- Dinî güdüler

Adsense kodları


Dinî güdüler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Thu 11 November 2010, 11:24 am GMT +0200
B- Dinî Güdüler
 
1- Engellenme ve Dinî Davranış
 

Güdülenmiş, tatmine yönelmiş bir ihtiyaç, istek ve arzunun, kişinin kendisinden ya da çevreden ileri gelen türlü sebeplerle hedefine ulaşamamasına ve doyumsuz kalması durumuna “engellenme” (frustrasyon) denir. Engellenme durumunda kişide gerginlik artar, öfke, kaygı, sıkıntı ve çaresizlik duy­guları ortaya çıkar, idrâk yapısında değişiklikler olur ve yeni tatmin yolları aranmaya başlanır.

Başta Freud ve Marx olmak üzere, dinin ilahî ha­kikatini ve objektif varlığını dikkate almayan çoğu sosyal bilimciler dinî davranışları, engellenme du­rumlarının sonuçları olarak açıklamaya yönelmiş­lerdir. Bu görüşe göre din, tatmin bulmamış insanî arzu ve isteklerin bir ifadesi ya da yan ürünüdür. Başlangıçta insan, doğrudan doğruya insanî ve dünyevî bir konuyu hedef alan, hiçbir Tanrı fikrine yer vermeyip, sadece insanî bir tatmin bulmak ümidi içinde hareket ederken, engellenmiş olan ar­zularına bir cevap bulmak için farklı bir yöne yöne­lerek dindar hâle gelebilmektedir. Böylece dinî tutum ve davranış, insanın zaaflarından, insanî bir tatminsizlikten doğmaktadır. Bu bakımdan dinin, yolunu şaşırmış bir insanî araştırma olduğu düşü­nülmekte, engellenmeden doğması sebebiyle de onun aslı esası olmayan gerçek dışı bir olgu, asılsız bir idrak, bir yanılsama ve sapma olduğu ileri sü­rülmektedir.

Bu başlık altında tabiat, dünya ve toplum çevre­sinin ve ölüm olgusunun yol açtığı engellenme du­rumları ve bunlar karşısında insanın çaresizliğinin hangi tür davranışlarla giderilmeye çalışıldığını in­celemeye çalışacağız. [146]

 
1.1 Tabiat ve Dünya Olayları Karşısındaki Ça­resizlik ve İlâhî Yardım Talebi:
 

İnsanın gücünü aşan, acz ve çaresizlik içerisinde bırakan tehlikeler ve felaketler karşısında çoğu in­sanlarda, tabiatüstü bir kurtarıcı ve ilâhî yardıma başvurma eğiliminin kendiliğinden uyanması, sık sık müşahede edilen bir durumdur. Böylesi durum­larda, ilkel ya da medenî çoğu insan dualar ve adaklar vasıtasıyla bütün insanî sıkıntılarını tanrı­lara, ruhlara, Allah'a veya Allah nezdinde tasarrufta bulunmaya yetkili kılınmış olduğuna inanılan kim­selere (veliler, azizler) açarlar. Bu evrensel davranış tarzı bazı psikologları, dinî davranışın temelde bir “psikolojik kendiliğindenlik”den kaynaklandığını ileri sürmeye sevketmektedir. Burada izlenen dü­şünce şeklini şu soru tam olarak açıklar: Yapı ola­rak dinî inançtan önce gelen ve onu destekleyen bir kendiliğindenlik olmasaydı, insan uçsuz bucaksız kâinatın içindeki bir yerlerde fırtınalardan, hasta­lıklardan, düşman askerlerinden., daha kuvvetli bir görünmez varlığın kendisini işittiğine ve derhal ken­disiyle ilgilenmeye yöneldiğine böylesine kesin bir inanç besler miydi? Şüphesiz ki, böyle bir dinî dav­ranışın ruhî kendiliğindenliğini açık ve kesin olarak ispatlayacak müşahedeler pek yoktur. Her insan belli bir dinî kültür çevresinde yetiştiğine göre, bu davranış, onu harekete geçiren dinî atıflar sistemi bağlamında yer alır. Psikolojik mekanizma hiçbir durumda saf olarak işin içine girmez; kültürle etki­leşim içerisinde bir ifade kalıbına dökülür. Öte yan­dan, din sadece belirli insanî durumları hedef almaz; olumlu ya da olumsuz bütün insanî varoluş durumları içerisinde insana hitab ve etki eder.

