Eslemnur
Fri 1 October 2010, 05:43 pm GMT +0200
Din Mefhumu
Zat-ı muhterem bu cümleleri yazarken, meseleyi ispat etmekte sabırsızlık göstermiştir. İlmî zihniyete uygun olarak, biraz daha bu mevzu üzerinde durmuş olsaydı, düşmüş olduğu bu açık çelişki hususunda düşünürdü. Bu meselenin çözüm şeklini yine Kur'an-ı Kerim'de bulmuş olacaktı. Şimdi lütfedip biraz da bizim mâruzâtımıza teveccüh buyursunlar:
İşte kendisinin naklettiği âyet-i kerimede, Mısır'ın mülkî kanununun, Firavun hâkimiyetine temel teşkil eden kanunun "din - el - Melik: Melik'in dini", kelimeleriyle beyan buyurulmakta olduğunu görüyoruz. Buradan da açıkca anlaşılmış oluyor ki, din demek sadece, "ibadet edilir şekiller" bizim bugünkü anlayışımızdaki din demek değildir. Kiliselerde, mabetlerde icra edilegelen dinî merasimler gerçek dinle alâkalı değildir. Ayet-i Kerime'deki din bir cemiyet sisteminin ismidir ki, bu sistemin kanunları gereğince, polis suçluları yakalar adalete teslim eder. Adliye işleri, malî mevzuat ve askeri hususların tedvir edilmesine usul teşkil eden kaynağın ismi din'dir. Bu gerçek temel gözönüne alınarak memleket nizamı kurulur. Bütün medenî işler bu nizam üzerine yürütülür. Kur'an-ı Kerim'de yaşayışın bütün cephelerine hâkim olan nizamlara toplu olarak din denmiştir. Mısır ülkesinde de bu nizam ve bu usul, Firavun'un tasvibi gereğince, Firavun'un emri ve onun idaresiyle kurulmuş bulunduğundan buna da "dîn - el – melik" dîye Kur'an-ı Kerim'de isim verilmiş ve bu kelimelerle ifade edilmektedir.
Buradan da şu mesele kendiliğinden açıkça anlaşılıyor ki, "dînullah: Allah'ın dini", bizim şu bildiğimiz gibi, camilerde, mescidlerde kılınan namaz, edilen dua, tutulan oruç ile hudutlandırılmış olan şeylerin ismi de değildir. Belki bu dînullah'dan maksat, cemiyete mahsus olan her mevzuda tam ve bütün olarak şeriate bağlanmanın ismidir. Bu şeriat, rızayı İlâhîye'ye dayanır ve onun hâkimiyetine istinat eder. Bütün içtimaî yaşayışın da her tarafını, her cephesini sarar ve kavrar. Şimdi şu noktayı sormanın zamanı gelmiştir. Acaba Hazret-i Yûsuf (A.S.) ne için Peygamberlikle vazifelendirilmişti? Peygamberlik vazifesinin maksat ve hedefi ne olabilirdi?
Hazret-i Yûsuf (A.S.) acaba dînullah'a davet için mi, yoksa din - ül - melik'in nüfuzunu bir kat daha arttırmak' için mi gelmişti?
Eğer, Han Bahadır Hazretlerinin tevili ve tefsir yazan faziletli zevatın tefsirleri, ... ki Han Bahadır Hazretleri, bunların isimlerinin başına bizi korkutmak için de koca koca unvanlar eklemiştir. ... kabul edilecek olursa, o zaman şöyle bir durum meydana gelmiş olur ki, Allahü Tealâ bir taraftan kendi Nebisine "Sen git de şu benim kullarıma, bilhassa şu Mısır'a yerleşmiş, oturmuş bulunan kullarıma, bildir, onları davet et de "Dînullah: Allah'ın dini"ne inanıp sarılsınlar." diye emir buyursun; diğer taraftan da yine Allahü Tealâ, yine aynı Peygamberine, aman dikkat, benim hidâyet ve benim himayemde, giderek şu "din - ül - melik: Melik'in dini"nin sağlamlaşması ve ayakta tutunması için de hizmet et. Sakın hizmette kusur etmeyesin!. Vazifeni bu hususta da yapman icabeder, diye buyursun...
Kerem buyurulsun, Hak Tealâ'nın bu şekildeki emrinin ve bu şekildeki hareket tarzının, neresinde çelişki ortaya çıkmaz ki? Bu işin kendisinde mi? Han Sahibin buyurduğu gibi Peygamberin üstlendiği vezirlik vazifesinde mi? Yoksa ikisinin birlikteki mahiyetlerinde mi?
