- Din Mefhumu

Adsense kodları


Din Mefhumu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Fri 1 October 2010, 05:43 pm GMT +0200
Din Mefhumu

Zat-ı muhterem bu cümleleri yazarken, meseleyi is­pat etmekte sabırsızlık göstermiştir. İlmî zihniyete uy­gun olarak, biraz daha bu mevzu üzerinde durmuş olsay­dı, düşmüş olduğu bu açık çelişki hususunda düşünür­dü. Bu meselenin çözüm şeklini yine Kur'an-ı Kerim'de bul­muş olacaktı. Şimdi lütfedip biraz da bizim mâruzâtımı­za te­veccüh buyursunlar:

İşte kendisinin naklettiği âyet-i kerimede, Mısır'ın mülkî kanununun, Firavun hâkimiyetine temel teşkil eden ka­nunun "din - el - Melik: Melik'in dini", kelimeleriy­le be­yan buyu­rul­makta olduğunu görüyoruz. Buradan da açıkca anlaşıl­mış oluyor ki, din demek sadece, "iba­det edilir şekiller" bizim bugünkü anlayışımızdaki din demek değildir. Kiliselerde, ma­betlerde icra edilegelen dinî me­rasimler gerçek dinle alâkalı değildir. Ayet-i Kerime'deki din bir cemiyet sisteminin ismidir ki, bu sis­temin kanunları gereğince, polis suçluları yakalar ada­lete teslim eder. Adliye işleri, malî mevzuat ve askeri hususla­rın tedvir edilmesine usul teşkil eden kaynağın ismi din'dir. Bu ger­çek temel gözönüne alınarak memle­ket nizamı kurulur. Bütün medenî işler bu nizam üzeri­ne yürütülür. Kur'an-ı Ke­rim'de yaşayışın bütün cephe­lerine hâkim olan ni­zamlara toplu olarak din denmiştir. Mısır ülkesinde de bu nizam ve bu usul, Firavun'un tas­vibi gereğince, Firavun­'un emri ve onun idare­siyle kurul­muş bulunduğundan buna da "dîn - el – melik" dîye Kur'­an-ı Kerim'de isim verilmiş ve bu kelimelerle ifade edil­mektedir.

Buradan da şu mesele kendiliğinden açıkça anlaşılı­yor ki, "dînullah: Allah'ın dini", bizim şu bildiğimiz gibi, cami­lerde, mescidlerde kılınan namaz, edilen dua, tutu­lan oruç ile hudutlandırılmış olan şeylerin ismi de değil­dir. Belki bu dî­nullah'dan maksat, cemiyete mahsus olan her mevzuda tam ve bütün olarak şeriate bağlanmanın ismi­dir. Bu şeriat, rızayı İlâhîye'ye dayanır ve onun hâ­kimiye­tine istinat eder. Bütün içtimaî yaşayışın da her tarafını, her cephesini sarar ve kavrar. Şimdi şu noktayı sormanın zamanı gelmiştir. Acaba Hazret-i Yûsuf (A.S.) ne için Peygamberlikle vazifelendirilmişti? Pey­gamber­lik vazife­sinin maksat ve hedefi ne olabilirdi?

Hazret-i Yûsuf (A.S.) acaba dînullah'a davet için mi, yoksa din - ül - melik'in nüfuzunu bir kat daha art­tırmak' için mi gelmişti?

Eğer, Han Bahadır Hazretlerinin tevili ve tefsir ya­zan faziletli zevatın tefsirleri, ... ki Han Bahadır Hazretleri, bunların isimlerinin başına bizi korkutmak için de koca koca unvanlar eklemiştir. ... kabul edilecek olursa, o za­man şöyle bir durum meydana gelmiş olur ki, Allahü Tealâ bir taraftan kendi Nebi­sine "Sen git de şu benim kullarıma, bilhassa şu Mısır'a yer­leşmiş, oturmuş bulu­nan kullarıma, bildir, onları davet et de "Dînullah: Allah'ın dini"ne inanıp sarılsınlar." diye emir buyur­sun; diğer ta­raftan da yine Allahü Tealâ, yine aynı Peygambe­rine, aman dikkat, benim hidâyet ve benim himayemde, gide­rek şu "din - ül - melik: Melik'in dini"nin sağlamlaşması ve ayakta tutunması için de hizmet et. Sakın hizmette kusur etmeyesin!. Vazifeni bu hususta da yapman icabeder, diye buyursun...