Freud'ün din ile ilgili meşhur “yanılsama” teorisi, tabiat ve toplum karşısındaki insanın acz ve çaresizlik tecrübeleri üzerine kurulmuştur. Ona göre din, insan ırkının tabiat güçleri karşısındaki çaresizliğini yenmek için geliştirdiği psikolojik bir çabanın ürünü olarak doğmuştur. Küçük bir çocukken de insan ana-babasıyla olan ilişkilerinde kendisini benzer bir çaresizlik durumunda bulur. İşte insanın çaresizliği­ni katlanılabilir kılma ihtiyacından doğan, kendi ço­cukluğu ile insan ırkının çocukluğundaki çaresizlik hatıraları yığınından inşa edilen bir sistem olarak din [147], tabiat karşısında bunalan insanın güçsüzlü­ğüne karşı mümkün tek yardımı temsil etmektedir. Her seviyedeki başarısızlıklar ve hastalık, insanı ka­derine sığınmaya zorlamaktadır. Çaresizlik duygusu içinde insan kendini çocuklaşmış bulur ve onda ilkel eğilimler yeniden uyanırlar. İnsanî tabiatın dilekleri canlanırlar ve bunlar büyüsel duaların cazibesine kapılırlar. Böylece, çocukların ve bazı ilkellerin duy­gusal durumuna dönüş yapan dindar insan, yardım ve mükafat ihtiyacının, herşeye gücü yeten bir Baba (durumundaki Tanrı)nın müdahelesi yoluyla gerçek mânâda tatmin edileceği inancına sahiptir. Gerçekte o, sırf kendi sihirli başeğmelerini Tanrı'ya nakil yapar; insanın şahsen meydana getirmeye yetersiz olduğu şeyi Tanrı gerçekleştirecektir diye inanır. Böylece, çocuğun babasına duyduğu özlem, insanî zayıflığı sebebi ile tecrübe ettiği korunma ihtiyacına uygun düşer. Çocuğun kendi çaresizlik duygusuna karşı savunma tepkisi, yetişkinin kendi şartlarında tecrübe ettiği çaresizlik duygusuyla uygunluk arzeder. İşte kendi karakteristik çizgileriyle dini doğuran da bu çocukça çaresizliğe karşı geliştirilmiş olan sa­vunmadır[148]. Freud'e göre, ilkel insan nasıl dünyanın yaratıcısı bir Tanrı'ya, kabilesinin reisine ve şahsî bir koruyucuya ihtiyaç duymakta ise, günümüz in­sanı da aynı tarzda davranmakta, o da bir koruyu­cuya ihtiyaç duymakta ve Tanrısının desteğinden vazgeçmemektedir [149].

Yapılan bazı araştırmalar, çaresizlik tecrübeleri­nin kendiliğinden dinî bir davranışa sevketmede önemli rol oynadığını göstermektedir, Vergote tara­fından düzenlenen küçük bir ankette, [150] insanların çoğunun ahlâkî ve maddî güçlükler içerisinde bu­lundukları zaman, kendiliklerinden Allah'ı düşün­dükleri ortaya çıkmıştır. Bir diğer araştırma [151], bu hususta meslek ve sosyo-ekonomik seviyenin önemli etkisini haber vermektedir. Çiftçiler ve işçiler maddî ve ahlâkî güçlükler içerisinde Allah'a daha fazla baş­vurmaktadırlar. İlâhî yardım talebi karşısında, ken­dilerine yardım edildiği duygusuna sahip oldukları zaman minnettarlık duymaktalar, fakat hayalkırıklığına uğradıklarında isyan etmektedirler. Ayrıca, müzmin hastaların davranışlarının da aşağı sosyo­ekonomik kesime yakın olduğu müşahede edilmiş­tir. İkinci Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında Amerikalı askerler üzerinde yapılan bir araştırma­da [152], askerlerin %75'i, ölüm tehlikesi durumunda duaların kendilerine çok büyük yardımı olduğunu be­lirtmişlerdir. Duaya en fazla, ölümle en fazla karşı karşıya bulunan ve en fazla korku duyan kimseler başvurmaktadırlar. Burada anlamlı olan şey, bu davranışın askerlerin eğitim seviyeleri veya dinî inanç derecelerinden bağımsız olmasıdır. Çatışmayı tanıyanların

