmak ister. Halbuki, onun sözleri üzerinde inceleme yapan ve düşünen kimselerin, o hadislere tam metni ile birlikte vâkıf olmaları, sıhhat yönünden durumlarını bilmeleri kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Hadisin tam metnine vâkıf olmak, hadisin ortayakonmasmdan gözetilen amacın anlaşılmasını, sıhhat derecesini bilmek de o hadisle yapılan istidlalin değerini, kalbin mutmain olmasını veya tam bunun aksini sağlayacaktır. İşte bundan dolayı zorluğuna, tahrîc için başvurulacak kaynakların genişliğine ve yorucu olmasına rağmen bu iş gerçekleştirilmeye çalışıldı. Otuz üç kadar hadis kitabına müracaat edilerek hadisler tahrîc edildi. Bu yorucu yükün ağır kısmını üstâz muhammed emîn abdurrâzıkyüklendi. Üstâz, hadislerin kaynaklarına ulaşmak, rivayetlerinin çokluğuna ve ibarelerinin farklılığına rağmen onların metinlerini elde etmek için aylarca uğraştı ve hadislerin kimler tarafından rivayet edildiğine işaret etti. Çoğu zaman da lafzı ile birlikte aldı ve böylece onların lafzını ve sıhhat derecelerini öğrenmek amacıyla bulundukları yerlere müracaat etmek kolaylaştı.[9] ALLAH ilim uğruna yaptığı bu hizmetten dolayı onu en güzel şekilde mükâfatlandırsın. [10]