hafız_32
Thu 11 November 2010, 11:24 am GMT +0200
B- Dinî Güdüler
1- Engellenme ve Dinî Davranış
Güdülenmiş, tatmine yönelmiş bir ihtiyaç, istek ve arzunun, kişinin kendisinden ya da çevreden ileri gelen türlü sebeplerle hedefine ulaşamamasına ve doyumsuz kalması durumuna “engellenme” (frustrasyon) denir. Engellenme durumunda kişide gerginlik artar, öfke, kaygı, sıkıntı ve çaresizlik duyguları ortaya çıkar, idrâk yapısında değişiklikler olur ve yeni tatmin yolları aranmaya başlanır.
Başta Freud ve Marx olmak üzere, dinin ilahî hakikatini ve objektif varlığını dikkate almayan çoğu sosyal bilimciler dinî davranışları, engellenme durumlarının sonuçları olarak açıklamaya yönelmişlerdir. Bu görüşe göre din, tatmin bulmamış insanî arzu ve isteklerin bir ifadesi ya da yan ürünüdür. Başlangıçta insan, doğrudan doğruya insanî ve dünyevî bir konuyu hedef alan, hiçbir Tanrı fikrine yer vermeyip, sadece insanî bir tatmin bulmak ümidi içinde hareket ederken, engellenmiş olan arzularına bir cevap bulmak için farklı bir yöne yönelerek dindar hâle gelebilmektedir. Böylece dinî tutum ve davranış, insanın zaaflarından, insanî bir tatminsizlikten doğmaktadır. Bu bakımdan dinin, yolunu şaşırmış bir insanî araştırma olduğu düşünülmekte, engellenmeden doğması sebebiyle de onun aslı esası olmayan gerçek dışı bir olgu, asılsız bir idrak, bir yanılsama ve sapma olduğu ileri sürülmektedir.
Bu başlık altında tabiat, dünya ve toplum çevresinin ve ölüm olgusunun yol açtığı engellenme durumları ve bunlar karşısında insanın çaresizliğinin hangi tür davranışlarla giderilmeye çalışıldığını incelemeye çalışacağız. [146]
1.1 Tabiat ve Dünya Olayları Karşısındaki Çaresizlik ve İlâhî Yardım Talebi:
İnsanın gücünü aşan, acz ve çaresizlik içerisinde bırakan tehlikeler ve felaketler karşısında çoğu insanlarda, tabiatüstü bir kurtarıcı ve ilâhî yardıma başvurma eğiliminin kendiliğinden uyanması, sık sık müşahede edilen bir durumdur. Böylesi durumlarda, ilkel ya da medenî çoğu insan dualar ve adaklar vasıtasıyla bütün insanî sıkıntılarını tanrılara, ruhlara, Allah'a veya Allah nezdinde tasarrufta bulunmaya yetkili kılınmış olduğuna inanılan kimselere (veliler, azizler) açarlar. Bu evrensel davranış tarzı bazı psikologları, dinî davranışın temelde bir “psikolojik kendiliğindenlik”den kaynaklandığını ileri sürmeye sevketmektedir. Burada izlenen düşünce şeklini şu soru tam olarak açıklar: Yapı olarak dinî inançtan önce gelen ve onu destekleyen bir kendiliğindenlik olmasaydı, insan uçsuz bucaksız kâinatın içindeki bir yerlerde fırtınalardan, hastalıklardan, düşman askerlerinden., daha kuvvetli bir görünmez varlığın kendisini işittiğine ve derhal kendisiyle ilgilenmeye yöneldiğine böylesine kesin bir inanç besler miydi? Şüphesiz ki, böyle bir dinî davranışın ruhî kendiliğindenliğini açık ve kesin olarak ispatlayacak müşahedeler pek yoktur. Her insan belli bir dinî kültür çevresinde yetiştiğine göre, bu davranış, onu harekete geçiren dinî atıflar sistemi bağlamında yer alır. Psikolojik mekanizma hiçbir durumda saf olarak işin içine girmez; kültürle etkileşim içerisinde bir ifade kalıbına dökülür. Öte yandan, din sadece belirli insanî durumları hedef almaz; olumlu ya da olumsuz bütün insanî varoluş durumları içerisinde insana hitab ve etki eder.
Freud'ün din ile ilgili meşhur “yanılsama” teorisi, tabiat ve toplum karşısındaki insanın acz ve çaresizlik tecrübeleri üzerine kurulmuştur. Ona göre din, insan ırkının tabiat güçleri karşısındaki çaresizliğini yenmek için geliştirdiği psikolojik bir çabanın ürünü olarak doğmuştur. Küçük bir çocukken de insan ana-babasıyla olan ilişkilerinde kendisini benzer bir çaresizlik durumunda bulur. İşte insanın çaresizliğini katlanılabilir kılma ihtiyacından doğan, kendi çocukluğu ile insan ırkının çocukluğundaki çaresizlik hatıraları yığınından inşa edilen bir sistem olarak din [147], tabiat karşısında bunalan insanın güçsüzlüğüne karşı mümkün tek yardımı temsil etmektedir. Her seviyedeki başarısızlıklar ve hastalık, insanı kaderine sığınmaya zorlamaktadır. Çaresizlik duygusu içinde insan kendini çocuklaşmış bulur ve onda ilkel eğilimler yeniden uyanırlar. İnsanî tabiatın dilekleri canlanırlar ve bunlar büyüsel duaların cazibesine kapılırlar. Böylece, çocukların ve bazı ilkellerin duygusal durumuna dönüş yapan dindar insan, yardım ve mükafat ihtiyacının, herşeye gücü yeten bir Baba (durumundaki Tanrı)nın müdahelesi yoluyla gerçek mânâda tatmin edileceği inancına sahiptir. Gerçekte o, sırf kendi sihirli başeğmelerini Tanrı'ya nakil yapar; insanın şahsen meydana getirmeye yetersiz olduğu şeyi Tanrı gerçekleştirecektir diye inanır. Böylece, çocuğun babasına duyduğu özlem, insanî zayıflığı sebebi ile tecrübe ettiği korunma ihtiyacına uygun düşer. Çocuğun kendi çaresizlik duygusuna karşı savunma tepkisi, yetişkinin kendi şartlarında tecrübe ettiği çaresizlik duygusuyla uygunluk arzeder. İşte kendi karakteristik çizgileriyle dini doğuran da bu çocukça çaresizliğe karşı geliştirilmiş olan savunmadır[148]. Freud'e göre, ilkel insan nasıl dünyanın yaratıcısı bir Tanrı'ya, kabilesinin reisine ve şahsî bir koruyucuya ihtiyaç duymakta ise, günümüz insanı da aynı tarzda davranmakta, o da bir koruyucuya ihtiyaç duymakta ve Tanrısının desteğinden vazgeçmemektedir [149].
Yapılan bazı araştırmalar, çaresizlik tecrübelerinin kendiliğinden dinî bir davranışa sevketmede önemli rol oynadığını göstermektedir, Vergote tarafından düzenlenen küçük bir ankette, [150] insanların çoğunun ahlâkî ve maddî güçlükler içerisinde bulundukları zaman, kendiliklerinden Allah'ı düşündükleri ortaya çıkmıştır. Bir diğer araştırma [151], bu hususta meslek ve sosyo-ekonomik seviyenin önemli etkisini haber vermektedir. Çiftçiler ve işçiler maddî ve ahlâkî güçlükler içerisinde Allah'a daha fazla başvurmaktadırlar. İlâhî yardım talebi karşısında, kendilerine yardım edildiği duygusuna sahip oldukları zaman minnettarlık duymaktalar, fakat hayalkırıklığına uğradıklarında isyan etmektedirler. Ayrıca, müzmin hastaların davranışlarının da aşağı sosyoekonomik kesime yakın olduğu müşahede edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında Amerikalı askerler üzerinde yapılan bir araştırmada [152], askerlerin %75'i, ölüm tehlikesi durumunda duaların kendilerine çok büyük yardımı olduğunu belirtmişlerdir. Duaya en fazla, ölümle en fazla karşı karşıya bulunan ve en fazla korku duyan kimseler başvurmaktadırlar. Burada anlamlı olan şey, bu davranışın askerlerin eğitim seviyeleri veya dinî inanç derecelerinden bağımsız olmasıdır. Çatışmayı tanıyanların
%29'u daha dindar, %30'u daha az dindar hâle geldiklerini söylerken, %41'i, kendilerinde herhangi bir değişme olmadığını belirtmişlerdir. Fakat Allah'a imanlarının arttığını söyleyenlerin oranı %79'dur. Daha az dindar hâle gelen askerler, ibadetlerini yerine getiren müminlerin ölümü ve savaş korkularının kendilerini şüpheci kıldığını itiraf etmişlerdir. Bu cevapları değerlendiren Allport, savaş alanındaki iğrençlikler manzarasının askerlerin bazılarını şüpheci kılarken, duanın rahatlatıcı etki tecrübesinin diğerlerini daha dindar kıldığını, fakat her durumda savaş tecrübesinin geleneksel dindarlığı zayıflatmakta ve buna karşılık gerçek dinî imanı artırmakta olduğu [153] sonucuna ulaşmaktadır. Bu ve buna benzer müşahedeler, insanî çaresizlik ile ilâhî yardıma başvurmaya doğru bir hareket arasında bir bağın varlığını göstermektedir. Hayatın maddî şartları, türlü felaketler ve yıkıntılar içinde insanlar, Allah'ın umulmadık müdahelesine büyük önem vermektedirler. Din duygusunu içten gelerek uyandıran durumlar bu durumlardır. İnsanların hemen çoğunda dua ve ibadet yapmak için en kuvvetli eğilim savaş, deprem, hastalık, kaza., gibi çok büyük maddî yıkıntılar içinde, ölümle yüzyüze bulunduklarında ve özellikle asıl kendi ölümleri karşısında kendisini göstermektedir. Ölüm tehlikesi ve daha genel olarak maddî yıkıntılar ve hastalıklar karşısındaki çaresizlik, kendiliğinden dinî davranışın en güçlü kaynakları arasında yer almaktadır.