%29'u daha dindar, %30'u daha az din­dar hâle geldiklerini söylerken, %41'i, kendilerinde herhangi bir değişme olmadığını belirtmişlerdir. Fakat Allah'a imanlarının arttığını söyleyenlerin oranı %79'dur. Daha az dindar hâle gelen askerler, ibadetlerini yerine getiren müminlerin ölümü ve savaş korkularının kendilerini şüpheci kıldığını itiraf etmişlerdir. Bu cevapları değerlendiren Allport, savaş alanındaki iğrençlikler manzarasının askerle­rin bazılarını şüpheci kılarken, duanın rahatlatıcı etki tecrübesinin diğerlerini daha dindar kıldığını, fakat her durumda savaş tecrübesinin geleneksel dindarlığı zayıflatmakta ve buna karşılık gerçek dinî imanı artırmakta olduğu [153] sonucuna ulaşmaktadır. Bu ve buna benzer müşahedeler, insanî çaresiz­lik ile ilâhî yardıma başvurmaya doğru bir hareket arasında bir bağın varlığını göstermektedir. Hayatın maddî şartları, türlü felaketler ve yıkıntılar içinde insanlar, Allah'ın umulmadık müdahelesine büyük önem vermektedirler. Din duygusunu içten gelerek uyandıran durumlar bu durumlardır. İnsanların hemen çoğunda dua ve ibadet yapmak için en kuv­vetli eğilim savaş, deprem, hastalık, kaza., gibi çok büyük maddî yıkıntılar içinde, ölümle yüzyüze bu­lunduklarında ve özellikle asıl kendi ölümleri karşı­sında kendisini göstermektedir. Ölüm tehlikesi ve daha genel olarak maddî yıkıntılar ve hastalıklar karşısındaki çaresizlik, kendiliğinden dinî davranı­şın en güçlü kaynakları arasında yer almaktadır.

Din, diğerleri yanında, bu tür engellemeler karşısın­da telâfi edici bir rol oynayabilir. İnsan kendisini tehdit altında hissettiği zaman, en temel arzusu olan “yaşama isteği”nin tatmin edilmesine kadar, herşeye gücü yeten Allah'a yalvarıp yakarır. Bu du­rumlarda dua, bir yardım isteme çığlığıdır. Şüpheci ve inançsızlar bile, aşırı çaresizlik durumlarında Allah'a dua etmeye ve O'ndan yardım istemeye yö­nelmektedirler. Uç durumlarda insanda, varlığın ta­mamen Allah'a ait olduğu duygusu uyanmaktadır. Arzu ile tatmin arasına bir uçurum açıldığı zaman, insan faniliğini keşfedebilmektedir. Varoluşu çöktü­ğü anda, kendi akıbetine kendi kendisinin sahip ol­madığını kuvvetle tecrübe etmektedir.

Bununla  birlikte,   çaresizlik  tecrübelerinin   so­nuçları basit ve tek yönlü değildir. Bu sonuçlar şu başlıklar altında dile getirilebilir:

1- Çok yoğun bir şekilde tecrübe edilen ve içinde kişinin kendi varlı­ğını tehdit altında hissettiği çaresizlik durumları, ilâhî yardıma kendiliğinden başvurmaya en çok sü­rükleyen bir faktördür.

2- Çaresizliğin insanı ilâhî müdaheleyi davete sürüklemesi için, yaşama arzu­sunun sıkıntıya üstün gelmesi gereklidir. Çöküntü veya    umutsuzluk   gibi    sırf   olumsuz   duygular, Allah'a doğru bir hareketi asla desteklemezler; aksi­ne bunlar, gerekli dinamizmi insandan uzaklaştıra­rak,  böyle bir hareketi kösteklerler. 

3- Çaresizlik tecrübelerinin uyandırdığı dinî hareket dürtüsel ve geçici bir tabiata sahiptir. Böylesi davranışlar, şahsî olarak içten benimsenmiş bir dinî yaşayışa uzun süreli ve kalıcı olarak sevketmezler. Durum şiddeti­ni kaybettiği ve şartlar normale döndüğü zaman, Allah'tan uzaklaşma her zaman mümkün olmakta­dır. 4) Esasen çaresizlik tecrübeleri kimilerini dinî bir davranışa sevkederken, kimilerinde tam aksine dinî ilgisizlik ve Allah'a isyan tepkilerini uyandırabilmektedir [154].

