Eslemnur
Wed 29 September 2010, 08:17 pm GMT +0200
Dine Bağlılık Uğrunda Maddi İlişkilerin
Feda Edilmesi
Feda Edilmesi
Daha sonra, Bedir ve Uhud muharebeleri oldu. Bu çarpışmalarda Mekkeli muhacirler, kendi yakınları ve kendi akrabaları ile, din yolunda dövüştüler. Hazret-i Ebu Bekir, kendi oğlu Abdurrahman (R.A.) a kılıç çekmekte tereddüt göstermedi. Hazret-i Huzeyfe (R.A.) kendi babası Ebu Huzeyfe'ye karşı hücuma geçti. Hazret-i Ömer (R.A.) bu savaşlarda kendi dayılarının kanı ile ellerini boyadı. Hazret-i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) in amcası Abbas (R.A.) amcazadesi Ukayl (R.A.) damatlardı. Hazret-i Ömer (R.A.) o ara bütün esirlerin öldürülmesini ileri sürüyordu. Elbette ki, bu meyanda Resul-ü Ekremin yakınları ve akrabaları da öldürülecekler arasında bulunuyordu. Hatta Ömer (R.A.) in kendi akrabaları ve yakınları da vardı. Ve hatta Hazret-i Ömer (R.A.) bu mevzuda çok şiddetli bir fikir ileri sürmüştü:
"Herkes kendi yakınını ve akrabasını öldürsün de ibret olsun."
Fakat hidayeti ilâhîye bu işi durdurdu.
Mekke fethi sırasında Hazret-i Resûl-ü Ekrem, (S.A.V.) kendi kabilelerinden başka kabile mensuplarını ve kendi akrabası olmayan kimseleri yanına alarak kendi kabilesi efradına ve kendi memleketi ve ülkesi ve vatanı olan Mekke'ye hücuma geçmişti. Soy ve neseb yakınlıkları olmayanların, memleketlisi bulunmayanların elleriyle kendi memleket halkına, kendi akrabalarına, yakınlarına, ve kendi kabile efradına karşı silahlı bir mücadeleye girişmiş ve bu korkunç çatışmanın neticesinde bir çok mühim savaşlar baş göstermişti. Böyle bir şey, Araplar için tamamen yepyeni bir şeydi. Arap tarihinde buna benzer bir hadiseye asla rastlanmamıştı. Araplar arasında o zamana kadar kimsenin kendi kabilesi efradı olmayanlarla ve yabancılarla birleşerek kendi kabilesinin mensuplarına, hemşehrilerine, memleketlilerine ve vatandaşlarına karşı savaşa giriştiği görülmemişti. Bu gaye uğruna yapılan savaşlar, herhangi bir intikam hissi, toprak kazanmak, arazi elde etmek, mal edinmek, maddî menfaat sağlamak için değildi. Bir tek amaç gözönünde tutuluyordu. O da Kelimeyi Hakk'ı yükseltmek...
Kureyşin ipsiz sapsızları öldürüldükleri zaman, Ebu Süfyan huzuru saadete gelerek arz eyledi:
"Yâ Resulullah, Kureyşin genç fidanları kesildiler, bundan böyle Kureyşin şanı şöhreti artık kalmamıştır."
Rahmeten li'l - âlemin, bu sözü duyunca, Mekke halkına güvence verdi. Güvence verildiğini gören Ansar zannettiler ki, Fahr-i Kâinat, kendi memleketlilerine ve kendi akraba ve kabile mensuplarına karşı merhamet gösteriyorlar. Kendi aralarında şu şekilde konuşmaya başladılar:
"Nihayet Zat-ı Saadetleri de bir insandır, ne de olsa kendi memleketlilerine ve kendi kabilesi efradına karşı bir parça yakınlık hissi duymuştur."
Zat-ı Saadetleri bu kabil konuşmaları haber alınca, Ansarın toplanmalarını emir buyurdu; onlara hitap ederek:
"Ben hiçbir zaman kendi aile efradıma ve kendi kabile mensuplarıma yakınlık ve mhabbet hissi beslemem. Ben Allahın kulu ve O'nun Resulüyüm. Allah için sizin ülkenize hicret edip sizin yanınıza geldim. Şimdi benim yaşayışım ve benim Ölümüm de sizinle bir arada olacaktır."