Din, diğerleri yanında, bu tür engellemeler karşısında telâfi edici bir rol oynayabilir. İnsan kendisini tehdit altında hissettiği zaman, en temel arzusu olan “yaşama isteği”nin tatmin edilmesine kadar, herşeye gücü yeten Allah'a yalvarıp yakarır. Bu durumlarda dua, bir yardım isteme çığlığıdır. Şüpheci ve inançsızlar bile, aşırı çaresizlik durumlarında Allah'a dua etmeye ve O'ndan yardım istemeye yönelmektedirler. Uç durumlarda insanda, varlığın tamamen Allah'a ait olduğu duygusu uyanmaktadır. Arzu ile tatmin arasına bir uçurum açıldığı zaman, insan faniliğini keşfedebilmektedir. Varoluşu çöktüğü anda, kendi akıbetine kendi kendisinin sahip olmadığını kuvvetle tecrübe etmektedir.
Bununla birlikte, çaresizlik tecrübelerinin sonuçları basit ve tek yönlü değildir. Bu sonuçlar şu başlıklar altında dile getirilebilir:
1- Çok yoğun bir şekilde tecrübe edilen ve içinde kişinin kendi varlığını tehdit altında hissettiği çaresizlik durumları, ilâhî yardıma kendiliğinden başvurmaya en çok sürükleyen bir faktördür.
2- Çaresizliğin insanı ilâhî müdaheleyi davete sürüklemesi için, yaşama arzusunun sıkıntıya üstün gelmesi gereklidir. Çöküntü veya umutsuzluk gibi sırf olumsuz duygular, Allah'a doğru bir hareketi asla desteklemezler; aksine bunlar, gerekli dinamizmi insandan uzaklaştırarak, böyle bir hareketi kösteklerler.
3- Çaresizlik tecrübelerinin uyandırdığı dinî hareket dürtüsel ve geçici bir tabiata sahiptir. Böylesi davranışlar, şahsî olarak içten benimsenmiş bir dinî yaşayışa uzun süreli ve kalıcı olarak sevketmezler. Durum şiddetini kaybettiği ve şartlar normale döndüğü zaman, Allah'tan uzaklaşma her zaman mümkün olmaktadır. 4) Esasen çaresizlik tecrübeleri kimilerini dinî bir davranışa sevkederken, kimilerinde tam aksine dinî ilgisizlik ve Allah'a isyan tepkilerini uyandırabilmektedir [154].
Freud'ün ele aldığı şekliyle insanî özlemlerin dinî istekler hâline dönüşmesi, yalnızca fonksiyonel bir dini, bağımsız değerden ve dayanıklılıktan mahrum bir dinî yaşayışı meydana getirir. Bu bakımdan, Freud'ün din teorisi dinin sadece kısmî bir bölümünü açıklamaktadır. Bu da, çaresizlik durumundaki pekçok insanda varlığını gösteren, ilâhî bir kurtarıcıya başvurma kendiliğindenliğidir. Bu durum içerisindeki bir dinî hareket, yine insan psikolojisi tarafından kendiliğinden icat edilmiş değil, fakat kültür tarafından verilmiş bir Tanrı kavramına atıf içerisinde meydana gelir ve hiçbir şey bu atfın kaynağını, onu uyandıran hareketle açıklamaya imkân vermez. [155]
1.2 Sosyal Mahrumiyet ve Bir Başka Dünyaya İman
İnsanın gerçek hayatta elde etmeyi arzu edip te ulaşamadığı pek çok şey vardır. Bu durumun meydana getireceği tatminsizlik, mahrumiyet ve gerginlik telâfi edici bir davranışa insanı zorlar. Din konusunda ileri sürülen psikolojik ve sosyolojik birçok teori, dinî davranışı “mahrumiyet”e bağlamaktadır. Bunların en tanınanı Marx'ınkidir. Dinin insanın kendisi tarafından yaratıldığına inanan Marx'a göre din;”"daha önce kendini kaybetmiş olan veya kendini bulamayan insanın kendi şuuru ve kendi duygusudur.. Dinî ızdırap, aynı zamanda gerçek ızdırabın bir ifadesi ve gerçek ızdıraba karşı bir itirazdır. Din, bunalmış yaratığın iç çekişi, acımasız dünyanın kalbi ve ruhsuz durumların ruhudur. O, insanların afyonudur [156]. Freud'da dinî inançların hem ferdî hem de sosyal mahrumiyet ve incinmelere karşı bir reaksiyon olarak doğduğunu ve dinde bir “gerçeği değiştirme ve gerçekten kaçma” çözümü bulunduğunu belirterek benzer bir görüş ortaya koyar [157]. Aynı zamanda Freud'a göre, ferdin istekleriyle bunları engelleyen toplumun beklentileri arasındaki gizli uyuşmazlık ve çatışmanın doğurduğu gerginlikler, dinî inanç ve davranışların önemli bir kaynağını teşkil eder [158]. Bu tezlerden ilhamını alan daha birçok yazar, sosyal mahrumiyetlerin dinî faaliyetlere nasıl canlılık verdiğini açıklamaya çalışırlar. Meselâ bunlardan birisi ahiret inancının açıklamasını şöyle yapar: Kişinin hayal kırıklığı bu hayatta ne kadar büyükse, geleceğe, bir öte dünyaya inancı da o kadar büyüktür.. Bu sebeple, bu dünyanın ötesine hedeflerin olması, insanların gerilimlerini telafi etmeye yardım eder. İnsanlar, kaçınılmaz olarak, toplumsal bakımdan sonradan kazanılmış ve değerli gayelere ulaşmak için çabalamak durumundadırlar [159]. Son olarak bu teori, bütün dinî faaliyetleri içine alacak şekilde genişletilmiştir. Glock'un anladığı şekliyle din, gerginlikleri telafi vetiresinden kaynaklanır. Bir ihtiyacın sıkıntısını çeken insan, dinî davranışıyla bir denge kurar veya bir üzüntüyü giderir. Bu bir bakıma, gerçek hayatta ulaşılmayan şeylerle hayalî bir ilişki veya bir faaliyetin yerine bir başkasının geçirilmesidir. Yazar, her dinî davranış tipi için, onu açıklayan bir gerginlik bulmaktadır. Mezhep ekonomik mahrumiyete, dindeki yenileştirme faaliyetleri ahlâkî gerginliğe, ibâdet ruhî gerginliğe., uygun düşmektedirler [160]. İleri sürülen bu uygunluklar karşısında denebilir ki, dindar insan hayatın gergin ipi üzerinde iyi bir dengecidir. Onun terazisinin dengesi bozulduğu zaman, ölçü üzerine biraz dinî ağırlık ilave ederek dengesini bulur.
Dinî davranışların mahrumiyet duygularından kaynaklandığını öne süren bu görüşlerin hangi ölçülerde doğru olduğunun anlaşılabilmesi, çok yönlü psikolojik ve sosyolojik araştırmaları gerektirir. Bu görüşe göre, temel sosyal haklardan mahrum azınlık grupların diğer insanlardan daha fazla dindar olmaları gerekir. Gerçekten de meselâ A.B.D.'deki zenciler yerli halktan, önemli sayılabilecek derecede daha dindardırlar [161]. Fakat bunun tam aksine, bugün dinî görevlerini en faal şekilde yerine getirenler A.B.D.'de ve İngiltere'de yüksel sosyo-ekonomik durumdaki kişilerdir. Bugün Batı ülkelerinin hemen hepsinde işçiler en az dindar olan kesimi oluşturmaktadır [162].
