- Disânîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması

Adsense kodları


Disânîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 09:25 am GMT +0200
Disânîlerin[118] Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Disânîlerin sözleri, esasta me-nânîlerin sözleri gibidir. Fakat onlar, diyorlar ki : Ziyanın hepsi beyaz­dır, karanlığın tümü de siyahtır. Ziya, diridir. O, ölü' olan karanlığa im­tizaç edendir. Çünkü[119] karanlığa kavuştuğu yönde onda katılık[120] bulmuş­tur da onu yumuşatmak için kendisi ile imtizaç etmeyi murad etmiştir. Bazen katı olan yumuşar. Tıpkı eğe ile bazısı, bazısından naklolunduğu zaman testeredeki demir, katı olduğu gibi, yarık olan[121] giderilip cüzleri düzenlediği vakitte yumuşar.

Bazıları dediler ki; hayır, öyle değil, bilakis, ziya, karanlıktan ezi­yet görür ve onu kendisinden defeder. Ve bunun için ona imtizaç etmiş olur. Tıpkı bu, toprakta çürüyen kimse gibidir. Gerçekten çıkmayı teklif ettiği zaman kendisinde girme ziyadeleşir. Hareket, ziyadan olur. Hare­ketsizlik de onun zıtündan. Çünkü her ikisi de birbirine zıt olanlardır. Onlar, ziya ve karanlık olarak iki asim bulunmasını vacip kıldıkları gibi iki de fer'in bulunmasını gerektirdiler : Biri, ziyanın hareket etmesi ve hissi. İkincisi ise karanlığın hareketsiz ve hissiz olması. Bunları ziya ile karanlıktan başka hiç bir şeyi açıklamaksızın ifade etmişlerdir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, onların sözlerini, Allah-u Teâlâ'nm kendisine düşman olmayı tercih eden ve dağıtımdan uzakla­şan kimseye olan öfkesini bilmeniz için zikrettik. O kimse ki Allah'a ita­atten kaçınmış, ona düşman olmayı tercih etmiştir, kendi yaratılışım Allah'a boyun eğerek düşünmemiş, ona hak kapısını açmak ve dinine hidayet etmek ve muvaffak kılmak için yalvarıp niyazda bulunmamıştır. Fakat o, dünyaya meyil edip dünyaya kapanmış ve şehevî, nefsânî is­teklerine rağbet etmiş olduğundan kendi nefsine havale etmiş olup ken­disini düşmanından korumamiştır. Çünkü o, Allah'a niyazda bulunma­mış ve kendisine meylettiği dünyanın gayrine rağbet etmemiştir. Allah'­tan^ yardım talep ederiz.

Asıî olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ kulunun helakini, kulun kendisini Allah'a itaatten alakoyup, onu inkâr etmeğe sevk ettiği şeyle gerçekleştirir. Bunu, kendisine emrettiği şeyin, onu helak etmesinden korktuğu, ondan kurtulmayı arzuladığı şeyin lüzumunu ona hissettir­mesi ile Allah'ı inkâra sevketmiş olur. işte onlarda, kendisinden hayır sadır olandan şerrin sudur etmesi muhtemel olmadığı zannma kapıldık­ları için iki ilâhın var olduğunu ve her birinin aslmm diğerinin aslından başkası olduğunu söylemeğe koyuldular. Sonra kendilerince hayrın aslı olanı, şerrin nihayeti, şerrin aslı olanı da hayrın nihayeti yaptılar. Çün­kü, onlar ziyayı, vardığı yerden habersiz olup, ondan bir şey bilmez bir hale, hatta iki şeyden birine göre ona yapılan eziyeti red edip kendisinde devamla kalmayı istemiştir. Onun üzerine kadir olmadığını bilmediği gi­bi, onu reddetmeyi kasdettiği müddetçe orada kalacağım da bilmez. Kur­tulmaya da gücü ve kudreti yoktur. Zira onunla yok olmuştur. İlki onun ezasını reddetmek ve sertliğini yumuşatmak için ona varmış olur. Çün­kü onun üzerine kadir olmadığını bilmez. Ondan kurtulmadan da acizdir. Mani'nin sözüne göre de durum böyledir[122]. Zira onun sözüne göre karan­lık, ziyaya başkaldırmış, onu kendi hapishanesine atmış ve kendi zinciri üe[123] onu sımsıkı bağlamıştır. Hatta o, geldiği yeri bilememiş, kurtulmak­tan da aciz kalmıştır. Her hayrın başlangıcı, ilmin nihayeti, her hayrı ihata etmek ve ona ulaşılması ancak ve ancak onun üzerine olan kudret­le hasıl olur. Bunun için ziyadan her iki hususu giderdiler. Ve onları ka­ranlığa gerçekleştirdiler. Böylece ortaya atıp pekiştirdikleri şeyin hep­sini nakzedip yıkmağa vardılar. Zira onlar şöyle derler : Gerçekten hayrın hepsi, onların hepsi içindir. Böylece ziyayı hayrın ekserisinin dışın­da; karanlığı da şerrin ekserisinin dışında kıldılar. Sonra her iki hususu bire gerçekleştirdiler. Her zümrenin kendisi ile kurtulmayı zannettiği şeyle helak olacağını bilmesi için o birin iki varlık olduğunu söylediler. Tevfik Allah'tandır.