Freud'ün ele aldığı şekliyle insanî özlemlerin dinî istekler hâline dönüşmesi, yalnızca fonksiyonel bir dini, bağımsız değerden ve dayanıklılıktan mahrum bir dinî yaşayışı meydana getirir.  Bu bakımdan, Freud'ün din teorisi dinin sadece kısmî bir bölümü­nü açıklamaktadır. Bu da, çaresizlik durumundaki pekçok insanda varlığını gösteren, ilâhî bir kurtarı­cıya başvurma kendiliğindenliğidir. Bu durum içeri­sindeki bir dinî hareket, yine insan psikolojisi tara­fından kendiliğinden icat edilmiş değil, fakat kültür tarafından verilmiş bir Tanrı kavramına atıf içerisin­de meydana gelir ve hiçbir şey bu atfın kaynağını, onu uyandıran hareketle açıklamaya imkân vermez. [155]

 

1.2 Sosyal Mahrumiyet ve Bir Başka Dünyaya İman
 

İnsanın gerçek hayatta elde etmeyi arzu edip te ulaşamadığı pek çok şey vardır. Bu durumun mey­dana getireceği tatminsizlik, mahrumiyet ve gergin­lik telâfi edici bir davranışa insanı zorlar. Din konu­sunda ileri sürülen psikolojik ve sosyolojik birçok teori, dinî davranışı “mahrumiyet”e bağlamaktadır. Bunların en tanınanı Marx'ınkidir.  Dinin insanın kendisi tarafından yaratıldığına inanan Marx'a göre din;”"daha önce kendini kaybetmiş olan veya kendi­ni bulamayan insanın kendi şuuru ve kendi duygu­sudur.. Dinî ızdırap, aynı zamanda gerçek ızdırabın bir ifadesi ve gerçek ızdıraba karşı bir itirazdır. Din, bunalmış yaratığın  iç  çekişi,  acımasız dünyanın kalbi ve ruhsuz durumların ruhudur. O, insanların afyonudur [156]. Freud'da dinî inançların hem ferdî hem de sosyal mahrumiyet ve incinmelere karşı bir reaksiyon olarak doğduğunu ve dinde bir “gerçeği değiştirme ve gerçekten kaçma” çözümü bulundu­ğunu belirterek benzer bir görüş ortaya koyar [157]. Aynı zamanda Freud'a göre, ferdin istekleriyle bun­ları engelleyen toplumun beklentileri arasındaki gizli uyuşmazlık ve çatışmanın doğurduğu gergin­likler, dinî inanç ve davranışların önemli bir kayna­ğını teşkil eder [158]. Bu tezlerden ilhamını alan daha birçok yazar, sosyal mahrumiyetlerin dinî faaliyetle­re nasıl canlılık verdiğini açıklamaya çalışırlar. Meselâ bunlardan birisi ahiret inancının açıklama­sını şöyle yapar: Kişinin hayal kırıklığı bu hayatta ne kadar büyükse, geleceğe, bir öte dünyaya inancı da o kadar büyüktür.. Bu sebeple, bu dünyanın ötesine hedeflerin olması, insanların gerilimlerini telafi etmeye yardım eder. İnsanlar, kaçınılmaz ola­rak, toplumsal bakımdan sonradan kazanılmış ve değerli gayelere ulaşmak için çabalamak durumundadırlar [159]. Son olarak bu teori, bütün dinî faaliyet­leri içine alacak şekilde genişletilmiştir. Glock'un anladığı şekliyle din, gerginlikleri telafi vetiresinden kaynaklanır. Bir ihtiyacın sıkıntısını çeken insan, dinî davranışıyla bir denge kurar veya bir üzüntüyü giderir. Bu bir bakıma, gerçek hayatta ulaşılmayan şeylerle hayalî bir ilişki veya bir faaliyetin yerine bir başkasının geçirilmesidir. Yazar, her dinî davranış tipi için, onu açıklayan bir gerginlik bulmaktadır. Mezhep ekonomik mahrumiyete, dindeki yenileştir­me faaliyetleri ahlâkî gerginliğe, ibâdet ruhî gergin­liğe., uygun düşmektedirler [160]. İleri sürülen bu uygunluklar karşısında denebilir ki, dindar insan hayatın gergin ipi üzerinde iyi bir dengecidir. Onun terazisinin dengesi bozulduğu zaman, ölçü üzerine biraz dinî ağırlık ilave ederek dengesini bulur.

Dinî davranışların mahrumiyet duygularından kaynaklandığını öne süren bu görüşlerin hangi öl­çülerde doğru olduğunun anlaşılabilmesi, çok yönlü psikolojik ve sosyolojik araştırmaları gerektirir. Bu görüşe göre, temel sosyal haklardan mahrum azın­lık grupların diğer insanlardan daha fazla dindar ol­maları gerekir. Gerçekten de meselâ A.B.D.'deki zenciler yerli halktan, önemli sayılabilecek derecede daha dindardırlar [161]. Fakat bunun tam aksine, bugün dinî görevlerini en faal şekilde yerine getiren­ler A.B.D.'de ve İngiltere'de yüksel sosyo-ekonomik durumdaki kişilerdir. Bugün Batı ülkelerinin hemen hepsinde işçiler en az dindar olan kesimi oluşturmaktadır [162].

