hafiza aise
Mon 25 April 2011, 10:43 am GMT +0200
Düşman Güçlerini Dağıtma Girişimleri
Bir aralık Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayberlilere dışarıdan gelerek destek veren Gatafanlıları ikna edip savaştan vazgeçirmeyi deneyecekti. Bunun için ashabından Sa'd İbn Ubade'yi, daha önce aralarında anlaşma bulunan Gatafanlıların kumandanı Uyeyne İbn Hısn'a gönderdi. Kalenin yakınına kadar yaklaşan Hz. Sa'd:
- Uyeyne İbn Hısn'la konuşmak istiyorum, diye seslendi. Belli ki bir mesaj getirmişti. Ancak bu sesleniş, kale içinde yeni bir ihtilafın ortaya çıkmasını netice verecekti; zira Uyeyne kapıları açma niyetini izhar edince ona itiraz eden kumandan Merhab:
İbn Mesleme'yi değirmen taşıyla yaralayıp da ölümüne sebep olan kişinin, Kinane İbn Ebi'l-Hukayk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/658; İbn Hacer, el-İsabe, 3/70; İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/283
269 Allah Resı1lü (s.a.s.) Hz . .Amir'i, Mahmud İbn Mesleme ile birlikte Red'deki bir mağaraya gömecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/658
- Kalemizin bozuk ve zayıf yerlerini görür; onu içeri alma, sen onun yanına git, diyor ve Allah Resülü'nün elçisini içeri almamakta ısrar ediyordu. Halbuki Uyeyne, tam tersini düşünüyordu. Ona göre elçi içeri girmeli ve kalelerin ne kadar sağlam ve sarp olduğunu, kaledeki askerlerin sayısının da çokluğunu görüp gitmeliydi!
Sonuçta Merhab'ın dediği oldu ve Uyeyne İbn Hısn, kale dışına çıkarak Hz. Sa'd'ın bulunduğu yere geldi:
- Resülullah (sal1allahu aleyhi ve sellem) beni sana gönderdi, diye başladı sözlerine Hz. Sa'd. Ardından da, Allah Resülü'nün şu mesajını iletti ona:
- Yüce Allah Bana, müjdesini verip Hayber fethini vaadetti; sizler geri dönüp gidiniz. Şayet bunu yaparsanız, Hayberlilere galebe çaldığımızda buranın bir yıllık hurma geliri sizin olsun!
Uyeyne'nin sulha yanaşma niyeti yoktu; Hendek günü de aynı şeyi yapmıştı. Herhangi bir şey karşılığında müttefiklerini yalnız bırakmayacaklarını ifade ediyor ve Hayberlilerin güçlerinden bahisler açarak kendilerinin zaten galip gelerek benzeri nimetleri elde edeceklerini söylüyordu. Uzun uzadıya konuştular ama sonuç alınamadı. Sonucun olmadığı yerde ısrarın da bir manası yoktu ve Hz. Sa'd ayrılırken ona dönüp şu ihtarda bulunacaktı:
- Şüphesiz ki ben bilir ve sana da bildiririm ki sen, bugün sana teklif ettiğimiz şu şeyleri bir gün dilenmek zorunda kalacaksın; ancak o gün de biz sana, kılıçtan başka bir şekilde karşılık vermeyeceğiz!
Beni Nadir ve Beni Kurayzahlarla yaşanılan hadiseleri hatırlattı ona; şayet ilk teklifleri kabul etmiş olsalardı bugün başlarına gelenlerden masün kalacaklardı! Ancak onlar da şiddeti tercih etmişlerdi ve bunun neticesinde ise kaybedenler hep, şiddeti tercih edenler olmuştu!
Bu bir talepti ve kabul görmeyince Hz. Sa'd, doğruca Allah Resülü'nün yanına gelecek, Uyeyne'nin verdiği tepkileri anlatacak ve kanaatini ortaya koyacaktı:
- Ya Resülullahl Şüphe yok ki Yüce Allah, Sana olan vaadini yerine getirip inayetini ulaştıracaktır; öyleyse Sen, şu çöl Arap'ına bir tek hurma bile verme! Zaten ya Resülullahl Onlar, kendilerine kılıç-
ların yöneldiğini görünce, daha önce Hendek'te olduğu gibi arkalarını dönecek ve yurtlarına kaçacaklardırl-??
Güneş bir miktar zevale kaymıştı; Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına dönüp:
- Sancağınızı alıp Gatafanlıların bulundukları Naim kalesinin yanında sabahlayacaksınız, diyerek, teklifi kabul etmeyen Gatafanlıların bulunduğu kalelerin üzerine yürümeleri talimatını verdi.