Bununla beraber eğer o iki vecihten dolayı iki ilâhın vacip olduğunu söylemek gerekseydi, tabiatler için dört ilâhm bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü tabiatler birbirlerine zıttır. Hepsi, birbirine zarar vermektedir. Eğer dört ilâhm var olduğunu söylemek vacip olsaydı, şe­yin kâim olması altı cihetten hâli kalmaz. Bunun için altı ilâhın olduğunu söylemek vacip olurdu. Bu da yedi ilâhın var olduğunu söylemek icabet-tirirdi. Çünkü o cihetler kendisinde bulunan, daha önce geçmiş olan ci­hetle vasfolunmaz. Veyahut kendisinde toplanan tabiatler7 beşinci ol­masıyla beş ilâhın bulunduğunu söylemek gerekirdi ki, bu beşincisi ne sıcaklık ve ne de soğukluk ile vasfolunur. Eğer senviyelerin dedikleri gibi iki aslın var olduğu kabul edilmiş olsaydı, üçüncü varlığın bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü o iki asıl var iken ne âlem vardı ve ne de hayır ve şer. Bir şeyin kendi nefsinde mütebayin olması ve aynı zaman­da içtima ve tenakuzu icabettirmiyecek şekilde kendi nefsi ile imtizaç et­mesi mümkün değildir. Öyle ise, onun her ikisinin gayri ile var olduğu sa­bit olmuştur ki, onunla da her hayır ve şer var olur. Böylece onların is­pat etmesini kasdetmeleri bakımından söyledikleri sözler batıl olur.