Kerem buyurulsun, Hak Tealâ'nın bu şekildeki em­ri­nin ve bu şekildeki hareket tarzının, neresinde çelişki ortaya çıkmaz ki? Bu işin kendisinde mi? Han Sahibin buyurduğu gibi Peygamberin üstlendiği vezirlik vazife­sinde mi? Yoksa ikisinin birlikteki mahiyetlerinde mi?

Allaha sığınılarak denebilir ki, güya Hak Taalâ ile, şu zamanımızdaki ileri gelen ve kendilerini sözde dindar diye ortaya atanlar arasında bir fark yokmuş (!). Bu gibi ze-vatın secdeden başı kalkmaz ve alınları secdeden nasır tutmuş olur. Fakat bu zevatın, (Eşraf çocukları) m.s. (Master of si­ence) derecesi almak için efendileri olan sahip zadelerine - İngiliz yetiştirmelerine - gayret sarfe-der, uğraşırlar. Sonra da enspektörlük (müfettişlik) derecesine varın­ca dinî mücessem bu büyükler, şu ileri gelen dindarlar bu insandan putlara arz-ı minnet eder dururlar ki, bu iki ayaklı devletlû putlar, kendi mensubu oldukları aile­lerine nimet ve bereket ihsan etmiş ve on­lara da bu enspektörlüğü bir lûtuf olarak inayet buyur­muş­lardır.

Devamla, yine Han Sahib Hazretleri buyuruyorlar:

Bundan şu da lâzım gelmez ki, Hazret-i Yûsuf (A, S.) Mısır ülkesinin vezirliğine geçtikten sonra, tebliği risâlette de bulunmamış, yahut da kendi risâletini açık­lamaktan çekinmiş­tir. Bunun hilâfına, Zat-ı Peygamberîleri, zatı muhteremin bildikleri gibi hattâ hapishanede bile, arka­daşlarına vahdaniyeti İlâhiyeyi tebliğ etmek yolunu tut­muştur... Elbette bu âyetlerden kat'î ve şüphesiz sabit olan mesele de şudur ki, Hazret-i Yûsuf (A. S.) kendi arzu ve isteği ile, bir gayri - İslami hükümetin bir unsuru, bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra da yine orada gayri - İslâmî kanun ve gayri - İslâmî nizam yürürlük­teydi...

Böyle bir açıklama yine tenakuza (çelişkiye) bir delil teşkil eder. Nitekim zat-ı devletlerinin ileri sürdükleri hu­susa biraz olsun dikkat edilmiş olunsaydı böyle fecî bir hatâ islen­miş olmazdı. İddia edildiği şekilde olunca, Haz­ret-i Yûsuf (A. S.) nasıl bir vahdaniyet tebliğinde bulun­muş olabilirdi? Eğer bu vahdaniyetin mânası, mâbedlerde ibâdetleri ve memleketin temel nizamını teşkil edecek kanun ve nizamlar bir ve tek Al­lah için ola­caksa, bütün yaşayış tarzı dînullaha tâbi kılınacaksa, o zaman, Han Bahâdır Hazretlerinin teviline göre Hazret-i Yûsuf (A. S.)'un memuriyeti kabul etmesi, Hakkı tebliğ etmek vazi­fesine muhalif ve zıd olmaz mı? Yok eğer onun risalet tebliği böyle değil de, mabedlerde dinullah yürürlükte bulun­sun; memleketin içtimaî nizamının her tarafında ise din - ül - melik yürüyüp gitsin. O zaman, böyle bir ay­rıntının vahdaniyet olmayıp bir seneviyet: İkilik (dualism) tebliği olduğu da fiilî olarak ortaya çıkar.