Toplum hayatının çeşitli zaruretleri ve engellemeleri kişilerde kaygı ve bunalımlara yol açarken, bu durumdaki kişilerin kendilerine sosyal destek sağlayacak hedeflere yönelmeleri mümkündür. Dinî gruplara katılma ve bu yolla mahrumiyetlerin acısını telâfi etme, birçok insan için muhtemel bir gelişme yoludur. Çünkü birçok dinî faaliyet grup faaliyetidir ve bunalım içerisindeki insanlar bunlar sayesinde kendilerine dönebilirler. Bu bakış açısı içerisinde dinî hizib ve tarikatlari telâfi vasıtası şeklinde açıklamaya çalışanlar olmuştur [163]. Toplum tarafından ihmal edilmiş ya da başarısızlığa uğramış kimselere hizib ve tarikatler, kardeşçe bir dayanışma sunabilir. Kültürel bakımdan kökünden kopmuş kimseleri kendilerine çeken tarikatlar vardır. Göçmenler veya azınlık bir ırkın üyeleri orada, başka yerde mahrum kaldıkları âdetler ve ifade topluluğunu bulurlar. Başkalarına, kâinatın sonunun korkunçluğu ve gelecekteki bir cennet vaadine dayanan bir dinî grup ya da tarikat, maruz kalınan haksızlık için teselli sunabilir. Bazı cemaat ve tarikatların ahlâkî ilkelere aşın bağlılığı, kendi sefilliklerinden ızdırap çeken kimselere kendine saygı kazandırabilir; veya ahlâkî ilkelerin yokluğu kendilerini şaşkın ve toplumdan hoşnutsuz bırakmış kimselere kesin talimatlar verir. Sosyal yıkıntılar karşısında hizip ve tarikatlar bağlılarına vasıtasız bir yardım sağlarlar. Fakat bazı durumlarda toplumdan uzaklaştırarak, onların dikkatini gerçek sosyal sorunlardan başka yöne çevirirler. Topluma uyumsuz ve tedirgin kimseler, hizip ya da tarikat içerisinde, esas itibariyle sıkıntılı olan anonimlikten kendilerini kurtaran bir cemaat bulurlar. Orada en azından bir topluluğa ait olmanın huzurunu yaşarlar. Basit ayinler, ortak bir ifade şekli, aynı felaket tecrübesi içerisinde açıktan dayanışma, orada kendilerini aynileştirme vasıtası bulacakları ilk çevreyi hazırlar. Üstelik, resmî toplulukların ve kendi dinlerinin resmî teşkilatlarının uzağında organize olarak, fani ve kokuşmuş bir dünyadan kopmalarını konu edinen ve haklı gösteren bir doktrini de kabul ederler. Bütün bu olaylarda telafi açıkça gözükmektedir. Bununla birlikte, dinî grup ve tarikatlara katılmanın sadece toplumsal uyumsuzluğun yol açtığı gerginliği telâfi etmek maksat ve fonksiyonu dışında birşey ifade etmediği de ileri sürülemez. Birçok insanın, kendi sübjektif eğilimlerine güvenemeyerek, objektif bir iman garantisi elde etmek için böyle bir yola başvurduğu da bir gerçektir.
Öyle görünüyor ki, ahiret tesellilerine bel bağlamak bir çok insana, çaresiz bir hastalık, sürekli savaş tehdidi, dayanılması güç bir insan çevresinde, iğreti hayat şartları içerisinde bulunma durumlarında, doğrudan realiteyi karşılamaktan daha kolay gelmektedir. Fakat böylesi engellemelerin çift yönlülüğünü gözden kaçırmamak gerekir. Her ne kadar bu mahrumiyet ve yılgınlıklar gökyüzüne doğru açılmış ümit haline gelmekte iseler de, tamamen aynı engellemeler insanı Allah'a karşı isyan da ettirebilmektedirler. Şüphesiz ki, dinin telafi edici bir yönü vardır. Din, insandaki bir tatminsizliğe cevap vermekte ve insan hayatı ile dünya arasındaki uyuşmazlığı çözmek istemektedir. Ancak burada psikolojinin ayırdettiği iki farklı telafi imkânını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Birincisi, duygusal hayâl gücüne sığınmaktan ibaret olan ve psikopatolojiye ait olan telafi; ikincisi, kendisiyle bir tatminsizlik veya zayıflığın aşıldığı faaliyet [164]. Dinin, insanı olumlu davranış ve faaliyetlere yöneltmesi, ruh sağlığını koruyan önemli bir fonksiyonudur. İnsanların öte dünyada mükâfaat elde etmenin gizli ümidini taşımaları normal bir dinî tutumdur ve bu aynı zamanda toplumun selameti açısından da önem taşır. İnanca dayanarak zorlukların aşılması, her insanî faaliyetin yöneldiği sağlıklı bir hedeftir. [165]
1.3 Ölüm Korkusu ve Ölümsüzlük Arzusu
Çeşitli tehdit ve saldırılara maruz kalan insan hayatının, “yaşama arzusu” içerisinde bunların üstesinden gelme ümidiyle giriştiği çabaların, dinî davranışın güçlü bir kaynağını oluşturduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çaresizlik durumlarında kendiliğinden harekete geçen “kendini koruma dürtüsü”, faaliyetinin gelişimi içinde dinden büyük destek ve yardım görmektedir. Fakat ölüm, insan için çaresi olmayan ve önü alınamayan bir son, yaşama arzusunun önüne dikilen aşılamaz bir engel olduğuna göre, onun uyandırdığı endişe ve korku nasıl yatıştırılabilir? Dinin asıl kaynağını ölüm korkusu içinde görenler, bunun bir “öte dünya” inancıyla gerçekleştirildiğini söylerler. Dinin gerçekten böyle bir temel üzerine kurulup kurulmadığı tartışmasını bir tarafa bırakarak, dinî davranışın motivasyonu olarak ölüm meselesini incelemek bize daha uygun görünmektedir. Burada ele alınması gereken temel soru şudur: Her insanda ölüm korkusu varmıdır ve bu korku doğrudan doğruya ve kendiliğinden ölüm ötesine çevrilerek, ölümden sonra yaşamaya devam etme arzusunu harekete geçirecek tabiatta mıdır? Ölümden sonra yaşama veya ölümsüzlük arzusunun muhtevası, elinin bildirdiği ile aynı şey midir? [166]
a) Ölümle İlgili Tutumlar :
Dinin ahiret hayatıyla ilgili açıklamaları, şüphesiz ki, ölümün aşılamazlığı karşısında bocalayan ve uyum arayışı içerisinde bulunan insan için bir teselli ve tatmin kaynağı oluşturabilir. Elbette ki, eğer psikolojik dinamizmler ve dinî açıklamalar arasında bir uygunluk bulunmasaydı, dinin hiç kimse için bir anlamı olmazdı. Fakat Freud ve izleyicileri dinin objektif varlığını reddettikleri için, bütün dinî açıklamaları, hayalî tatmine yönelik ruhî ürünler olarak değerlendirmektedirler. Ölüm konusunda da durum aynıdır. Freud'a göre ölüm ötesîyle ilgili inançlar, bu hayatta karşılaşılan sıkıntıları, acıları ve ızdırapları teselli etmek için insan psikolojisinin icad ettiği hayalî tatmin kaynaklarıdır. Herşeyi görüp gözeten Tanrı inancı da aynı fonksiyonu yerine getirmektedir [167]. Aynı tez başkaları tarafından da benzer şekilde dile getirilmiştir. Buna göre, ölümsüzlük konusundaki inançlar, ölümün uyandırdığı büyük korku ve dehşetten, bu inançların iyileştirmeye yöneldikleri psikolojik sarsıntıdan kaynaklanmaktadır [168].