Allaha sığınılarak denebilir ki, güya Hak Taalâ ile, şu zamanımızdaki ileri gelen ve kendilerini sözde dindar diye ortaya atanlar arasında bir fark yokmuş (!). Bu gibi ze-vatın secdeden başı kalkmaz ve alınları secdeden nasır tutmuş olur. Fakat bu zevatın, (Eşraf çocukları) m.s. (Master of sience) derecesi almak için efendileri olan sahip zadelerine - İngiliz yetiştirmelerine - gayret sarfe-der, uğraşırlar. Sonra da enspektörlük (müfettişlik) derecesine varınca dinî mücessem bu büyükler, şu ileri gelen dindarlar bu insandan putlara arz-ı minnet eder dururlar ki, bu iki ayaklı devletlû putlar, kendi mensubu oldukları ailelerine nimet ve bereket ihsan etmiş ve onlara da bu enspektörlüğü bir lûtuf olarak inayet buyurmuşlardır.
Devamla, yine Han Sahib Hazretleri buyuruyorlar:
Bundan şu da lâzım gelmez ki, Hazret-i Yûsuf (A, S.) Mısır ülkesinin vezirliğine geçtikten sonra, tebliği risâlette de bulunmamış, yahut da kendi risâletini açıklamaktan çekinmiştir. Bunun hilâfına, Zat-ı Peygamberîleri, zatı muhteremin bildikleri gibi hattâ hapishanede bile, arkadaşlarına vahdaniyeti İlâhiyeyi tebliğ etmek yolunu tutmuştur... Elbette bu âyetlerden kat'î ve şüphesiz sabit olan mesele de şudur ki, Hazret-i Yûsuf (A. S.) kendi arzu ve isteği ile, bir gayri - İslami hükümetin bir unsuru, bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra da yine orada gayri - İslâmî kanun ve gayri - İslâmî nizam yürürlükteydi...
Böyle bir açıklama yine tenakuza (çelişkiye) bir delil teşkil eder. Nitekim zat-ı devletlerinin ileri sürdükleri hususa biraz olsun dikkat edilmiş olunsaydı böyle fecî bir hatâ islenmiş olmazdı. İddia edildiği şekilde olunca, Hazret-i Yûsuf (A. S.) nasıl bir vahdaniyet tebliğinde bulunmuş olabilirdi? Eğer bu vahdaniyetin mânası, mâbedlerde ibâdetleri ve memleketin temel nizamını teşkil edecek kanun ve nizamlar bir ve tek Allah için olacaksa, bütün yaşayış tarzı dînullaha tâbi kılınacaksa, o zaman, Han Bahâdır Hazretlerinin teviline göre Hazret-i Yûsuf (A. S.)'un memuriyeti kabul etmesi, Hakkı tebliğ etmek vazifesine muhalif ve zıd olmaz mı? Yok eğer onun risalet tebliği böyle değil de, mabedlerde dinullah yürürlükte bulunsun; memleketin içtimaî nizamının her tarafında ise din - ül - melik yürüyüp gitsin. O zaman, böyle bir ayrıntının vahdaniyet olmayıp bir seneviyet: İkilik (dualism) tebliği olduğu da fiilî olarak ortaya çıkar.
Böyle bir durumdan sonra, şöyle bir sual de ortaya çıkmış olur: Hazret-i Yûsuf (A.S.)'un risâletini ilân etmesinin maksadı hangi sebebe matuftu? O bir peygamber olarak, halka — hükümdar da dahil olmak üzere — şöyle hitap etmesi lâzım gelmez mi? Ben yerin ve göklerin sahibinin yeryüzünde bir mümessiliyim, bunun için sizin Allah'tan korkmanız ve bana uymanız gerekir. Nitekim bütün peygamberler de böyle hitap etmişlerdir:
"Allah'tan çekininiz ve bana itaat ediniz."
(Eş – Şuara: 108.)