Böyle bir durumdan sonra, şöyle bir sual de ortaya çıkmış olur: Hazret-i Yûsuf (A.S.)'un risâletini ilân et­me­sinin maksadı hangi sebebe matuftu? O bir peygam­ber olarak, halka — hükümdar da dahil olmak üzere — şöyle hitap etmesi lâzım gelmez mi? Ben yerin ve göklerin sa­hibinin yeryüzünde bir mümessiliyim, bunun için sizin Allah'tan korkmanız ve bana uymanız gerekir. Nitekim bütün peygamberler de böyle hitap etmişlerdir:

    "Allah'tan çekininiz ve bana itaat ediniz."

(Eş – Şuara: 108.)

Bu mânadaki bir ilâna rağmen, yine de Hazret-i Yû­suf (A.S.) un gayri müslim hükümdarın efendiliğini ka­bul etmesi, ona boyun büküp itaat etmesi İslâmî nizam ye­rine onun niza­mına hizmette bulunması nasıl izah edi­lebilir? Ne ile kıyas kabul eder? Yok eğer onlara şöyle söylemiş olsaydı: Ey ce­maat, ben arzın ve göklerin mut­lak sahibinin temsilcisiyim; yeryüzünde onun nebîsiyim, fakat benim vazifem sizi Mısır Meliki'nin itaatına çağır­maktır. Devlet başkanı olması dolayısiyle onun emirlerini dinlemeniz gerekir. Demiş olsaydı, bu tebliğin nübüvvet vazifesi ile kıyaslanması mümkün olabilir miydi? Akıl sahipleri için bu beyanat, bir kurtuluş vesilesi teşkil ede­bilir miydi? Halbuki o seçkin peygamber, isabetli hare­ketleri, hikmet dolu ibretli sözleriyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanarak vezirlik payesine kadar yüksel­mişti. Onun hal ve tavrında, herhangi bir kusur ve te­zat bulunmuş olsaydı, kendisine vezirlik gibi yüksek bir mevkinin değil, daha başka akıbetlerin muhatabı olurdu Hele günümüzün fikir adamlarının, bu şekildeki çelişki taşıyan bir tutumu kabul et­meleri mümkün müdür? Ma­dem ki, Peygamberlik müessesesi cemiyeti her bakım­dan ıslah edici ve bütünlük arzeden kaidele­rin doğduğu bir mercîdir. Hak Tealâ elçilerini böyle bir memu­riyetle va­zifeli kıldığına göre, bu mukaddes peygamberlere de istisnasız herkesin uyması ve onları hayat rehberi olarak tanı­maları lâzım gelir. Bu âyet-i kerime bu hususu teyid etmekte­dir:

"Hiçbir Peygamber göndermedik ki, ancak Allah'ın
izni ile ona itaat edile."       

(Eş – Şuara: 108)


Bütün peygamberlerin insanlığa sundukları en bü­yük gerçek, tevhîd olduğuna göre, bu nur kaynağı taifeden nasıl olur da bir peygamber çıkar ve kendisine tâbi olan­lara Allah'a itaat etmelerini değil de Allah'ın gayrı­na itaat etmelerini söyliyebilir? Allah kullarını Allah'ın izni ile değil de Allah'dan gayrisinin izni ile, Allah'tan gayrısına itaate yöneltebilir?

Kurlan-ı Kerim, kendisinin Allah tarafından vahyedildiğini şu şekilde isbat etmek ister:

"Allah'tan başkasının indinden (gelmiş) olsaydı, her halde orada bir hayli ihtilâflar bulurdunuz."

