- Dini fırkalar

Adsense kodları


Dini fırkalar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 15 September 2010, 05:58 pm GMT +0200
DİNİ FIRKALAR

Cebriyye Veya Cehmiyye


121- Müslümanlar, hem sahebe, hem tabiin döneminde kader meselesine, bu mesele­nin insanın yapmak veya yapmamakla yükümlü bulunduğu fiilleri ile bağlantısına, fiil­lerini kendisinin yaratması ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi kıyamet gününde yaptıkla­rından sorumlu tutulması açısından insanın Allah Teala´nın iradesi yanında kendi işle-dikleriyle ilgili ifadesinin ve Allah´ın kudreti yanında kendi kudretinin bulunup bulun­madığı konusuna fazla daldılar.

Cebriyye, böyle bir soruya karşılık vererek inasmm kendi fiillerini kendisinin yarat-madağı kendisine nisbet edilen fiileri yapmaya kudretinin bulunmadığını iddia etti. Bu mezhebin temel dayanağı, yapma işini kuldan tamamen alıp Rab Teala´ya nisbet etmek­tir. Allah Sübhanehu ve Teala, kulun fiillerini sadece kendi dilemesine uygun olarak ya­ratır. Nasıl ki "ağaç meyve verdi, su aktı, güneş doğdu, taş yuvarlandı, gökyüzü bulut­landı ve yağmur yağdırdı, yeryüzü nebat bitirdi" ve diğerleri mecazi anlamda söyleni­yorsa, fiiller de kullara bu anlamda nisbet edilir, yine sevap-azap cebri olduğu gibi, mükellef kılınma hususu da cebridir. [1]

Tarihçiler, böyle bir yanlış düşünceyi ortaya atan ilk kimsenin açıklığa kavuşturul-konusuna geniş yer verdiler. Bilinen gerçek şudur ki, bu görüş Sahebe döneminin la Emevi döneminin başında yaygınlık kazanmıştır. Murtaza´nm ei-Munye ve´l , g^lj kitabında rivvayet etmiş olduğu haberde, Abdullah b. Abbas Şam tarafların­daki bir topluluğa bir mektup yazmış ve bu mektupta kendilerini Cebriyyeci düşüncele­rinden dolayı kötülemiştir. Mektubun sonu şöyle gelmektedir: "Ancak sizin içinizden Allah´a iftira edenler çıkar, işlediği suçu Allah´a yükler ve günahlarım açıkça bile bile O´na nisbet eder."

Hasen el-Basri´nin Basra taraflarından bir topluğuğa yönelttiği mektubu bulunduğu söylenir. Aynı şekilde onların Cebriyyeci düşüncelerini kötü karşılamıştır. Bu mektupta şöyle gelmektedir: "Her kim Allah´a, kaza ve kaderine iman etmezse kâfir olur. Ve her kim günahını Rabbine yüklerse küfre gider..."

122- Böylece anlaşılıyor ki, Cebri düşünce hem Şam´da, hem da Irak´ta yaygınlık ka­zanmışsa da, bu fikre ait davetin taraftarlarını sürükleyen açık bir davetçİ bulunmamak­tadır. Böyle bir düşünceye ait davat sancağını, Hicri 2. yüzyılda taşıyan ilk kişinin Ca´d b. Dirhem olduğu söylenmektedir. Ondan da bu mezhebi Cehm b. Safvan ilim olarak al­mıştır. Ca´d b. Dirhem´in bu görüşü daha önce işaret ettiğimiz gibi kendisinin Ebu Ha-şim b. Muhammed b. el- Hanefiyye adına davetçi olduğunu iddia eden Beyan b. Sem´an´dan ladığı ileri sürülür. Böylece anlaşılıyor ki, amacından saptırılmış kötü dü­şünceler tek bir kaynakta toplanıyor ve tek bir amaçtan neş´et ediyordu O da, hakkında şüpheler uyandırmak suretiyle İslam´ın inanç sistemlerini yıkmaktır.

Böyle bir daveti ilk defa yüklenen kişiden söz açmışken; kesinlikle kabul edilen hu­sus şudur ki, Cehm b. Safvan bu mezhebe davetin bayrağını açmış ve Bmevi döneminin çıkardığı güçlükler nedeniyle Nasr b. Seyyar tarafından öldürülünceye değin Horasan´da kendi mezhebine çağıragelmiştir. Taraftarları, H. 4. yüzyıl başlarına doğru Nihavendde varlıklarını sürdürdüler. Hihafet Ebu Mansur Maturidi onlara galip geldi. Ve sonlarını getirdi.

Cehm, insanın fiillerinde mecbur olduğu, hiçbir seçeneğinin bulunmadığı ve rüzga­rın geçiş yönüne giden bir tüy gibi bulunduğu kanısına davet etmekle birlikte, aşağıda birkaçını sıralayacağımız başka görüşlere de sahiptir.

a) Bunlardan birisi, cennet ve cehennemin fani oldukları, ebedi kalacak hiçbir şeyin u unnıadığı Kur´an-ı Kerim´de uzun süre eğleşmek anlamına geldiği iddiasıdır.

b) Yine bu görüşlerden birisi, ona göre imanın marifet anlamında küfrün de Allah a a yi bilmemek anlamında olması, böylece bilinçsiz ve tasdiksiz bir biçimde îslami Çekleri yalnızca bilmenin iman bilmemenin de küfür sayılmasıdır.

c) Bu görülerin diğer birisi de, isimleri sonradan yaratılmış varlıklara da verilebilen ilim, hayal, kelam, semi, basar ve diğerleri gibi sıfatlarla Allah´a sıfat verilmeyeceğidir. Çünkü bu sıfatlar Allah Teala´nin zatına yaratılanlara benzeme şeklinde nitelendirilir. Oysa ki bu sıfatlar, hadis varlıklara verilen isimlerden kat kat yücedir.

d) Kıyamet günü Allah Teala´nın görülmesini nehyyetmiş ve Kur´an´ın mahluk oldu­ğunu söylemiştir.

Fakat Cehm´in kendisiyle meşhur olduğu bu düşünce, Cebriyye adını almıştır. Onun her söylediğine alimler, özellikle de mezhebiyle çelişen diğer mezheplerin alimleri karşı çıktılar. Bu mezheplerden bazıları şunlardır: [2]


b) Kaderiyye


123- Bunların mezhebi, Cebriyye mezhebinin karşıtıdır. Zira, insanın kendi fiilini halkettiğini ve kesbettiğini ileri sürerler. Abdulkadir el-Bağdadi, bu düşünceyi açıklığa kavuştururken ve bu konuda Mu´tezile ile Cebriyyc´nin birlikteliklerini beyan ederken şöyle diyor: "Bunlar arasında Allah´ın, insanların kesbettiklerini halkatmediği ve hay­vanların amellerinin hiçbirini de yaratmadığı görüşünde olanlar bulunmaktadır. İnsanla­rın kesb eylemelerin kadir varlıklar olduklarını, Allah Azze ve Celle´nin ne insanların ne de gider canlıların kesbleri veya fiilleri konusunda hiçbir takdir ve müdahelesinin bu­lunmadığım ileri sürerler." Bundan dolayı kendilerine "Kaderiyye" adını verilmiştir.[3]