Allah'ın Resulü, bu konuşmalarında ne söylemişlerse, olduğu gibi tatbik etmişlerdir. Mekkeyi Muazzama inkarcıların elinden kurtarıldıktan sonra, artık Zat-ı Saadetlerini Medineye hicret ettiren sebeplerden hiçbirisinden eser kalmadığı halde yine de Zat-ı Saadetleri Mekke'de kalmak arzusunu izhar etmediler. Medineye dönmeği arzu buyurdular. İşte bu mesele de isbat ediyor ki, Zat-ı Risaletpenahilerinin Mekke'ye karşı hücuma geçmiş olmaları, ne bir intikam hissi, ne de vatana bağlılık duygusu ile, ne de başka bir neden ile olmuştur. Sadece ve yalnız Kelime-i Hakk'ın yükseltilmesi uğruna yapılmıştır.
Bundan sonra da Hüvâzin ve Sekîf toprakları feth edilip ele geçti. O zaman yine, halk arasında bir nevi yanlış anlayış doğdu. Allah Resulünün bu topraklardan Kureyşin yeni müslüman olmuş bulunan gençlerine fazla hisse verdiği ileri sürüldü. Ansar gençlerinin bu fikirleri; Zatı Saadetlerinin kabile ve hemşehri gözettikleri şeklinde ortaya çıkmıştı. Bu gençler şöyle diyorlardı:
"Allah Resulünü afetsin, Kureyşlilere fazla verdi ve bizi unuttu. Halbuki, şimdiye kadar, bizim kılıçlarımızla onların kanları akmıştır."
Bu sözleri duyan Resul-û Ekrem, onları toplayarak kendilerine şöyle buyurdu:
"Benim bu zümreye daha çok mal ve mülk tevzi etmemin sebebi, bu kimselerin müslümanlığa yeni girmiş olmalarıdır. Bu bakımdan kalblerinin kazanılması gözönüne alınmıştır. Sizler bu dünya malına karşılık, Allah Taalâ ve O'nun Resûlü'nün yakınlığını elde etmek istemez misiniz?"
Beni Mutallaka gazvesinde, bir Gıfarî ile bir Avfî biribirleriyle çekiştiler. Avfilerle Ansar arasında anlaşma vardı. Bunun üzerine Avfiler Ansardan yardım istediler. Gıfârîler'in de Muhacirin ile aynı şekilde bir ahitleri vardı. Aynı şekilde Gıfârîler de Muhacirini yardıma çağırdılar. İki taraf da kılıca sarıldığından, kan dökülmesine ramak kalmıştı. Resulullah (S.A.V.) e haber ulaştırıldı; iki taraf birbirlerine girmek üzeredirler dendi. Zat-ı Saadetleri buyurdular ki:
"Bu nasıl bir iştir? Siz nasıl olur da kendi dilinizle, taraflarınızdan cahiliye usulü ile yardım talebinde bulunursunuz?"
"Mâ leküm ve - li - da'vet'il - câhiliyyeti.
Bu cahiliye davetiyle ne oluyorsunuz?"
Bir Muhacirin bir Ansan vurduğunu söyledikleri zaman Allah Resulü:
"Cahiliye âdetlerine göre, yardıma çağırmayı bırakınız, bu gayet kötü bir iştir."
Bu gazvede, kabilecilik taraftarlarının meşhur ele başısı Abdullah ibni Ubeyy de vardı. Muhacirinle anlaşması bulunan bir kimsenin, Ansarla anlaşması bulunan bir kimseyi vurduğunu duyunca şöyle söylemişti:
"Bunlar bizim ülkemize geldiler ve bizim ülkenin gülleri çiçekleri oldular. Biz hepimiz onların karsısında baş eğmek zorunda kaldık. Bunların durumu, "besle kargayı oysun gözünü" misaline benzer. Yemin ederim ki, Medineye varınca, şeref sahibi bulunan bizler bu alçakları oradan çıkarıp atmaya çalışağız."