(En – Nisa:64)

Yâni, eğer bu kitap, Allah'tan başka birisi tarafın­dan gönderilmiş olsaydı, ey halk siz o zaman bu kitapta bir hayli ihtilaflı şeyler ve tenakuzlar bulacaktınız; mânası gözönünde tutulmuştur.

Fakat Han Bahadır Sâhib ve onun gibi düşünen kim­selerin tevilleri kabul edilirse, Kur'an-ı Kerim'in beyana­tında birçok tenakuzların var olduğu zannıyla hareket edilmiş olur. İşte o zaman, Kur'an-ı Kerim'in kendisi hak­kındaki, Allah'ın kelâmı olduğuna dair ileri sürdüğü ölçü de bozulur. Kur'an-ı Kerim pek saygısızca ve cahilane bir şekilde itham ve töhmet altında kalmış olur. Alelade bir kelâm seviyesine indirilir. Hattâ o zaman Kur'an-ı Kerim'e akıl ve irfan sahibi bir insanın telif eseri olduğu nazarı ile de bakılmaz,

Gerçek şudur ki, Han Bahadır Sahib'in bu şekildeki düşünceleri, kendilerinden önce başlamış olan ve sürüp git­mekte bulunan ve uzun bir zamandan beri devam edegelen bir zihniyetin ibret verici mümessilliğini temsil et­mektedir. Ve İslâm'ı kaba nefislerine ve sığ akıllarına göre tefsir eden sahte müslümanlara ait yıkılış tarihimi­zin acıklı sahifelerini bu bozuk anlayışlar doldurmaktadır.

Onlar, bu mecburiyeti alelade bir mecburiyet gibi dü­şünürken, Allah'ın sünnetini de bir tarafa bıra­karak, ardı arkası kesilmeyen yeni yeni mecburiyetlerin türer. Her yeni mecburi­yet arkasından daha başkası ve daha ağırı kendisini gösterir. Bu şartlar altında küfür içinde islâm ve küfür tahakkümü altında islâm'ı caiz sayıp gidersiniz. Fakat, Hak Tealâ tarafından gön­derilmiş olan bu cezalar, bu tip müslü­man­la­rın yine gözlerini aç­maz. Hatta onlar bu durumu umumî bâr kaide gibi kabul ederler. Biz küfür iktidarı altında islâm'ı devam ettirmeğe mec­buruz. Küfrün her türlü tahakkümü ve tasallutu­na mâruz kal­mak zorun­dayız diye bu zelil duruma (aşağılanmaya) katlanılır. Ni­tekim bu "mecburiyet" in arkasında da küfre karşı hür­met göstermek temayülü bile başlar.

Meselâ, ölü hayvan eti yemek. Buna ne zaman mec­bur olunursa, o zaman böyle birşey tiksinti ile karşılanır. Bunu herhangi bir basit akıl sahibi bile anlamamazlıktan gelemez. Aslında ölü hayvan eti ye­mek haramdır. Mec­bur kalarak bu et yenilir. Yendiği zaman da hiç olmazsa kalbde bir nefret, bir kerâhat hissi uyanır. Böyle bir etin istekle ve lezzetle yenme­sine im­kân yoktur. Bu etten ancak açlığı giderecek kadar yeni­lir. Mecburiyet karşı­sında yenen bu et iştahla yenmez, bu etten, kavurma, kıyma yapıp pilavınızın üstüne oturtamazsınız. İstek­siz­likle ancak açlıktan ölmemek için istemiyerek bir parça karnınızı doyurursunuz.