Bu mânadaki bir ilâna rağmen, yine de Hazret-i Yûsuf (A.S.) un gayri müslim hükümdarın efendiliğini kabul etmesi, ona boyun büküp itaat etmesi İslâmî nizam yerine onun nizamına hizmette bulunması nasıl izah edilebilir? Ne ile kıyas kabul eder? Yok eğer onlara şöyle söylemiş olsaydı: Ey cemaat, ben arzın ve göklerin mutlak sahibinin temsilcisiyim; yeryüzünde onun nebîsiyim, fakat benim vazifem sizi Mısır Meliki'nin itaatına çağırmaktır. Devlet başkanı olması dolayısiyle onun emirlerini dinlemeniz gerekir. Demiş olsaydı, bu tebliğin nübüvvet vazifesi ile kıyaslanması mümkün olabilir miydi? Akıl sahipleri için bu beyanat, bir kurtuluş vesilesi teşkil edebilir miydi? Halbuki o seçkin peygamber, isabetli hareketleri, hikmet dolu ibretli sözleriyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanarak vezirlik payesine kadar yükselmişti. Onun hal ve tavrında, herhangi bir kusur ve tezat bulunmuş olsaydı, kendisine vezirlik gibi yüksek bir mevkinin değil, daha başka akıbetlerin muhatabı olurdu Hele günümüzün fikir adamlarının, bu şekildeki çelişki taşıyan bir tutumu kabul etmeleri mümkün müdür? Madem ki, Peygamberlik müessesesi cemiyeti her bakımdan ıslah edici ve bütünlük arzeden kaidelerin doğduğu bir mercîdir. Hak Tealâ elçilerini böyle bir memuriyetle vazifeli kıldığına göre, bu mukaddes peygamberlere de istisnasız herkesin uyması ve onları hayat rehberi olarak tanımaları lâzım gelir. Bu âyet-i kerime bu hususu teyid etmektedir:
"Hiçbir Peygamber göndermedik ki, ancak Allah'ın
izni ile ona itaat edile."
(Eş – Şuara: 108)
Bütün peygamberlerin insanlığa sundukları en büyük gerçek, tevhîd olduğuna göre, bu nur kaynağı taifeden nasıl olur da bir peygamber çıkar ve kendisine tâbi olanlara Allah'a itaat etmelerini değil de Allah'ın gayrına itaat etmelerini söyliyebilir? Allah kullarını Allah'ın izni ile değil de Allah'dan gayrisinin izni ile, Allah'tan gayrısına itaate yöneltebilir?
Kurlan-ı Kerim, kendisinin Allah tarafından vahyedildiğini şu şekilde isbat etmek ister:
"Allah'tan başkasının indinden (gelmiş) olsaydı, her halde orada bir hayli ihtilâflar bulurdunuz."
(En – Nisa:64)
Yâni, eğer bu kitap, Allah'tan başka birisi tarafından gönderilmiş olsaydı, ey halk siz o zaman bu kitapta bir hayli ihtilaflı şeyler ve tenakuzlar bulacaktınız; mânası gözönünde tutulmuştur.
Fakat Han Bahadır Sâhib ve onun gibi düşünen kimselerin tevilleri kabul edilirse, Kur'an-ı Kerim'in beyanatında birçok tenakuzların var olduğu zannıyla hareket edilmiş olur. İşte o zaman, Kur'an-ı Kerim'in kendisi hakkındaki, Allah'ın kelâmı olduğuna dair ileri sürdüğü ölçü de bozulur. Kur'an-ı Kerim pek saygısızca ve cahilane bir şekilde itham ve töhmet altında kalmış olur. Alelade bir kelâm seviyesine indirilir. Hattâ o zaman Kur'an-ı Kerim'e akıl ve irfan sahibi bir insanın telif eseri olduğu nazarı ile de bakılmaz,
Gerçek şudur ki, Han Bahadır Sahib'in bu şekildeki düşünceleri, kendilerinden önce başlamış olan ve sürüp gitmekte bulunan ve uzun bir zamandan beri devam edegelen bir zihniyetin ibret verici mümessilliğini temsil etmektedir. Ve İslâm'ı kaba nefislerine ve sığ akıllarına göre tefsir eden sahte müslümanlara ait yıkılış tarihimizin acıklı sahifelerini bu bozuk anlayışlar doldurmaktadır.
