Eslemnur
Fri 1 October 2010, 05:49 pm GMT +0200
Din ile Siyaseti Birbirinden Ayırmanın
Müdafası ve Bunun Araştırması
Geçen mevzuda, Yûsuf Sûresi hakkında bazı suallerin neşrinden sonra, vefat etmiş bulunan tanınmış bir muhterem zât — kendisine Han Bahâdır, diye hitabedilen büyük bir şahsiyet — o zaman U.P. (United Provinces: Birleşik eyaletler) (maliye nazırı) Collektor'u makamında bulunuyordu. Bu yazı üzerine detaylı bir tenkit yazmıştı. Mevlânâ Mevdûdî Sâhib'in cevabını bildirmeden, bu tenkidin okuyuculara arz edilmesine imkân yoktu. Bunun için biz de ilkönce onun yazısını ve onun yazısına ait bahisleri, burada naklettik. Daha sonra da müellifin cevabını ortaya koyduk.[23]
Tefsir yazan zat-ı muhteremden şu nokta sorulmalıdır: Yûsuf Aleyhisselâm, bir Gayrı - İslâmî hükümet nizamının unsuru, elemanı ve böyle bir hükümetle işbirliği yapan bir vazife sahibi olmuş mudur? Yoksa olmamış mıdır? Acaba asıl maksat olan mesele de bu mudur? Eğer, olmuş ise. o zaman Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâmın böyle bir vazife alması, İslâmî bakımdan caiz midir, yoksa değil midir? Mevlânâ Mevdûdî Sâhib, buyuruyorlar ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm hususiyet itibariyle, Mısır'da Gayrı-İslâmî kanunları uygulayan bir hükümetle iş birliği yapmamıştır. Ve yine zat-ı faziletleri buyuruyorlar ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm hususiyet bakımından Mısırda'ki Gayri-İlâhî hükümet nizamına iştirak etmemiştir. Hayret! Yine de Mevlânâ kendisi şu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, Bu âyetle Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm şöyle söylemişti:
Dedi: Beni yeryüzünün bütün hazînelerine koruyucu dikiniz; Ben iyi bilenimdir, (onları iyi idare ederim, korurum) Biz de ona iktidar verdik, Biz Yusuf'u yeryüzüne yerleştirdik, istediği gibi yerleşecek ve istediği gibi barınacaktır.
Şimdi görüyoruz ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm Mısır Firavunundan şu talepde bulunmuştu. Sen beni, devlet hazinelerinin başına geçir. Firavun'da onun bu isteğini, gözönüne alarak talebini yerine getirmişti. Zat-ı Peygamberileri Firavun'un hükümet nizamının bir unsuru, bir elemanı ve ileri gelen bir şahsiyeti sıfatını elde etmiş bulunuyordu. Bu işlerde Firavun'la işbirliği yapıyordu. Mevlânâ Mevdûdî Sâhib, bu açık neticeden kurtulmak için, boşuna uğraşıp didiniyor. Hazret-i Yûsuf'un istediğinin tam yetki ve tam seçme hakkı olduğunu buyuruyor.
Her şeyden önce, tam yetki ve seçme hakkı hakkında Kelâm-ı Kadîm'in (Kuran-ı Kerim) lâfızlarında, açık bir şey bulunmamaktadır. Bu lâfızların tâbirini Mevlânâ Sâhib kendisi Kelâm-ı Kadîm'in sözlerine, cümlelerine eklemek istiyor. Bundan maksat, Kelâm-ı Kadîm'in mefhumunu, Mevlânâ kendi noktayı bakış açısına bir şekle koymaktır. Nitekim, bu zihniyet hakkında, ihtimal, merhum İk-bâl'in şu şiiri yersiz olmayacaktır.
Hod bedeltec nehen, Kur'ân - ko bedel dîtec heen?
Kendini değiştireceğin yerde, Kur'an-ı mı değiştiriyorsun?
Fakat, bu umumî cümleleri de ilâve etmek, Mevlâna'nın içtihat ve nazariyesini yine de teyit etmez.
