- Dünya Bizden Ne Bekliyor?

Adsense kodları


Dünya Bizden Ne Bekliyor?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Thu 3 November 2011, 06:59 pm GMT +0200
Dünya Bizden Ne Bekliyor?


Haziran 2005 78.SAYI


Halil AKGÜN
kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.


Bir insan başka bir insana, bir toplum diğer bir topluma neden özenir? Yani özünü, manevi varlığını, derununu neden başkasına verir, kendi kalıbını terkedip başka kalıba girmeye çalışır?

Özenilen, benzemeye çalışılan toplum, millet, kişi; hayranlık uyandıran, cezbeden üstün meziyetlere sahip olmalı, itminana, dünya- ahiret saadetine ulaştırmalı ki, özenilmeye değsin. Aksi durum ağır bir hastalıktır. Şatafata, gürültüye, akıntıya kapılıp, kimliksiz, kişiliksiz ortada kalıvermektir.

Bugün müslüman toplumların, toplulukların Batı'ya özenme, onlara ulaşma, benzeşme uğruna gösterdikleri çaba tam da bu sonuca yol açmadı mı?

Özenen, özenileni taklit etmekle başlar kendini terketmeye . Önce görünür olan taklit edilir. Yollar onun geçtiği yollara, binalar onun oturduğu binalara benzetilir. Onun yediği yemekler yenir, onun baktığına bakılır, konuşurken bile onun gırtlak yapısına uygun sesler çıkarılmaya çalışılır.

Özenilene benzemek için hocalar tutulur, eğitimden geçilir. İmaj danışmanları, kişisel geli şimciler, kozmetik uzmanları, spor eğitmenleri vs.

Ve sonunda bir toplum kendi kalıbını terkeder .

Öyle yaptık, yapmaya çalışıyoruz. Batı'ya özeniyoruz. Halbuki orası, bütün imkanlarına rağmen küçük bir dünya ve kısa bir zamana sıkışmış olmanın, dünyadan öte bir kapı açamamış olmanın acısını yaşıyor.

Ne kadar makyaj yaparsa yapsın, hangi maskeyi takarsa taksın, yüzündeki çirkinliği gizleyemiyor. Kendi içindeki sancıyı, kendi dışında olana bakışındaki kini saklayamıyor.

Normal olan, nehirlerin denizlere akmasıdır. Nehir, denize ulaştığında sakinleşir, huzura erer. Bizim akışımız nereye? Yolun sonunda deniz mi var, kuruyup gideceğimiz bir çöl mü?

Fazla söze hacet yok; müslümanlar Batıyı ararken, Batı müslümanları arıyor...

Her kriz dönemi, yeni umutların yeşermesine zemin hazırlar. İslâm dünyasından Avrupa ve Amerika'ya kadar, insanlığın bugün içinde bulunduğu kriz hali de benzer bir imkanı içinde barındırıyor.

Giderek derinleşen anlam arayışı, anlamlı bir şeylerin söylenmesini daha da önemli hale getiriyor. Eskiden bir topluluğun yahut coğrafyanın sorunları üzerinde kafa yormak yeterli görülebilirdi. Bugün yerel olanı küresel olandan ayırmak gittikçe zorlaşıyor. Bir ülkenin yaşadığı iç sorunlar, bütün dünyayı ilgilendirebiliyor.

Bu yüzden insanlığın ortak geleceği üzerinde düşünmek ve kalıcı çözümler üretmek, hepimize ait bir sorumluluk. İslâm dünyasının yapacağı bir hamle, sadece İslâm ülkelerinin değil, bütün insanlığın geleceğini etkileyecek mahiyette olacaktır.

Modern dünyanın bunalımı, sadece ekonomi yahut sosyal politikalar alanında yaşanan bir bunalım değil. Üretim-tüketim dengesi açısından baktığınızda, mevcut dünya ekonomisi yeryüzündeki bütün insanları doyuracak nitelikte. Yani dünya bakabileceğinden daha büyük bir nüfusa sahip değil. Doğru ve kapsamlı bir ahlâk anlayışı, daha adil, barış içinde yaşanabilir bir hayata pekalâ imkan sağlayabilir. Peki bu neden yapılamıyor?