Toplum hayatının çeşitli zaruretleri ve engelle­meleri kişilerde kaygı ve bunalımlara yol açarken, bu durumdaki kişilerin kendilerine sosyal destek sağlayacak hedeflere yönelmeleri mümkündür. Dinî gruplara katılma ve bu yolla mahrumiyetlerin acısı­nı telâfi etme, birçok insan için muhtemel bir geliş­me yoludur. Çünkü birçok dinî faaliyet grup faaliyetidir ve bunalım içerisindeki insanlar bunlar saye­sinde kendilerine dönebilirler. Bu bakış açısı içerisinde dinî hizib ve tarikatlari telâfi vasıtası şeklinde açıklamaya çalışanlar olmuştur [163]. Toplum tarafın­dan ihmal edilmiş ya da başarısızlığa uğramış kim­selere hizib ve tarikatler, kardeşçe bir dayanışma sunabilir. Kültürel bakımdan kökünden kopmuş kimseleri kendilerine çeken tarikatlar vardır. Göç­menler veya azınlık bir ırkın üyeleri orada, başka yerde mahrum kaldıkları âdetler ve ifade topluluğu­nu bulurlar. Başkalarına, kâinatın sonunun kor­kunçluğu ve gelecekteki bir cennet vaadine daya­nan bir dinî grup ya da tarikat, maruz kalınan haksızlık için teselli sunabilir. Bazı cemaat ve tari­katların ahlâkî ilkelere aşın bağlılığı, kendi sefilliklerinden ızdırap çeken kimselere kendine saygı ka­zandırabilir; veya ahlâkî ilkelerin yokluğu kendilerini şaşkın ve toplumdan hoşnutsuz bırak­mış kimselere kesin talimatlar verir. Sosyal yıkıntı­lar karşısında hizip ve tarikatlar bağlılarına vasıta­sız bir yardım sağlarlar. Fakat bazı durumlarda toplumdan uzaklaştırarak, onların dikkatini gerçek sosyal sorunlardan başka yöne çevirirler. Topluma uyumsuz ve tedirgin kimseler, hizip ya da tarikat içerisinde, esas itibariyle sıkıntılı olan anonimlikten kendilerini kurtaran bir cemaat bulurlar. Orada en azından bir topluluğa ait olmanın huzurunu yaşar­lar. Basit ayinler, ortak bir ifade şekli, aynı felaket tecrübesi içerisinde açıktan dayanışma, orada ken­dilerini aynileştirme vasıtası bulacakları ilk çevreyi hazırlar. Üstelik, resmî toplulukların ve kendi dinle­rinin resmî teşkilatlarının uzağında organize olarak, fani ve kokuşmuş bir dünyadan kopmalarını konu edinen ve haklı gösteren bir doktrini de kabul eder­ler. Bütün bu olaylarda telafi açıkça gözükmektedir. Bununla birlikte, dinî grup ve tarikatlara katılma­nın sadece toplumsal uyumsuzluğun yol açtığı ger­ginliği telâfi etmek maksat ve fonksiyonu dışında birşey ifade etmediği de ileri sürülemez. Birçok in­sanın, kendi sübjektif eğilimlerine güvenemeyerek, objektif bir iman garantisi elde etmek için böyle bir yola başvurduğu da bir gerçektir.

Öyle görünüyor ki, ahiret tesellilerine bel bağla­mak bir çok insana, çaresiz bir hastalık,  sürekli savaş tehdidi, dayanılması güç bir insan çevresin­de, iğreti hayat şartları içerisinde bulunma durum­larında, doğrudan  realiteyi karşılamaktan daha kolay gelmektedir. Fakat böylesi engellemelerin çift yönlülüğünü gözden kaçırmamak gerekir.  Her ne kadar  bu   mahrumiyet ve  yılgınlıklar  gökyüzüne doğru açılmış ümit haline gelmekte iseler de, tamamen aynı engellemeler insanı Allah'a karşı isyan da ettirebilmektedirler. Şüphesiz ki, dinin telafi edici bir yönü vardır.  Din,  insandaki bir tatminsizliğe cevap vermekte ve insan hayatı ile dünya arasında­ki uyuşmazlığı çözmek istemektedir. Ancak burada psikolojinin ayırdettiği iki farklı telafi imkânını göz önünde    bulundurmak    gerekmektedir.    Birincisi, duygusal hayâl gücüne sığınmaktan ibaret olan ve psikopatolojiye ait olan telafi; ikincisi, kendisiyle bir tatminsizlik veya zayıflığın aşıldığı faaliyet [164]. Dinin, insanı olumlu davranış ve faaliyetlere yöneltmesi, ruh sağlığını koruyan önemli bir fonksiyonudur. İnsanların öte dünyada mükâfaat elde etmenin gizli ümidini taşımaları normal bir dinî tutumdur ve bu aynı  zamanda  toplumun   selameti  açısından  da önem taşır. İnanca dayanarak zorlukların aşılması, her insanî faaliyetin yöneldiği sağlıklı bir hedeftir. [165]