Bu fikir akımını geliştirenler bununla kalmadılar. Aksine ezeli ilim ve ezeli takdir fikrine karşı koydular ve bunun yeni bir dşünce tarzı olduğunu söylediler. İşte bu yenilik Mu´tezile ile aralarını ayırdeden husustur. Nitekim bazı tarihçiler kader düşüncesinden yana olmadıkları halde bunların Kaderiyye ismiyle anılmalarını tuhaf karşıladılar. Lakin muhalifleri olan fırkalar, ağızlarından hiç düşürmedikleri aşağıdaki kaynak habere uy­mak için bu adı onlara yakıştırın ıslardır. Bu da, Nebi (s.a.v)´den rivayet edilen aşağıdaki hadistir: "Kader üzerinde duranlar, bu ümmetin mecusileridirler." Cumhur ulema, bu isimlendirmeyi uygun bulmuşlardır. Geliştirilen bu fikir akımının Basra´da ortaya çıkışı, görüşlerin kısır döngü içine girdiği ve fikirlerin birbirlerini boğazladığı bir ortamda meydana gelmişti. Nitekim Şerh el-Uyun adlı kitapta şöyle geçmektedir: "Kader konu­sunda tartışmayı açan ilk kişinin önce hıristiyan iken müslüman olan ve daha sonra tek­rar hiristiyanlığa dönen Iraklı bir adam olduğu söylenir. Ma´bed el-Cüheri ile Gaylan ed-Dımeşki bu düşünceyi ondan almışlardır."

Bu iki adam, böyle bir düşünceye davette bulunmak ve müdafaasını yapmak için ku­cak açtılar. Böylece Ma´bed el-Cüheri davetini Basra´da yapıyordu. Onu Haccac, Abdur-rahman b. el-Eş´as´a yardımcı olmak amacıyla kıyam edenlerle birlikte öldürdü. Öte yandan Gaylan ed-Dımeşki de mezhebine Şam yörelerinde davette bulunuyordu. Daveti sürekli oldu ve gittikçe güç kazandı. Ömer b. Abdüîaziz halife olunca ona, harfiyyen hakk uymaya davet eden bir mektup gönderdi ve o mektupta şöyle söyledi:

"Ya Ömer. görüyorsun, ama yönelmiyorsun; bakıyorsun fakat bir türlü yönelmiyor yorsun. Ev Ömer, bilesin ki, sen, eski elbiseler ve silinmiş desenler içerisindeki T lam´ı algıladın. Ve ey ölüler arasındaki ölü, tutunacak bir varlık görmüyorsun ki, ona tabi olasın; bir ses duymuyorsun ki ondan yararlanasm. Dillere baskı uygulanmakta. Bid´atlar ortaya çıkmakta. Alim öyle korkutulmuş ki, ağız açamıyor. Cahile bir şey ve-rilr rmiş ki. soru sorsun. Bir bakıyorsun ümmet imamla necat bulmuş, bir da bakıyor­sun imamla helak olmuş. Düşün, sen bir iki imamın hangisisin?

Zira Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onların içinden, buyurucumuzla doğru yola ile­ten rehberler tayin etmiştik." (Secde 24) İşte bu. kurtarıcı imamdır. O ve beraberindeki­ler ortak değrler taşırlar. Diğerine gelince; onun hakkında Allah Teala: "Onları, ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir." (Kasas 41) bu­yuruyor. Hiçbir davetçiyi "buyurun cehenneme" derken göremezsin. Zira bu durumda kimse peşindengitmez.

Ancak cehenneme çağıranlar. Allah´a karşı günah işlemeye çağıran kişilerdir. Ey Ömer, sen hiç yaptıklarını kınayan veya kınadıklarını yapan, da verdiği yargıdan dolayı işkence duyan, veyahut da azap duyduğu şeye göre hüküm veren hikmet sahibi kimse gördün mü? Yine insanları zulme ve zulümle muamele etmeye sürükleyen adelet gör­dün mü? Ve yine insanları yalana ve yalanla muamele etmeye sürükleyen doğru insan gördün mi? Artık anlayana sivri sinek saz. anlamayana davul zurna az."

Ömer b. Abdüîaziz onu çağırdı ve kendisene çıkıştı. Öyle anlaşılıyor ki, Gaylan bir daha bu tarzda konuşma yapmyacağma dair Ömer b. Abdülaziz´e söz vermiştir. Çünkü bu tarz konuşmalar, alevlendirilmesinde hiçbir yarar bulunmayan şüpheleri ayağa kal­dırmaktır.

Yine anlaşıldığına göre Ömer b. Abdüîaziz (r.a)´m Ölümünden sonra oluşturduğu inançtan söz etmeye ve o inanca çağrıda bulunmaya yeniden yönelmiştir. Bu durum, Hi-Şam b. Abdülmelik´in intikam alma duygularım kabarttı. Belki de Hişam bu davranışta Emevilere karşı kindarlık ve aleyhlerinde bir kışkırtma görmüş olacak ki. ortaya koydu­ğu manç sistemi veya bu inanca davetinden dolayı değil, sırf kışkırtıcılığı yüzünden onu

o dürdü. el-Munye ve´l-Emel adlı kitapta şöyle geçmektedir: "Ömer, Gaylan´ı çağırarak ona:

- içinde bulunduğum durumunu yorumlamanı istiyorum. Gaylan: devlete ait malların mübayasını ve mazlumlara hakkını geri verme işini bana ver. evince Ömer de bu görevi ona verdi. Gaylan bu malların mübayasını yaparken Şöyle diyordu:

osun, hıyanet ehlinin mallarına. Koşun, zulmedenlerin mallarına... koşun. Rasu-

lullah (s.a.v)?in ümmetine sıretıni ve sünnetini silemeden halifelik yapanlara.. Bu olay,

Hişam b. Abdülmelik´i kızdırdı ve dedi ki: "Eğer halife olursam vallahi onun ellerini ve ayaklarını keseceğim. Halife olunce da and içtiği şeyi yerine getirdi."

Eğer bu heber doğruysa, Gaylan´ın öldürülmesinin nedeni sadece kendi inanç siste­minin propagandasını yapması değil, Emevi oğullarına karşı intikam duygulan taşıması­dır.

Bu mezhep, Gaylan´ın ölümüyle son bulmadı. Basralılar arasında varlığını sürdürdü. Basrahların bir taifesi nezdinde hayrı aydınlığa, şerri de karanlığa hemleden düalist me-zehebe benzer duruma dönüştü, işte onlar hayır işini Allah´a şer işini de, Allah´ın irade­sine hiçbir pay ayırmayarak aksine O´nun iradesi konusunda inatlaşmaya girerek kendi­lerine nisbette bulundular. Allah, onların söylediklerinden büsbütün uzak ve yücedir.

124- Şüphe yok ki Gaylan harekatı ve kazandığı anlam, Zeyd (r.a) tarafından dikkat­le izleniyordu. Zeyd (r.a) Emevi Devleti yönetimini bir zındıka ve neden olduğu saptır­malara karşı aktif bir politika izlemediğini, ancak uzaktan veya yakından yönetim politi­kasına dokunduğu zaman harekete geçtiğini görüyordu.