Ölümün anlamı ve kişilerde uyandırdığı tepkilerin insan tabiatına bağlı ortak bir yönü olsa bile, genelde çok farklı ve karmaşık ifade şekilleri altında ortaya çıktığı da bir gerçektir. Ölüm korkusu ve ölümsüzlük arzusunun bütün insanlar için değişmez bir psikolojik gerçek olduğu kabul edilebilir. Ancak bunların yol açtığı davranış tarzlarının ortak tek bir şeklinin varlığını tesbit etmek kolay değildir. Çünkü, ölüm karşısındaki tepkiyi herkes hayata karşı kendi tavrına göre gösterir. Bu kişisel tavrın şekillenmesinde de dinî, tıbbî, ekonomik ve ideolojik değişik etkiler altında sosyal ve kültürel çevrenin ölümü ele aldığı kavramların, tenkitçi hükümler ve duygusal değerlendirmelerin büyük rolü bulunmaktadır. Günümüzde ölüme karşı dört tür kültürel tutum geliştirildiği müşahede olunmaktadır: Ölümü inkâr etme, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme [169]. Bu tutumların dinî inanç ve davranış açısından anlamını veya dinî inancın bu tutumlarla olan ilişkisini net olarak ortaya koymak için çok yönlü araştırmalara ihtiyaç vardır. Hiçbir basit teori bu ilişkiyi açıklayabilecek durumda değildir. Çünkü bu konudaki tecrübî araştırmalar çelişkili sonuçlar ortaya koymaktadır. Mesela, Feifel'in araştırmalarında [170] dinî bakış açısıyla ölüm gerçeği karşısında sükûnet, boyun eğme, kabullenme veya sıkıntı ve endişe duyma tutumları arasında ilişkiler açığa çıkarılamamıştır. Hatta araştırmacı, dindar kişilerin ölmekten şahsen daha fazla ürküntü duyduklarını, hayatlarının son senelerine çevrilmiş hükümlerinde, dindar olmayanlardan daha olumsuz olduklarını müşahede etti. Diğer bir araştırmada ise, daha kuvvetli dini inançlara sahip olup, daha çok dinî faaliyetlerde bulunan kimselerin, inanç ve amel yönünden daha zayıf kimselere kıyasla, daha az ölüm korkusu içinde oldukları ve ölümü dört gözle bekledikleri tesbit edilmiştir [171]. Konuyla ilgili olarak A.B.D.'deki araştırmaların sonuçlarının ele alındığı bir yazıda, bunların çelişkili ve bazılarının da çok yönlü bir ilişkiyi ortaya koyduklarına dikkat çekilerek, şu değerlendirme yapılmaktadır: Üniversite öğrencilerinde ölüm korkusu, dinî davranışlarla ilgili ne olumlu ne olumsuz hiçbir ilişkiyi açığa vurmamaktadır. Buna karşılık, ileri yaştaki insanlarda dinî bağlanma ile ölüm korkularında azalma olduğu görülmektedir. Hayatta dinî bir yöneliş, ölümle ilgili endişe ve kaygıları zarurî olarak azaltmıyor, fakat daha çok, ölüm konusunda daha olumlu bir tavrın gelişmesine yardımcı oluyor. Esas olarak, bazı araştırmacıların da belirttiği gibi, dinî bir yönelim sahibi kimseler genellikle ölümü sık sık hatırlayarak, daha kolayca sıkıntılı bir hale gelebiliyorlar. Buna göre inançlı kişi, özellikle şuur-dışı olarak ölüm korkusuyla daha fazla meşgul olma eğilimindedir. Son tahlilde dinî bağlanmanın, ölüm sıkıntısından bir ürküntü duyma tarzı arzettiği söylenebilir. Fakat burada, pek tabii, bir inanç sistemi ve meslek seçiminde ölüm kaygısının tek belirleyici, hatta önemli bir faktör olduğunu söylemek sözkonusu değildir. Bununla birlikte, ölüm korkusu gibi bir kaygı, bir hayat üslûbu seçmemiz' de belli bir rol oynayabilir [172]. Buna karşılık, bazı araştırmacılar dindar olmayan kimselerin ölümden daha fazla korktuklarını ortaya çıkarmıştır. Ölüm korkusu ile başetme konusunda da farklı eğilimler ve tutumlar tesbit edilmiştir. Dindar olmayan kişiler, ölümü hayatın tabii bir sonucu olarak görmekte ve tüm dikkatlerini bu dünyadaki hayata, dünyevî zevk ve uğraşlara yöneltmektedirler.Böylece, ölüm gerçeği karşısında bir savunma tepkisi ortaya koymaktadırlar. Bunun da başlıca iki şekli vardır: Birincisi “maskeleme” diye isimlendirilebilecek bir davranış biçimidir ki, bu durumda kişi kendisini günlük işlere bütünüyle kaptırmakta ve ölüm hakkında düşünme fırsatı kalmayacak şekilde kendini meşgul etmektedir. İkincisi ise “bastırma” davranışıdır; kişi ölüm kavramını şuurdan atarak etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Genel olarak dindar insanların ölümü şuurlarında çok canlı tutma eğilimi içinde oldukları, ölüm gerçeği ile yüzyüze gelmekten kaçınmadıkları bir gerçektir. Bununla birlikte, ölüm ötesine duyulan inanç bir yerde teselli kaynağı olurken, aynı zamanda kaygı ve sıkıntı kaynağı da olabilmektedir. [173]
b) Ölümsüzlük Arzusu ve Ölüm Ötesine İnanç
Ölüm karşısında duyulan korku ve sıkıntı kişiyi, zorunlu olarak ölüm ötesi bir hayatın varlığına, dinin açıklamalarına uygun bir “ahiret” inancına sevkeder mi? İlâhî dinlerin hepsinde ortak olan “ilâhî mahkeme”de hesap verme zorunluluğu, “cennet” ve “cehennem” kavramlarının insan psikolojisinde uyandırdıkları etkinin tabiatı incelendiği zaman, bunun kişilere çok yönlü ve karmaşık nitelikte tepkiler uyandırdığı anlaşılmaktadır. Batı ülkelerinin büyük çoğunluğunu içine alan sondaj çalışmaları [174], ölümden sonra bir hayatın varlığına inananların oranının, Allah'a inananların oranından çok daha aşağı seviyelerde olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, cehennemin varlığına inananların oranı, cennete inananlarınkinden daha aşağılardadır. Hz. İsa'nın yeniden dirilişine inananların ancak %17.6'sı, ölümden sonraki yeniden dirilişe inanmakta ve %'25 den daha fazlası da bundan şüphe etmektedir. Dinî görevlerini yerine getirenlerin üçte biri (%33.3), ölümden sonra yaşama konusunda kararsız, yarıdan fazlası da yeniden diriliş konusunda kararsız bulunmaktadırlar. Bu durum her ülkede, her yaşta, her mezhepte, papazlar da dahil her meslekte müşahede edilen bir davranış özelliğidir [175]. Tarafımızdan yapılan araştırmalarda da, oranlar farklı olmakla birlikte aynı yönde eğilimlerin varlığını tesbit ettik. Bu veriler, günümüzde inanç sahibi insanların önemli bir bölümünün ölüm ötesi konusunda ciddi inanma güçlüğü içerisinde bulunduğunu göstermektedir. Bu durum psikolojik açıklama isteyen anlamlı bir veridir. Burada basitçe bir inanç yokluğu değil, fakat benimsenen dinin esaslarıyla çelişki halinde bir olumsuzluk sözkonusudur. Bu durumun açıklamasını şu şekilde yapmak mümkündür: Ölüm düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olan ölüm ötesi düşüncesi, insanda birtakım duygusal dirençler ve buna bağlı kararsızlık ve tedirginlikler uyandırabilmektedir. Her ne kadar insanda tabiî bir “ölümsüzlük arzusu” varolmakla birlikte bu, dinin açıklamalarından oldukça farklı, içi boş bir çerçeve, bir inanç biçimidir. Esasen bu arzu, insandaki benseverlik (narsizm) eğiliminin bir ifadesidir. Şüphe yok ki ölüm, bensever bir tabiata sahip olan insan için bir dert ya da tehdittir. Çünkü benseverlik, çocuğu ve yetişkin insanı şuurdışı olarak kendini ölümsüz tasavvur etmeye sürükler. Buna karşılık, yeniden dirilme inancı ve düşüncesi, ancak dinî yönelişin derin bir yeniden gözden geçirilmesi çabası ile yerleşmesi mümkün olan ve bunca dirençlerin üstesinden gelmek zorunda olduğu fevkalâde ciddi bir iç gayretin sonucudur. Daha iyi bir dünyada hayatını devam ettirme tarzındaki dinî umut, belki bu hayatın adaletsizlikleri veya ölümün acımasızlığı karşısında kolayca egosantrik bir davranış hâlini alır. Buna karşılık, dinin ahiret inancı çerçevesinde yer alan “ilâhî mahkeme”de yargılanma (cehennemde ceza çekme ihtimâli) bakışaçısı, belli bir suçluluk ve günahkârlık duygusu sıkıntısını besleyecek tabiattadır. Bundan dolayı, dindeki ahiret inancının ihtiva ettiği fikirlerle, insan psikolojisinde kendiliğinden yer alan ölümsüzlük arzusu arasında büyük mesafeler vardır. Ölüm korkusu yoğun bir ölümsüzlük arzusunu canlandırsa bile, bu doğrudan doğruya dinin ahiret inancının benimsenmesini gerektirecek bir sonuç doğurmaz. Diğer ızdıraplar karşısında olduğu gibi, ölümün yol açtığı sıkıntı ve bunalım da, ya Allah'ı inkâr ya da imanın arınmasıyla çözülür. [176]
1- Engellenme ve Dinî Davranış
Güdülenmiş, tatmine yönelmiş bir ihtiyaç, istek ve arzunun, kişinin kendisinden ya da çevreden ileri gelen türlü sebeplerle hedefine ulaşamamasına ve doyumsuz kalması durumuna “engellenme” (frustrasyon) denir. Engellenme durumunda kişide gerginlik artar, öfke, kaygı, sıkıntı ve çaresizlik duyguları ortaya çıkar, idrâk yapısında değişiklikler olur ve yeni tatmin yolları aranmaya başlanır.