 

1.3 Ölüm Korkusu ve Ölümsüzlük Arzusu
 

Çeşitli tehdit ve saldırılara maruz kalan insan hayatının, “yaşama arzusu” içerisinde bunların üs­tesinden gelme ümidiyle giriştiği çabaların, dinî davranışın güçlü bir kaynağını oluşturduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çaresizlik durumlarında kendili­ğinden harekete geçen “kendini koruma dürtüsü”, faaliyetinin gelişimi içinde dinden büyük destek ve yardım görmektedir. Fakat ölüm, insan için çaresi olmayan ve önü alınamayan bir son, yaşama arzu­sunun önüne dikilen aşılamaz bir engel olduğuna göre, onun uyandırdığı endişe ve korku nasıl yatıştırılabilir? Dinin asıl kaynağını ölüm korkusu içinde görenler, bunun bir “öte dünya” inancıyla gerçek­leştirildiğini söylerler. Dinin gerçekten böyle bir temel üzerine kurulup kurulmadığı tartışmasını bir tarafa bırakarak, dinî davranışın motivasyonu ola­rak ölüm meselesini incelemek bize daha uygun gö­rünmektedir. Burada ele alınması gereken temel soru şudur: Her insanda ölüm korkusu varmıdır ve bu korku doğrudan doğruya ve kendiliğinden ölüm ötesine çevrilerek, ölümden sonra yaşamaya devam etme arzusunu harekete geçirecek tabiatta mıdır? Ölümden sonra yaşama veya ölümsüzlük arzusu­nun muhtevası, elinin bildirdiği ile aynı şey midir?  [166]

 
a) Ölümle İlgili Tutumlar :
 

Dinin ahiret hayatıyla ilgili açıklamaları, şüphe­siz ki, ölümün aşılamazlığı karşısında bocalayan ve uyum arayışı içerisinde bulunan insan için bir te­selli ve tatmin kaynağı oluşturabilir. Elbette ki, eğer psikolojik dinamizmler ve dinî açıklamalar arasında bir uygunluk bulunmasaydı, dinin hiç kimse için bir anlamı olmazdı. Fakat Freud ve izleyicileri dinin objektif varlığını reddettikleri için, bütün dinî açık­lamaları, hayalî tatmine yönelik ruhî ürünler olarak değerlendirmektedirler. Ölüm konusunda da durum aynıdır. Freud'a göre ölüm ötesîyle ilgili inançlar, bu hayatta karşılaşılan sıkıntıları, acıları ve ızdırapları teselli etmek için insan psikolojisinin icad ettiği hayalî tatmin kaynaklarıdır. Herşeyi görüp gözeten Tanrı inancı da aynı fonksiyonu yeri­ne getirmektedir [167]. Aynı tez başkaları tarafından da benzer şekilde dile getirilmiştir. Buna göre, ölümsüzlük konusundaki inançlar, ölümün uyan­dırdığı büyük korku ve dehşetten, bu inançların iyi­leştirmeye yöneldikleri psikolojik sarsıntıdan kaynaklanmaktadır [168].