Onlar, bu mecburiyeti alelade bir mecburiyet gibi düşünürken, Allah'ın sünnetini de bir tarafa bırakarak, ardı arkası kesilmeyen yeni yeni mecburiyetlerin türer. Her yeni mecburiyet arkasından daha başkası ve daha ağırı kendisini gösterir. Bu şartlar altında küfür içinde islâm ve küfür tahakkümü altında islâm'ı caiz sayıp gidersiniz. Fakat, Hak Tealâ tarafından gönderilmiş olan bu cezalar, bu tip müslümanların yine gözlerini açmaz. Hatta onlar bu durumu umumî bâr kaide gibi kabul ederler. Biz küfür iktidarı altında islâm'ı devam ettirmeğe mecburuz. Küfrün her türlü tahakkümü ve tasallutuna mâruz kalmak zorundayız diye bu zelil duruma (aşağılanmaya) katlanılır. Nitekim bu "mecburiyet" in arkasında da küfre karşı hürmet göstermek temayülü bile başlar.
Meselâ, ölü hayvan eti yemek. Buna ne zaman mecbur olunursa, o zaman böyle birşey tiksinti ile karşılanır. Bunu herhangi bir basit akıl sahibi bile anlamamazlıktan gelemez. Aslında ölü hayvan eti yemek haramdır. Mecbur kalarak bu et yenilir. Yendiği zaman da hiç olmazsa kalbde bir nefret, bir kerâhat hissi uyanır. Böyle bir etin istekle ve lezzetle yenmesine imkân yoktur. Bu etten ancak açlığı giderecek kadar yenilir. Mecburiyet karşısında yenen bu et iştahla yenmez, bu etten, kavurma, kıyma yapıp pilavınızın üstüne oturtamazsınız. İsteksizlikle ancak açlıktan ölmemek için istemiyerek bir parça karnınızı doyurursunuz.
İşte bu nefret, bu isteksizlik (istikrah) bütün iş güçte, bütün muamelelerde vardır. Bunların hakikatte haram olduklarını bildiğiniz halde, mecburiyet (ıztırâr) altında helâl şekle girdiklerini düşünmüyor musunuz? Bu şekilde bütün bir kavim, bütün bir millet, kendi yaşayışının medenî, içtimaî ve siyasî işlerinde daima şu noktayı gözönünde bulundurmalıdır: Mecburiyet altında bu hallere tahammül etmektedir. Şer'î ve ruhî bakımdan mecburiyete uyuyor. İşte bu günkü bu yaşayış nizamında nefret etmekle, kerahat hissi duymakla, çekinmekle, yâni ancak yaşıyacak kadar ölü hayvan eti yemek gibi bir durumda kalmak mümkündür. Böyle bir hâle de az bir zaman tahammül edilebilir. Kısa bir zaman için dayanmak imkânı olabilir. Tabiatler, mizaçlar çok geçmeden bu şekildeki kerahatli yaşayıştan bıkarlar. Karşı gelmeğe başlarlar. Yoksa Hak Tealânın, küfür nizamını benimsiyenlere şöyle mi emir vermesi lâzımdı:
"O halde içlerinden her sınıftan bir zümre çıkmalı, bir zümre de küfür üzerine çaba sarfetmeli, giden zümreler döndükten sonra, onları dalâlete sevketmek yolunda çalışmalı ki, onlar da iyice dalâlete yuvarlanıp gitsinler."
Yahut da:
Sizin içinizden bir zümre olsun ki, bunlar kötülüğe davet ederler, fenalığı emredip, iyilikten, doğru yoldan menederler...[25]
Şimdi din hususunda öyle muazzam bir ilerleme hayal edilmiştir ki, bu sayede nice nice sofular, âbîd ve zâhid geçinen kimseler, tesbihlerini çekerek, vekillik, hâkimlik , avukatlık işlerine de giriştiler. İnanmadıkları, iman etmedikleri kanunlarla halkın işlerini düzene koymağa, halk arasındaki dâvaları halletmeğe, onların arasında hüküm vermeğe kalktılar. Aynı zamanda inandıkları ve iman ettikleri kanunu da, yalnız arada sırada sözlerini okumak için evlerinin raflarında süs olarak tutarlar. Ve bu ilerlemenin sayesinde de gurup gurup salihlerin (?), muttakilerin (?) ileri gelen âbid (?) ve zâhidlerin (?) çocukları da, yeni yeni dershanelerde, mekteplerde, kolejlerde ders öğrenmeye gittiler. Oralarda, dinsizlik, maddeperestlik ve ahlâk dışı dersler öğrenmek yolunu tutarlar. Sonra da kalkar bu küfür nizamında fiilen çalışmağa başlar ve bu nizamın kökleşmesi için gayret sarfederler.
Bir rejim ki, o çocuklar babalarının gafletleri sayesinde ve bunlar da kendilerinden evvel gelen kuşakların bu tür tutumları yüzünden, müslümanların başına esareti musallat etmişlerdir.