Başta Freud ve Marx olmak üzere, dinin ilahî hakikatini ve objektif varlığını dikkate almayan çoğu sosyal bilimciler dinî davranışları, engellenme durumlarının sonuçları olarak açıklamaya yönelmişlerdir. Bu görüşe göre din, tatmin bulmamış insanî arzu ve isteklerin bir ifadesi ya da yan ürünüdür. Başlangıçta insan, doğrudan doğruya insanî ve dünyevî bir konuyu hedef alan, hiçbir Tanrı fikrine yer vermeyip, sadece insanî bir tatmin bulmak ümidi içinde hareket ederken, engellenmiş olan arzularına bir cevap bulmak için farklı bir yöne yönelerek dindar hâle gelebilmektedir. Böylece dinî tutum ve davranış, insanın zaaflarından, insanî bir tatminsizlikten doğmaktadır. Bu bakımdan dinin, yolunu şaşırmış bir insanî araştırma olduğu düşünülmekte, engellenmeden doğması sebebiyle de onun aslı esası olmayan gerçek dışı bir olgu, asılsız bir idrak, bir yanılsama ve sapma olduğu ileri sürülmektedir.
Bu başlık altında tabiat, dünya ve toplum çevresinin ve ölüm olgusunun yol açtığı engellenme durumları ve bunlar karşısında insanın çaresizliğinin hangi tür davranışlarla giderilmeye çalışıldığını incelemeye çalışacağız. [146]
1.1 Tabiat ve Dünya Olayları Karşısındaki Çaresizlik ve İlâhî Yardım Talebi:
İnsanın gücünü aşan, acz ve çaresizlik içerisinde bırakan tehlikeler ve felaketler karşısında çoğu insanlarda, tabiatüstü bir kurtarıcı ve ilâhî yardıma başvurma eğiliminin kendiliğinden uyanması, sık sık müşahede edilen bir durumdur. Böylesi durumlarda, ilkel ya da medenî çoğu insan dualar ve adaklar vasıtasıyla bütün insanî sıkıntılarını tanrılara, ruhlara, Allah'a veya Allah nezdinde tasarrufta bulunmaya yetkili kılınmış olduğuna inanılan kimselere (veliler, azizler) açarlar. Bu evrensel davranış tarzı bazı psikologları, dinî davranışın temelde bir “psikolojik kendiliğindenlik”den kaynaklandığını ileri sürmeye sevketmektedir. Burada izlenen düşünce şeklini şu soru tam olarak açıklar: Yapı olarak dinî inançtan önce gelen ve onu destekleyen bir kendiliğindenlik olmasaydı, insan uçsuz bucaksız kâinatın içindeki bir yerlerde fırtınalardan, hastalıklardan, düşman askerlerinden., daha kuvvetli bir görünmez varlığın kendisini işittiğine ve derhal kendisiyle ilgilenmeye yöneldiğine böylesine kesin bir inanç besler miydi? Şüphesiz ki, böyle bir dinî davranışın ruhî kendiliğindenliğini açık ve kesin olarak ispatlayacak müşahedeler pek yoktur. Her insan belli bir dinî kültür çevresinde yetiştiğine göre, bu davranış, onu harekete geçiren dinî atıflar sistemi bağlamında yer alır. Psikolojik mekanizma hiçbir durumda saf olarak işin içine girmez; kültürle etkileşim içerisinde bir ifade kalıbına dökülür. Öte yandan, din sadece belirli insanî durumları hedef almaz; olumlu ya da olumsuz bütün insanî varoluş durumları içerisinde insana hitab ve etki eder.
Freud'ün din ile ilgili meşhur “yanılsama” teorisi, tabiat ve toplum karşısındaki insanın acz ve çaresizlik tecrübeleri üzerine kurulmuştur. Ona göre din, insan ırkının tabiat güçleri karşısındaki çaresizliğini yenmek için geliştirdiği psikolojik bir çabanın ürünü olarak doğmuştur. Küçük bir çocukken de insan ana-babasıyla olan ilişkilerinde kendisini benzer bir çaresizlik durumunda bulur. İşte insanın çaresizliğini katlanılabilir kılma ihtiyacından doğan, kendi çocukluğu ile insan ırkının çocukluğundaki çaresizlik hatıraları yığınından inşa edilen bir sistem olarak din [147], tabiat karşısında bunalan insanın güçsüzlüğüne karşı mümkün tek yardımı temsil etmektedir. Her seviyedeki başarısızlıklar ve hastalık, insanı kaderine sığınmaya zorlamaktadır. Çaresizlik duygusu içinde insan kendini çocuklaşmış bulur ve onda ilkel eğilimler yeniden uyanırlar. İnsanî tabiatın dilekleri canlanırlar ve bunlar büyüsel duaların cazibesine kapılırlar. Böylece, çocukların ve bazı ilkellerin duygusal durumuna dönüş yapan dindar insan, yardım ve mükafat ihtiyacının, herşeye gücü yeten bir Baba (durumundaki Tanrı)nın müdahelesi yoluyla gerçek mânâda tatmin edileceği inancına sahiptir. Gerçekte o, sırf kendi sihirli başeğmelerini Tanrı'ya nakil yapar; insanın şahsen meydana getirmeye yetersiz olduğu şeyi Tanrı gerçekleştirecektir diye inanır. Böylece, çocuğun babasına duyduğu özlem, insanî zayıflığı sebebi ile tecrübe ettiği korunma ihtiyacına uygun düşer. Çocuğun kendi çaresizlik duygusuna karşı savunma tepkisi, yetişkinin kendi şartlarında tecrübe ettiği çaresizlik duygusuyla uygunluk arzeder. İşte kendi karakteristik çizgileriyle dini doğuran da bu çocukça çaresizliğe karşı geliştirilmiş olan savunmadır[148]. Freud'e göre, ilkel insan nasıl dünyanın yaratıcısı bir Tanrı'ya, kabilesinin reisine ve şahsî bir koruyucuya ihtiyaç duymakta ise, günümüz insanı da aynı tarzda davranmakta, o da bir koruyucuya ihtiyaç duymakta ve Tanrısının desteğinden vazgeçmemektedir [149].
Yapılan bazı araştırmalar, çaresizlik tecrübelerinin kendiliğinden dinî bir davranışa sevketmede önemli rol oynadığını göstermektedir, Vergote tarafından düzenlenen küçük bir ankette, [150] insanların çoğunun ahlâkî ve maddî güçlükler içerisinde bulundukları zaman, kendiliklerinden Allah'ı düşündükleri ortaya çıkmıştır. Bir diğer araştırma [151], bu hususta meslek ve sosyo-ekonomik seviyenin önemli etkisini haber vermektedir. Çiftçiler ve işçiler maddî ve ahlâkî güçlükler içerisinde Allah'a daha fazla başvurmaktadırlar. İlâhî yardım talebi karşısında, kendilerine yardım edildiği duygusuna sahip oldukları zaman minnettarlık duymaktalar, fakat hayalkırıklığına uğradıklarında isyan etmektedirler. Ayrıca, müzmin hastaların davranışlarının da aşağı sosyoekonomik kesime yakın olduğu müşahede edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında Amerikalı askerler üzerinde yapılan bir araştırmada [152], askerlerin %75'i, ölüm tehlikesi durumunda duaların kendilerine çok büyük yardımı olduğunu belirtmişlerdir. Duaya en fazla, ölümle en fazla karşı karşıya bulunan ve en fazla korku duyan kimseler başvurmaktadırlar. Burada anlamlı olan şey, bu davranışın askerlerin eğitim seviyeleri veya dinî inanç derecelerinden bağımsız olmasıdır. Çatışmayı tanıyanların
%29'u daha dindar, %30'u daha az dindar hâle geldiklerini söylerken, %41'i, kendilerinde herhangi bir değişme olmadığını belirtmişlerdir. Fakat Allah'a imanlarının arttığını söyleyenlerin oranı %79'dur. Daha az dindar hâle gelen askerler, ibadetlerini yerine getiren müminlerin ölümü ve savaş korkularının kendilerini şüpheci kıldığını itiraf etmişlerdir. Bu cevapları değerlendiren Allport, savaş alanındaki iğrençlikler manzarasının askerlerin bazılarını şüpheci kılarken, duanın rahatlatıcı etki tecrübesinin diğerlerini daha dindar kıldığını, fakat her durumda savaş tecrübesinin geleneksel dindarlığı zayıflatmakta ve buna karşılık gerçek dinî imanı artırmakta olduğu [153] sonucuna ulaşmaktadır. Bu ve buna benzer müşahedeler, insanî çaresizlik ile ilâhî yardıma başvurmaya doğru bir hareket arasında bir bağın varlığını göstermektedir. Hayatın maddî şartları, türlü felaketler ve yıkıntılar içinde insanlar, Allah'ın umulmadık müdahelesine büyük önem vermektedirler. Din duygusunu içten gelerek uyandıran durumlar bu durumlardır. İnsanların hemen çoğunda dua ve ibadet yapmak için en kuvvetli eğilim savaş, deprem, hastalık, kaza., gibi çok büyük maddî yıkıntılar içinde, ölümle yüzyüze bulunduklarında ve özellikle asıl kendi ölümleri karşısında kendisini göstermektedir. Ölüm tehlikesi ve daha genel olarak maddî yıkıntılar ve hastalıklar karşısındaki çaresizlik, kendiliğinden dinî davranışın en güçlü kaynakları arasında yer almaktadır.
