- Dış Politikaya Avrupa’dan Bakışlar

Adsense kodları


Dış Politikaya Avrupa’dan Bakışlar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Thu 2 August 2012, 06:34 am GMT +0200
Dünya Hali


Sadık Şanlı | Haziran 2012 | DÜNYA HALİ   


Dış Politikaya Avrupa’dan Bakışlar

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA), Avrupalı karar alıcılar ve entelektüellerin Türk dış politikasına nasıl baktığını araştırmış. Bu bağlamda, Avrupa’daki 32 bürokrat, siyasetçi, önde gelen uzman, Türkiye’yi takip eden akademisyen ve gazeteci ile gerçekleştirilen derinlikli mülâkatlar bir rapor haline getirilmiş. “Avrupa’nın Türk Dış Politikası Algısı” ismini taşıyan rapora göre, Türkiye’nin son on yılda gösterdiği ekonomik büyüme ve dış politikadaki atılımları, Avrupalı entelektüeller düzeyinde takdir toplamakla birlikte, büyük bir şaşkınlığa da neden olmuş.

İngilizce yayımlanan 45 sayfalık rapora göre, on yıllar boyunca hiçbir gelişme kaydetmeyen ekonomisi ve atıl durumdaki dış politikasıyla Batı için öngörülür bir müttefik konumunda olan Türkiye, özellikle dış politikasıyla analize değer görülmeyen bir ülke konumundaymış. Raporda, bu algının son yıllarda büyük bir değişim geçirdiğini, mevcut Türk dış politikasına yönelik algının oldukça olumlu ve rasyonel temellere dayandığını görüyoruz. Türkiye’nin gerek bölgesinde artan etkinliği ve yapıcı rolü, gerekse küresel bir aktör olma hedefi güden çok yönlü diplomasisi, Avrupalılarda büyük bir memnuniyetle karşılanırken, ekonomi ve dış politika alanında vizyonu yetersiz kalan AB için Türkiye’nin vazgeçilmez bir ortağa dönüştüğü ifade ediliyor. Türkiye’nin ve dış politikasının Batı’dan Doğu’ya ideolojik bir eksen kayması yaşadığı, dinî faktörleri ön plana çıkaran bir “Yeni Osmanlıcılık” politikası güttüğü iddiaları ise Avrupalılar tarafından indirgemeci ve yersiz bulunuyor.

Raporda, Türkiye’ye yönelik olumlu düşüncelerin yanı sıra, Avrupalı elitlerin zihinlerinde çeşitli soru işaretleri de yer buluyor. Avrupalılara göre Türkiye’nin aktif ve bağımsız bir dış politika yürütmesi değil, aktivizmi ve bağımsızlığı ifadede kullanılan dil rahatsızlık oluşturuyor. Özellikle Batı’nın Türkiye’ye ve Doğu dünyasına yönelik önyargısı, çifte standardı ve hegemonik anlayışının Türkiye tarafından Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyasında sert bir dille eleştirilmesi ve bu coğrafyalardaki Batı karşıtı grup ya da aktörlerle geliştirilen dostluk ilişkileri, Türkiye’nin Avrupa’da bir ortak değil, rakip bir güç olarak algılanmasına yol açtığı ifade ediliyor.

Raporda altı çizilmesi gereken bir diğer husus ise Avrupalıların Türkiye’den tam olarak ne istedikleri konusunda yaşadıkları kafa karışıklığı. Bu noktada muhataplar cevapsız kalıyor.

Rapora dair bir özet geçmek gerekirse, gelecek on yılda AB’yi ekonomik anlamda hayli sıkıntılar ve dış politikada etkisinin azalacağı günler bekliyor. Türkiye’yi ise bu alanlarda daha büyük atılımlar ve bölgesel ve küresel bir güce dönüşme süreci bekliyor. Özetle, yaş ortalaması 45’e çıkmış yaşlı Avrupa’nın düşünen beyinleri, “Türkiye-AB ilişkilerinde roller değişti, yaş ortalaması 28 olan, genç, dinamik Türkiye’ye asıl şimdi ihtiyacımız var!” demek istiyor.

Eski ve Yeni Türkiye’den Manzaralar


Türkiye’de yakın tarihe damgasını vuran ‘kılık kıyafet’ yasaklarının en katı uygulandığı yerlerin başında orduevleri ve askere ait sosyal tesisler geliyordu. 2000 yılında yayımlanan ‘Orduevleri, Askerî Gazinolar ve Sosyal Tesisler Yönetmeliği’yle buralara girecek davetlilere tesis kapısındaki askerin insiyatifinde uygulanan  “sakallı, cüppeli, sarıklı, takkeli, türbanlı vb. çağdaş olmayan kıyafetlerle gelenler, günlük sakal tıraşı olmamış ütüsüz ve kirli elbiselerle gelenler, yabancı uyruklu kişiler ordu evine giremezler” kuralı getirilmişti. Bu kural, Milli Savunma Bakanlığı tarafından yönetmelikte yapılan bir düzenlemeyle kaldırıldı. Karar Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girerken, Türkiye bir ayıbından kurtuldu. Millete ait bu mekanlar yeniden millete açıldı.