Stratejideki bu değişikliği onlar da görüyorlardı; kalelerin dışında yeni bir hareketlilik başlamış ve bu hareketlilik, çok geçmeden Naim kalesine doğru akar olmuştu. Hele karşılarına kadar gelip de sancağı oraya diktiklerinde yüreklerinin yağı erimiş ve geceyi büyük bir korku ve panik içinde geçirmişlerdi. Üstelik sabaha karşı ve gecenin karanlığında tanımadıkları bir ses kendilerine:
- Ey Gatafan cemaati, diye sesleniyordu. Etraflarına bakınsalar da bu sesin sahibini bulamayacaklardı; pürtelaş:
- Hayfa'da bulunan ev halkınız! Ev halkınız perişan oldu!
İmdat! İmdat! Arkanızda ne dere kaldı ne de mal; imdat, diye bağırıp sürekli aynı şeyleri tekrar ediyordu.
Yarın karşılaşmaları muhtemel sıkıntı ve acılara şimdi bir de aile ve mal korkusu ilave edilmiş, dünya nimetlerini elde edebilmek için geldikleri Hayber'de canlarını tehlikeye attıkları gibi şimdi bir de evlad ü iyallerini yitirmişlerdi! Kol ve kanatları kırılıvermişti! Ne savaşacak cesaretleri, ne de ayakta duracak mecalleri kalmıştı ve hemen yurtlarına geri dönme kararı alıp kalelerini terk etmeye başladılar.
Elbette o gece, yüreğine kor düşenler sadece Gatafanlılar değildi; Hayberliler de perişan ve bin pişman olmuşlardı. Onların bırakıp gittiklerinin haberi Ketibe kalesinde bulunan Kinane İbn Ebi'l-Hukayk'a ulaştığında o, yanında bulunanlara şunları söyleyecekti:
- Biz, şu çöl Araplarıyla ne zaman bir araya geldik de fayda gördük ki! Ne zaman onların yanına gidip de yardım talep etmişsek, her defasında bizi aldatıp vaadettikleri yardımı yapmadılar!
270 o gün Gatafanlılara yapılan benzeri bir teklifin, Beni Fezarelere de yapıldığı, ancak onlann da buna sıcak bakmadıklan anlatılmaktadır, Bkz, İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/29ı; Salihi, Siibülii'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/ı37
Vanahi de şayet onlar, işin başından bize yardım edeceklerine dair vaatte bulunmuş olmasalardı, Muhammed'le savaş yolunu tercih etmezdik! Keşke Sellam'ı dinleyip de şu çöl Araplarını yardıma çağırmasaydık! Çünkü o bize, onları çok denediğini ve her defasında yalnız bırakıldığını söyleyerek bu işten vazgeçirmek istemişti de biz onu dinlemedik!
Hayber'de çözülme başlamıştı; artık her Hayberlinin dilinde hep, Gatafanlıların geri dönüş ve ihanetleri vardı. Arkalanndan ağızlanna geleni söyleyip dinliyorlardı!
Beri tarafta ise, Allah Resülü ile ashab-ı kiram, kalenin önünde gelişmeleri takip ediyordu. Her ihtimale karşı geceleri de aralannda anlaşmış nöbet tutuyorlardı; Hz. Ömer'in nöbetine denk gelen bir geceydi ve bir aralık kalelerden birisinden bir karartının kendilerine doğru geldiğini ve:
- Eğer bana eman verirseniz, yanınıza geleyim, diyerek eman dilediğini gördüler.
- Sen kimsin, diye seslendiler.
- Yahudilerden bir adamım, diyordu gelen şahıs. Eman isteye-
ne eman verilirdi ve gelen Yahudi'ye kucak açılmıştı. Adının Simôk olduğunu söyleyen bu adam, kendisinin ısrarla Allah Resülii'ne götürülmesini istiyordu. Belli ki O'na diyeceği bir şeyler vardı ve alıp onu Efendimiz'in yanına getirdiler. Bu esnada Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), namaz kılıyordu; namazını bitirip de duruma muttali olunca Simak'e döndü:
- Sen kimsin ve geride ne haberler var, diye sordu. O da:
- Ya Eba'l-Kasım, dedi önce. Ardından da:
- Sana kalelerde olan gizli ve önemli bilgileri vermem şartıyla
bana ve aileme eman verir misin, diye sordu.
- Evet, diye cevap verdi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern).