Ölümün anlamı ve kişilerde uyandırdığı tepkile­rin insan tabiatına bağlı ortak bir yönü olsa bile, genelde çok farklı ve karmaşık ifade şekilleri altında ortaya çıktığı da bir gerçektir. Ölüm korkusu ve ölümsüzlük arzusunun bütün insanlar için değiş­mez bir psikolojik gerçek olduğu kabul edilebilir. Ancak bunların yol açtığı davranış tarzlarının ortak tek bir şeklinin varlığını tesbit etmek kolay değildir. Çünkü, ölüm karşısındaki tepkiyi herkes hayata karşı kendi tavrına göre gösterir. Bu kişisel tavrın şekillenmesinde de dinî, tıbbî, ekonomik ve ideolo­jik değişik etkiler altında sosyal ve kültürel çevrenin ölümü ele aldığı kavramların, tenkitçi hükümler ve duygusal değerlendirmelerin büyük rolü bulunmak­tadır. Günümüzde ölüme karşı dört tür kültürel tutum geliştirildiği müşahede olunmaktadır: Ölümü inkâr etme, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme [169]. Bu tutumların dinî inanç ve davranış açısından anlamını veya dinî inancın bu tutumlarla olan ilişkisini net olarak ortaya koymak için çok yönlü araştırmalara ihtiyaç vardır. Hiçbir basit teori bu ilişkiyi açıklayabilecek durumda de­ğildir. Çünkü bu konudaki tecrübî araştırmalar çe­lişkili sonuçlar ortaya koymaktadır. Mesela, Feifel'in araştırmalarında [170] dinî bakış açısıyla ölüm gerçeği karşısında sükûnet, boyun eğme, kabullen­me veya sıkıntı ve endişe duyma tutumları arasında ilişkiler açığa çıkarılamamıştır. Hatta araştırmacı, dindar kişilerin ölmekten şahsen daha fazla ürkün­tü duyduklarını, hayatlarının son senelerine çevril­miş hükümlerinde, dindar olmayanlardan daha olumsuz olduklarını müşahede etti. Diğer bir araş­tırmada ise, daha kuvvetli dini inançlara sahip olup, daha çok dinî faaliyetlerde bulunan kimsele­rin, inanç ve amel yönünden daha zayıf kimselere kıyasla, daha az ölüm korkusu içinde oldukları ve ölümü dört gözle bekledikleri tesbit edilmiştir [171]. Konuyla ilgili olarak A.B.D.'deki araştırmaların so­nuçlarının ele alındığı bir yazıda, bunların çelişkili ve bazılarının da çok yönlü bir ilişkiyi ortaya koyduklarına dikkat çekilerek, şu değerlendirme yapıl­maktadır: Üniversite öğrencilerinde ölüm korkusu, dinî davranışlarla ilgili ne olumlu ne olumsuz hiçbir ilişkiyi açığa vurmamaktadır. Buna karşılık, ileri yaştaki insanlarda dinî bağlanma ile ölüm korkula­rında azalma olduğu görülmektedir. Hayatta dinî bir yöneliş, ölümle ilgili endişe ve kaygıları zarurî olarak azaltmıyor, fakat daha çok, ölüm konusunda daha olumlu bir tavrın gelişmesine yardımcı oluyor. Esas olarak, bazı araştırmacıların da belirttiği gibi, dinî bir yönelim sahibi kimseler genellikle ölümü sık sık hatırlayarak, daha kolayca sıkıntılı bir hale gelebiliyorlar. Buna göre inançlı kişi, özellikle şuur-dışı  olarak  ölüm  korkusuyla  daha  fazla  meşgul olma eğilimindedir. Son tahlilde dinî bağlanmanın, ölüm sıkıntısından bir ürküntü duyma tarzı arzettiği söylenebilir. Fakat burada, pek tabii, bir inanç sistemi ve meslek seçiminde ölüm kaygısının tek belirleyici, hatta önemli bir faktör olduğunu söyle­mek  sözkonusu  değildir.   Bununla birlikte,   ölüm korkusu gibi bir kaygı, bir hayat üslûbu seçmemiz' de belli bir rol oynayabilir [172]. Buna karşılık, bazı araştırmacılar dindar olmayan kimselerin ölümden daha fazla korktuklarını ortaya çıkarmıştır. Ölüm korkusu ile başetme konusunda da farklı eğilimler ve tutumlar tesbit edilmiştir. Dindar olmayan kişi­ler, ölümü hayatın tabii bir sonucu olarak görmekte ve tüm dikkatlerini bu dünyadaki hayata, dünyevî zevk ve uğraşlara yöneltmektedirler.Böylece, ölüm gerçeği karşısında bir savunma tepkisi ortaya koymaktadırlar. Bunun da başlıca iki şekli vardır: Bi­rincisi “maskeleme” diye   isimlendirilebilecek  bir davranış biçimidir ki, bu durumda kişi kendisini günlük işlere bütünüyle kaptırmakta ve ölüm hak­kında düşünme fırsatı kalmayacak şekilde kendini meşgul etmektedir. İkincisi ise “bastırma” davranı­şıdır; kişi ölüm kavramını şuurdan atarak etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Genel olarak dindar insanların ölümü şuurlarında çok canlı tutma eğili­mi içinde oldukları, ölüm gerçeği ile yüzyüze gel­mekten kaçınmadıkları bir gerçektir. Bununla bir­likte, ölüm ötesine duyulan inanç bir yerde teselli kaynağı olurken, aynı zamanda kaygı ve sıkıntı kay­nağı da olabilmektedir. [173]