Hazret- Yûsuf Aleyhisselâm malî idare hususunda tam yetki ve tam seçme hakkı istemiş olması ve bunu da elde etmiş bulunmasına rağmen memleket idaresinde tam mânasiyle söz ve hüküm- sahibi Firavunun tâ kendisiydi. Hazret-i Yûsuf'a bu seçme hakkını, bu yetkiyi veren de yine Mısır Firavunu idi. Bununla beraber, Hazret-i Yûsuf bu tam seçme hakkını ve bu tam yetkiyi de elde ettiği halde, o zamanki hükümet nizamında hükümetin bir unsuru bir elemanı, bir memuru ve nihayet böyle bir hükümetle işbirliği yapan bir şahıstan fazla bir şey olamazdı.
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın, "Mısır saltanatının bütün kaynaklarını benim elime veriniz diyerek bunun neticesinde de elde etmiş olduğu yetki öyle bir yetkiydi ki, bütün Mısır ülkesi sanki onundu." diyen Mevlânâ Mevdûdî Sahib'in bu iddiaları hakikatin tamamen hilâfınadır.
Şunu da bilmeliyiz ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'-ın istediği şey malî yetkiydi. Kendisine verilen yetki ve seçme de yine malî hususlardadır. "Bütün yetkiler" dendiği zaman, bunun içine malî yetkinin dışında, diğer işler de girmiş olur. Meselâ: Polis, inzibat, askerî işler, adliye ve saire... Bunlar hakkında, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın ne istediğine ve ne verildiğine dair bir bahis yok. O zaman, Mevlânâ Mevdûdî Sahib'in buyurdukları, "O'nun elde ettiği yetki, öyle bir yetki idi ki, bütün Mısır ülkesi sanki onundu cümleleri de tamamen asılsız ve esassızdır.
Buna göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm vaziyet bakımından Mısır'ın hazinelerini tasarruf ettikten sonra. Mısır saltanatının bir unsuru, bir elemanı, devletin bir memuru veya işbirliği yapan bir kimse haline gelmiş oluyordu.
Ne malûm ve hangi delil ile isbat edilebilir ki, o zaman, Mısır Firavunu kendi saltanatından el çekmiş ve çekilip gitmişti; Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm da, onun yerine geçerek, saltanata kurulmuştu. Bana göre, bu vak'a, tarihen de sabittir. Kur'an-ı Kerim ile ispatına uğraşmaya lüzum yoktur. Halbuki, Kur'an-ı Kerim'in meali de esasen, bunun böyle olmadığını, yâni Mısır Firavununun çekilip gitmediğini anlatıyor. Aşağıdaki âyet-i kerime, bu hususu açıklamaktadır:
"Melik dedî: Onu benim yanıma getirin. Onu kendime dost edineyim. O'nu konuşturunca da dedi: Sen bunda" böyle bizim yanımızda emniyetle barınırsın..."