Sonra bir ilâhın varlığını söyliyen kimseyi, o sözü her hangi bir ve-cihle başka bir söz söylemiye mecbur kılmaz. Esasen bu husus şöyle izah edilir. Gerçekten onlar, öyle bir kavimdir ki, onların akılları eşyada, Allah'ın hikmetini idrak edecek dereceye ulaşmamıştır. Ve onlar, Rabb'in her türlü belâ ve musibet şaibesi, âfetlerin muhtemel olması, şehevî is­tekler ve ihtiyaçtan kendilerinin bulunduğu sıfat üzere olduğunu san­dılar. Allah'ın fiillerini, kendilerinin fiilleri ile bilmiş oldukları hikmetle takdir ettiler. Onlar, eğer eşyayı kuşatmaktan meneden zarurî perdeler­den ve kendilerinin meşakkatlerinin hepsinin içinde bulunduğu ve kendi maslahatlarına olan şeyleri düşünmüş olup çalışmış olsalardı, bunlardaki hikmeti idrak etmekten onları alakoyan şeyin cehalet olduğunu ve bu­na da insanlardan kendilerinin daha lâyık olduklarını bilirlerdi. Çünkü onlar, iddia ediyorlardı ki, gerçekten âlem, ancak ziya ile karanlığın bir­biriyle imtizaç etmesinden ibarettir. Ziyanın cüzlerinden hiç bir cüz yok­tur ki karanlığın cüzlerinden biri ile bağlı bulunmasın. Karanlığın kendisi bir perdedir. Sonra O, ziyaya hakimdir. Ziyadan meydana gelmesi istenen hiç bir hayır yoktur ki karanlık onu hükmü altına alıp mezhep ehline tecelli etmesini[124] engelleyip örtmesin. Öyle ise onlar için ilim ve hikmetin yoluna vukuf bulma nereden gelir ki, onlar, diğeri hakkında beşerin davası ile iddiada bulunsunlar? Sonra şu hususa da taaccüp edi­lir ki, onların ziyası kendi nefsi ile kaim olması ve zulmetin şaibelerin­den kurtulması ile beraber kendisinde darlıktan, sıkışıklıktan ve acz ve cehaletten imtizaç[125] ettiği şeyi bilmiyor. Sonra[126] onun cüz'ünden, cevhe­rinden çektiği ve düşmanının eline düştüğü zaman düşmanının kendisi­ni tamamına ulaşması mümkün oîmıyan hikmete binaen serbest bırak­ması umulmaktadır[127]. Hikmeti iddia etmiyen ve hikmet ehli ile münaza­rada bulunmayan, hikmeti niyet etmeye de başlamıyan kimse için daha gerçektir. Çünkü o, kendi nefsindeki şer ve hayırdan ibaret olan iki cev­here rücu eder. Yanında bulunan herkes de böyledir.

Amma hikmet hakkında teşebbüste bulunmak, ziyanın cevheri ile olursa hikmet hakkında kendisi ile konuşan kimse de böyledir her ikisi de onların katında kendilerine bir gey gizli olmayan hikmet sahibi olan­lardır. O vakit ikisinin birlikte olmasının manâsı yoktur. Her ikisi de ken­di nefisleri ile orada bulunmaktadır. Yahut karanhk cevheri ile girişim­de bulunur ki, her ikisinin hikmete muhtemel olması mümkün değildir. Yahut ikiden birisi ziya cevheri, diğeri de karanlık cevheri ile olur. Bu surette olduğu vakit birinde cehaletin bulunması, diğerinde de ilmin bu­lunmasının ihtimali yoktur. Öyle ise bu hususta konuşmak abes ve ma­nasızdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu mevzuda asıl olan odur ki; gerçekten kim ki bir iş işleyip onun helak olup yok olmasından onunla faydalanmazsa o, kimse kendini boşu boşuna yormuş olur. Ai-lah-u Teâlâ ise, başkasına muhtaç olmaktan yüce ve kendi nefsi ile gay­rinden müstağni, ve ihtiyaçlardan berî ve yüce olduğu içindir ki, ya­rattığı şey ile faydalanması için onu yaratmamıştır. Bu suretle fi'li ile bizzat kendisinin faydalanması batıl olur. Sonra yarattıklarını sırf yok etmek için yaratmış olsaydı yaratmasında hiç bir manâ bulunmazdı. ÖyIe İse gerçekten âlemin yaratılması sonuçları için olduğu sabit olur. Sonra Allah~u Teâlâ, mahlûkatı yarattı ve fakat kendisine işin akıbet­lerini idrâk etme ve ayırt etmeyi bilme halinde kılmadı. Bununla sabit olur ki Allah-u Teâlâ, mahlûkatı yarattı fakat kendi nefisleri için değil. Mahlûkatı, kendilerinin yaratılmış olduğunu bilmeleri için yaratmıştır ki, onlar; kendilerinde bulunan bütün sanat eseri ile kendilerini yarata­nı bilirler ve ondan sonuçların yararlı olmasını isterler. Hatta fi'li bu hususların dışına çıkan bile. Çünkü o, yani Allah, bütün başkalarının kendisine muhtaç olan ve fi'linde hikmet sahibi olandır. Bunun içindir ki sonuçları idrâk etmelerine sebeb olan akıllarından kendilerinde yarat­mış olduğu nimetleri yoketmemesi için onu yani Allah'ı sevmeleri ge~ rekmektedİF. Çünkü onlar, tedbir ve idareleri ile başbaşa bırakılmış [128]ol­salardı sonucu beğenilmeyen ve menfaat eseri bulunmayan şeyde ken­dilerinin böyle bir şeyi meydana getirmelerine razı olmazlardı. Bunun gi­bisini alıp kabul eden kimse, cahil ve aptalın tâ kendisidir. Bu zikrettiği­miz hususlar lâzım olunca, zararlı ve menfaatli olanların yaratılması ve elem ve lezzette ihtimali bulunan ve elem ve lezzetleri meydana getir­meğe vesile olan cevherin yaratılmasında bir hikmetin bulunması gerek­mektedir.

Bunları Allah-u Teâlâ, nefislerinin kendisi istedikleri §eyi ve kendi­sini istemeyip kaçındıkları hususu bilmeleri için yaratmıştır ki, imtihana tutulmuş oldukları şeyde kendi mislini, yani istediklerini istesinler ve istemediklerinden de kaçınıp korunsunlar, yine zararla menfaati bilsin­ler ki, eğer onlar olmamış olsaydı kendilerinin yaratılmasında hiç bir manâ bulunmazdı diye Alalh-u Teâlâ, onları bu iki sebebe binaen muh­telif bir şekilde yaratmıştır. Sonra kendi lûtfu keremi ile her cevheri fayda ve zarara ihtimali bulunmak suretiyle yaratmıştır ki onunla baş­kasına sirayet etmiş olur. Ve yine her cevherin menfaatini kendilerinde zararlı unsur bulunan cevherlerden gayrisine ulaştırdı ki bakıp gören kimseler onların hepsinin müdebbirinin gerçekten bir olduğunu bilsin­ler. Ve eğer onlar bir çok ve muhtelif olanlardan meydana gelmiş olsay­dı, nıahlûkat birbirlerine girip birbirlerini yok ederlerdi. Çünkü hayır cevherinden hayırdan başka bir şey gelmez. Şer cevherinden de serden başka bir şey gelmez. Bunlardan her birerlerinin yaptığı, diğerinin yap­tığının bazısı olur. Ve bunun benzeri ile kaim olan şey de âlemin fesada uğramasına sebeb olur. Öyle ise âlemin beraberce bulunması ve bir kısmı­nın menfaatlerinin diğer bir kısmına bağlı olması bu görüşün fasid ol­duğuna delâlet etmektedir. Gerçekten biz, âlemin hepsini yaratanın bir olduğunu söylemezsek birden fazla sayıları söylememiz mümkün olmaz. Çünkü onlardan biri, onun üzerine delâlet edeni, kendisinde helak olanı" ayırmasına kadir olmaz. Kendisine delâlet edecek bir ilmi de bildirmiş değildir. Kendi mislini hakkıyla bilmek ve onun halini anlamak vacip değildir. Böylece bütün ilim çeşitlerinin aslı ve furûu bilinmediği için ilim tüm olarak fasid olurdu.

Bununla beraber iki cevherden birinin menfaat vermesi, diğerine zarar verir, işte orada zararla menfaat birleşir. Ve onunla menfaatin sağlanması kendisiyle beraber menfaati meneden bulunduğu için kesin­likle batıl olur. Âlemin bulunması ve âlemin her birinde faydanın var olmasında onların yaratıcısı ve idarecisinin gerçekten bir olduğuna de­lil vardır. Çünkü her zararlıyı lûtfu ile zararlı olduğu yönden amelini hapsetmiştir. Bunu da menfaati murad ettiği kimseye ulaştırması için[129] menfaatten neyi murad ettiği ise onu kabullenmesi için yapar. İşte kim, onun zararını murad eden kimse hakkında bu konu böylece izah edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber bilinmektedir ki, gerçekten akıllar, yemek ve iç­mek için yaratılmamışlardır. Bu hususta aklı olanla aklı olmayan birdir. Bir zümre vardır ki onlar, yemezler içmezler. îşte onların bir zümrenin kalbinde tazim ve hürmetleri vardır[130]; o yemiyen, içmiyenler de melek­lerdir. Bununla sabit olur ki onlar, bakmak ve ibret alınmak için yaratıl­mışlardır. Çünkü kendisinde övülecek ve güzel görülüp benimsenecek husus vardır. Böyle olunca da hikmette cevherlerin muhtelif olarak ya­ratılması lâzım gelir ki, tam bir ibret alma yolu ile ve tam bir bakma hakkının verilmesi husule gelmiş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten görünen âlemde bilinen şudur ki, her iki işi birden ya­pan[131] kimse daha tamam bir iş yapmıştır. Hatta onu bilmediği zaman kendisine zarar verecek şeyden korunmasına hiç bir kimse kadir olamaz. Buna göre iki hususun hikmete binâen birden yaratılması ikiden birinin yaratılmasından daha tamam ve daha gereklidir. Bununla beraber onun yaratılmasmda failin gani olmasına ve her şeyin olduğu gibi lâyık olduğu ile yaratmasına ilminin ve kuvvetinin tam manâsı ile bulunduğuna de­lâlet eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Tevhid ehlinin üzerinde durduğu şey için delil olarak Allah'a davet edenlerin doğruluğuna delâlet eden hususlardan ve onlarla beraber bu­lunan açık seçik ve kuvvetli olan delillerden başka bir şey bulunmasaydı —ki kendileri ile kuvvetli deliller bulunan peygamberlerdir— ve bir olan yaratıcıyı inkâr edenler için onlardan başka bir şey bulunmasaydı sırf bunlar, yani mahlûkat olmuş olsaydı Allah'ın varlığına ve âlemin mu­cidi olduğuna kâfi derecede delil olurlardı. Nasıl hayır denir ki, âlemden bir şey yoktur ki, o[132] kendi cevheri ile hadis olduğuna ve onun hakim olan bir muhdis tarafından var edilmiş olduğuna şahadet etmiş olmasın? Din­sizlerin mahlûkatra kadim olması hususunda iddia ettikleri şey ile inat-iaşıp kendisine dönecekleri bir yere varmaları için bir yol bulamadıkla­rından kendisinde delil olmayan kimseyi taklid etme zorunda kaldılar. Veyahut da onları aptallıkları bu hale sokmuştur. O da âlemin bir şey olmaksızın bir şeyden var olmasına delil getirmeğe vakıf ve kadir olma­dıklarından dolayı acz içinde olmalarıdır. Hiç şüphe yoktur ki, onlardan herkes kendisinin eşyayı bilmediğini bilir. Sonra eşyayı bilir ve eşyadan aciz kalır, eşyanın üzerine kadir olur, eşyaya yönelmeğe mecbur kalır, sonra eşyadan zengin olur. Vasfı bu olan kimsenin kendi reyine güven­memeğe hakkı vardır. Ve kendi aklından olduğuna işaret edilen hususu görmesinden faydalanmaz.

Bununla beraber onları kendisinden doğan ve kendisine varan şey­leri bilmiyen tabiatlara yönelten kimseler bulunur. Yıldızlar da böyledir. Veyahut da öyle kimseler ortaya çıkar ki, işlerinin körlük ve cehaletten başlamış olan şeylerden bir çok yaratıcılara havale ederler. Veyahut da birbiriyle zıt ve tenakuz halinde olan şeylerden eşyanın bulunduğu hal üzere kadîm olduğunu söyliyenleri taklid ederler. Bu bilinmeyen asıllarla beraber onlar için akıl nasıl düşünülür ki, kendileri bu bilinmiyen asıl­ların ferlerini teşkil etmektedirler! Veyahut da eşyanın hakikatleri üzerinde dururlar; hatta her şeyde bir hikmet[133] olduğunu veyahut olma­dığını iddia ederler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten senviyeleri bir şeyin bir §ey olmaksızın var olmasını in­kâr etmeye sevkeden husus, akıllarda tasavvur edilmesinin dışma çıkan­dır. Veyahut da hikmeti bilmek için kendi aralarında gördükleri şeyi akıl­da takdir etmelerinden ileri gelmektedir. Eğer onlar inkâr ettikleri gibi aklen düşünülenin dışında kabul edip kendi katlarında bulunan şey üze­re âlemin mebadii hakkında sözlerini veyahut kendilerinde bulunan şe­yin akıl, ruh ve duyu organlarının dışına çıkma olduğunu veyahut ta ver­dikleri hükmün zihinde tasavvur edilmesinin dışında olduğunu bilmiş olsalardı muhakkak inkârda bulunmazlardı.

Sonra gerçekten onlar, cahil ve zayıf olan kimselerin kendi nefisle­rine yaptıklarına şahit olduklarını, onların haberle bildikleri şey sonra­dan var olduklarını bilmiş olsalardı muhakkak bilirlerdi ki, gerçekten bir şeyden olmaksızın eşyanın var olmasının Allah'a isnad edilmesi daha doğru ve gerçektir. Âlem de o şeyin cümlesindendir. Sonra Allah-u Teâlâ'nm mahlûkatm sıfatından berî ve münezzeh olduğunu ve herşeye kadir ve herşeyden müstağni olduğunu bilselerdi, Allah'ın mahlûkatım yaratma­sındaki hikmeti idrak etmekte kalbleri daralip kusur etmezlerdi. Biz, Al­lah'a tevekkül ederiz ve ondan yardım dileriz.

Ca'fer bin Harp[134] anlatıyor : O, Seneviyelerden dirine soruyor; di­yor ki : Birisi, diğerini haksız olarak öldürüyor; sonra kendisine özür di­lemesini teklif ediyorlar, o da yapmış olduğu kötülüğü ikrar ediyor. Sen ikinci iş olan kötülüğü ikrarın hayır olduğunu söylüyorsun. Eğer başka­sından ilk iş vukubulmuş olsaydı ziyadan meydana gelen yalan olurdu ki o da serdir. Böyle sorunca o kimse de bu soruyu kendilerinin reisleri ola­na bildirince reisleri cevabî mektubunda şöyle yazıyordu : Gerçekten o, hayvanına eziyet veren[135] ve ondan özür dileyen kimse gibidir.

Bunun üzerine Ca'fer, ona der ki : Onun zikrettiği husus ancak hay­vana acımasıdır. Eğer hakikatte Özür dilemiş olsaydı cahil olurdu. Ancak onun özür dilemesi hayvanı kendisine yaklaştırmasından dolayı olması müstesna. Bu sözü üzerine Seneviyelerden olan adam Islâmiyeti kabul etti. Ve onun müslüman olması da hakkıdır. Ibni Harb'ın zikrettiği husus da gerçek ve gereklidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra mu'tezilelerin sözüne göre bu mesele yanlıştır. Çünkü onların mezhebince Allah'ın yarattıklarında şer olan yoktur. Şer olana ancak me­caz yolu ile şer ismi verilmektedir. Onların Seneviyelerle münazara et­meleri ancak seneviyelerin şer zannettikleri şeyin şer olmasını izale etme hakkındadır. Amma, ancak seneviyelere teslim olmaları ve her iki yön­den Allah-u Teâlâ'nm gayrinde bulunan yönden bir Halık'in bulunduğu­nun söylenmesi kendilerine gerekmesi ve onun da bir yaratıcıya hasre­dilmesi hususunda onları nefyettiklerini ve böyle söylediklerini görürsün, O ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü kendisinde şerri ve hayrı yara­tanın bir olduğunu ve bilindiğini tesbit etme vardır. Sonra gerçekte bun­lardan birini nefyeder ve seneviyeîerin sözüne rücu' eder ki, gerçekten, hakikatte kendisinden şer yaratılan şey, kendisinden hayrın yaratıldığı­nın gayridir. O zaman iki olanı[136]  birlemesi lâzım gelir.

Bu mevzuda Mu'tezile mezhebinin görüşü şöyledir : Onlar, serler, ma'siyet ve kötülükler dahil olmak üzere kulların fiillerinin yaratılmasını inkâr ettiler. Fakat kendilerine cevherlerden serlerin yaratılması ile iti­raz olundu. Ona ne serin ismi verilir ve ne de kötünün. Eşyayı ifsad edene de mufsid denmez, ger ve fesad fiillerin yaratılması da böyledir. Onlarla Allah'a isim verilmez. Bu hususta onların şu cevabı vermeleri icabeder. Gerçekten cevherlere hakikat yönünden değil, mecazi olarak şer ismi verilir. Serler, hakikatte ger değildir.

Amma bizce ise, biz şöyle deriz : Gerçekten Allah-u Cellecelâluh, şer ve hayrın cevherinin yaratıcısıdır. Mahlûkatm fiili şer olsun veyahut ha­yır olsun, onun da yaratıcısı Allah'tır. Onun hükmü ve saltanatında var olan şeyin kendisinin yaratmaması caiz değildir. Böyle olmasaydı kendi­sinin saltanatında ve hükmünde şeriki, mahlûkatını yaratmasında da bir benzeri ve misli olurdu. Allah-u Teâlâ, bu gibi şeylerden yücedir ve beri­dir. Ve yine deriz ki: Mahlûkatm yaratılması, Allah'ın yaratma sıfatının kendisi değildir. Allah'ın fi'li de böyledir. Allah'ın fi'li şer ve hayırla vas-folunmaz. Allah'ın fi'li vasfolunup o hayırdır ve serdir denmez. Çünkü ö, kendi fili ile mevsuftur. O, kendisi hayırlıdır ve şer sahibidir denmez. Kim ki hakikatte o fiili islerse ona o isim verilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Hikmet hakkında vacip olan şudur ki, zararlı cevherlerin ve çirkin görünenlerin yaratılması duyu organlarındaki âfetlerin yaratılması -srer-çekten beşerin hepsi bir şeye inanmışlardır ki o, kendi duyu organların­dan gaip olmuştur- ya menfidir veyahut da müsbet. Onlardan gerçeğe yanaşanlar vardır, insanlardan bazıları da, cahil olup şehevî isteklerine râm olan vardır. Zikrettiğimiz şeylerden havas üzerine vaki olan şey, ya- i ratıîmamış olsaydı onlar güzelden çirkini ve menfaat verenden de eziyet vereni ayırt edip bilemezdiler. Onu anhyamadikları zaman akıllarının, gü­zelden çirkini, lezzet verenden de elem vereni ayırt edip idrak etmeleri­nin ihtimali olmazdı. Üzerine havassın vaki olmadığı şey, hasselerin kendi üzerine vaki olduğu şey ile temsil olunmaları için böylece yaratmıştır. Çünkü her mu'tekid olan müşahede ettiği şeyden bilinenin bulunduğu şey üzere görmesinden gaip olsun diye böyle yaratmıştır Allah. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra Seneviyelerle ihtilâfa düştükleri hususları nakzederek onların söylediğinin hepsi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlar, ziya cevherinin var olduğunu söylerler ve onunla hareket ederler. Bunun üzerine eğer onlar sözlerinde sadık olurlarsa bütün ihtilâfları bununla olmuş olur. Eğer ya­lan söylerlerse bütün yalan bununla olur. Onların bazıları sadık olup bazı­ları da yalancı olursa karanlık cevherini ziya cevherinin üstünde olanların sözü sadık olur. Tâ ki karanlık cevherine değil, ziya cevherine intisap et­meyi seçmiştir. Faziletli olanı tercih etmek ise akılların şahadet etmesiyle hayırdır. Öyle ise kendisinden başka bir şey sadır olmayan şerrin asıl ol­duğunu söylemek ve kendisinden başka bir şey gelmiyen hayırın da bir asıl olduğunu ifade etmenin batıl olması lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'­tandır. [137]