 

b) Ölümsüzlük Arzusu ve Ölüm Ötesine İnanç
 

Ölüm karşısında duyulan korku ve sıkıntı kişiyi, zorunlu olarak ölüm ötesi bir hayatın varlığına, dinin açıklamalarına uygun bir “ahiret” inancına sevkeder mi? İlâhî dinlerin hepsinde ortak olan “ilâhî mahkeme”de hesap verme zorunluluğu, “cen­net” ve “cehennem” kavramlarının insan psikoloji­sinde uyandırdıkları etkinin tabiatı incelendiği zaman, bunun kişilere çok yönlü ve karmaşık nite­likte tepkiler uyandırdığı anlaşılmaktadır. Batı ülke­lerinin büyük çoğunluğunu içine alan sondaj çalışmaları [174], ölümden sonra bir hayatın varlığına inananların oranının, Allah'a inananların oranından çok daha aşağı seviyelerde olduğunu göstermekte­dir. Aynı şekilde, cehennemin varlığına inananların oranı, cennete inananlarınkinden daha aşağılarda­dır. Hz. İsa'nın yeniden dirilişine inananların ancak %17.6'sı, ölümden sonraki yeniden dirilişe inan­makta ve %'25 den daha fazlası da bundan şüphe etmektedir. Dinî görevlerini yerine getirenlerin üçte biri (%33.3), ölümden sonra yaşama konusunda ka­rarsız, yarıdan fazlası da yeniden diriliş konusunda kararsız bulunmaktadırlar. Bu durum her ülkede, her yaşta, her mezhepte, papazlar da dahil her meslekte müşahede edilen bir davranış özelliğidir [175]. Ta­rafımızdan yapılan araştırmalarda da, oranlar farklı olmakla birlikte aynı yönde eğilimlerin varlığını tes­bit ettik. Bu veriler, günümüzde inanç sahibi insan­ların önemli bir bölümünün ölüm ötesi konusunda ciddi inanma güçlüğü içerisinde bulunduğunu gös­termektedir. Bu durum psikolojik açıklama isteyen anlamlı bir veridir. Burada basitçe bir inanç yokluğu değil, fakat benimsenen dinin esaslarıyla çelişki halinde bir olumsuzluk sözkonusudur. Bu duru­mun açıklamasını şu şekilde yapmak mümkündür: Ölüm düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olan ölüm ötesi düşüncesi, insanda birtakım duygusal dirençler ve buna bağlı kararsızlık ve tedirginlikler uyandırabilmektedir. Her ne kadar insanda tabiî bir “ölümsüz­lük arzusu” varolmakla birlikte bu, dinin açıklama­larından oldukça farklı, içi boş bir çerçeve, bir inanç biçimidir.  Esasen bu arzu, insandaki benseverlik (narsizm)   eğiliminin bir ifadesidir.   Şüphe yok ki ölüm, bensever bir tabiata sahip olan insan için bir dert ya da tehdittir. Çünkü benseverlik, çocuğu ve yetişkin insanı şuurdışı olarak kendini ölümsüz ta­savvur etmeye sürükler. Buna karşılık, yeniden di­rilme  inancı  ve  düşüncesi,   ancak dinî yönelişin derin bir yeniden gözden geçirilmesi çabası ile yer­leşmesi mümkün olan ve bunca dirençlerin üstesin­den gelmek zorunda olduğu fevkalâde ciddi bir iç gayretin sonucudur. Daha iyi bir dünyada hayatını devam ettirme tarzındaki dinî umut, belki bu haya­tın adaletsizlikleri veya ölümün acımasızlığı karşı­sında kolayca egosantrik bir davranış hâlini alır. Buna karşılık, dinin ahiret inancı çerçevesinde yer alan “ilâhî mahkeme”de yargılanma  (cehennemde ceza çekme ihtimâli) bakışaçısı, belli bir suçluluk ve günahkârlık duygusu sıkıntısını besleyecek tabiat­tadır. Bundan dolayı, dindeki ahiret inancının ihtiva ettiği fikirlerle,  insan psikolojisinde kendiliğinden yer alan ölümsüzlük arzusu arasında büyük mesa­feler vardır. Ölüm korkusu yoğun bir ölümsüzlük arzusunu canlandırsa bile, bu doğrudan doğruya dinin ahiret inancının benimsenmesini gerektirecek bir sonuç doğurmaz. Diğer ızdıraplar karşısında ol­duğu gibi, ölümün yol açtığı sıkıntı ve bunalım da, ya Allah'ı inkâr ya da imanın arınmasıyla çözülür. [176]