Akla, vicdana, insan haklarına aykırı, çağdışı bir uygulamanın daha son bulmuş olması, Türkiye’de yaşanan zihniyet değişimini göstermesi bakımında oldukça önemli. Fakat bir yandan devletin zihniyetinde böyle olumlu bir gelişme yaşanırken, diğer yandan tam tersi tablolarla da karşılaşmıyor değiliz. Örneğin, Kütahya’nın Domaniç ilçesinde 19 Mayıs etkinlikleri kapsamında düzenlenen gençlik koşusunda yarışmayı üçüncü tamamlayan Şeyma Bilge isimli öğrencinin başörtüsü nedeniyle ödülünü alamadığını, ödülünün başörtüsüz arkadaşına verildiğini öğrendik. Olayın basına yansıması sonrası Bilge’nin ödülü Kaymakam Mehmet Boztepe tarafından takdim edilirken, İlçe Milli Eğitim Müdürü Bayram Ali Kardeş hakkında disiplin soruşturması başlatıldı. Kardeş’in gazetecilere yaptığı açıklama ise sorunun temeline işaret eden cinstendi: “İmam Hatip Lisesi Müdürü ödül töreni öncesinde ‘Başörtüsünden dolayı sıkıntı olur mu?’ diye sordu. Bu soru üzerine geçmiş dönemlerde yaşadıklarımızdan dolayı sıkıntı olabileceğini söyledim. Bu yüzden o törende başka bir öğrenci ödülü aldı. Böyle bir şey olmasa daha iyi olurdu. Herkesten çok özür dilerim.”

Kardeş’in açıklamasındaki “geçmiş dönemlerde yaşadıklarımız” vurgusu, benzer tablolarla karşılaşmamamız açısından ne yapılması gerektiğini ortaya koyuyor. Doğuştan gelen hak ve özgürlüklerin yasak sebebi sayılamayacağı, yasalarla teminat altına alındığı ve her ne sebeple olursa olsun kişi ya da kurumların inisiyatifine bırakılamayacağı bir ortamın oluşturulması… Ülke olarak geçmiş dönemde yaşadıklarımızın tekerrür etmemesi için yasakların değil, hak ve özgürlüklerin kurumsallaştığı zihinler inşa etmemiz gerekiyor.

Sorunu Muhatabıyla Konuşmak


89 yıllık Cumhuriyet tarihinde devletin toplumla olan ilişkilerine “tepeden inmeci” bir anlayış hakimdi. Devleti yöneten siyasîler ile sivil ve askerî bürokratik elite göre halk cahil ve yönetilmeye muhtaç bir ‘sürü’ idi. Devletlü kesim en iyisini bilir, halk adına en doğru kararı verir, halkının inancını, kültürünü, kılık kıyafetini, yaşayışını beğenmez, değiştirmeye, modernleştirmeye(!), terbiye etmeye(!) kalkar, hatta kimi zaman halkın seçtiğini beğenmez, askerî bir darbe ile alaşağı ederdi. Kısaca, “halka rağmen…” ifadesiyle özetleyebileceğimiz seçkinci, baskıcı, dayatmacı bir anlayış devlete hakimdi. Son yıllarda bu anlayışta köklü bir değişime gidildiğine, siyaset kurumunun alacağı kararların şekillenmesi noktasında doğrudan ya da dolaylı olarak halka sıklıkla müracaat edildiğine tanık oluyoruz.

Bir örnekle devam edelim: Bundan birkaç yıl önce kadına yönelik şiddet konusunda çalıştığım bir haber nedeniyle, fikirlerini almak üzere bir kadın derneğinin yöneticisiyle kısa bir söyleşi yapmıştım. Görüştüğüm yetkili, sözün bir yerinde son dönemde kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadın haklarının güvence altına alınması noktasında ülke olarak çok mesafe kat ettiğimizi, hatta uygulama noktasında çeşitli sıkıntılar yaşansa da, dünyada bu alanda en iyi yasalardan birine sahip olduğumuzu belirttikten sonra, en az bu konu kadar önemsediği başka bir noktanın altını şu sözlerle çizmişti: “Önceki dönemlerde siyaset kurumunun kadınlara yönelik yaptığı çalışmalarda, çıkardığı yasalarda fikrimizi pek soran olmazdı. Kadınlar olarak sorunlarınız nelerdir, sorunların çözümü noktasında neler düşünüyorsunuz, diyen çıkmaz, bir kez kapımız çalınmazdı.