Din, diğerleri yanında, bu tür engellemeler karşısında telâfi edici bir rol oynayabilir. İnsan kendisini tehdit altında hissettiği zaman, en temel arzusu olan “yaşama isteği”nin tatmin edilmesine kadar, herşeye gücü yeten Allah'a yalvarıp yakarır. Bu durumlarda dua, bir yardım isteme çığlığıdır. Şüpheci ve inançsızlar bile, aşırı çaresizlik durumlarında Allah'a dua etmeye ve O'ndan yardım istemeye yönelmektedirler. Uç durumlarda insanda, varlığın tamamen Allah'a ait olduğu duygusu uyanmaktadır. Arzu ile tatmin arasına bir uçurum açıldığı zaman, insan faniliğini keşfedebilmektedir. Varoluşu çöktüğü anda, kendi akıbetine kendi kendisinin sahip olmadığını kuvvetle tecrübe etmektedir.
Bununla birlikte, çaresizlik tecrübelerinin sonuçları basit ve tek yönlü değildir. Bu sonuçlar şu başlıklar altında dile getirilebilir:
1- Çok yoğun bir şekilde tecrübe edilen ve içinde kişinin kendi varlığını tehdit altında hissettiği çaresizlik durumları, ilâhî yardıma kendiliğinden başvurmaya en çok sürükleyen bir faktördür.
2- Çaresizliğin insanı ilâhî müdaheleyi davete sürüklemesi için, yaşama arzusunun sıkıntıya üstün gelmesi gereklidir. Çöküntü veya umutsuzluk gibi sırf olumsuz duygular, Allah'a doğru bir hareketi asla desteklemezler; aksine bunlar, gerekli dinamizmi insandan uzaklaştırarak, böyle bir hareketi kösteklerler.
3- Çaresizlik tecrübelerinin uyandırdığı dinî hareket dürtüsel ve geçici bir tabiata sahiptir. Böylesi davranışlar, şahsî olarak içten benimsenmiş bir dinî yaşayışa uzun süreli ve kalıcı olarak sevketmezler. Durum şiddetini kaybettiği ve şartlar normale döndüğü zaman, Allah'tan uzaklaşma her zaman mümkün olmaktadır. 4) Esasen çaresizlik tecrübeleri kimilerini dinî bir davranışa sevkederken, kimilerinde tam aksine dinî ilgisizlik ve Allah'a isyan tepkilerini uyandırabilmektedir [154].
Freud'ün ele aldığı şekliyle insanî özlemlerin dinî istekler hâline dönüşmesi, yalnızca fonksiyonel bir dini, bağımsız değerden ve dayanıklılıktan mahrum bir dinî yaşayışı meydana getirir. Bu bakımdan, Freud'ün din teorisi dinin sadece kısmî bir bölümünü açıklamaktadır. Bu da, çaresizlik durumundaki pekçok insanda varlığını gösteren, ilâhî bir kurtarıcıya başvurma kendiliğindenliğidir. Bu durum içerisindeki bir dinî hareket, yine insan psikolojisi tarafından kendiliğinden icat edilmiş değil, fakat kültür tarafından verilmiş bir Tanrı kavramına atıf içerisinde meydana gelir ve hiçbir şey bu atfın kaynağını, onu uyandıran hareketle açıklamaya imkân vermez. [155]
1.2 Sosyal Mahrumiyet ve Bir Başka Dünyaya İman
İnsanın gerçek hayatta elde etmeyi arzu edip te ulaşamadığı pek çok şey vardır. Bu durumun meydana getireceği tatminsizlik, mahrumiyet ve gerginlik telâfi edici bir davranışa insanı zorlar. Din konusunda ileri sürülen psikolojik ve sosyolojik birçok teori, dinî davranışı “mahrumiyet”e bağlamaktadır. Bunların en tanınanı Marx'ınkidir. Dinin insanın kendisi tarafından yaratıldığına inanan Marx'a göre din;”"daha önce kendini kaybetmiş olan veya kendini bulamayan insanın kendi şuuru ve kendi duygusudur.. Dinî ızdırap, aynı zamanda gerçek ızdırabın bir ifadesi ve gerçek ızdıraba karşı bir itirazdır. Din, bunalmış yaratığın iç çekişi, acımasız dünyanın kalbi ve ruhsuz durumların ruhudur. O, insanların afyonudur [156]. Freud'da dinî inançların hem ferdî hem de sosyal mahrumiyet ve incinmelere karşı bir reaksiyon olarak doğduğunu ve dinde bir “gerçeği değiştirme ve gerçekten kaçma” çözümü bulunduğunu belirterek benzer bir görüş ortaya koyar [157]. Aynı zamanda Freud'a göre, ferdin istekleriyle bunları engelleyen toplumun beklentileri arasındaki gizli uyuşmazlık ve çatışmanın doğurduğu gerginlikler, dinî inanç ve davranışların önemli bir kaynağını teşkil eder [158]. Bu tezlerden ilhamını alan daha birçok yazar, sosyal mahrumiyetlerin dinî faaliyetlere nasıl canlılık verdiğini açıklamaya çalışırlar. Meselâ bunlardan birisi ahiret inancının açıklamasını şöyle yapar: Kişinin hayal kırıklığı bu hayatta ne kadar büyükse, geleceğe, bir öte dünyaya inancı da o kadar büyüktür.. Bu sebeple, bu dünyanın ötesine hedeflerin olması, insanların gerilimlerini telafi etmeye yardım eder. İnsanlar, kaçınılmaz olarak, toplumsal bakımdan sonradan kazanılmış ve değerli gayelere ulaşmak için çabalamak durumundadırlar [159]. Son olarak bu teori, bütün dinî faaliyetleri içine alacak şekilde genişletilmiştir. Glock'un anladığı şekliyle din, gerginlikleri telafi vetiresinden kaynaklanır. Bir ihtiyacın sıkıntısını çeken insan, dinî davranışıyla bir denge kurar veya bir üzüntüyü giderir. Bu bir bakıma, gerçek hayatta ulaşılmayan şeylerle hayalî bir ilişki veya bir faaliyetin yerine bir başkasının geçirilmesidir. Yazar, her dinî davranış tipi için, onu açıklayan bir gerginlik bulmaktadır. Mezhep ekonomik mahrumiyete, dindeki yenileştirme faaliyetleri ahlâkî gerginliğe, ibâdet ruhî gerginliğe., uygun düşmektedirler [160]. İleri sürülen bu uygunluklar karşısında denebilir ki, dindar insan hayatın gergin ipi üzerinde iyi bir dengecidir. Onun terazisinin dengesi bozulduğu zaman, ölçü üzerine biraz dinî ağırlık ilave ederek dengesini bulur.
Dinî davranışların mahrumiyet duygularından kaynaklandığını öne süren bu görüşlerin hangi ölçülerde doğru olduğunun anlaşılabilmesi, çok yönlü psikolojik ve sosyolojik araştırmaları gerektirir. Bu görüşe göre, temel sosyal haklardan mahrum azınlık grupların diğer insanlardan daha fazla dindar olmaları gerekir. Gerçekten de meselâ A.B.D.'deki zenciler yerli halktan, önemli sayılabilecek derecede daha dindardırlar [161]. Fakat bunun tam aksine, bugün dinî görevlerini en faal şekilde yerine getirenler A.B.D.'de ve İngiltere'de yüksel sosyo-ekonomik durumdaki kişilerdir. Bugün Batı ülkelerinin hemen hepsinde işçiler en az dindar olan kesimi oluşturmaktadır [162].