Erkekler bu şekildeki hizmetleriyle küfre hizmet ederken, kadınlar da erkeklerden geri kalmamak için bu yarışa hız vermektedirler. Cehalet, dalâlet ve ahlâksızlık kasırgasını estirmekte maharetlerini ispat ettirmişlerdir. Farz-ı Kifaye'yi ifa etmek (yerine getirmek)için, erkekleri çok gerilerde bırakmış oluyorlar. Bu farizeye (!) ilk önce erkekler başladı, fakat kadınlar bu zavallı kadınlar, bu dinî farizelerini (!) yerine getirmek için onlardan baskın çıktılar. Bu hâtûn kişiler, ortaya atılmasalardı, herhangi bir gayrı - müslim muhitte gayri - müslimler onlarla selâm sabahı kesecek, onlarla düşüp kalkmıyacak, kendilerine medeniyetsiz yaftasının yapıştırılması gibi korkunç bir tehlike karşısında idiler.[26]
Bugün din'in bu yeni şekilde düzeltilip, tanzim edilmesini acaba kim istemez, kim düşünmez, kim beğenmez Hakikatte ise, bu yeni tanzim şekli, bu yeni düzeltmeler, bugünün işi değildir. Bu zamanımızdan yüzlerce sene önce başlamıştır. Ne zaman ki, Tatar kâfirleri müslüman ülkelerini istilâ ettiler; bu bozgun havası da başladı ve devam edip gitti.
O zaman yalnız "küfür nizamı altında İslâmî yaşayış" meselesi ortaya çıkmakla kalmadı. Koca koca ulemâ ve sulehâ (âlimler, sâlih ve temiz kimseler) kendileri de bu küfür nizamına hizmet etmek yolunu tuttular. Bugün bizim mekteplerimizde okunan Arabî ders kitaplarının çoğu bu ileri gelen din uleması ve kuvvetli şeriatın müftülerinin yazmış oldukları kitaplardır ki, o zamandan beri islâm dünyasında hâlâ okunmaktadır.
Bu yanlışlığın ve bu hatânın eskiliği, şimdi bu hatâ ve bu yanlışlığa bir de eski olduğu için mukaddeslik kisvesini giydirmiş oluyor. Bu böyle bir seyir takip edince, zamanımızın fakihleri, muhaddisleri ve müfessirlerinin bu hatâya kapılmalarında hayret edilecek birşey olmaz.
Şu husus da açık gerçektir ki, bir yanlış ve bir hata "eski olunca, sahihlik ve doğruluk vasfını elde edemez. Hata ve yanlış olarak kalır. Hatta zamanın geçmiş olması da hatâyı doğru kılmaz. Yine aynı şekilde hatânın çok kimseler tarafından da benimsenmiş bulunması ve çok kimselerin de bu hatâya saplanmış bulunması da hatâyı hatâlıktan kurtarmaz. Eğriyi doğru yapmaz.
Hak'kın kaim olması ve sebat bulması isteniyorsa, Allah'ın Kitabından ve Resulünün sünnetinden başkasına bağlanmakla bir netice almak mümkün olmaz. Bütün bu yıkılış devrinde, ilkönce mecburiyet tahtında ve "küfür devletinin baskısı altında islâm nazariyesi ortaya çıkmış, yavaş yavaş iş ilerleyerek, nizam-ı küfr'e hizmet caiz sayılmış, sonra da müstehaplık derecesine varmış ve daha sonra da farz-ı kifaye makamını elde etmiştir.
Bu yüksek nazariyeye (!) bakınız, nereden başlamış ve nerelere kadar ulaşmıştır. İş bununla da kalmamış rezalet son dereceye varmış, "Dinî serbestlik tanıyan hükümdarlara sadakat göstermek dinin iktizasıdır." denmiştir.