Böyle bir durumun Zeyd´de derin izler bıraktığı bir gerçekti. Nitekim Gaylan ed- Di-meşki ehli Beyt´e yardımcı olanlardan sayılmakta ve Murtaza, el-Munye ve´1-Emel adlı eserinde onu bu durum Al-i Beyt´e yardımcı olan Mu´tezile tabakatı arasında saymakta­dır. Belki de bu durum Hişam´ın kendilerine harhangi bir kimsenin dil uzatması veya onlar kılıç kaldırması karşısında sıkı Önlemler aldığı Emeviler hakkında sürüp giden sa­taşmalara ek bir neden teşkil ediyordu. [4]


c) Mu´tezile


125- Şimdi de görüşlerinin Kaderiyye´ye yakınlığı dolayısıyla Mutezile üzerinde durmamız gerekmektedir. Nitekim zikrettiğimiz gibi Gaylan bunların tabakatı arasında sayılmaktadır. Mu´tezilenin düşünce yapısı her ne kadar Vasıl b. Ata´dan Önce doğmuş olsa bile başlıbaşına bir inanç sistemi olarak bizzat Vasıl b. Ata döneminde billurlaşmış-tır. Vasil´m İmam Zeyd´le buluşması, İslam fırkaları tarihçileinden Şehristani ve diğerle­rinin bakış açısına göre kesinlik kazanmış bir realitedir. Aralarındaki fikri buluşma, tes-bit edilmiş bir durumdur. Dolayısıyle daha sonraki dönemlerde değil de, Vasıl döne­mindeki Mutezile görüşlerini tanıtmak zorundayız.

Vasıl b. Ata ile İmam zeyd aynı çağda yaşadıkları için sık sık bir araya gelmişlerdir. İkisi de hicreti nebevinin 80. senesi dolaylarında dünyaya gelmişlerdir. Şehadet mer-teesi, diğer Ehli-Beyt fertlerinde olduğu gibi İmam Zeydi´i de erken yakladı. Vasıl´m hayatı ise İmam zeyd´den sonra on yıl kadar daha yazdı. Vasıl 132. senesi dolaylarında vefat etti.

Şüphesiz genel hatlarıyla Vasıl´m görüşleri, kendi çağındaki Harici, Cehmiyye ve

Şia´nın sapık kollarının görüşleri gibi saptırılmış düşüncelerle kıyaslandığında, son dere­ce mutedildi. Şehristani ona ait dört görüşü şöyle sıralamaktadır:

a) Vasıl, Allah Teala´nın kudret, irade, ilim ve hayat gibi sıfatlarını, Allah´ın zatının dışındaki gerçek varlıklar olmaları açısından kabul etmiyordu. O şöyle diyordu: Allah kadirdir; fakat zatının üzerine eklenen bir kudret olmadan. Allah alimdir; fakat zatının üzerine eklenen bir sıfat olmadan.

Gerçekten Vasıl bu konudaki görüşleriyle Beyan b. Sem´an, Muğire b. Said ve ben­zerlerinin görüşlerinin aynısını söyleyen Mücessime´ye kargı reddiyye oluşturduğu gibi, aynı zamanda teslis inancının Allah´a ait sıfatlar olduğunu, bunların zatı dışında kaldık­larım söyleyen Hıristiyanlara da karşı cevap teşkil ediyordu. Bu görüş, Şark Nastürileri-ne göre revaçta idi. İşte Vasıl sözleriyle bu gay-i İslami.görüşlere karşı cevap oluştur­mayı ve onlann Allah´ın sıfatları konusundaki görüşlerine benzemekten uzaklaşmayı he­defliyordu.

Vasıl sıfatları reddedişiyle Kur´an´da geçen, Allah Teala´nın kendi nefsini kadir, alim gibi sıfatlarla nitelemesini inkar etmiyor ve şöyle diyor: Onlar tasavvur olarak Allah´ın zatından kopmamiş sıfatlandır veya Allah Teala´nın esma-i husna´sıdırlar. O sıfatlar ona göre kadir, alim, sem´i, basir, mürid, gafur, rahim... olarak adlandırılır.

b) Vasıl, büyük günah işleyenin fasik olduğunu, fasıkin mü´min sayılamayacağı gibi kafir de sayılamayacağını, bu kimsenin el-menziletu beyne´l-menzileteyn içinde bir kişi olarak Allah Sübhanehu ve Teala´nın kendisine verdiği ismin dışına çıkamayacağını söylemiştir. Kuşkusuz Vasıl bu görüşünü, itikadın, büyük günah işlemekle bağlantılı ol­duğu konusunda birçok görüşün serdedildiği bir ortamda ifade etmiştir. Hasan el- Basri hazretleri büyük günah işleyenden münafık olarak söz etmekte, daha önce belirttiğimiz gibi haricilerin bir kısmı yalnız bu kişiyi kafir sayarlarken, az bir bölümü de tevbe etti­ğini alenen ortaya koymadığı sürece hem kendisini, hem de sülalesini kafir addediyor­lardı.

Mürcie ise böyle bir kimsenin mü´min olduğunu, iman varken günah işlemenin za­rar vermeyeceğini belirtmiş, hatta bir kısmı daha da ileri giderek isterse kişi dili ile küf­rünü alenen söylesin, isterse putlara tapsın isterse İslam diyarında teslis inancını açıkça ifade etsin, imanın kalp ile lastikten ibaret bulunduğunu, eğer bu hal üzere ölürse Allah atında tam bir iman ehli üzere bulunacağını ve onun cennet ehlinden olduğunu görüş olarak ortaya koymuşlardır.

c) Vasıl, mükellef olan kişinin, Allah Teala´nın kendisine tevdi ettiği bir iradeyle endi fiilinin halikı olduğu görüşündedir. Onun bu konuda izlediği yol, her ikisi de apa

sapıklık olan iki metod arasındaki vasat bir yoldur. Materyalistlerin bir bölümü yara-1 mışlan tabiata nisbet ediyorlar. Yahut da eşyanın, Allah Teala´nın mutlak iradesinin ir müdahalesi olmadan sebep-sonuç bağlantısı içerisinde meydana geldiğini söyler-an Teala´nın her dilediğini hemen yapacağını, yer ve göğün yoktan var ettiğini inkar ederler.

Öte yandan, kendilerinden daha önce bahsettiğimiz Cehmiyye, kulların fiillerinin Allah´ın fiillerinin aynısı olduğunu söylüyorlar. Bu fiiller kulun elinden tıpkı rüzgarın esmesi, aynen ekinin yerden bitmesi ve* tıpkı yerkürenin hareket etmesi gibi cereyan eder. Vasıl ise böyle bir görüşün Adli İlahiyi inkar, kötülük yapanın azaba uğratılması, itaat edenin sevaba uğratıfmasindan ibaret olan ceza yasasını yıkmak anlamına geldiği görüşündedir. Gene bu görüşün içerisinde mükellef sayma esasının yokedildiğini söyler. Bu düşüncenin arkasından, dinin şeriatının yıkılacağı sinyalini verdi. Çünkü bu durumda ne insanın yükümlü tutulmasının anlamı kalıyor, ne de bu konudaki irade ve kudreti bir mana ifade ediyor.

d) Vasıl, emri bi´I-ma´ruf ve nehy-i ani´l-münker´in gerekliliğini, bu görüşün İslam´ı savunmanın gerektirdiği pozisyona göre çeşitli şekiller aldığını söyler. Buna göre fıkıh alimleri sünnete açıklık getirmek ve bid´atlerie savaşmak suretiyle; kumandanları hakka davet etmek, zalimi doğru çizgiye getirmek ve haktan ayrılmamakla; kelam alimleri de zındıklara savaş açmak, İslam´ı kendisine hücum eden ve gerçeklerini küçümseyenlere karşı savunmak suretiyle tavır alacaklardır. Vasıl bu metoda göre hareket ediyor, kendisine de zındıklarla karşı savaş ve onların görüşlerini çürütme görevini yükfüyordu. Onun bu konuda kabul görmüş bir uzmanlığı vardı. Oldukça hazır cevap idi. Tartışma anında muhatabına anında verdiği cevaplarla sustururdu. Bu konuda kendisine çok geniş bir nasip bahşedilmişti. Bununla birlikte Vasil´in İslam´ı müdafaa konusunda kabul görmüş bir uzmanlığı da vardı. Bunun sonucu olarak Maniheistlere[5] karşı, Mccusilere ve bütün zındıklara karşı yerinde cevaplar veriyordu. Şüphesiz onun hazırcevaplılığı kendisine bahşedilen hakkı savunma ve batılın batıl olduğuna açıklık kazandırma ile ilgili nasiplerin en büyüğü idi.