Toplum hayatının çeşitli zaruretleri ve engellemeleri kişilerde kaygı ve bunalımlara yol açarken, bu durumdaki kişilerin kendilerine sosyal destek sağlayacak hedeflere yönelmeleri mümkündür. Dinî gruplara katılma ve bu yolla mahrumiyetlerin acısını telâfi etme, birçok insan için muhtemel bir gelişme yoludur. Çünkü birçok dinî faaliyet grup faaliyetidir ve bunalım içerisindeki insanlar bunlar sayesinde kendilerine dönebilirler. Bu bakış açısı içerisinde dinî hizib ve tarikatlari telâfi vasıtası şeklinde açıklamaya çalışanlar olmuştur [163]. Toplum tarafından ihmal edilmiş ya da başarısızlığa uğramış kimselere hizib ve tarikatler, kardeşçe bir dayanışma sunabilir. Kültürel bakımdan kökünden kopmuş kimseleri kendilerine çeken tarikatlar vardır. Göçmenler veya azınlık bir ırkın üyeleri orada, başka yerde mahrum kaldıkları âdetler ve ifade topluluğunu bulurlar. Başkalarına, kâinatın sonunun korkunçluğu ve gelecekteki bir cennet vaadine dayanan bir dinî grup ya da tarikat, maruz kalınan haksızlık için teselli sunabilir. Bazı cemaat ve tarikatların ahlâkî ilkelere aşın bağlılığı, kendi sefilliklerinden ızdırap çeken kimselere kendine saygı kazandırabilir; veya ahlâkî ilkelerin yokluğu kendilerini şaşkın ve toplumdan hoşnutsuz bırakmış kimselere kesin talimatlar verir. Sosyal yıkıntılar karşısında hizip ve tarikatlar bağlılarına vasıtasız bir yardım sağlarlar. Fakat bazı durumlarda toplumdan uzaklaştırarak, onların dikkatini gerçek sosyal sorunlardan başka yöne çevirirler. Topluma uyumsuz ve tedirgin kimseler, hizip ya da tarikat içerisinde, esas itibariyle sıkıntılı olan anonimlikten kendilerini kurtaran bir cemaat bulurlar. Orada en azından bir topluluğa ait olmanın huzurunu yaşarlar. Basit ayinler, ortak bir ifade şekli, aynı felaket tecrübesi içerisinde açıktan dayanışma, orada kendilerini aynileştirme vasıtası bulacakları ilk çevreyi hazırlar. Üstelik, resmî toplulukların ve kendi dinlerinin resmî teşkilatlarının uzağında organize olarak, fani ve kokuşmuş bir dünyadan kopmalarını konu edinen ve haklı gösteren bir doktrini de kabul ederler. Bütün bu olaylarda telafi açıkça gözükmektedir. Bununla birlikte, dinî grup ve tarikatlara katılmanın sadece toplumsal uyumsuzluğun yol açtığı gerginliği telâfi etmek maksat ve fonksiyonu dışında birşey ifade etmediği de ileri sürülemez. Birçok insanın, kendi sübjektif eğilimlerine güvenemeyerek, objektif bir iman garantisi elde etmek için böyle bir yola başvurduğu da bir gerçektir.
Öyle görünüyor ki, ahiret tesellilerine bel bağlamak bir çok insana, çaresiz bir hastalık, sürekli savaş tehdidi, dayanılması güç bir insan çevresinde, iğreti hayat şartları içerisinde bulunma durumlarında, doğrudan realiteyi karşılamaktan daha kolay gelmektedir. Fakat böylesi engellemelerin çift yönlülüğünü gözden kaçırmamak gerekir. Her ne kadar bu mahrumiyet ve yılgınlıklar gökyüzüne doğru açılmış ümit haline gelmekte iseler de, tamamen aynı engellemeler insanı Allah'a karşı isyan da ettirebilmektedirler. Şüphesiz ki, dinin telafi edici bir yönü vardır. Din, insandaki bir tatminsizliğe cevap vermekte ve insan hayatı ile dünya arasındaki uyuşmazlığı çözmek istemektedir. Ancak burada psikolojinin ayırdettiği iki farklı telafi imkânını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Birincisi, duygusal hayâl gücüne sığınmaktan ibaret olan ve psikopatolojiye ait olan telafi; ikincisi, kendisiyle bir tatminsizlik veya zayıflığın aşıldığı faaliyet [164]. Dinin, insanı olumlu davranış ve faaliyetlere yöneltmesi, ruh sağlığını koruyan önemli bir fonksiyonudur. İnsanların öte dünyada mükâfaat elde etmenin gizli ümidini taşımaları normal bir dinî tutumdur ve bu aynı zamanda toplumun selameti açısından da önem taşır. İnanca dayanarak zorlukların aşılması, her insanî faaliyetin yöneldiği sağlıklı bir hedeftir. [165]
1.3 Ölüm Korkusu ve Ölümsüzlük Arzusu
Çeşitli tehdit ve saldırılara maruz kalan insan hayatının, “yaşama arzusu” içerisinde bunların üstesinden gelme ümidiyle giriştiği çabaların, dinî davranışın güçlü bir kaynağını oluşturduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çaresizlik durumlarında kendiliğinden harekete geçen “kendini koruma dürtüsü”, faaliyetinin gelişimi içinde dinden büyük destek ve yardım görmektedir. Fakat ölüm, insan için çaresi olmayan ve önü alınamayan bir son, yaşama arzusunun önüne dikilen aşılamaz bir engel olduğuna göre, onun uyandırdığı endişe ve korku nasıl yatıştırılabilir? Dinin asıl kaynağını ölüm korkusu içinde görenler, bunun bir “öte dünya” inancıyla gerçekleştirildiğini söylerler. Dinin gerçekten böyle bir temel üzerine kurulup kurulmadığı tartışmasını bir tarafa bırakarak, dinî davranışın motivasyonu olarak ölüm meselesini incelemek bize daha uygun görünmektedir. Burada ele alınması gereken temel soru şudur: Her insanda ölüm korkusu varmıdır ve bu korku doğrudan doğruya ve kendiliğinden ölüm ötesine çevrilerek, ölümden sonra yaşamaya devam etme arzusunu harekete geçirecek tabiatta mıdır? Ölümden sonra yaşama veya ölümsüzlük arzusunun muhtevası, elinin bildirdiği ile aynı şey midir? [166]
a) Ölümle İlgili Tutumlar :
Dinin ahiret hayatıyla ilgili açıklamaları, şüphesiz ki, ölümün aşılamazlığı karşısında bocalayan ve uyum arayışı içerisinde bulunan insan için bir teselli ve tatmin kaynağı oluşturabilir. Elbette ki, eğer psikolojik dinamizmler ve dinî açıklamalar arasında bir uygunluk bulunmasaydı, dinin hiç kimse için bir anlamı olmazdı. Fakat Freud ve izleyicileri dinin objektif varlığını reddettikleri için, bütün dinî açıklamaları, hayalî tatmine yönelik ruhî ürünler olarak değerlendirmektedirler. Ölüm konusunda da durum aynıdır. Freud'a göre ölüm ötesîyle ilgili inançlar, bu hayatta karşılaşılan sıkıntıları, acıları ve ızdırapları teselli etmek için insan psikolojisinin icad ettiği hayalî tatmin kaynaklarıdır. Herşeyi görüp gözeten Tanrı inancı da aynı fonksiyonu yerine getirmektedir [167]. Aynı tez başkaları tarafından da benzer şekilde dile getirilmiştir. Buna göre, ölümsüzlük konusundaki inançlar, ölümün uyandırdığı büyük korku ve dehşetten, bu inançların iyileştirmeye yöneldikleri psikolojik sarsıntıdan kaynaklanmaktadır [168].