[118] Disaniye bir fırkadır ki,  onun reisi olan Disan'm adı ile bilinir. Disan, esasta bir nehrin ismidir ki, bu fırkanın kurucusu o nehrin kenarında doğmuştur. Bunun için doğmuş  olduğu nehrin  ismi  ile  çağrılmıştır-  Kendisi,  Maniviyye  mezhebinin  kuru­cusundan önce gelmişti. Her iki mezhep de birbirlerine yakındırlar. Bunlar,  âlemin İki aslı bulunduğunu,  onlarm  da  ziya ile karanlığın  olduğunu  söylerler. Fakat  sı­fatlan  ve kurtulmaları  ve  imtizaç etmelerinin  keyfiyeti  hakkında ihtilâf  etmişler­dir. Bak:   «İbni - Nedim'in "El-Fihrist" adındaki eseri, s. 474, T. Kahire, El-Mekte-bet'üt - Ticârİyye ve Şehristânî'nin.  «El-MÎIel ve'n-Nihal», c II,  s- 88, 89, T. Bağ­dat.

[119] Kitabın  aslında   «limâ»   kelimesi   «mâ»   olarak  yazılmıştır.

[120] Kitabın  aslında   «haşûnetuhâ.   kelimesi   «haşûnetuhû»   olarak  yazılmıştır.

[121] Kitabın aslında  «eş-şekku»  kelimesindeki  «sın»   harfi noktasızdır.

[122] Kitabın aehnda   .ve  kezâlike»   kelimesi  «vezâlike»   olarak  yazılmıştır

[123] Kitabm  aslında   «bivesâkihâ.  kelimesi   .bivesâkıhî»  olarak yazılmıştır.

[124] Kitabın aslında bu ibare,  dip not olarak varid  olmuştur.  Onunla mânâ doğru olur.

[125] Kitabın  aslında   .el'imtizâcu»   kelimesi   «fi'l  imtizacı»   olarak   yazılmıştır.

[126] Kitabın  aslında   «sümme»   kelimesi  noktasız  olarak   yazılmıştır.

[127] Kitabin  aslında  «yurcâ»  kelimesi noktasız  olarak yazılmıştır.

[128] Kitabın   aslında   «bade.  kelimesinde   «be»   harfi  noktasızdır.

[129] «Liyesiîe»  metinin  dip notunda  varid  olmuştur.

[130] Kitabın  aslında  «ve ta'zîme»   kelimesi   «ve  liazîmin»   olarak  yazılmıştır.

[131] Kitabın  aslında   «ya'melu»   kelimesi   «ya'lemu.   olarak  yazılmıştır.  Dip  notta bunu düzelttim.

[132] Kitabın aslında  «vehuve»  kelimesi mükerrer  olarak yazılmıştır.

[133] Kitabın  aslında  kelime  farklı  yazılmıştır.

[134] O, iki Ca'fer'den biridir. Birincisi, Ca'fer bin Harb ki, mu'tezile mezhebinin ileri ge­len âlimlerinden «Ebu'l- Fadl» künyesiyle bilinir ve onların yedinci tabakasındandır. Bu yedinci tabaka, Muhammed bin gebib'in bulunduğu tabakanın aynısıdır. İkincisi ise, Ebu Muhammed, Ca'fer bin Mübeşşir'dir. Her ikisi ile örnek verilirdi- Ve şöyle denirdi : İki Ca'fer'in ilmi ve zühtü tıpkı İyi gidişatta iki Ömer'le örnek verildiği gi­bi. Bak :   «El-Münye Ve'1-Emel», s. 41, 42, 43 ve El-İntisar, s. 231.

[135] Kitabın aslında <yenfahu» kelimesi noktasızdır. Manâsı ise azap ve elem verir de­mektir.  Ramus'un «nefeha.  maddesine bak.

[136] Kitabın aslında «bi't-tesniyeti» kelimesi noktasızdır.

[137] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 284-293.