İşte bu nefret, bu isteksizlik (istikrah) bütün iş güçte, bütün muamelelerde vardır. Bunların hakikatte haram oldukla­rını bildiğiniz halde, mecburiyet (ıztırâr) altında helâl şekle girdiklerini düşünmüyor musunuz? Bu şekilde bütün bir kavim, bütün bir millet, kendi yaşayışının me­denî, içtimaî ve siyasî işlerinde daima şu noktayı gözönünde bulundurmalıdır: Mec­buriyet altında bu hal­lere tahammül etmektedir. Şer'î ve ruhî bakımdan mec­buriyete uyuyor. İşte bu günkü bu yaşa­yış niza­mında nefret etmekle, kerahat hissi duymakla, çekinmekle, yâni ancak yaşıyacak kadar ölü hayvan eti yemek gibi bir du­rumda kalmak mümkündür. Böyle bir hâle de az bir za­man tahammül edilebilir. Kısa bir za­man için dayanmak imkânı olabilir. Tabiatler, mizaçlar çok geçmeden bu şe­kildeki kerahatli yaşayıştan bıkarlar. Karşı gelmeğe baş­larlar. Yoksa Hak Tealânın, küfür ni­zamını benimsiyenlere şöyle mi emir vermesi lâzımdı:

"O halde içlerinden her sınıftan bir zümre çıkmalı, bir zümre de küfür üzerine çaba sarfetmeli, giden zümreler dön­dükten sonra, onları dalâlete sevketmek yolunda çalışmalı ki, onlar da iyice dalâlete yuvarlanıp gitsinler."

Yahut da:

Sizin içinizden bir zümre olsun ki, bunlar kötülüğe davet ederler, fenalığı emredip, iyilikten, doğru yoldan menederler...[25]

Şimdi din hususunda öyle muazzam bir ilerleme ha­yal edilmiştir ki, bu sayede nice nice sofular, âbîd ve zâhid geçinen kimseler, tesbihlerini çekerek, vekillik, hâ­kimlik , avukatlık işlerine de giriştiler. İnanmadıkları, iman etmedikleri kanun­larla halkın işlerini düzene koymağa, halk arasındaki dâvaları halletmeğe, onların ara­sında hüküm vermeğe kalktılar. Aynı zamanda inandık­ları ve iman ettikleri kanunu da, yalnız arada sırada sözlerini okumak için evlerinin raflarında süs olarak tutar­lar. Ve bu ilerlemenin sayesinde de gurup gurup salihlerin (?), muttakilerin (?) ileri gelen âbid (?) ve zâhidlerin (?) ço­cukları da, yeni yeni dershanelerde, mekteplerde, kolej­lerde ders öğrenmeye gittiler. Oralarda, dinsizlik, madde­pe­restlik ve ahlâk dışı dersler öğrenmek yolunu tutarlar. Sonra da kalkar bu küfür nizamında fii­len çalışmağa başlar ve bu nizamın kökleş­mesi için gayret sarfederler.

Bir rejim ki, o çocuklar babalarının gafletleri saye­sinde ve bunlar da kendilerinden evvel gelen kuşakların bu tür tutumları yüzünden, müslümanların başına esareti musallat etmişlerdir.

Erkekler bu şekildeki hizmetleriyle küfre hizmet eder­ken, kadınlar da erkeklerden geri kalmamak için bu ya­rışa hız vermektedirler. Cehalet, dalâlet ve ahlâksızlık kasırgasını es­tirmekte maharetlerini ispat ettirmişlerdir. Farz-ı Kifaye'yi ifa etmek (yerine getirmek)için, erkekleri çok gerilerde bırakmış oluyorlar. Bu farizeye (!) ilk önce erkekler başladı, fakat ka­dınlar bu zavallı kadınlar, bu dinî farizelerini (!) yerine getir­mek için onlardan baskın çıktı­lar. Bu hâtûn kişiler, ortaya atıl­masalardı, herhangi bir gayrı - müslim muhitte gayri - müslimler onlarla selâm sabahı kesecek, onlarla düşüp kalkmıyacak, kendilerine medeniyetsiz yaftasının yapıştırılması gibi korkunç bir tehlike karşısında idiler.[26]

Bugün din'in bu yeni şekilde düzeltilip, tanzim edil­mesini acaba kim istemez, kim düşünmez, kim beğen­mez Hakikatte ise, bu yeni tanzim şekli, bu yeni dü­zeltmeler, bugü­nün işi değildir. Bu zamanımızdan yüz­lerce sene önce başla­mıştır. Ne zaman ki, Tatar kâfirleri müslüman ülkelerini istilâ ettiler; bu bozgun havası da başladı ve devam edip gitti.