Ölümün anlamı ve kişilerde uyandırdığı tepkilerin insan tabiatına bağlı ortak bir yönü olsa bile, genelde çok farklı ve karmaşık ifade şekilleri altında ortaya çıktığı da bir gerçektir. Ölüm korkusu ve ölümsüzlük arzusunun bütün insanlar için değişmez bir psikolojik gerçek olduğu kabul edilebilir. Ancak bunların yol açtığı davranış tarzlarının ortak tek bir şeklinin varlığını tesbit etmek kolay değildir. Çünkü, ölüm karşısındaki tepkiyi herkes hayata karşı kendi tavrına göre gösterir. Bu kişisel tavrın şekillenmesinde de dinî, tıbbî, ekonomik ve ideolojik değişik etkiler altında sosyal ve kültürel çevrenin ölümü ele aldığı kavramların, tenkitçi hükümler ve duygusal değerlendirmelerin büyük rolü bulunmaktadır. Günümüzde ölüme karşı dört tür kültürel tutum geliştirildiği müşahede olunmaktadır: Ölümü inkâr etme, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme [169]. Bu tutumların dinî inanç ve davranış açısından anlamını veya dinî inancın bu tutumlarla olan ilişkisini net olarak ortaya koymak için çok yönlü araştırmalara ihtiyaç vardır. Hiçbir basit teori bu ilişkiyi açıklayabilecek durumda değildir. Çünkü bu konudaki tecrübî araştırmalar çelişkili sonuçlar ortaya koymaktadır. Mesela, Feifel'in araştırmalarında [170] dinî bakış açısıyla ölüm gerçeği karşısında sükûnet, boyun eğme, kabullenme veya sıkıntı ve endişe duyma tutumları arasında ilişkiler açığa çıkarılamamıştır. Hatta araştırmacı, dindar kişilerin ölmekten şahsen daha fazla ürküntü duyduklarını, hayatlarının son senelerine çevrilmiş hükümlerinde, dindar olmayanlardan daha olumsuz olduklarını müşahede etti. Diğer bir araştırmada ise, daha kuvvetli dini inançlara sahip olup, daha çok dinî faaliyetlerde bulunan kimselerin, inanç ve amel yönünden daha zayıf kimselere kıyasla, daha az ölüm korkusu içinde oldukları ve ölümü dört gözle bekledikleri tesbit edilmiştir [171]. Konuyla ilgili olarak A.B.D.'deki araştırmaların sonuçlarının ele alındığı bir yazıda, bunların çelişkili ve bazılarının da çok yönlü bir ilişkiyi ortaya koyduklarına dikkat çekilerek, şu değerlendirme yapılmaktadır: Üniversite öğrencilerinde ölüm korkusu, dinî davranışlarla ilgili ne olumlu ne olumsuz hiçbir ilişkiyi açığa vurmamaktadır. Buna karşılık, ileri yaştaki insanlarda dinî bağlanma ile ölüm korkularında azalma olduğu görülmektedir. Hayatta dinî bir yöneliş, ölümle ilgili endişe ve kaygıları zarurî olarak azaltmıyor, fakat daha çok, ölüm konusunda daha olumlu bir tavrın gelişmesine yardımcı oluyor. Esas olarak, bazı araştırmacıların da belirttiği gibi, dinî bir yönelim sahibi kimseler genellikle ölümü sık sık hatırlayarak, daha kolayca sıkıntılı bir hale gelebiliyorlar. Buna göre inançlı kişi, özellikle şuur-dışı olarak ölüm korkusuyla daha fazla meşgul olma eğilimindedir. Son tahlilde dinî bağlanmanın, ölüm sıkıntısından bir ürküntü duyma tarzı arzettiği söylenebilir. Fakat burada, pek tabii, bir inanç sistemi ve meslek seçiminde ölüm kaygısının tek belirleyici, hatta önemli bir faktör olduğunu söylemek sözkonusu değildir. Bununla birlikte, ölüm korkusu gibi bir kaygı, bir hayat üslûbu seçmemiz' de belli bir rol oynayabilir [172]. Buna karşılık, bazı araştırmacılar dindar olmayan kimselerin ölümden daha fazla korktuklarını ortaya çıkarmıştır. Ölüm korkusu ile başetme konusunda da farklı eğilimler ve tutumlar tesbit edilmiştir. Dindar olmayan kişiler, ölümü hayatın tabii bir sonucu olarak görmekte ve tüm dikkatlerini bu dünyadaki hayata, dünyevî zevk ve uğraşlara yöneltmektedirler.Böylece, ölüm gerçeği karşısında bir savunma tepkisi ortaya koymaktadırlar. Bunun da başlıca iki şekli vardır: Birincisi “maskeleme” diye isimlendirilebilecek bir davranış biçimidir ki, bu durumda kişi kendisini günlük işlere bütünüyle kaptırmakta ve ölüm hakkında düşünme fırsatı kalmayacak şekilde kendini meşgul etmektedir. İkincisi ise “bastırma” davranışıdır; kişi ölüm kavramını şuurdan atarak etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Genel olarak dindar insanların ölümü şuurlarında çok canlı tutma eğilimi içinde oldukları, ölüm gerçeği ile yüzyüze gelmekten kaçınmadıkları bir gerçektir. Bununla birlikte, ölüm ötesine duyulan inanç bir yerde teselli kaynağı olurken, aynı zamanda kaygı ve sıkıntı kaynağı da olabilmektedir. [173]
b) Ölümsüzlük Arzusu ve Ölüm Ötesine İnanç
Ölüm karşısında duyulan korku ve sıkıntı kişiyi, zorunlu olarak ölüm ötesi bir hayatın varlığına, dinin açıklamalarına uygun bir “ahiret” inancına sevkeder mi? İlâhî dinlerin hepsinde ortak olan “ilâhî mahkeme”de hesap verme zorunluluğu, “cennet” ve “cehennem” kavramlarının insan psikolojisinde uyandırdıkları etkinin tabiatı incelendiği zaman, bunun kişilere çok yönlü ve karmaşık nitelikte tepkiler uyandırdığı anlaşılmaktadır. Batı ülkelerinin büyük çoğunluğunu içine alan sondaj çalışmaları [174], ölümden sonra bir hayatın varlığına inananların oranının, Allah'a inananların oranından çok daha aşağı seviyelerde olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, cehennemin varlığına inananların oranı, cennete inananlarınkinden daha aşağılardadır. Hz. İsa'nın yeniden dirilişine inananların ancak %17.6'sı, ölümden sonraki yeniden dirilişe inanmakta ve %'25 den daha fazlası da bundan şüphe etmektedir. Dinî görevlerini yerine getirenlerin üçte biri (%33.3), ölümden sonra yaşama konusunda kararsız, yarıdan fazlası da yeniden diriliş konusunda kararsız bulunmaktadırlar. Bu durum her ülkede, her yaşta, her mezhepte, papazlar da dahil her meslekte müşahede edilen bir davranış özelliğidir [175]. Tarafımızdan yapılan araştırmalarda da, oranlar farklı olmakla birlikte aynı yönde eğilimlerin varlığını tesbit ettik. Bu veriler, günümüzde inanç sahibi insanların önemli bir bölümünün ölüm ötesi konusunda ciddi inanma güçlüğü içerisinde bulunduğunu göstermektedir. Bu durum psikolojik açıklama isteyen anlamlı bir veridir. Burada basitçe bir inanç yokluğu değil, fakat benimsenen dinin esaslarıyla çelişki halinde bir olumsuzluk sözkonusudur. Bu durumun açıklamasını şu şekilde yapmak mümkündür: Ölüm düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olan ölüm ötesi düşüncesi, insanda birtakım duygusal dirençler ve buna bağlı kararsızlık ve tedirginlikler uyandırabilmektedir. Her ne kadar insanda tabiî bir “ölümsüzlük arzusu” varolmakla birlikte bu, dinin açıklamalarından oldukça farklı, içi boş bir çerçeve, bir inanç biçimidir. Esasen bu arzu, insandaki benseverlik (narsizm) eğiliminin bir ifadesidir. Şüphe yok ki ölüm, bensever bir tabiata sahip olan insan için bir dert ya da tehdittir. Çünkü benseverlik, çocuğu ve yetişkin insanı şuurdışı olarak kendini ölümsüz tasavvur etmeye sürükler. Buna karşılık, yeniden dirilme inancı ve düşüncesi, ancak dinî yönelişin derin bir yeniden gözden geçirilmesi çabası ile yerleşmesi mümkün olan ve bunca dirençlerin üstesinden gelmek zorunda olduğu fevkalâde ciddi bir iç gayretin sonucudur. Daha iyi bir dünyada hayatını devam ettirme tarzındaki dinî umut, belki bu hayatın adaletsizlikleri veya ölümün acımasızlığı karşısında kolayca egosantrik bir davranış hâlini alır. Buna karşılık, dinin ahiret inancı çerçevesinde yer alan “ilâhî mahkeme”de yargılanma (cehennemde ceza çekme ihtimâli) bakışaçısı, belli bir suçluluk ve günahkârlık duygusu sıkıntısını besleyecek tabiattadır. Bundan dolayı, dindeki ahiret inancının ihtiva ettiği fikirlerle, insan psikolojisinde kendiliğinden yer alan ölümsüzlük arzusu arasında büyük mesafeler vardır. Ölüm korkusu yoğun bir ölümsüzlük arzusunu canlandırsa bile, bu doğrudan doğruya dinin ahiret inancının benimsenmesini gerektirecek bir sonuç doğurmaz. Diğer ızdıraplar karşısında olduğu gibi, ölümün yol açtığı sıkıntı ve bunalım da, ya Allah'ı inkâr ya da imanın arınmasıyla çözülür. [176]