Zaten bu bilgileri vermese de genel uygulaması, kendisinden eman dileyen herkese kucak açma şeklindeydi. Bunun üzerine Simak, kimin nereden nereye gittiğine, içinde bulunduklan korku ve panik halini, silah ve erzaklarını nerelerde sakladıklarıne, yer altına gizledikleri sığınaklarına, mancınık ve debbabe-?' denilen aletlerinin
271 Debbabe, kalelerin duvarlanyla surlan delip içeri girebilmek için duvarın dibine
kalenin nerelerinde gizlendiğine ve sağlam kalelerin nasıl elde edilebileceğine dair daha birçok bilgi verdi. Tek derdi, çocuklarıyla hanımını da alarak hayatta kalabilmekti. ikide bir konuyu buraya getiriyor ve Efendimiz'in sözünde durmasını istiyordu. Allah Resülü de, kendisine bu kadar önemli bilgileri getirip veren Simak'i, ebedi hayatını da kazanması için İslam'a davet etti. Ancak o henüz buna hazır değildi ve:
- Bana birkaç gün mühlet ver, diyerek süre talebinde bulunacak ve Resülullah de ona, mühlet verecekti.v"
Nihayet bir gün Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına dönecekve:
- Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o Allah'ı Allah da onu sever, buyurarak Hayber'in bir gün sonra fethedileceğinin müjdesini verecekti. ifadelerindeki ayrıntı, her sahabinin dikkatini çekmişti; Resülullah'ın şehadeti vardı ve buna göre Hayber'i fethedecek olan kumandan, Allah'ı seven ve Allah'ın da kendisini sevdiği önemli bir isimdi. Rıza-yı ilahiden başka makam arzusu olmayan ashab için bu, elde edilmesi gereken en önemli makamdı ve her biri de, ertesi günkü sancağın kendisine verilmesini bekler olmuştu. Bir gün sonra gerçekleşecek fetihten dolayı gönüllerde ayrı bir huzur vardı ve geceyi yine evrad ü ezkar ile geçirmişlerdi.
Yine sabah olmuş ve namazın ardından Efendiler Efendisi ashabına dönmüş, ashabına vaaz ü nasihatte bulunduktan sonra sancağın kendisine getirilmesini istemişti. Ashab-ı kiram ise, huzurda saf tutmuş getirilecek sancağın kime verileceğini merak ediyordu!
Derken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern): - Ali nerede, diye sordu.
- Ya Resülullah! Ali'nin gözleri ağrıyar!
yaklaştırılan büyük bir aracın adıydı. Yukandan gelebilecek ok, mızrak ve kızgın yağlara karşı üstü kapalı olan bu aracın içine yerleştirilen askerler, ellerindeki malzemelerle kale duvarlanndaki taşlan söker ve diğer arkadaşlanyla birlikte içeri girebilmek için burada delikler açarlardı.
272 Vatih ve Stilalim kaleleri de fethedilince, Hayber kaleleri hakkında bilgi verip de işi kolaylaştıran bu şahsa hanımı Nüfeyle teslim edilecek ve o da, Müslüman olup Hayber'i terk edecekti. Bir daha da ondan haber alınamamıştı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/648
- Onu Bana çağınnız, buyurdu ve bunun üzerine Selerne İbn Ekva' kalkıp Hz. Ali'yi çağırmaya gitti. Çok geçmeden Hz. Selerne, Hz. Ali'nin elinden tutmuş vaziyette huzura çıkageldiler! Kaç gündür gözlerindeki şiddetli ağndan dolayı gelebileceğini bile tahmin etmeyen ashab, Hz. Ali'nin uzaktan gelişini görünce:
- İşte, Ali geliyor, diyerek onu göstermeye başlamıştı! Efendiler Efendisi de:
- İşte bununla, işte bunun vesilesiyle fetih gerçekleşecek, diye damadı Hz. Ali'yi gösteriyordu. Derken ona:
- Yanıma yaklaş, diye seslendi. Hz. Ali:
- Ya Resülullah! Bastığım yeri bile göremeyecek kadar gözle-
rimden rahatsızımı
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ali'nin gözlerine doğru nefes edip dua etmeye başladı. Aynı zamanda mübarek tükürüğünden bir miktar eline almış, damadının gözlerine sürüyor ve şifa vermesi için Allah'tan niyazda bulunuyordu. Yeni bir mucize daha yaşanıyordu; sanki onlar, Hz. Ali'nin o ana kadar ağrıyan gözleri değildi. Zira ortada ne ağrı kalmış, ne de Hz. Ali'nin görememe gibi bir durumu. Sanki hiç hastalanmamış gibiydi!
Daha sonra da Allah Resülü, Haydar-ı Kerrar'a kılıcını kuşatıp üzerine zırhını giydirdi; ardından ak sancağı ona uzatarak:
- Al bu sancağı ve ilerle! Allah'ın sana fethi müyesser kılacağı ana kadar da çarpış ve sakın arkana dönme, buyurdu.
- Peki, insanlarla ne üzerine savaşayım, diye sordu Hz. Ali, arkasını bile dönmeden. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet edinceye kadar. 'Bunu kabullendikleri takdirde zaten, mallanyla canlarını senden kurtarmış olacaklardır; hesapları ise Allah'a aittir!
Onlann yurtlarına kadar ilerle ve bir müddet bekle; onları İslam'a davet et ve Allah ile Resülullah'ın hakkı olarak üzerlerine düşen veeibeleri bildir onlara. Allah'a yemin olsun ki, senin vesilenle bir adamın bile Müslüman olması, senin için vadiler dolusu kızıl develerden daha hayırlıdır!
Bu ne büyük şefkatti ki kaç gündür kendilerine ok yağdınp mancınıkla taş fırlatan, zaman zaman da ani baskınlarla göğüs gö-
ğüse çarpıştıklan insanlara bile giderken belli başlı prensipler ortaya koyuyor; onlann da Allah' a kulolabilmelerini kolaylaştıracak tekliflerde bulunuyordu. Bunun ardından da, Hz. Ali ve arkadaşlarına inayeriyle muamele etmesi için Allah'a yalvarmaya başladı.
Resülullah'ın sancağını alan Hz. Ali, reftare yürüyerek doğruca Hayber kalelerinin önüne geldi; ashab-ı kiram da onunla birlikte yürüyordu. Daha sonra sancağı kale önüne dikti.
Gelişmeler kale içinden de takip ediliyordu; onun gelip de sancağı kale önüne dikmiş olması, içeridekileri telaşlandırmış ve akıbetlerinden endişe etmeye başlamışlardı:
- Sen kimsin, diye seslendiler.
- Ben, Ebu Talib'in oğlu Ali'yim, diye cevapladı Hz. Ali.
'Ali' ismi onlar için hiç de yabancı değildi; anlaşılan, ellerindeki kitaplarda kalelerini onun fethedeceğine dair bilgiler vardı ve daha onun adını duyar duymaz telaşlanacaklardı. 'Ali' ismini duyanlardan birisi:
- Ey Yahudi cemaati, diye bağırmaya başladı. Musa'ya indirilene and olsun ki, artık sonunuz geldi ve bugün sizler mağlup olacaksınız!
Kaleden ilk çıkan, Merhab'ın kardeşi Haris'di; meydan okuyordu. Ancak karşısında bir Haydar-ı Kerrar vardı ve az önce meydan okuyan o adamın, çok geçmeden cansız yere serildiği görülüyordu. Haris'i Üseyr; Üseyr'i de Yasir takip etmişti ve bunlann hepsini de, Haris'in akıbeti bekliyordu; Üseyr'i Muhammed İbn Mesleme, Yasir'i Zübeyr İbn Avvam öldürmüştü!
Bu sefer kaleden, üzerindeki iki kat zırhla birlikte Amir çıktı; o da meydan okuyordu! Onun işini de o gün Zülfikar bitiriverecekti! Şimdi sırada Merhab vardı; kardeşi Haris'in de öldürülmüş olması onu çileden çıkarmış ve askerleriyle birlikte er meydanına inmiştil Üzerinde iki kat zırh, başında üst üste iki miğfer ve iki elinde de birer kılıç vardı! Önce:
- Hayber halkı iyi bilir ki, diye başladı bağırmaya.
- Ben, kapıya kadar gelip de dayanan savaşların kızışıp da orta-
lığın kasıp kavrulduğu demlerde, tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak denenip de savaşın hakkını verdiğim konusunda şüphe bulunmayan Merhab'ım!
Cenk, yine kılıçlardan önce başlamıştı. Hayber kalelerinin önünde kelimelerle ruhlara işleyen bir savaş yaşanıyordu. Öyleyse düşmanla, anladığı dilden konuşmak gerekiyordu. Onun için Hz. Ali:
- Ben de o kimseyim ki, annem bana, 'Aslan' adını takmıştır; zaten ben de, ormanıann heybetli görünüşlü aslanı gibiyimdir! Sizi de çarçabuk tepeleyecek, hakkınızdan gelecek er kişiyim, diye seslendi.
'Aslan' ifadesini duyunca Merhab'ın yüzünde renk kalmamıştı; zira o gece rüyasında, kendisini bir aslanın parçaladığını görmüş ve büyük bir korkuyla uyanmıştı! Belki de Allah (eelle celaluhü), Merhab'a rüyasını hatırlatması için Hz. Ali'yi bu şekilde konuşturuyordu!