O zaman yalnız "küfür nizamı altında İslâmî yaşa­yış" meselesi ortaya çıkmakla kalmadı. Koca koca ulemâ ve sulehâ (âlimler, sâlih ve temiz kimseler) kendileri de bu küfür niza­mına hizmet etmek yolunu tuttular. Bugün bizim mektepleri­mizde okunan Arabî ders kitaplarının çoğu bu ileri gelen din uleması ve kuvvetli şeriatın müf­tülerinin yazmış oldukları kitaplardır ki, o zamandan beri islâm dünyasında hâlâ okun­maktadır.

Bu yanlışlığın ve bu hatânın eskiliği, şimdi bu hatâ ve bu yanlışlığa bir de eski olduğu için mukaddeslik kisve­sini giydirmiş oluyor. Bu böyle bir seyir takip edince, za­manımızın fakihleri, muhaddisleri ve müfessirlerinin bu hatâya kapılmala­rında hayret edilecek birşey olmaz.

Şu husus da açık gerçektir ki, bir yanlış ve bir hata "eski olunca, sahihlik ve doğruluk vasfını elde edemez. Hata ve yanlış olarak kalır. Hatta zamanın geçmiş olması da hatâyı doğru kılmaz. Yine aynı şekilde ha­tânın çok kimseler tarafın­dan da benimsenmiş bulunması ve çok kimselerin de bu hatâya saplanmış bulun­ması da hatâyı hatâlıktan kurtarmaz. Eğriyi doğru yapmaz.

Hak'kın kaim olması ve sebat bulması isteniyorsa, Allah'ın Kitabından ve Resulünün sünnetinden başkası­na bağ­lanmakla bir netice almak mümkün olmaz. Bü­tün bu yıkılış devrinde, ilkönce mecburiyet tahtında ve "küfür devletinin bas­kısı altında islâm nazariyesi orta­ya çıkmış, yavaş yavaş iş ilerleyerek, nizam-ı küfr'e hizmet caiz sayılmış, sonra da müstehaplık derecesine varmış ve daha sonra da farz-ı kifaye makamını elde etmiştir.

Bu yüksek nazariyeye (!) bakınız, nereden başla­mış ve nerelere kadar ulaşmıştır. İş bununla da kalma­mış rezalet son dereceye varmış, "Dinî serbestlik tanı­yan hükümdarlara sada­kat göstermek dinin iktizasıdır." den­miştir.

Bu nefsanî tefsirciler çalışarak şu hususu da elde et­mişlerdir: Kendi gerilemelerinin her aşamasında aşağı­dan aşa­ğıya en aşağıya yuvarlan­malarına mazeret bul­mak için de Allah dininden medet ummak isterler. Onların bu istekleri, kendi zanlarına gö­re şu formüle dayanıyor: Allah'ın dini bizim bütün ihtiyaçlarımızın giderilmesini üstlendiğinden, şimdi karşılaşmış bulunduğumuz mecbu­riyetler hususunda da onun rehberliği ile yürümemiz ge­rekir. Fakat aslında, bu zahirî formülün içinde başka ve diğer bir formül de sak­lıdır. O da, bu şekilde çalışan kim­selerin işlerini istedik­leri gibi yürütmekte herşeyden isti­fade edebilmeleridir. Madem ki, biz şimdi böyle bir dine sa­hip olmak bahtiyar­lığını elde etmiş bulunuyoruz. Ve biz böyle bir dine iman etmek saadetine kavuşmuşuzdur, bu­nun karşısında hiç olmazsa, bu dinde farz olan şeyleri ye­rine getirelim. Biz bu dini ilerletmek yerine gerisin ge­riye götürelim. Yâni bizim buna bağlılığımız, dinimizin her türlü mükellefiye­tini üzerimize alarak, Allah'ın mülkü olan şu arz üzerin­de bu nizamı sağlamlaştırmak ve bu hu­susta karşılaştığı­mız her zorluğu ortadan kaldırmak şek­linde olmayacaktır. — Zira bu zorlukların kalkmasını di­nîmiz üstlen­miştir. — Biz böyle bir çaba ve gayreti ta­mamen hayalimizden silerek kendi zevk ve sefamıza bakalım. Müslüman­ların bulunduğu ülkelerde ne olursa olsun, işi­mizin ve menfaatimizin yolunu tutalım. Bir uşak gibi, biz­lere ne emir verilirse onu yapalım. Hattâ din dı­şındaki her türlü doktrinlere ayak uyduralım. Başımıza hangi rejim gelir­se gelsin, onlara itirazsız boyun eğelim. Dinimiz her şeye rağmen bütün ihtiyaçlarımızı karşıla­mağı üstlenmiştir. Ve biz de böyle bir dine mensup olmak saadetini elde etmiş bulunuyoruz, derler ve demek ister­ler.