Sonra Ansara da şöyle konuşmuştu:
"Bu ne biçim iş, siz bunlara kendi yerlerinizi verdiniz; kendi yurdunuzda bunları barındırdınız; kendi mallarınızı onlarla bölüştünüz. Yemin ederim ki, siz bir gün onların ellerine düşerseniz size yapmadıklarını bırakmazlar."
Bu sözlerden Resul-ü Ekrem haberdar edilince, adı geçen şahsın müslüman oğlunu huzuruna çağırtarak, bu gerçekten inanmış gence babasının nifak saçan sözlerinden bahsetti
Genç müslüman, babasına karşı büyük bir sevgi beslerdi. Kabilesi içinde babasına olan bağlılığı ile meşhurdu. Fakat böyle bir hadiseden sonra, Allah Resulünden şöyle bir müsaade taleb etti:
"Yâ Resulullah, eğer emir buyurduğunuz takdirde, hemen gider babamın kafasını keser, onun vücudundan ayrılmış başını huzurunuza getiririm."
Alemlere rahmet olarak gönderilmiş büyük ve biricik insan böyle bir şeye müsaade etmedi.
Muharebeden geri dönülüp Medineye gelindiği zaman, İbni Ubeyy'in oğlu, babasına giderek, yalın kılıç bir vaziyette, şöyle haykırdı:
"Resulullah izin vermedikçe, sen artık bundan böyle Medinede barınamazsın. Şeref sahibi olan bizler bu alçakları Medineden çıkaracağız demişsin. Sen bilmiyormusun ki, şeref yalnız Hak Taalâ'nın, O'nun Resulünün ve Müminlerindir.
Bu beklenmedik hitap karşısında şaşıran baba, şuursuzca bağırıp kabilesinden yardım istemişti:"
"Ey Ehl-î Hazrec! Bakınız ne günlere kaldık. Benim kendi oğlum, kendi evimde beni barındırmak istemiyor!"
Bu feryada benzer sözleri işiten halk, oraya koşuştu. Fakat Abdullahın kararı gayet kesindi. İlk sözlerinde şiddetle ısrar ediyordu:
"Resulullahdan müsaade almadıkça bu adamı Medine gölgesinde barındırmama imkân yoktur!"
Hâdise tekrar oradaki topluluk tarafından Allah Resulüne intikal ettirilince, Zatı Saadetleri şöyle emir buyurdular:
"Gidin Abdullaha söyleyin babasını evinde rahat bıraksın."
Abdullah bu emri alınca, kılıcını kınına soktu ve babasına:
"Sen ancak Allah Resulünün müsaadesiyle burada barınmak imkanına sahip olabilirsin!"[68]
Beni Kaynukâ vakasında, Hazret-i Ubâde ibni Sâ-mit, onların işleriyle meşgul olmak için emir almıştı. Hazret-i Ubâde, hiyanet eden kabilenin Medine ve civarından uzaklaştırılmasına karar verdi. Bu cemaat, Hazret-i Ubbâdenin kabilesi Hazreclilerle anlaşma halinde idi. Fakat Hazret-i Ubbâde bu hükme varırken, böyle bir anlaşmayı dikkate almadığı gibi bu hususu hatırından ve hayalinden bile geçirmedi.
Beni Kurayza hâdisesinde de, Evs'in ileri gelen lideri Hazret-i Saad ibni Maâz, bu işi halletmekle vazifelendirildi. Hazret-i Saad, Beni Kurayzânın yaptıkları işleri değerlendirerek, onların erkeklerinin öldürülmesine, kadın ve çocuklarının alıkonmasına ve mallarına el konulmasına karar verdi. Bu hükmü verirken, Beni Kurayza ile kendi kabilesi arasındaki mevcut anlaşmayı dikkate almamış, yalnız islâmi bakımdan nazardan hareket etmişti. Kendisinin dahi uzun bir müddet aynı kabilenin arasında yaşadığını ve adı geçen kabilenin içinde Ansarın birçok akrabalarının bulunduğunu katiyyen hesaba katmamıştı. Halbuki Araplar o zamanlar böyle anlaşmalara son derece ehemmiyet verirlerdi.