Oysa yapılan son yasalarda kadın derneklerinin, bu alandaki sivil toplum kuruluşlarının kapısı sıklıkla çalındı, yapılan yasaların hemen hemen tamamı fikirlerimiz, taleplerimiz doğrultusunda şekillendi. Asıl önemli olan da buydu; sorunu muhatabıyla konuşmak ve çözmek… Bu sebeple ortaya bu derece başarılı yasalar çıktı.”

Bu örnekte de ortaya konulduğu üzere, sorunları muhataplarıyla konuşmak ve çözmek en doğru metod. Böylece taraflar arasında sağlıklı bir iletişim kurulacak, durum ve sorun tespiti yapılacak, daha doğru sonuçlara ulaşılarak kalıcı çözümler üretilebilecektir. Devlet-toplum ilişkilerinde bu yöntemin izlenmesi ve bunun kalıcı bir kültür haline gelmesi gerekiyor. Önümüzdeki süreçte bunun böyle olacağına dair pek çok işaret görüyoruz. Bunlardan birine geride bıraktığımız günlerde şahit olduk.

Bundan bir yıl önce kurulan Gençlik ve Spor Bakanlığı, kuruluşundan itibaren en önemli faaliyet olarak “Ulusal Gençlik ve Spor Politika Belgesi”ni hazırlamayı kendisine amaç edinmişti. Bu amaç doğrultusunda Türkiye’deki tüm üniversiteler ve gençliğe yönelik faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarından gençlerle temasa geçilerek, 14’ü ülkemizde, diğer ikisi KKTC ve Almanya’da olmak üzere toplam 16 çalıştay düzenlendi. Bu çalıştaylarda, gençlerin sorunları ve bu sorunlara yönelik çözümleri kendi ağızlarından dinlenerek bir yol haritası çıkarıldı. Bu çalıştayların sonunda 24 yıl aradan sonra 2. Gençlik Şurası gerçekleşti. Böylece siyaset kurumu gençlerle en üst düzeyde temas kurarak onların taleplerine kulak verdi. Türkiye’nin gençleri, kendi geleceklerini tayin edecekleri “Ulusal Gençlik ve Spor Politika Belgesi”ne bir adım daha yaklaşmış oldu. Uzun lafın kısası, olması gereken oluyor, nihayet sorunlar muhataplarıyla konuşularak çözüme kavuşturuluyor.

“Trafik Canavarı”yla Mücadele


Türkiye’de trafik, adı canavarla özdeşleşmiş bir kavram. 2011 yılında 131 bin 468 ölümlü ve yaralanmalı trafik kazası sonucu 3 bin 821 insanımızı kurban verdiğimizi, 238 bin 74’ünün ise bu sebeple yaralandığını göz önüne alınca, bu yakıştırmadaki haklılık payı ortaya çıkıyor. Kazalar sonucu oluşan 16,5 milyar liralık ekonomik kayıp ise cabası. Trafik kazalarının ortaya koyduğu bu bilanço ağır olsa da, toplum olarak kazalardan gerekli dersleri almaya başladığımız da bir gerçek. 2011 yılında bir önceki yıla oranla trafikteki araç sayısı yüzde 6,6, sürücü sayısı yüzde 5,8 artmasına rağmen, trafik kazalarından kaynaklanan ölüm oranlarında yaklaşık yüzde 23’lük bir azalma olmuş.

Bu rakamlar elbette daha da aşağı çekilebilir. Bu amaçla harekete geçen İçişleri Bakanlığı’nın, yeni bir “Karayolu Güvenliği 10 Yıllık Eylem Planı” hazırladığı açıklandı. Plan kapsamında, yol ve güzergâhla ilgili teknik sorunların giderilmesi, sürücü belgesi sınavlarının yeniden yapılandırılması, alkol, uyuşturucu ve keyif verici madde kullananların direksiyon başına geçmesinin önlenmesine yönelik denetimlerin sıklaştırılması, emniyet kemeri ve kask kullanımı, aşırı hızın önlenmesi, yaya güvenliği, kırmızı ışık ihlallerinin önlenmesi, araç kullanırken cep telefonu kullanımının önlenmesi, acil ve ilk yardımın daha etkin hale getirilmesi gibi önlemler sıralanıyor.

İçişleri Bakanlığının açıklamasına göre, ölüm ve yaralanmaları yüzde 50 oranında azaltmayı hedefleyen bu eylem planının uygulamaya konulmasıyla, eğitimden denetime, altyapıdan sağlık hizmetlerine kadar trafikte hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir dönem başlamış olacak. Bu planın uygulanmasında vatandaşların yanı sıra kamu kurumları, özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin, aynı güvenlik vizyon ve isteği doğrultusunda işbirliği içerisinde olması gerektiğinin altını çizmemiz gerekiyor. Bu işbirliğini ve alınan kararların hayata geçirilmesini sağlayacak kurum ise Karayolu Güvenliği Yüksek Kurulu. Bu kurulun, kurulduğu 1997 yılından bu yana sadece iki kez toplandığı gerçeği ise insanı hayrete sevk edecek cinsten. Trafiğin canavarla özdeşleştiği bir ülke olmamız biraz da bu ihmalkârlığın altında gizli değil mi?