İslâm'ın evrensel değerler sistemi


Sorun, tam da bu noktada netlik kazanıyor: Hangi değerler üzerinde nasıl bir hayat inşa edeceğiz?

Küreselleşen kapitalizm ve yeni sömürgecilik, ahlâkî değerlerin çözülmesine ve çıkarlar uğruna istismar edilmesine yol açtı. Modern dünyanın tabiat, insan, evren, toplum ve birey anlayışı, özünde ahlâki değerleri göz ardı ederek oluşturuldu. Tabiat alemine sömürülmesi gereken bir nesne olarak baktığımızda, ahlâklı olduğumuzu ileri sürebilir miyiz? Aynı şekilde ‘öteki' olarak adlandırılan bizim dışımızdaki toplum ve kültürlere Batılıların yaptığı gibi ‘ilkel', ‘geri kalmış', ‘gelişmekte olan', vs. sıfatlarını taktığımızda, insanlığa karşı ahlâklı bir tavır içinde olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Modern dünyanın ideal toplum modeli arayışı, bizi bugün içinde bulunduğumuz krize getirdi. Francis Fukuyama'nın ‘tarihin sonu' tezine göre, liberal demokrasi ve küresel kapitalizm, insanlığın gelebileceği son noktayı temsil ediyor. Fukuyama'ya göre insanoğlu derebeylik, krallık, monarşi, faşizm ve komünizm gibi pek çok modeli denedikten sonra, liberal demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin en mükemmel sistem olduğuna karar verdi. Bundan sonra, insanlar ancak bu model etrafında bazı yeni arayışlara yönelebilirler. Yine Fukuyama'ya göre bu ‘evrensel ve geri çevrilemez yürüyüş'e direnen tek güç ise İslâm.

İslâm dünyasını mahkum etmek için söylenmiş olmasına rağmen, Fukuyama'nın bu tespiti dahi tarihe son noktanın henüz konulmadığını gösteriyor; tarih sona ermedi. İnsanlığın adil ve ahlâklı bir düzen kurma çabası hâlâ devam ediyor. İslâm dünyasının insanlığa yapacağı en büyük katkı işte bu alanda olacak.

Dünyevîleşmiş insanın çıkmazı


Batılı toplumlar, din ve nebevî geleneğe karşı aklı ve bireyi öne çıkartarak kutsaldan arınmış ( seküler ) bir dünya kurmaya çalıştılar. Dini ibadethenelere hapsedip, hayata etki etmesini engellediler.

Bu proje, ‘her şey benim tasarrufum altındadır' cümlesiyle özetlenebilecek bir kibre dayanıyor. Bu yüzden 19. yüzyıl Avrupa devletleri, İslâm dünyasının yaklaşık yüzde seksenini işgal etmekte bir beis görmediler. Aynı dönemde hem tabiatın hem de insanların sömürülmesi bir tesadüf değil. Kendini ilâh gibi gören insanın merhametli davranmasını beklemek hata olur.

Bugün insanı her şeyin merkezine koymanın ne tür sonuçlar doğurduğunu artık pek çok batılı da görüyor. Bireysel özgürlük uyuşturucu kullanma hakkına dönüştü. Birey olma bilinci, ailenin ve toplumun parçalanmasına yol açtı. Yaşam hakkı, istediğin gibi tüketebilme hakkı anlamına geldi. Güçlü olmak, haklı olmanın yegane kriteri haline geldi. Adaletle hükmetmesi gereken hakim de, güçlü olan tarafından eğitilip yetiştirildiği için doğru karar veremiyor.

Yaratıcı'yı ve bütün mülkün O'na ait olduğunu inkâr ederek ‘biz kendi başımızın çaresine bakabiliriz' dediğimizde, ortaya bir zulüm düzeni çıkıyor. Her şeyi insanın tasarrufuna vermek, dünyayı daha ‘insanî' hale getirmedi, getirmiyor. İnsan ancak kendinin ötesinde ve fizik ötesi bir kaynağa bağlandığında, yani Rabbiyle irtibata geçtiğinde anlam kazanan bir varlık. “Kendini bilen Rabbi'ni bilir” sözü, insanın ancak yaratıcısını bildiğinde kendini bilebileceği anlamına geliyor. İnsanın kim olduğunu bilmek için nereden geldiğini bilmesi gerekiyor. Bugününü anlamlandırabilmek için nereye gittiğini bilmesi gerekiyor. Aksi halde insanın bir tarafta ilâhlık taslaması, öte tarafta hayvan mertebesine inmesi, bugün olduğu gibi, kaçınılmaz bir sonuç.

Modern insan bu en temel gerçekleri unutmuş görünüyor. Ona bu gerçeği hatırlatacak İslâm'dan başka bir manevi damar var mı?

Hıristiyanlık böyle bir imkana sahip değil, çünkü Hıristiyanlık bu sürece dolaylı olarak katkıda bulunmuş bir din. Batı toplumlarında yaşanan kutsaldan uzaklaşma ve dünyevîleşme, Hıristiyanlık tarihinin beslediği bir süreçtir. Yahudilik hiçbir zaman evrensel bir din ve ahlâk sistemi olma iddiasında bulunmadığı için, bu sorulara İslâm'ın baktığı gibi bakamaz. Diğer dünya dinleri ve medeniyetleri ise dünyevîleşme ve batılılaşmaya karşı direnecek bir güce sahip görünmüyorlar.

İnsanlık bugün kendisine dayanabileceği ama tamamen kendi tasarrufunda olmayan bir tutamak, ilke, kaynak arıyor. Modern düşünce ve yaşam biçimi, bir araç haline getirilip tüketilemeyecek hiçbir şeyin olmadığı fikri üzerine kurulu. Modern bilim ve teknolojinin temel sorusu ‘nasıl yapabilirim'dir . Yani bir şeyin imkanı üzerinde kafa yormak ve bir yolunu bulup yapmaktır. Oysa bugün en çok sormamız gereken soru ‘yapmalı mıyım?' sorusudur.

Günümüzün teknolojik imkanlarını kullanarak yeni atom bombaları yapmak artık işten bile değil. Yeni biyolojik ve nükleer silahlar geliştirmek, gittikçe kolay hale geliyor. Dolayısıyla buradaki soru bir imkan sorusu değil artık. Soru, özünde bir ahlâk sorusudur: Bir insan olarak benim yeni bir silah geliştirmeye hakkım var mı?

Bir merkeze sahip olmak

Bugün İslâm'ın en büyük meydan okuması askeri ya da ekonomik gücünden değil, hâlâ böyle bir soruyu sorabilecek fikri ve manevî derinliğe sahip olmasından kaynaklanıyor. Yani metafizik düzeyde insanlığın yanlış yolda olduğunu tutarlı, derinlikli ve ikna edici bir şekilde söyleyebilecek tek din ve medeniyet, bugün İslâm'dır. İslâm, modern insanın Yaratıcı'dan bağımsız bir dünya kurma projesine direnen tek din ve medeniyet. İslâm'dan duyulan rahatsızlık buradan kaynaklanıyor. Ama İslâm'ı günümüz insanlığı için vazgeçilmez kılan da işte bu.

Kutsal olandan uzak değerler üzerine adil, ahlâklı ve anlamlı bir hayat kurmak mümkün değil. Batılı toplumların yaşadığı sekülerleşme süreçlerine baktığımızda böyle bir hüküm vermek hiç de zor değil. Batının sekülerleşme sürecini taklit etmeye çalışan diğer dünya toplumlarının yaşadığı derin bunalım da bu sonucu teyid ediyor.

Sekülerleşme ahlâkî ve manevî değerleri işlevsiz hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda insanı dünyaya, hayata karşı da yabancılaştırıyor. Kendini alemin üstünde yarı tanrısal bir varlık olarak gören modern birey, kendini evrene ‘fırlatılmış' ve anlamsız bir hayat yaşamak zorunda olan bir varlık olarak görüyor. Fizik ötesi gerçeklikle irtibatını koparttığı için, felsefe ve bilim alanındaki bütün gelişmeler modern bireyin varlık içinde ne kadar yalnız olduğunu adeta onun suratına çarpıyor.

Bu yabancılaşmayı aşmak için insanın büyük alışveriş merkezlerine ko ş ması , ömrünü televizyon karşısında tüketmesi gerekmiyor. Bunun basit ama çok temel bir çözümü var: İnsanın kendini yeniden keşfetmesi.

Klasik İslâm düşüncesinin insan hakkındaki söylemi hep bu hususun altını çizer. Buna göre anlamı olmayan bir hayat yaşamaya değer değildir. Bir başka ifadeyle, insan anlamlı bir hayat yaşamaya mahkumdur .

İslâm'ın çağrısı

Anlamlı bir hayat için hakikati bilmeye, bunun için ise doğru bilgi kaynaklarına ihtiyaç vardır. İnsanın hisleri ve aklı, bu bilgiyi temin edecek kaynaklardan sadece ikisidir ve yeterli değildir. Bunların bir üst-bilgi, yani vahiy ile desteklenmesi ve yönlendirilmesi gerekir.

Vahyin sağladığı istikamet, insanın asıl gayesini unutmasına engel olur. Yani ona kim olduğunu hatırlatır (zikir), kendini keşfetmesi için ona ihtiyaç duyduğu araçları sağlar. Kısacası ona ‘zikir' yapmasını salık verir.

Kendini daha büyük bir gerçekliğin parçası gören insan, kendini alemde yalnız ve başıboş hissetmez. Bugün ileri sanayi toplumları kendilerini başıboş hissettiklerinden, can sıkıntısı hastalığından kurtulmak için olmadık yollara başvuruyorlar. Dünyanın giderek küçüldüğü söyleniyor ama buna paralel olarak insanların manevi dünyası da giderek daralıyor. Her şeyin insan merkezli kılınması, bize yeni ufuklar açmıyor. Sadece metafizik gerçeklikten kopartılmış insanın ne kadar yıkıcı olabileceğini gösteriyor.

Seküler hümanizmin (dünyevîleşmiş insan merkezliliğin) yol açtığı ufuk daralmasına karşı İslâm, bize farklı bir evren tasavvuru sunuyor. Burada insanın alacağı her mesafe onu manevi kemale ulaştırır. Her yeni buluş yahut bilgi, insanı asıl kaynağına yaklaştırır. Dolayısıyla maddi ilerleme onu azdırmaz. Tabiata ve diğer insanlara karşı hırçın bir varlık haline getirmez. Küreselleşen kapitalizmin duymak istemediği bu mesajı, İslâm dün olduğu gibi bugün de dile getirmeye devam ediyor.

Hayatın ve gerçekliğin bölünmüşlüğüne karşı İslâm bütünlük üzerinde ısrar eder. Tevhid sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda hayatı ve insanı bir birlik ve bütünlük içinde kurmamızı sağlayan bir ilkedir. Tevhide inanan bir insanın hayata da bu açıdan bakması gerekir. Çeşitli yaşam alanları ve kimlikler arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulması, tevhid inancının bir gereği ve sonucu.

İslâm, diğer din ve kültür mensuplarına dahi bu mesajı verebilmektedir. Batı'da İslâm'a duyulan ilginin böyle bir yönü olduğunu akılda tutmamız gerekiyor. İnsanın kalbi, ruhu ve aklı arasındaki bütünlük ilişkisi, sadece müslümanların değil, bütün insanların yönelmesi gereken bir idealdir. Ve bu ideale herkesten önce müslümanların sahip çıkması, onların en önemli insanlık görevlerindendir.