Nitekim Akdu´l-Ferid sahibi, susturucu hazır cevaplar ve bu cevapların sahipleri konusunda şöyle demiştir:

"Şüphesiz cevaplar terkip açısından bütün konuşmaların en zoru, maksadı ifade açısından en eşsizi, fonksiyonu açısından en kapalısı, gösterdiği hedef açısından en dar olanıdır, Çünkü o konuşmanın sahibi, fikrin anında yerleştirilmesi konusunda, zekanın kullanılmasında atak davranır. Konuşmacı, konuşma esnasında fikrini kavratırken karşısındaki konuşmacının düşüncesi içerisinde bıkkınlık veren şeyleri ortadan kaldırmak ister. O kişi, tıpkı uçurumların kendisini kıskıvrak ettiği, tüm çıkış yollarım tıkadığı, dişlerin kendisine bilendiği, okların hedef aldığı kimse gibidir. Kendisine neyin isabet edeceğini bilemez ki, ona göre pozisyon alsın. Karşısına aniden çıkacak hasmının kim olduğunu bilemez ki, aynısıyJa karşılık versin. Özellikle de karşısında konuşan kişi özlü kelimeler kullanıyorsa. Ayrıca hayal gücünü kullanıp net bir hale getiriyor, hafızasındaki toparlayıp görüşünü ortaya koyduktan sonra konuşmanın dizginlerini elinde blivor ve düşünceyi tam kıvamına gelinceye kadar kendi haline bırakıyorsa... Bu İd­iler vaktinden sonra akla gelen cevabı yadırgadıkları gibi, planlanmamış düşünceyi de h karşılamazlar. Konuşmasının örgüsünü oluşturmasında, siibuta erdirmeyi istemesin-doymamış duygulan mutmain kılıncaya, düşmanlık besleyen de sükunet buluncaya kadar uğraşır ve böylece düşmanını tek bîr cümle ile yere çalar. Sonra ona denilir: Hata etmeden cevap ver. Gecikmeden acele davran.

Böylece onun darmadığınık şeyleri sıraya koyarak hiç duraksamadan cevap verdiği­ni görürsün. Bu şekilde karşısındakinin gizli kalan yönleri çözüme kavuşur ve içindeki kördüğümleri bertaraf olur."

126- İşte böyle Vasıl, Zeyd döneminde yaşayan Mutezilenin başı ve onunla sık sık bir araya gelen kimsedir. Belki de o Vasıl, zındıklara karşı müdafaa içerisinde olması ile kendi çağında bir emr-i bi´I-ma´ruf ve nehy-i ani-I münker politikasını yürürlükte tutma­sı nedeniyle kendisine örnek edinmediği İmam Zeyd´e, saygı duyan bir kişidir. Araların­da öyle sohbetler geçiyordu ki, Zeyd´in bu görüşleri takdir etmesine ve kendisine mez­hep kabul etmesine zemin hazırlıyordu, Fakat İmam Zeyd, Vasıl´ın kendisine kalkan yaptığı takiyye ilkesini gönlüne sindirmiyordu. Çünkü o, emr-i bil ma´ruf nehy-i ani´l münker görevinin, aksiyoner olmayı, sünnete davette bulunmayı ve bid´atları yok etmeyi gerektirdiğine inanıyordu. Biz, Zeyd´in bu düşünceyi Vasil´dan aldığını söyleyemeyiz. Ancak fikri oluşumlarının birbiriyle uyum içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Zeyd´in bu görevi anlayış biçimi daha ağır ve daha yüklü ise de... Toplumu yön­lendiren büyük şahsiyetlerin algılayışı ölçüsünde yükümlülük anlam taşır.

İşte bunun için Vasıl´ın Cemel vak´asında iki fırkadan birisinin (Ali´nin veya Tal-ha´mn fırkasının) fasıklığı, fasık olanı tayin etmeyişi ve bu vakaya hiç Önem vermeyişi gibi diğer düşüncelerini görmemezlikten gelmiştir. Çünkü o, bir alimin şanına layık ola­rak birçok görüşünü bir kenara bırakmış, Vasıl´ın çoğu görüşlerini olumlu bulmuştur.

Mutezile üzerinde bu kadar durmakla yetiniyoruz. Bu konudaki geniş bilgiye "Mez­hepler Tarihi" adlı kitabımızda yer verdik. Mezhebin Vasü´dan sonraki dönemlerini öğ­renmek isteyen kimse oraya müraccat etsin. Biz burada sadece İmam Zeyd dönemini il­gilendiren konulan kaleme alıyoruz. [6]


Mürcie


127- Bu fırka siyasi olarak başlamıştır. Zira bu fırka İmam Ali ile muhalifleri ara­sındaki savaşın ortaya koyduğu problemlerdeki ayrılıklar esnasında gelişti. İşte bunlar

u problemlerdeki hükmü askıya almışlar ve tıpkı Hz. Osman (r.a) döneminin sonlarına °gnı gelişen farklı anlayışlar esnasında olduğu gibi susmayı tercih etmişlerdi. Bu konuda son sözü kıyamet gününde Allah´a bırakmışlardır. Dolayısıyle bunlara Mürcie adı verilmiştir. Suskunlukları konusunda Ebubekr´in Nebi (s.a.v)den naklettiği şu hadise tu­tunmuşlardır. "Fitneler ortaya çıkacak. O dönemde oturan yürüyenden, yürüyen koşan­dan daha hayırlıdır. Dikkat edin; bu fitneler indiği veya meydana geldiği zaman kimin bir devesi varsa devesine sahip çıksın. Kimin bir koyunu varsa koyununa sahip çıksın. Kimin de toprağı varsa toprağına sahip çıksın." Dediler ki, ya Rasulullah, eğer devesi, koyunu, ve toprağı yoksa. Rasulullah (s.a.v):

- "Kılıcına yönelsin ve keskin tarafını taşla köreltsin. Sonra kurtulmaya gücü yeterse kurtulsun!"

İbn Asakir, bu noktada bu fırkanın sahabe arasındaki kökeni konusunda şöyle söyle­miştir:

"Onlar herşeyi şüphe ile karşılayanlardır. Savaşlarda bulunurlardı. İnsanları iyi ta­nırken, değer yargıları aynı ve aralarında hiçbir ihtilaf bulunmazken Hz. Osman´ın katle­dilişinden sonra Medine´ye geldiklerinde şöyle dediler: Biz sizi bırakıp gittiğimizde de­ğer yargılarınız aynıydı ve aranızda hiçbir ihtilaf yoktu. Ama şu anda siz biribirinize düşmüşken aranıza geldik. Bir kısmınız, Osman mazlum olarak katledildi; o ve ashabı adalet timsali idiler, derken diğer bir kısmınız da: Ali ve ashabı hakkın timsali idiler; hepsi de güvene layıktır, diyor. Oysa bize göre hepsi de doğru söylüyor. Kendimizi bu iki gurubun hiçbirinden soyutlayanlayız. O gurupların hiç birini lanetleyemeyiz ve aleyhlerinde şahitlik yapamayız. Her ikisi arasında da hüküm veren hakim yalnız Allah oluncaya kadar haklarındaki son sözü Allah´a bırakırız."