Kısa Kısa

Türkiye, acil ihtiyaç hissettiği yeni Anayasa’ya kavuşma noktasında kritik sürece girmiş bulunuyor. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu 10 Mayıs itibariyle yeni Anayasa’nın yazımına başladı. Komisyonda temsil edilen dört siyasî parti de, olmazsa olmaz olarak gördüğü kırmızı çizgilere sahip. Siyasî partiler çatışan hassasiyetlerini aşma noktasında ne tür politikalar güdecekler, uzlaşabilecekler mi, bunu süreç boyunca göreceğiz. Fakat her parti masadan kalkan taraf olmayacağını sıklıkla ifade ediyor. Son noktada, masadan kalkanın kaybedeceği ama Türkiye’nin kazanacağı bir süreç bizleri bekliyor. Toplumsal beklenti tüm siyasî partilerin üzerinde uzlaştığı, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan ve Türkiye’nin önünü her alanda açacak bir Anayasa yapılması yönünde.
Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor. Kurumlar, kurallar ve kanunlar da bu değişimlerden nasibini az ya da çok alıyor. Değişim kimi zaman kolayca gerçekleşiyor, kimi zaman ise çeşitli engellere takılıyor, gecikiyor ama nihayetinde engelleri aşmayı başarıyor. Türkiye’deki mevcut Askerlik Kanunu’nun değişmesi ve çağın gereklerine uygun hale getirilmesi gerektiği yıllar boyunca konuşuldu durdu. Buna rağmen bir arpa boyu yol alınamamıştı. On yıllar önce yapılması gereken bir takım reformlar nihayet “Askerlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın TBMM’de kabulüyle gerçekleşti. Tasarıyla sivil ve askerlere uzun yıllar boyunca verilmesi istenen birçok yeni haklar, kolaylıklar sağlandı. Olan ise ülkenin onca yıl gereksiz tartışmalarla yoktan yere heba olan enerjisine, sıkıntı çeken insanına olmadı mı? Değişim er ya da geç kendisini kabul ettirmedi mi?
Dünyanın önde gelen kredi derecelendirme kuruluşlarının anlaşmalı olduğu ülkelerin ekonomileri hakkında verdikleri notlar, dış yatırımlar noktasında büyük önem taşıyor. Kredi notu yüksek ülkeler yabancı yatırımcılardan daha çok rağbet görüyorlar. Böylece ekonomiye sıcak para akışı/döviz girdisi sağlanıyor, yapılan kalıcı yatırımlar ülke gelirlerini ve istihdamı artırıcı rol üstleniyor. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s’un (S&P) Türkiye’nin kredi notu görünümünü pozitiften durağana düşürmesi ekonomi çevrelerinde şaşkınlığa neden olurken, Başbakan Erdoğan kararın tamamen ideolojik ve siyasi olduğunu öne sürdü. 2011 yılında yüzde 8.5’luk büyüme ile dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi olan ve bu yıl da büyümesini sürdüren Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesinin makul bir izahı yok. S&P adil bir karar mı verdi, yoksa Türkiye’ye geçen yıl gerçekleşen 16 milyar dolarlık dış yatırım miktarı birtakım küresel güç odaklarını rahatsız mı etti, bu sorgulanmaya değer bir konu.
Bir deprem ülkesi olduğumuz gerçeği, geçmiş tecrübelerimiz ve yaşadığımız acılarla sabit. Bu duruma rağmen gerek siyasî irade, gerek ilgili kurum ve kuruluşlar, gerekse bireyleriyle tüm toplum olarak depreme karşı önlem almakta hep ağır davrandık. Üstelik ülke genelinde depreme dayanıksız 7 milyon binanın varlığına rağmen… Nihayet depremi Türkiye’nin kabusu olmaktan çıkartacak en önemli hamle yapıldı, 7 milyon çürük konutu yenileyecek olan “Kentsel Dönüşüm Yasası” TBMM’de kabul edildi. Yasaya göre, bu yapıların malikleriyle anlaşma yoluna gidilerek riskli binalar yıkılacak, anlaşma ile tahliye edilen yapıların sahiplerine kira yardımı yapılarak hiçbir vatandaş mağdur edilmeyecek ve uygun kredi olanakları ile konut sahibi olabilecekler. Bu karar tüm ülke adına hayırlı olmadı mı, ne dersiniz?