(Yûsuf: 54)
Bu âyet-i kerimelerin ikisinden de anlaşıldığına göre, Mısır'ın Firavunu Hazret-i Yûsuf'u kendi saltanatının en yakın adamı, mutemedi, emniyetle işlerini tedvir edecek birisi ve kendisine bir nevi müşavir tâyin etmişti. Bu âyetlerin hiç birisinden şu da asla sezilmiyor ki, Mısır hükümdarı, o zaman kendi hükümetinden ve kendi saltanatından vazgeçmiş ve bunları bırakmıştır. Bundan başka, arkadaki âyetlerin birisinden de açıkça anlaşılıyor ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm Mısır hazinelerini ele geçirdikten sonra dahi, Mısır Firavunu yine kendi saltanatını elinde tutuyordu. Mısır dinini de o memleketin her tarafında yaymış bulunuyordu. Bu dinin kanunları da yine o memlekette yürürlükte idi. Nitekim Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri ikinci defa hububat aramak için geldikleri zaman, yine Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın istediğine göre, kendi öz kardeşi Bünyamin'i de getirmişlerdi, Hazret-i Yûsuf da öz kardeşi Bünyamin'i kendi yanında alıkoyacaktı. Fakat Bünyamin'e de hemen kendi öz kardeşi olduğunu bildirmek istememişti. Diğer kardeşlerine de meseleyi açıklamak niyetinde idi. Bünyamin'in de kendi öz kardeşi olduğunu diğer kardeşlerine bildirmek istemiyordu. Bunun için bir tedbir düşünmüştü. Kardeşlerine Yûsuf Aleyhisselâm emir verip, yola çıkmak için hazırlanmalarını bildirdi. Bünyaminin de öteberisinin içine bir su maşrapası yerleştirdi. Kafile yola çıktığı zaman, tellâl bağırıp şöyle dedi: Hey kervancılar!.. Sizin aranızda bir hırsız var; hırsızı bırakın da öyle gidin. Yûsuf (A.S.) ın kardeşleri, böyle bir şey yapmadıklarını söylediler. Tellâl bu defa: Ya varsa, o zaman ne dersiniz? Size nasıl ceza verilsin? dedi. Yûsuf (A.S.) ın kardeşleri de cevap verdiler: "Bu ceza bize değil, hırsızlık yapmış olana verilmeli. Bizce de haddini bilmeyen ceza görmelidir." Bu konuşmalardan sonra arama tarama başladı. Su maşrapası Bünyaminin eşyaları arasında bulundu. Suçun ceza görmesi için Bünyamin alıkondu. O zamanki irşad-ı ilâhî şöyledir:
Yoksa, Allah istemeseydi... Melik'in kanununa göre o kardeşini alıkoyamazdı.
Altı çizilmiş bulunan cümlelerden açık bir şekilde anlaşılıyor ki, o zamanki Mısır ülkesinin kanunu, Melik'in kanunuydu. İşte bu kanuna göre de Hazret-i Yûsuf kardeşini alıkoymak için, onu öteberi çalmakla itham etmişti.
Bu şekilde de diğer kardeşlerinden onu almak istemişti. Allah'ın izniyle, bu kardeşler de kendi ağızları ile, anlattılar ki, her kimin öteberisi arasında çalınmış şey bulunursa, o kimse çalmış olduğu bu şeye karşılık alıkonsun. Nitekim, bu âyet-i kerimenin tefsirinde, Mevlânâ Şubbeyr Ahmed Cismanî Sâhib, şöyle buyuruyor:
"Kardeşler kendi dilleriyle itiraf edeceklerdi ki, her kimin yanında mal bulunursa, o da bu suça karşılık köle olsun. Bunun üzerine Bünyamin yakalandı. Yoksa Mısır hükümetinin kanununda böyle bir şey olamazdı. Eğer böyle bir tedbir düşünülmemiş olsaydı, onlar kendi dilleriyle ikrar edip, alıkonmasını istememiş bulunsalardı, yürürlükte olan kanunlara göre, Bünyamin de alıkonamazdı."
Buradan yine de şu lâzım gelmez ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm Mısır ülkesinin vezirliğine (nazırlığına) geçtikten sonra, tebliği risâlette de bulunmamış yahut da kendi risâletini açıklamaktan çekinmiştir. Bunun aksine Zat-ı Peygamberîleri, hattâ hapishanede iken bile, arkadaşlarına vahdâniyeti İlâhîyeyi tebliğ etmek yolunu tutmuştur. Hazret-i Yûsuf hapishanedeki arkadaşlarına şöyle söylemişti:
"Ey! benim hapishane arkadaşlarım. Çeşitli Rabler mi iyi, yoksa kudret sahibi bulunan biricik Allah mı? Ondan başka, sizin ibadet ettikleriniz; kendinizin ve babalarınızın, uydurup isim taktıklarından başka bir şey değillerdir. Halbuki bunlar hakkında Allah ne bir delil, ne de bir hüküm göndermiştir. Hüküm ancak, Allah'ın emrettiği hükümdür ki, kendisinden başka kimseye ibadet edilmesin."
(Yûsuf: 39 - 40)
Ve böylece Hazret-i Yûsuf vezirliği üzerine aldıktan sonra da zarurî olarak tebliğ işini devam ettirmiştir. Elbette bu âyetlerden anlaşılan kesin ve şüphesiz olan mesele de şudur ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi arzu ve isteği ile gayri - İslâmî bir hükümetin unsuru ve bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra da yine o ülkede gayri - İslâmî kanun ve gayri - İslâmi nizâm yürürlükte idi. Yûsuf (A.S.) a da bu yaptığından dolayı, Hak Tealâ tarafından bir eleştiri olmamıştır. Bunun aksine, kendisi de mükâfatlandırılmıştır. Nitekim, Yûsuf (A.S.) ın yeryüzüne yerleşip, istediği yerde barınması da bir mükâfat diye vasıflandırılıyor. Buyuruluyor ki:
Biz Yûsuf'u bu şekilde yeryüzüne yerleştirdik. Orada istediği gibi barınsın.
Bundan da şu netice elde edilir ki, alelade müslümandan Peygambere kadar, gayri - islâmî bir hükümetin unsuru ve elemanı olmak caizdir. Yalnız caizlikle de kalmaz, belki bir çeşit farz-ı kifâye haline de girer. Vâcib bile olur. Nitekim, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi isteği ile Mısır hazinelerine tasarruf etmiştir. Bu sözün delili; Hazret-i Yûsuf'un bu işi istekle üzerine alması, yalnız bunun câizliğini değil, aynı zamanda vâcibliğini gösterir. Yoksa. Firavun, bunu istememişti. Hattâ Hazret-i Yûsuf bu işi talep ettiği zaman kendisi için koruyucu ve iş bilenim demişti ve bunlarla da övünmüştü. Ben yapabilirim iddiasında bulunmuştu. Kendi kabiliyetini ileri sürmüştü.
Bu mevzu hakkında bazı aklî deliller de ileri sürülüyor. Bu deliller çerçevesinde Habeşe muhaceret işide ortaya atılıyor. Bu hadiseden de bazı istidlaller yapıyor. Aynı mevzu daha önce de geçmiş olduğundan yazının uzamaması için bu kadarla yetiniyoruz.
Cevap:
Han Bahadır Sâhib'e ziyadesiyle teşekkür borçluyuz ki, bu meselelere temas ederek, bir kere daha, kendi açık düşüncesini önümüze sermiş oluyorlar. Vaktimizi, bu meselenin tahliline sarfetmemizin sebebi yalnız şu ümitledir ki, bu hususta hakikati öğrenmek istiyenlerin çoğu gerçek dışı delillerle,.. Gayrullah'a itaat veya başka ve daha açık bir tabirle: "islâm ligayrillâh: Allah dan başkası için islâm" anlayışını... caiz saymakta ve küfür rejimlerine hizmet etmeyi mubah, hatta farz-ı kifâye saymaktadırlar. Bu doğrudan ayrılmış insanların iddalarını çürütmek için bu cevabı yazmak zarureti hâsıl oldu.
Burada Yûsuf (A.S..) kıssasını yeniden ele aldık ve bir daha gözden geçirmek yolunu tuttuk.
İlk bahis bir hayli delillere İstinad ediyor ve mevzuyu etraflıca ortaya koyuyordu. Fakat Han Bahadır Hazretleri, nedense, birinci bahsi bırakıp ikinci bahis üzerinde önemle durmuşlardır. Halbuki zat-ı muhteremin yazdıklarının çoğu, birinci bahse aitti. İhtimal olarak, hepsinin cevabını bizim birinci bahsimizde bulabilirlerdi.[24]
Her ne ise, dikkat etmemelerinin sebebi ne olursa olsun, sonuç- bizim için hayırlı oldu. Onların tekrar tekrar ileri sürdükleri hususları, aydınlatmak bizim için kolay olmadı. Bu mevzularla ilgili diğer bahislerin açıklanmasiyle ancak bu hususların anlaşılması da mümkün olaçaktır. Bunun da zamanı gelmiştir.