Bu nefsanî tefsirciler çalışarak şu hususu da elde etmişlerdir: Kendi gerilemelerinin her aşamasında aşağıdan aşağıya en aşağıya yuvarlanmalarına mazeret bulmak için de Allah dininden medet ummak isterler. Onların bu istekleri, kendi zanlarına göre şu formüle dayanıyor: Allah'ın dini bizim bütün ihtiyaçlarımızın giderilmesini üstlendiğinden, şimdi karşılaşmış bulunduğumuz mecburiyetler hususunda da onun rehberliği ile yürümemiz gerekir. Fakat aslında, bu zahirî formülün içinde başka ve diğer bir formül de saklıdır. O da, bu şekilde çalışan kimselerin işlerini istedikleri gibi yürütmekte herşeyden istifade edebilmeleridir. Madem ki, biz şimdi böyle bir dine sahip olmak bahtiyarlığını elde etmiş bulunuyoruz. Ve biz böyle bir dine iman etmek saadetine kavuşmuşuzdur, bunun karşısında hiç olmazsa, bu dinde farz olan şeyleri yerine getirelim. Biz bu dini ilerletmek yerine gerisin geriye götürelim. Yâni bizim buna bağlılığımız, dinimizin her türlü mükellefiyetini üzerimize alarak, Allah'ın mülkü olan şu arz üzerinde bu nizamı sağlamlaştırmak ve bu hususta karşılaştığımız her zorluğu ortadan kaldırmak şeklinde olmayacaktır. — Zira bu zorlukların kalkmasını dinîmiz üstlenmiştir. — Biz böyle bir çaba ve gayreti tamamen hayalimizden silerek kendi zevk ve sefamıza bakalım. Müslümanların bulunduğu ülkelerde ne olursa olsun, işimizin ve menfaatimizin yolunu tutalım. Bir uşak gibi, bizlere ne emir verilirse onu yapalım. Hattâ din dışındaki her türlü doktrinlere ayak uyduralım. Başımıza hangi rejim gelirse gelsin, onlara itirazsız boyun eğelim. Dinimiz her şeye rağmen bütün ihtiyaçlarımızı karşılamağı üstlenmiştir. Ve biz de böyle bir dine mensup olmak saadetini elde etmiş bulunuyoruz, derler ve demek isterler.
İşte bunun içindir ki, böyle hatalı düşünenler ve bu şekilde hatalı yola sapanlar, bu hususu meşru kılmak ve doğru olduğuna kendilerini inandırmak için de Kur'an-ı Kerim'den ve Hadis-i Şerif ten boyuna delil arayıp durmaktadırlar. Bütün Kur'an-ı Kerim'i taradıktan sonra, işlerine yarayacak olan Ankebut sûresi, Bakara, AI-i İm-ran, Enfâl, Tövbe değil de yalnız Yûsuf suresidir. Bu sûre de yalnız Han Bahadır Hazretlerinin istidlal buyurdukları âyât-ı kerime'lerdir.
Bu şekilde bütün Sîret-i Nebevi de gözden geçirilir, baştan başa bakılır. Ne Mekke'deki olaylar, ne Tâif'deki taşa tutmalar onları alâkadar eder. Bedir ve Uhud hesaba katılmaz. Onların gözü işlerine yarıyacak olan tevil kabul etmesi ihtimali bulunan hemen şu vak'aya sımsıkı sarılırlar:
Müslümanlardan bir zümre, asrı saadette Habeşis, tan'a hicret etmiş, bir müddet orada Hıristiyan bir hükümdarın memleketinde kalıp güya o devletin tebaası olmuşlarmış (!).
Fakat mevzuu gerçek cephesiyle düşünmeyen bir kimse değil de, hakkı ve hakikati arayan birisi kalkıp da bu hususları inceleyip anlamak isterse, bu hakikatin mahiyeti de Yûsuf (A.S.) kıssasındaki gibi bir neticeye bağlanır. Zira, bir Nebî Allahü Tealânın hidayet ve emriyle bir küfür nizamında, gayr-ı İlâhî kanunun yürütüldüğü bir- devlette, başta bir melik olduğu halde vezirlik gibi en mühim bir mevkiyi işgal etmesinin sebebi, asıl maksada bu sebeple ulaşması ve meseleyi bu yoldan halletmesi içindir.
Müslümanların da Habeşistana hicretlerinin sebebi, bir müslüman cemaat için, bir gayrı - muslim medeniyet ve siyaset nizamı altında hiç olmazsa barınacak bir yer bulunması ve kendi mescidlerinde kendi usullerine göre, ibadet edebilmeleri ve kendi kalblerînde bulunan akidelerini hiç olmazsa dilleriyle söylemek imkânına kavuşabilmeleri içindir.
Bu netice başka suallerin de doğmasına yol açmaktadır. Biz bunları ehemmiyetlerine göre tasnif etmiş bulunuyoruz. Bunlara sırasiyle cevap vereceğiz. Cevaplarımızın olduğu gibi anlaşılması için şu meselelerin araştırılması icabeder: