saniyenur
Tue 28 August 2012, 04:42 pm GMT +0200
Din: Kapsamlı Bir Hayat Tarzı
Hz. Muhammed'in Allah tarafından dünyaya peygamber olarak gönderilmesinin gayesi ve hikmeti, yalnızca din ile ilgili cahiliyyenin yanlış anlayışını ortadan kaldırıp yerine akılcı ve uygulanabilir bir din anlayışını tesis etmek değil, ayrıca bu anlayışa dayalı tam ve mükemmel bir kültür ve medeniyet meydana getirmekti. Rasûlullah, insanın hayatının sadece küçük bir parçası olan bir dinin gerçek manada bir din olmadığını belirtmiştir. Gerçekten de din hayatın sadece bir parçası değil bilakis hayatın ruhu, yönlendirici kuvveti, hakkı bâtıldan ayırma imtihanı, düşünme şekli, kısacası hayatın tümüdür. Din, hak ile bâtıl arasındaki farklılıkları göstermeli, insanı kötü ve batak yollara düşmekten kurtarıp, hak yolda azim ve sebatla yürümesini, dünyadan âhirete doğru olan tehlikeli yolculuğunda İnsanın başarıyla hedefine ulaşmasını sağlamalıdır.
Hz. Muharnmed'in getirdiği din, İslâm olarak isimlendirilmiştir. İslâm, insan hayatının küçük bir parçası değildir. Eğer böyle anlaşılırsa Hz. Peygamber'in gonderilİşindeki amaç kaybedilmiş olur. İslâm hayatın bütün şubeleriyle eşit olarak uğraşır. İnsan ile" Allah arasındaki ilişkiyi incelerken insanın maddî meselelerini de ihmal etmez. Bu ilişkiye de, fizikî âlem ile olan ilişkilerine de aynı Önemi verir. Hz. Peygamber'in gelişinin asıl amacı insanlara şu hakikati bildirmektir: Hayatın çeşitli sahaları ve çeşitli ilişkiler ayrı şeyler değil bir bütünün aynı değere haiz parçalarıdır ve insanın refahı bu parçaların ahenkli bir şekilde birleştirilmesinde yatmaktadır. Allah ile kul arasındaki ilişki doğru olmadıkça, insanın çevresi ile ilişkisi doğru olarak yürüyemez. Bu ilişkiler birbirlerini hem ıslah eder, hem tamamlar; ikisi beraber dünya hayatını bir başarı alanı yaparlar. Dinin esas amacı bedenen ve zihnen insanı bu dünyada başarıya hazırlamaktır. Bunu yapamayan din, din değildir; yapabilen ise ancak İslâm'dır. Kur'ân'da şöyle denilmesinin sebebi budur. "Allah katında din, İslâm'dır." (3:19).
Gerçekten İslâm, kendine mahsus ve apayrı bir fikir tarzı ve anlayışın adıdır. Bu, hayata bir bakış açısıdır. Metodları bu düşünce ve inanç ile belirlenen özel bir faaliyet şeklidir. Bu tür düşünce ve faaliyet ile kurulması başarılan devlet şekli; din, kültür ve İslâm medeniyetidir. Din, medeniyet ve kültür ayrı şeyler olmayıp üçü bir bütünü teşkil etmektedir. Hayatın bütün problemlerini çözen düşünce ve hayat anlayış tarzı işte budur. Allah'ın insan üzerinde haklan, kendi nefsinin hakları, insanın ana babasına olan görevleri, din kardeşlerine, komşularına ve ticarî ilişkileri olduğu şahıslara karşı görevleri, diğer dinlerdeki insanlara olan tutumu nelerdir? Dünyadaki herşey ve her güç kendi haklarına sahiptir. İslâm bu haklan belirler ve aralarında tam bir dengeyi sağlar. Bİr İnsanın müslü-man olması demek onun adaletinin, bir hakkı diğeri için feda etmeden yerine getireceğinin garantisi demektir.
Bir kere daha ifade edersek; hayatı bu tür algılama ve düşünme şekli, bütün sahalarda insanlar için çok yüksek idealler ve manevî hedefleri tayin eder.
Din insandaki merkezî karar verme noktasıdır ve hayatta herşeyin değeri bununla belirlenmelidir. Her şey bu noktanın ölçülerine göre değerlendirilmelidir. Merkezî noktaya ulaşmada insana yardımcı olan herşey alınmalı, bu yolu tıkayan herşey atılmalıdır. Bu nokta ferdî hayatın küçük meselelerinden, sosyal hayatın en büyük meselelerine kadar gözönüne alınmalıdır. Bu merkezî nokta insanın yeme ve içmede izleyeceği sınırları, ticareti, alışverişi, ailesi ile münasebetlerini, sohbet adabına kadar herşeyi belirler. Kısacası doğru yolda devam edebilmek için hayatın bütün meselelerinde bu merkeze danışılmalıdır.
Bu merkez sosyal, siyasî, İktisadî hayatın bütün sahalarında insanın ilerleyebilmesi, onu hedefinden saptıracak yollara düşmemesi, asıl hedefine ulaşabilmesi için, sosyal hayatta şahısların karşılıklı ilişkilerini de belirlemelidir. Bu merkez aynı zamanda insanın başarısına engel teşkil etmeden, hedefine uygun ve yeterli şekilde enerji kaynaklarını nasıl kullanacağını da belirlemelidir. Aynı zamanda bu merkez müslümanlarla kâfirler arasında, dostlukta ve düşmanlıkta, barışta ve savaşta, müşterek çalışmalarda ve anlaşmazlıklarda, galibiyette ve mağlubiyette, bilgi ahş-verişinde ve sanatta, ticarette ve iktisadî işbirliğinde, kısacası dış ilişkilerde tutulan hedeften ayrılmamak için ne gibi usûl ve kurallara dikkat edilmesi gerektiğini tesbit eder. Bu şekilde asıl hedef, insan neslinin, yollarını şaşırmış olan toplulukların, isterlerse veya istemezlerse de, farkında olarak veya olmayarak, fıtra-tın gerektirdiği ve müslümanların seçtiği hedefe doğru yürümelerine yardımcı olmaktır.
Kısaca insanın bütün hayatı, camiden pazara, savaş alanlarından kitle iletişim araçlarının kullanılışına, abdest ve temizlik gibi küçük meselelerden ibadet şekillerine, sosyal, ekonomik, siyasî ve uluslararası ilişkiler gibi büyük sorunlara, ilk eğitimden tabiatın gizli sırlan, uzay ilmi ve astronomi araştırmalarına kadar hayatın bütün çabaları ve fikir ile hareketin bütün alanları bu merkez tarafından yönetilmelidir. Bütün bu sayılanlar öylesine uyumlu ve birbirini tamamlayıcı olmalıdır ki, bir makinede küçük çarkların, parçaların çalışmasıyla nasıl büyük hareketler çıkıyorsa, öylece toplumda da merkezî bir düzenleme, şuurlu bir ilişki görülmelidir.
Yukarıda anlatılan yeni din anlayışı, bu alanda köklü değişiklikler yapmış ve zihinlerini cahiliyyeye teslim etmiş kimseler tarafından hiçbir zaman anlaşılamamıştır. Hatta günümüz üniversitelerinden mezun olmuş birçok kimse dahi cahiliyye insanı gibi bu inkılâbı anlayışı kavrayamamıştır. Dini hayatın bir parçası olarak görme anlayışı hâlâ çok kuvvetlidir. İlmî araştırma ve tecrübeler, mantıkî eleştiriler bile âdet, gelenek ve önyargı düğümlerini çözememiştir. Birçok insan hâlâ dindarlığı mescidlerin veya mabetlerin bir köşesinde Allah'ı hatırlamak olarak algılamakta ve dinin sadece kilise, cami veya havralarla sınırlı kalması gerektiğini düşünmektedir. Bu açıdan bir çok bilim adamının islam'ı, cahiliyye devrindeki din anlayışı ile değerlendirmesi bizim için bir sürpriz değildir- (Ebu'l-'Ala Mevdûdî, Siret-i Servet-i Alefn, c. I, ss. 329-333).