Bu fırka, İmam Ali (k.v)´ye tarafgir olma konusunda aşırı davranan Şiilik ortaya çık­tıktan, öte yandan Hariciler gelip hem bu yüce imamı, hem mü´minlerin büyük kısmım tekfir ettikten bu iki fırkanın peşinden Emevilerin gelip muharebe ve katletme hareket­lerine girişmelerinden sonra da aynı metod üzere varlığını sürdürmüştür. Mürcie, bunlar hakkındaki hükmü de aynı şekilde askıya almışlar ve son sözü Allah Teala´ya havale et­mişlerdir.

128- Bundan sonra Emevi döneminde, Mürcie adı verilen yeni bir akım türedi. Bun­lar, ötekiler gibi çekimser ve ihtiyatlı değillerdi. Aksine konuyu büyük günah işleyenin durumu hakkında fikir yürütmeye uyarladılar. Siyaset konusunda irca yöntemini uygula­yanlar gibi bu meselede de aynı irca metodunu benimsediler; büyük günah işleyen hak-kındaki hükmü kıyamet gününde Allah´a şu şekilde irca ettiler: Eğer affederse kendi rahmeti sebebiyle, eğer azabederse kulun kendi kazanması ve işlemesi sebebiyledir. Al­lah, hüküm ve adaletin tek sahibidir.

Bunlardan sonra da böylesine çekimserlik çerçevesini büyük günah işleyen kimse konusunda aşan bir gurup geldi. Bunlar hükmü askıya almadılar; aksine hükme vardılar ve dediler ki: îman ikrar, tasdik ve itikattan ibarettir. İmanın bulunduğu yerde günah iş1emek zarar vermez. İman amelden ayrı bir cüzdür. Nitekim Allah Teala şöyle buyırru-or "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ancak bunun dısındakileri dilediği kişiler için affeder." (Nisa 48)

Bilakis içlerinden bir gurup, daha da aşın gidip bağnazlık yaparak iddia ettiler ki: İman, kalp ile inanmaktır; kişi küfrünü diliyle alenen söylese, putlara tapsa, İslam ülke­sinde hıristiyan ve yahudiye kendisini uydursa, teslis akidesini açıkça söylese ve bu hal üzere ölse de Allah katında kamil bir iman sahibidir. O, Allah Azze ve Celle´nin dostu­dur, cennet ehlindendir."[7]

Bunun aksine onların bir kısmı de şöyle iddiada bulundu: Bir kimse: "Allah´ın do­muz eti yemeyi haram kıldığını biliyorum, ama haram kıldığı domuz şu koyun mudur, yoksa başkası mıdır, onu bilemiyorum" derse mü´mir, sayılır. Şayet: Allah´ın Kabe´yi ha-cetmeyi farz kıldığını biliyorum. Ancak Kabe´nin nerede olduğunu bilemiyorum. Belki de Hindistan´dadır." Derse bu durumda mü´min addedilir. Bu kimsenin kasdettiği husus, böylesi itikadi konularda şüphe içerisinde bulunduğu değil; ancak bu konuların imanın ötesinde hususlar olduğudur. Şüphesiz akıllı olan, Kabe´nin hangi tarafta bulunduğu hu­susunda şüphe etmek üzerinde aklını yormaz. Kuşkusuz domuzla koyun arasındaki fark da açıktır."[8]

İmani gerçeklerle İslami davranışları küçük düşürmek isteyen bu mezhebin içerisin­de, heva, heves ve şehvetlerini tatmin edip, bunu kendisine mezhep ilan eden her tür bozguncu bulunmaktadır.

Hatta bu bozguncular o kadar çoğaldı ki, bu mezhebi kendi günahkarlıkları için bir siper ve kötü alışkanlıklarını temize çıkarıcı olarak gördüler. Ebu´l-Ferec el-İsfahani´nin bu noktada anlattığı şu hikaye geçmektedir: Biri şii, diğeri mürcie iki kişinin tartıştığı ri­vayet edilir. Kendileriyle karşılaşacak ilk kişiyi hakem tayin ettiler. Ve İbahiyye´den bi­risi onlarla karşılaştı. Hemen ona:

- Hangisi daha hayırlı; şii mi, yoksa mürcie mi? O:

- Ne bileyim, benim üst tarafım şii ve alt tarafım mürciedir, dedi.

129- Bu ismin muhafazakar bir taifenin ismi olmaktan, İslami bağlardan sıyrılmış, sağ duyuyu benimsemekten uzaklaşmış bir taifenin ismi olmaya nasıl dönüştüğünü gör­müş olduk. Bu mezhebin ana fikri, küfrün dışındaki bütün günahları Allah Teala´mn yarhğayacağı, küfür bulunurken taatın fayda sağlamayacağı gibi, iman bulunurken de günah işlemenin zarar vermeyeceği şeklindedir. Bu fırka, düşüncede kendilerine yakın­lık duyanları dahi utandıracak kadar bir sürü günahı da beraberinde taşımıştır.

Nitekim İmam Zeyd bu görüşlere saplanıp kalan bir kısım kişileri görmüş ve hem kendilerinden, hem de söyledikleri sözlerden uzak bulunduğunu ilan etmiştir.

İşte bunun için Zeyd (r.a): "Allah Teala´nın yargılaması konusunda fasiklara sahte ümit veren Mürcie yanlılarından uzağım" demiştir.

Allah Teala´nın yarhğaması konusunda fasıklara sahte ümit verenler, bu ismi İmam Zeyd (r.a) döneminde taşıyan kimselerdir. Her ne kadar İmam Ebu Hanife ve ashabı gi­bilerini (Allah onlardan razı olsun) bazı yazarlar mürcielikle itham etseler bile İmam Zeyd´in bu uzak kalışının kapsamına girmezler. Çünkü onlar ve aynı düşünceyi taşıyan­lar, insanların Allah´tan en çok korkanları ,taata en yakın olanları ve günah işlemekten de en fazla nefret edenleriydiler.

130- Fakat Mutezile, büyük günah işleyenin ebediyyen cehennemde kalmayacağını uygun görmeyen herkese Mürcie adını verdikleri için Ebu Hanife ve ashabını da aynen Mürcie adıyla isimlendirmişlerdir. Çünkü bunlar, büyük günah işleyenin cehennemde ebediyyen kalmiyacağım, işlediği günah ölçüsünde azap göreceklerini ve daha sonra Al­lah´ın affına mazhar olacaklarını söylerler. Bu noktada Şehristani şöyle der:

"Ömrüm adına andolsun ki, Ebu Hanife ve arkadaşlarına Ehli Sünnet Mürciesi de­nilmiş ve birçok ekol sahibi kişiler onu Mürcie kategorisinden saymışlardır. Belki de bu isimlendirmenin nedeni şudur: Ebu Hanife, "İman kalp ile tasdik olup, ne artar ve ne de eksilir" görüşünü belirtince onlar Ebu Hanife´nin, ameli imandan sonraya bıraktığını zannetmişlerdir. Adam amel konusunda zorlanıyorsa ona ameli terketmesi fetvası nasıl verilebilir? Meselenin başka bir yönü de şudur: Ebu Hanife, ilk yüzyılda ortaya çıkan Mutezile ve Kaderiyye´ye muhalefet ediyordu. Mutezile de kader konusunda kendilerine muhalefet eden herkese Hariciler gibi Mürcie lakabını takıyorlardı. Bu lakabı yalnız Mutezile ve Harici fırkalarının yakıştırdığını belirtmek zorunludur."[9]

Bu noktadan hareket edilerek aralarında Said b. Cübeyr, Ebu Hanife´nin hocası Hammad b. Ebi Süleyman, Mukatil b. Süleyman, Hasan İbn Muhammed b. Ali b. Ebi Talib gibi şahsiyetlerin bulunduğu birçok tabiin ve diğerleri Mürcie´den sayılmışlardır. Halbuki bunların tamamı dinde otoriter imamlardır. Aralarında hadis alanında imam olanlar da vardır. Bunun nedeni, bu imamların büyük günah işleyenleri kafir saymama: lan, ebedi olarak cehennemde kalacaklarına hükmetmeyişleridir.

Bu alanda söylenenlerin en güzeli, Şehristanİ´nin Mürcie´yi iki bölüme ayırarak de­ğerlendirmesidir:

a) Ehi-i sünnet mürciesi: Bunlar, büyük günah işleyenlerin cehennemde ebediyyen kalmayacağına, işlediği günah oranında azap göreceğine, Allah´ın rahmetinin onu kap­samı içerisine aldığına ve Allah Teala´nın rahmetiyle onu kaplayacağına karar veren­lerdir. Aynı zamanda bunlar, büyük günah işleyenin durumunu Allah´a irca ederler. Fa­kat bu imamlar, kişinin işlediği suç oranında azap göreceği, şüphe yok ki iman varken

- ah işlemenin zarar vereceği, lakin bu masiyetin onu küfre sürüklemeyeceği kanaa-

tindedirler.

b) İkinci kısım, bid´at mürciesidir. Bunlar, iman varken günah işlemenin zarar ver-

eyeceğini söyledikleri gibi, amelin de daima af makamında bulunduğu yargısına va­ranlardır.

Şüphe yok ki, İmam Zeyd (r.a) kendisini Mürcie´den uzak saymasıyla, sadece bıd at

olan fırkayı kastetmiştir. Müttakilerin oluşturduğu öteki fırkaya gelince, zaten onlar İmam Zeyd döneminde bu anlamdaki Mürcieden sayılmıyordu ve onlar Allah´ın affı ko­nusunda fasıklara sahte bir ümit vermiyorlardı.

131- İmam Zeyd (r.a) döneminde itikat konusundaki ihtilaflar işte bunlardır. Bu fi­kirler, islam cematı arasındaki islam düşmanlarının çekişmeleri körüklemek için yaydık­ları fikirlerdir. Bu sürekli çekişmelerin ardından dini gerçekler üzerinde kuşkular oluşur ve kalplerdeki iman zayıflar. Zaten bu, onların arzuladıkları en son amaçtır. Öyleyse, hakka doğru götüren, kuşkuyu ortadan kaldıran ve konuştuğunda halkı etrafına topla­yan, peşinden gidilen bir imamın bulunması zorunluydu. İşte bu imam, İsfahani´nin "Mekaiil et-Taiibin" adlı kitabında belirttiği gibi, kelamcılarm, tarikatçıların ve zahidle-rin takdirlerini toplamış olan İmam Zeyd (r.a)´dır. Bu İmam, Ehl-i Beyt imamlarının İmam Hüseyin (r.a)ın katledilmesi ile sarsıntı geçirmelerinden sonra bir türlü kopmadık-lan uzletten sıyrılmıştır. (Allah ondan ve babasından razı olsun, Allah´ın Salat ve Selamı dedesinin üzerine olsun). Dolayısıyle, konuşmaları kendisine uyulan bir ışık olması için kısır döngü içerisinde olan görüşlerin oluşturduğu bu engin denizin ortasında kendi gö­rüşleri ile deliller sunabilmek için ileri atıldı. Böylece İmam Zeyd´in, siyaset etrafında görüşler demeti oluştuğu gibi, akaid konusunda da görüşler mecmuası meydana gelmiş, bu görüşleri uygulamaya çaba harcamış ve onların uğrunda şehit düşmüştür. [10]


İMAM ZEYD DÖNEMİNDE FIKIH


132- İmam Zeyd´in asrı, fıkıh alanındaki içtihat kapılarının açıldığı, meydana gelen veya gelmekte olan olayların hükümlerini istinbat eden İslam fıkhı alanında uzmanlaş­mış kişilerin bulunduğu bir dönemdi. O asır, fıkıh ölçütlerinin tutarlı içtihadı tutarsız olanından ayıran ölçeklerin tesbit edilmeye başlandığı bir dönemdir. Fıkıh, bu dönemde daha sonraki h. 2. asrın ikinci yarısında olduğu gibi, ansiklopedik tarzda tedvin edilme­yince içtihat ve fetvalar çok geniş boyutlar kazanmıştı. Ehli Beyt imamları Medine´de fıkhi araştırmalar yapmaya ve sahabe ile tabiinden rivayet ettikleri Peygambere ait kay­nak belgeler üzerinde çalışmalar yapmaya yöneldiler. Onlardan da diğerleri rivayet ediyordu. İmam Zeyd´in babası Ali Zeynel Abidin birçok tabiinden rivayet ediyor, on­dan da İmam Malik´in hakkında şöyle söylediği İbn Şihab ez-Zühri rivayette bulunuyordu: "O, devlet adamlarının bulandıramayacağı bir ilim denizidir." Nitekim Ali Zeynel Abidin, İbn-i Abbas, Cabİr, Safİyye, Ümmü Seleme ve yetiştiği diğer sahabelerden riva­yette bulunuyor [11] ve ondan da çocukları Bakır ile Zeyd (Allah hepsinden razı olsun"! rivayet ediyordu. Ehl-i Beyt´in dışında kendisinden rivayet edilenlerin en ünlüsü daha önce rivayette bulunduğumuz gibi İbn Şihab ez-Zühri´dir. Fakat hadis alimleri onun çok az rivayette bulunan birisi olduğunu belirtirler. İbn Şihab ez-Zühri: "Ali b. Hüseyin (r.a.) den daha fakih olanını görmedim" demiştir. İbn-i Şihab, kendisini ve ahlakını çok sevdiği için sohbet meclislerine çok bağlıydı. Halta şöyle demiştir: "Sohbet meclisinde en çok birlikte bulunduğum, Ali b. Hüseyin´dir."[12] Şüphesiz oğlu Muhammed Bakır (r.a)da aynen onun gibi sahabe ve tabiin´den riva­yet ediyor ve ondan da muhaddisler rivayette bulunuyorlardı. İbn Kesir, kendi tarih kita­bında onunla ilgili olarak şöyle diyor: "Kendisi birden fazla sahabeden rivayette bulun­muştur." Ondan da tabiin ve diğerlerinin ileri gelenlerinden oluşan bir cemaat rivayet ediyordu. Kendisinden rivayet edenler arasında oğlu Cafer Sadık, Hakem b. Uteybe, el-A´meş, Ebu îshak es-Sebii, el-Evzai, el-A´rac (A´rac ondan daha yaşlı idi) İbn Cüreyc, Ata, Amr b. Dinar ve ez-Zühri bulunmaktadır."[13]

İşte Zeyd´in evinde böyle bir hayat tarzı vardı. Daha önce işaret ettiğimiz gibi onun evi ilmin beşiği idi. Önce babasını, babasından sonra da kardeşini izlemişti. İçinde yaşa­mış olduğu Medine, İslam şeriatı hükümlerinin açıklandığı vahyin iniş merkeziydi.