İşte bunun içindir ki, böyle hatalı düşünenler ve bu şe­kilde hatalı yola sapanlar, bu hususu meşru kılmak ve doğru olduğuna kendilerini inandırmak için de Kur'an-ı Kerim'den ve Hadis-i Şerif ten boyuna delil arayıp dur­maktadırlar. Bütün Kur'an-ı Kerim'i taradıktan sonra, işle­rine yarayacak olan Ankebut sûresi, Bakara, AI-i İm-ran, Enfâl, Tövbe değil de yalnız Yûsuf suresidir. Bu sû­re de yalnız Han Bahadır Hazret­lerinin istidlal buyur­dukları âyât-ı kerime'lerdir.

Bu şekilde bütün Sîret-i Nebevi de gözden geçirilir, baştan başa bakılır. Ne Mekke'deki olaylar, ne Tâif'deki taşa tutmalar onları alâkadar eder. Bedir ve Uhud he­saba katılmaz. Onların gözü işlerine yarıyacak olan tevil kabul etmesi ihtimali bulunan hemen şu vak'aya sımsıkı sarılırlar:

Müslümanlardan bir zümre, asrı saadette Habeşis, tan'a hicret etmiş, bir müddet orada Hıristiyan bir hü­küm­darın memleketinde kalıp güya o devletin tebaası ol­muşlarmış (!).

Fakat mevzuu gerçek cephesiyle düşünmeyen bir kimse değil de, hakkı ve hakikati arayan birisi kalkıp da bu hususları inceleyip anlamak isterse, bu hakikatin ma­hiyeti de Yûsuf (A.S.) kıssasındaki gibi bir neticeye bağ­lanır. Zira, bir Nebî Allahü Tealânın hidayet ve emriyle bir küfür nizamında, gayr-ı İlâhî kanunun yürütül­düğü bir- devlette, başta bir melik olduğu halde vezirlik gibi en mü­him bir mevkiyi işgal etmesi­nin sebebi, asıl maksada bu sebeple ulaşması ve meseleyi bu yoldan hal­letmesi için­dir.

Müslümanların da Habeşistana hicretlerinin se­bebi, bir müslüman cemaat için, bir gayrı - muslim me­deniyet ve siyaset nizamı altında hiç olmazsa barınacak bir yer bulunması ve kendi mescidlerinde kendi usulleri­ne göre, ibadet edebilmeleri ve kendi kalblerînde bulunan akidele­rini hiç olmazsa dilleriyle söylemek imkânına ka­vuşabil­meleri içindir.

Bu netice başka suallerin de doğmasına yol açmak­ta­dır. Biz bunları ehemmiyetlerine göre tasnif etmiş bu­lunuyoruz. Bunlara sırasiyle cevap vereceğiz. Cevapla­rımızın olduğu gibi anlaşılması için şu meselelerin araş­tırılması icabeder: