saniyenur
Sun 10 July 2011, 06:28 pm GMT +0200
İşitme Ve Akıl Dinî Bilmenin İki Temel Esasıdır
Evet, dinin bilinmesi için, biri işitme, diğeri akıl olmak üzere iki temel esas vardır. Zira bu insan için kendilerini korkutup[7] istikamete sokmasını ve bir araya toplanmasını öğretip benimsetecek bir dinin bulunması muhakkak lâzımdır. İşitme, beşerin bir mezhep benimsemesi ve ona dayanıp başkasını çağırması için kendisini kullanmasından hâli kalmadığı bir husustur. Hatta eşyanın varlığını ve, hakikatinin incelenmesini kabul edenler şöyle dursun, şek ve şüpheye kapılan ve kendilerini cahiller derecesine indiren kimseler de bu hususda onlara iştirak etmektedir. Bu esas üzere yeryüzü hükümdarlarının her birinin işlerini yürütmeye matuf gidişatı ve milletinin sevgi ve muhabbetle kaynaşmaları için çaba harcamalarındaki siyasî tutumları bu esasa göre tesbit edilmiştir.
Allah-u Teâlâ'dan kendilerine peygamberlik verildiğini ve bir din getirdiklerini iddia. eden zatların ve çeşitli sanatları idare etmeye kalkan kimselerin durumları da böyledir. Yardım ve kurtuluş Allah'dandır.
Akıl ise bu âlemin, özellikle fâni olması için var olması, hikmet ile olmadığını ifade eder. Her akıl sahibinin, fiilinin hikmet yolundan dışarı çıkması çirkindir. Öyle ise akim da kendisinin bir parçası olan âlemin hikmetsiz olarak yaratılması veyahut da abes olarak yaratılmasına ihtimal verilmez.[8] Bu hususun sabit olması, âlemin fâni olması için değil, baki olması için yaratıldığına delâlet eder.
Sonra âlem, aslî maddesi bakımından birbirine zıd olan şekiller ve muhtelif tabiatlar üzere yaratılmıştır. Özellikle dünyadaki âlemi âhiret-teki âlem ile bir araya toplayan[9] ve dünyadaki kötü ve çirkin âlemin âhirette bir olması gerekmediğinden tefrik edilmesi lâzım olan iki şeyin arasını ayıran[10] akıl bakımından maksud olanın kendisidir.
îgte bu feylesofların küçük âlem ismini verdikleri şeydir. Bu ise çeşitli tabiat ve muhtelif heva ve istekler üzerinde bulunur.[11] Kendilerine ekseriyetle şehevî istekler yerleştirilmiştir. Eğer yaratıldıkları gibi bırakılmış olsalar, sultanlık, hükümdarlık, şeref ve izzet gibi çeşitli menfaatleri elde etmek için çarpışırlardı. Bunu da karşılıklı kin ve sonra da mukatele takip ederdi. Bu hallerde ise fesada uğrama ve fanileşme gibi haller vardır."[12] Bu fanileşme Öyle bir şeydir ki eğer....[13]âlemin var olması işi kendisine bırakılmış olsaydı var olmasındaki hikmet yok olurdu. Beşer ve bütün hayvanlar, yaratıldıkları şekilleri ile[14] devamlı yaşıyabilmeleri, ancak aldıkları besin maddeleri ve bedenlerindeki ken-lerini uzun bir zaman yaşatabilecek kuvvetleri ile mümkün olabilir. Eğer cnlarm yaratılması ile fâni olmalarından başka bir şey murad olunmamış olsaydı, idame-i hayat etmeleri için bir şey'in yaratılması ihtimal dahilinde olmazdı. Bu böyle sabit olunca, bunların arasını uzlaştıracak, kalplerini ısındırıp birbirine bağlıyacak ve kavga ve gürültüden kendilerinin fesada uğrayıp helak olmalarını engelleyen ve birbirine uyum sağlamıyan hususlardan meneden bir temel esasın bulunması mutlak lâzımdır. Öyle ise onları kendi takatlannın yettiği kadar anlıyabilmeleri ve kendilerini bir noktada toplayacak bir temel esası talep etmeleri gerekir. Bunda da en doğru olan,[15] yani onları bir noktaya toplıyacak olan temel esas dindir. Bu dinle, âlim ve hâkim olan Allah'ı biliriz. Zira görülen ve müşahade edilen herkesin muhtaç olması ile biliniyor ki, on-larm hallerini ve baki kalmalarını meydana getirecek şeyi bilen ve meydana getiren bir kuvvet vardır. Ve o, kendilerini muhtaç olma. halleri üzere yaratmıştır. Onların, kendilerinin yaşamaları ve bekaları için bilmeye muhtaç oldukları hususlarla beraber cehl, heva ve isteklerinin galebe çalmaları gibi bulundukları hâl üzere terketmez. Onları yaşamaları ve hayatlarının idame edilmesi için kendilerine yol gösterecek ve bu hususları öğretecek birisini gönderir. Bu gönderilen kişiye, delil vermesi mutlak lâzımdır ki, ona verilen özellikle kendilerine önder olarak gönderildiği ve bulundukları hallerde yani helak olma, yok olma gibi hususları bilmekte kendisine muhtaç olduklarını bilsinler.[16] Öyle ise[17] bizim açıkladığımız husus yani son olarak söz sahibi olanın doğru olduğu ve âlemin[18] birbirine zıd ve muhalif olarak yaratılmasındaki kendi sözünün doğru olduğuna delâlet eden husus, Peygamberliği ispat etmek için yeterince bir delil teşkil etmektedir. O peygamber ki, gerçekten Allah-u Teâlâ onu insanlar için başvuracak itimatlı yer kılmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra, maslahatların, hak olanın, güzel olanların, zıddı olanlardan ayırd edip bildiren sebepler hakkında insanlar ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı şöyle diyor : însanlardan her birinin kalbine bir şeyin güzel olduğu yerleşirse ona yapışması ve onu benimsemesi gerekir. Bazı insanlar da derler ki : Beşer, sebebi tam manâsıyla anlayıp Öğrenmekten âcizdir. Fakat beşer, kendisine ilham olunan şeye yapışır, onu benimser. Çünkü o ilham, âlemin tedviri, kendisine ait olan Allah'dan olur.
Allâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ikisi marifete sebep olmaktan çok uzaktırlar. Çünkü dinlerde birbirlerine uyumsuzluk ve tenakuzun şekilleri açık - seçik olarak zikredilmiştir. Sonra insanlardan her biri kendi görüşlerinde ve inançlarında hakka isabet ettiklerini iddia ederler. Şu husus gerçekten mümkün değildir ki, hakkın sebebi olan bu işi yapsın. Çünkü böyle hareket etmek, bâtıl olanı, hak ve doğru imiş gibi tasavvur etmek olur. Yalanı açığa çıkan kimsenin doğru bir kimse olması da mümkün değildir. Bu açığa vurulanların hepsi bir mezhebe inanan kimse doğruluğuna inandığı şeyin, zıddı olana kasıd olarak kabullendiğine ve iptal ettiğini kendisine ilham olunduğu düşüncesine[19] sahip olduğu hususlarını beyan etmektedir. Bunlardan birinin diğerine söylemiş olduğu sözden başka bir delili yoktur. Bu da kendilerinde fani olma durumu bulunan uyuşmazlık ve ihtilâfı ortadan kaldırmayan bir nevi'dir. Buna göre akıl sahiplerini âciz bırakacak hususun bilinmesinin ilân edilmesi caiz olmaz. Hükümde, rızaya cebredilme esası bulunmaz. Çünkü o, ihtilaflı[20] olarak çıkmıştır. Eserleri [21]bilenin durum da böyledir. Bunların hakkı bilmenin sebebi olmaları caiz değildir. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır. [22]
[7] Metinde, noktasız .Sad» iledir.
[8] Metnin kenarında şu kayıt bulunmaktadır : .Çünkü o, hâsıl olanı tahsil etmeye çalışmıştır.» A31ah-u Teâîâ : .Sizi ancak boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmiyeceğinizi mi zannedersiniz?» buyuruyor- (Mü'minûn, sh. 115)
[9] Metinin kenarında şu kayıt vardır : «Şahitte yani dünyada âlem, gaipte yani âhirette âlemle beraber olması gibi.»
[10] Metinin kenarında şöyle yazılmıştır : «Dünyada çirkin olanı murad eden, âhirette çirkini murad edenle birlikte olması gibi. Çünkü dünyada çirkin ve kötüyü murad edenin kendisi de kötü ve çirkindir. Ahirette çirkini ve kötüyü murad eden İse kötü ve çirkin değildir.
[11] Metinin kenarında şöyle yazılmıştır : «Yani dört unsur.»
[12] Metinin kenarında şu kayıt vardır : . Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmese idi (Mü'minleri, kâfirlere üstün kıimasa idi) yer yüzü fe-sad ve küfür karanlığına bürünürdü.... Bakara, âyet 251.
[13] Metinde kelime silinmiştir.
[14] Metinde «meama» bitişik olarak yazılmıştır. Biz, kelimeyi «mea mâ» olarak düzelttik, îîeride her tesadüf ettiğimizde metinin kenarına işaret etmeksizin böyle olanları tashih edeceğiz.
[15] Metinin kenarında şöyle işaretlenmiştir : «Yani kendilerini bir noktada cem' edecek temel esasın bilinmesi lâzımdır ki, o da, herşeyi yaratan âlim ve hakim olan Allah'ı bilmemizi sağhyan dindir.»
[16] Metinde kenarında «O, fena ve helak olmanın sebebinin bilinmesidir» kaydı bulunmaktadır.
[17] Metinin kenarında : «Peygamberliği isbatta» diye kaydedilmiştir.
[18] Metinin kenarında şu kayıt vardır : «Yani birbirine zıd, muhtelif olan âlemin durumunu bilmeye vasıta ve insanların kendilerine yararlı olan gıda maddeleri ve ilâçlardan kendilerine yararlı olanları almalarını ve zararlı olanlarını terketmelerini bilmelerine muhtaç olduklarını bildiren-»
[19] Metinin kenarında : .Yani kendisine muhalif ve düşman olan» kaydı vardır.
[20] Buradaki ibare okunamamıştır. Bizim onu harekelemeye gücümüz yetmez. Kelimeyi araştırıcıların önüne olduğu gibi kendi yerinde bırakmayı tercih ettik.
[21] «Ei-kâif» kelimesi eserleri bilen kimse demektir. Bunun cem'i «kâfetûn» dır. Eserine tâbi oldu anlamına «kâfe eseruhû» denir. Tıpkı .iktefâhu, kafâhu» dendiği gibi Kamus-u Muhit'in «kûf» maddesine bak.
[22] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 80-83.