Çocukluğunun bir bölümünü ve gençlik yıllarını orada geçirdi. Daha sonra da araş­tırmacı, etüt edici olarak İslam beldelerinde dolaşmaya başladı. [14]


Zeyd Döneminde Medine


133- Medine, Rasulullah (s.a.v.) zamanında İslam devletinin ana merkezi, daha son­raki dönemde de hilafetin ikametgahıydı. Orada sahabilerin akıl yürütmeleri, Kitap ve Sünnetten ahkam çıkarmaları, islam topraklarının genişlemesini sağlayan fetihlerden sonra islam toplumlarında ciddi sorunlar arzetmesi nedeniyle hükümlerin istinbatı nok­tasında etrafa yayıldı.

İmam Ömer (r.a) sahabenin ileri gelenlerinden istinbat konusunda yararlanmak için ve sağlıklı bir siyasetle ilgili diğer sebeplerden dolayı sahabe fakihlerinin çoğunu kendi­lerine danışmak, fetvalarından yararlanmak için yanında tutmuş, onlardan bir şura mec­lisi oluşturmuştu.

Ömer´ul-Faruk şehit edilip hilafet Osman (r.a)´m eline gedince, Ömer (r.a)´ın her biri bir nur ve irfan kaynağı oldukları için, fethedilen topraklara çıkma haklarını kısıtladığı bu sahabilere serbeslik tanıdı. Ali (k.v) döneminde de durum aynıydı. O , Medine´den bU S K fe´ye taşınmıştı. Böylece gerek Kufe´de bulunan sahabenin Hz. Ali ashabına  kavrattıkları fetvalar, gerekse Hz. Ali´den aynen rivayet yoluyla ge-6 Sf tva ve kaziyyeleri, gerekse de Hz. Ali´nin tarikinden gelen Peygamber hadisleri sa-esinde Küfe ekolünün bilimsel kökeni oluşmuş oldu.

Ancak Emevi saltanatı gelince aynı sahabiler ve onların tabileri saltanat sahiplerin-uzak kalmak, onlara yolun bulunmalannda her yaptıklarına razı oldukları anlamı çı­karılmaması için Medine´ye döndüler. Muaviye´nin etrafında Amr b. el-As gibi aşın ta­raftarları ve onun taraftarları ile sarmaş-dolaş olanlardan başkası kalmadı.

Sonra Yezid´in hilafeti, daha sonra da Mervan ailesinin hükümdarlığı gelip, fitneler şiddetlenip, ayaklanmalar çoğalınca, tabiinden olan birçok alim, Haremeyn civarında, Özellikle de Harem-i Nebevi civarında ilim ve sığmak bulabiliyorlardı. Orada Rasulul-lah ve çok değerli ashabının eserleri dimdik ayaktaydı. Bu alimler, dini etütlere, halkın dini problemlerine açıklık getirmeye, ciddiyet arzeden olayların hükümlerini istinbat et­meye sımsıkı tutunduîar.

134- Medine, İmam Zeyd´in önce çocukluk sonra gençliğinin zirvesindeki dönemine ulaştı. Hatta Ömer b. Abdülaziz, hicri ikinci yüzyılın başlarındaki halifeliği süresi içeri­sinde halkın dini konularda fıkıh ihtiyaçlarını gidermek isteyince Medine´nin dışında başvurabileceği bir alim bulamadı. Nitekim Ömer b. Abdülaziz (r.a) şöyle demiştir: "Kuşkusuz İslam´ın ceza yasaları, kanunları ve gelenekleri vardır. Her kim bunları uygu­larsa imanı olgunluğa erişmiş olur. Kim de onları uygulamazsa imanı olgunluğa eriş­mez. Eğer yaşarsam onları size öğretir ve sizi onun hükmü altına alınm. Eğer ölürsem, o zaman ben sizin dostluğunuza aşırı istekli değilim."[15]

Bu adil hükümdar, İslam´ın kabul edilmiş prensiplerini ümmete kavratmak ve Medi-nelilerin ilminden faydalanmak uğrunda iki yolu izledi. Bu yolların her ikisi de hicret yurdundan başlar:

Birincisi: Ömer b. Abdülaziz, halkı irşad etmeleri ve eğitmeleri, onlara İslam´ın ce­za yasaları ile diğer kanunlarını açıklamaları için Medine alimlerinin büyük şehirlere dağılmalarını emretti. Beldelere tebliğci ve mürşit olarak gönderdiği bu kişiler içinde birçok tabiin bulunuyordu[16] Böylece fıkıh yayıldı. Onların sayesinde irşad yaygın hale-geldi. Belki bu Medine´den gönderilen tabiin arasında sahabe ve tabiinin izlerinden çok uzaklarda kalan Mısır´a, Kuzey Afrika´ya kadar yayılanlar vardır.

kincisi: Onun, Rasulullah´ın Medine´de ün salan sünnetinin kaleme alınmasını em-retmesıdır. Nitekim kendi tarafından tayin edilen Medine kadısı Ebubekir b. Hazm´a bu sünnetin kaleme alınması emrini yazıyla bildirdi. İmam Malik´in Muvatîa´ adlı eserinde,

Muhammed b. Hasan´m Malik´den, o da Yahya b. Said´den naklen verdiği rivayette Ömer b. Abdülaziz´in, Ebubekir Muhammed b. Hazm´a şunu yazdığı geçmektedir; "Ra-sulullah (s.a.v)´in hadislerinden veya sünnet ve benzerlerinden ne varsa araştırmam ve yazmanı emrediyorum. Çünkü ben ilmin kaybolmasından ve alimlerin yok olup gitme­sinden korkmaktayım."

Kitabu´l´Medarik Menakıb İmam Malik adlı eserde şöyle geçmektedir: "Ömer b. Abdülaziz, Ebubekir b. Hazm´a Rasulullah´m örnek yaşantısını bir araya toplamasını ve kendisine göndermek üzere kitap haline getirmesini yazıyla emretti. Fakat İbn Hazm, il­gili kitabı hazırladığı halde henüz göndermeden Ömer b. Abdülaziz vefat etti."[17]

Özetlersek, Ömer b. Abdülaziz büyük şehirlere yazılar göndererek onlara Rasulul-lah´ın örnek hayatını ve fıkhı öğretiyor, ayrıca Medinelilere de yazılar yazarak araların­da geçen yaşantı tarzını soruyor, onlara göre amel ediyordu.

135- Bu noktadaki açıklamalarımızın anlamı, hicri birinci yüzyılın sonlarıyla ikinci yüzyılın başlarındaki Medine´nin içinde bulunan tabiin alimlerinin ve içinde yaşayagel-dikleri Nebi (s.a.v)´e ait örnek yaşantı biçiminin, sahabe fetvalarının, ayrıca raşid halife­lerin ortaya koyduğu yorumlamaların çokluğu sayesinde İslam şehirleri arasında en ta­lihli durumda bulunduğudur.

Nitekim fbnu´KKayyim, fıkhın ve dinin yayılmast konusunda şöyle diyor: "Din ve fıkıh, ümmet arasında fbn-i Mes´ud, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Ab­dullah b. Abbas ashabı aracılığıyla yayılma göstermiştir. Topyekün halkın ilmi şu gruba bölünmektedir:

a) Medinelilerin ilmi, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Ömer´in ashabından;

b) Mekkelilerin ilmi. Abdullah b. Abbas´m ashabından;

c) Iraklıların ilmi de Abdullah b. Mes´ud´un ashabından kaynaklanmaktadır."

İbnu Kayyım, İbn Cerir´in şöyle söylediğini naklediyor: "Denilir ki, İbn Ömer ve Medine´de kendisinden sonra yaşayan Rasulullah (s.a.v)´in ashabından bir cemaat, sade­ce Zeyd b. Sabit´in ekolüne ve ondan nakillerde bulunan, Rasulullah (s.a.v)´in hiçbir sö­zünün hafızı olmamış kişilerin görüşlerine göre fetva veriyorlardı."[18]

Burada aklımıza iki yorum geliyor: Bu yorumlardan birisi İbn Cerir´in yaptığı naklin kapsadığı İbn Ömer´in ilminin Zeyd b. Sabit´e dayandırılmakla kısıtlanmasına, diğeri de İbn-i Kayyim´in belirttiği, fıkıh ilminin dört sahabe fukahası ashabının denetimiyle kısıt­lanmasına dayanmaktadır. Bu dört fukaha da, Zeyd b. Sabit, îbn-i Abbas, îbn Ömer ve İbn Mes´ud´dur. .

Birinci yorum şudur: İbn Ömer (r.a) hayatının büyük bölümünü Medine´de Resulul-Iah (s,a.v)´le birlikte geçirmiştir. Şüphesiz tarih kitaplarından anlaşılan, İbn Ömer´in Büyük Bedir Gazvesi esnasında on dört yaşında bulunduğudur. Bu nedenle Rasuluüah (s.a.v) onu savaşa almamış, onbeş yaşına ulaşınca Uhud Gazvesi´ne katılmasına izin ver--ctir Rasulullah´m Medine´deki ikametinin çoğunluğunda İbn Ömer mümeyyiz bir astaydı. Onun Rasulullah´îa birlikteliği, Zeyd b. Sabit´ten daha geride değildi. Bunun ötesinde İbn-i Ömer babasından geniş kapsamlı engin bir ilim devralmıştır, Dolayısıyla babasının fetvaları ve yorumlamaları sayesinde İbn-i Ömer´in en bilgin şahsiyet olduğu­nu kabullenmek zorunludur. Bütün bunlardan sonra îbn-i Ömer´in ilminin tamamını, ve-büyük bölümünün Zeyd b. Sabit (r.a)´ın ilminden yudumlanmış olduğunu söylemek akla yatkın düşmez. Allah her ikisinden de razı olsun.

İkinci yorumlama da şudur: Dört fakihin ashabıyla ilgili yukarıdaki kısıtlama, ger­çekçi bir kısıtlama olamaz. Çünkü Rasulullah´m ashabı arasından bu fakihlerin dışında, kesin nassa ters düşmeyen yenilikçi fıkhın kapısını açan Ömer b. el-Hattab (r..a)´i bile sana aratmayacak birçok fakih vardır. Nitekim Şa"bi şöyle diyor: "Her kimin yorum ge­tirmede belgeye dayanma hoşuna gidiyorsa, Hz. Ömer´in yorum getirmesini örnek al­sın." Mücahid de şöyle söylüyor: "Halk herhangi bir şeyde ayrılığa düştüğünde, Ömer´in ne yaptığını araştırın ve onu örnek alın." İbn Müseyyeb de: "ResuluUah (s.a.v)´den sonra Ömer b. el-Hattab´dan daha bilgin birisini tanımıyorum demiştir.

Ayrıca Osman b. Affan (r.a)´ın fetva ve yorumlamaları olduğu gibi Hz. Aişe (r.an-ha)´nın da kadınlarla ilgili hükümlerin çoğunluğunu rivayet ettiği geniş bir ilmi vardır. Aynı zamanda kadınların özel halleriyle ilgili fetvaları da mevcuttur. Bu fetvaları kendi­sinden derslerini izleyen bir kısım erkekler naklettiği gibi aynı fetvaları kardeşinin oğlu Kasım b. Muhammed b. Ebubekir ile kızkardeşinin oğlu Urve b. ez-Zübeyr de nakilde bulunmuştur.

Gerçek şu ki, bu dört sahabenin ashabı onların fıkhım rivayet etmekle birlikte, bir­çok sahabenin fıkhını da gerek onlardan ve gerekse onların dışındakilerden rivayet et­mişlerdir. Şöyle ki, Abdullah b. Ömer babasının fıkıh anlayışını da rivayette bulunuyor­du. İbn Mes´ud´un ashabı ise hem onun fıkhını, hem de onunla birlikte Ali b. Ebi Taîib (k.v)´nin bir kısım fıkıh anlayışımda rivayet ediyorlardı.

136- Hz. Ali´ye ait fıkıh anlayışının, fetvaları ve yaptığı yorumlamaların, onun, bü­yük hadiselerin çokça cereyan ettiği, çeşit çeşit olayların meydana geldiği beş yıla varan halifeliği süresi ile uyum sağlayacak oranda Ehli Sünnet kitaplarına yansıtılmadığını hatırlatmak, bizim görevimizdir. Bunun ötesinde Hz. Ali raşid halife Ebubekir, Ömer ve sman´in uzun halifelik dönemlerinde kendisini fıkıh ve ilme adamıştır. Hayatının ta­amı fıkıh ve dini ilimlere ait olduğu gibi, insanların, Rasulullah (s.a.v) ile en fazla g antı kuranıydı. Nitekim daha çocuk yaştayken Rasulullah (s.a.v) ile arkadaşlık yap-a ki, Allah Teala Rasulullah´m (Allah´ın salat ve selamı üzerine olsun) ruhunu teslim, caya kadar. Bu duruma göre Rasulullah´tan doğrudan yaptığı ona ait rivayetlerin fetva ve yorumlamaların. Ehli Sünnet kitaplarında, bu kitaplarda geçenlerin kat kat fazla­sıyla zikredilmesi gerekirdi.

Kuşkusuz Emevi devlet anlayışının Hz. Ali (r.a)´dan naklen gelen rivayetlerden bir­çoğunun gizli kalmasında etkisinin bulunduğunu kabullenmek kaçınılmazdır. Çünkü bir taraftan minberlerde onu lanetlesinler de, Öte yandan alimlerin Hz. Ali´nin ilmini tartış­ma konusu yapmalarına, fetvalarını ve halkın sorularına karşı verdiği yorumlan Özellik­le de İslam´ın devlet esaslarına ilişkin alanlarını aktarmalarına müsaade etsinler, bu hu­sus akla yatkın değildir.



[1] Şehristani, el M iki ve´n-Nihal

[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 138-140.

[3] el-Fark Beyne´1-Firak. Muhammed Bedir baskısı.

[4] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 140-142.

[5] Bunlar Mani taraftarlarıdır. İran´da Mecusilikle Hristiyanlik arasında bir mezheple or­taya çıkmışlardır..

[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 142-145.

[7] İbn Hazm, el-FasI Fi´1-Milel ve´n-Nihal

[8] Şehristanî, el-Milel ve´n-Nihal

[9] İbn-i Hazm, el-Fasl fi´1-Müel ve´n-Nihal

[10] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 145-149.

[11] Hilyetü´l-Evliya 2/142

[12] A.g,e.9/309

[13] Tarih-i Ebi´1-Fida 9/106

[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 149-150.

[15] Siret Ömer b. Abdülaziz, 63

[16] Tarıhu´l-Fiich,el-Hucuri 110

[17] el-Medarik, Daru´3-Kûtûb, Yazma eser, 1/22

[18] A´lam el-Muvakkiin 1/16