- Ders Özetleri

Adsense kodları


Ders Özetleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 23 March 2013, 02:35 pm GMT +0200


İslam İlimleri ile Felsefe İlişkisi

Fıkıh,  kelam  ve  tasavvuf  hem  konuları  itibariyle  hem  de  başvurdukları  yöntem  ve  aklî  kavramları itibariyle felsefe ile yakın ilişkisi olan İslamî ilimlerdir. Ancak bu ilimlerle felsefe  arasında hikmet boyutunda bazı ortak konuları olmakla  beraber yöntem itibariyle felsefe ile  aralarında  farklar  olduğu  bir  vakıadır. İslam  ilimleri konuları ilahî bir kaynak olan vahiy bilgisine dayanıyor olsa da, başvurulan yöntem  ve kanıtlar bakımında felsefe ile aynı dil ve mantık gibi beşerî araçlar kullanılmaktadır. filozoflar  başından  itibaren  kelamî  sorunları  ve  tasavvufî  düşünceyi  dikkate  alan  bir  yaklaşım benimsemişler,  hatta  bu  ilimlerden  kendi  felsefî  sistemlerinde  kelamî  görüşlerden  önemli  ölçüde yararlanmışlardır.

I. Kelam ve Felsefe İlişkisi
İslâm  dünyasında  felsefi  bir  faaliyette  bulunan  kimseler  felasife’den  ibaret  değildi.  İslâm  düşünce tarihinde, üzerinde durulan konular ve kullanılan yöntem bakımından felsefî değeri  yüksek tartışmalara sahne olan ilim alanlarından biri Kelamdır.  Bir yandan felsefî fikirlerden yararlanarak ve mantıkî tartışma yöntemlerini kullanarak İslam akidelerini açıklamaya çalışan kelamcılar İslam da felsefenin doğuşuna katkıda bulunurken, öte yandan filozoflara karşı en şiddetli  eleştirilerde  bulunanlarda  kelamcılar  olmuştur.  Kelâm  hareketi “felsefe”  olarak bilinen  düşünce  hareketi  henüz  ortaya  çıkmadan  başlamıştı.  İslâm'da  ilk  filozoflar  felsefî  eserler vermeye başladığında Kelâm ilmi gelişmesinin önemli bir bölümünü tamamlamış ve
belli başlı kelamî ekoller ortaya çıkmıştı. Kelamî  sorunların  daha  önceden  tartışıldığı  kesin  olmakla  beraber  bir  ilmî  disiplin  olarak Kelamın Mutezilenin ortaya çıkması ile birlikte şekillendiğine dair ortak bir görüş oluşmuştur. Yine  de  Şehristâni  ve  İbn  Haldun  gibi  kaynaklar  bize  Mutezile'den  önce  de  Kur'an ve hadislerin  kapalı,  anlaşılması  zor  ifadelerini  açıklamak  ve  anlamak  için  geleneksel  deliller yanında aklî delillere başvurulması sonucu Kelam ilminin ortaya çıktığını belirtirler. Felsefe çevirileriyle birlikte çeşitli
felsefî  görüşleri  nazarı  itibara  alarak  kelamî  sorunların  tartışılması  sebebiyle  kelam  ilmi  de felsefe gibi kadim ilimler arasında sayılmaya başlamıştı. Bu sebeple Farabi de Kelamı bir tür “dini inançları savunma sanatı” sayar. Felsefeden farklı olarak  Kelâm ilmi “dışarıdan gelen bilimler” arasında  değil, Tefsir, Hadis ve Fıkıh gibi İslâmî ilimlerden biri sayılmıştır. Gerçekten Kelam tarihî olarak tamamen İslamî bir  zeminde,  ilk dönem  Müslüman  toplumlar  arasında  ortaya  çıkan  itikadî  ve  siyasî  bazı sorunlarla  ilgili  tartışmalarla  doğup  ve  gelişmiştir.  Bu sorunların  başında,  temel  İslâm inançlarının  nasıl  anlaşılması  gerektiği  veya  “nassların”  açıklanması  ve  yorumlanması  ile bunlara yönelik itiraz ve tenkitlere karşı savunulması gelir. Başlangıçta Kelâm ilmine İslâm toplumunda ortaya çıkan “sapkın” mezheplere karşı sahih dinî akideyi korumak gibi bir vazife atfedilmiştir.  Daha  sonra  bu  göreve  ilave  olarak,  Hıristiyanlık,  Yahudilik, Zerdüştlük  ve Budizm  gibi  diğer  dinlerin  inançlarına  ve  ilahiyatlarına  dayanan  görüşler  karşısında  İslâm inançlarını  savunmayı  da  kelam  üstlenmiştir.  Nihayet  doğrudan  herhangi  bir  başka  din  ile doğrudan alakalı  olmasa  da,  kadim  felsefe  geleneklerine  ait  iddialara  ve  filozofların  dinî meselelerle ilgili görüşlerine karşı İslam’ı  savunmak da Kelamın görevleri arasına girmiştir. Kısaca Kelâmı,  İslâm inançlarını başka  dinlerin  ilahiyat  öğretilerinden  etkilenen  görüşlere karşı ve felsefî ya da doğal metafizik iddialara karşı savunmayı gaye edinen, nassa dayalı bir tefekkür hareketi olarak tanımlanabilir. Temel  konuları  itibariyle  felsefenin  üzerinde durduğu varlık, insan, evren, siyaset, ahlak gibi konular şu ya da bu şekilde İslamî ilimlerin da konuları  arasında  bulunmakla  birlikte,  farklı  amaç  ve  yöntemlere  sahip  oldukları  dikkatten kaçamazdı.  Diğer dinî  ilimlerle  felsefe  arasındaki  yöntem  farkından  başka  kavramsal farklılıklara da işaret etmek gerekir. İslamî ilimlerle  felsefe  ilişkisinin  mahiyetini  üç  nokta  üzerinde  açıklamak  mümkündür. Birincisi,  Müslümanların  tercümeler  yolu  ile  aldıkları  ve  Arapçada  yeniden  üretilen  kadim Grek felsefesi, Platon ve Aristoteles’ten sonra geçirdiği değişimlerle yeni-Platoncu, Pisagorcu bazı yorumlarla daha dinî  bir mahiyet kazanarak, maneviyatçı ve ruhçu bir felsefî idealizme dönüşmüştü.  İlk  İslam  filozofu  olan  Kindî  den  itibaren  Farabi,  İbn  Sina  gibi  Müslüman filozoflar  İslam  kültürü  içinde  yetişmiş,  kendi  şartlarına  göre  temel  dinî  ilimlerde  eğitim görmüş kimselerdi.
a.  Kelamî Sorunların Felsefi Boyutu
Kelâmın  amacının  İslâmî  “nass”ların  doğru  anlaşılmasını  ve  aklî  olarak  savunulması olmuştur. Ancak bu dinî “nass”ların  tartışmasız ve herkes tarafından kabul edilebilir tek bir açıklamasının bulunduğu anlamına gelmez. Mesela,  insanın  irade  hürriyetine  dair  Kur’an’da  hem  lehinde,  hem  de  aleyhinde yorumlanabilecek  ifadelere  rastlanabilir.  Bundan  dolayı  hem  irade  hürriyetinin  olduğunu savunanlar hem  de  olmadığını  savunanlar  kendi  görüşlerini  Kur'an  lafızlarına  olduğu  kadar başka kanıtlarla da ispatlama ve açıklama ihtiyacı duymuşlardı. Kelam ilminin adı “konuşmak” manasındaki kelimeden gelmesi, aynı anlamdaki “logos” ve ondan türeyen “zaten varlığı kabul edilen bir söze dayalı akıl yürütme şekli olarak diyalektik” ile  anlam  birliğine  sahiptir.  Ancak  İslamî  bir  ilim  olarak  Kelam’ın  akaid  ilmi,  usûl ü'd-dîn, ilmü 't-tevhîd, ilmü 'n-nazar gibi diğer adlarla anıldığını da dikkate almak gerekir. Filozoflar, kelamı  daha çok  metafizik  sorunları  konu  edindiği  haliyle  değerlendirmekteydiler.  İlm-i usûlü'd-dîn (temel dinî ilimler usulü), veya İlmü'n-nazar ise (temel nazarî ya da kuramsal) aklî bir ilim  olarak  felsefî  ilimler  tasnifinde  medenî  ya  da  toplum  bilimleri  arasında  yer almaktadır. Bu ikinci anlamda kelam ilmi ise ilahî kelamın (Kelâmullah) mahiyeti hakkında Mutezile gibi akılcı yaklaşımı benimseyen  alimlerle diğer ehli sünnet alimleri arasında zaman zaman siyasi boyutları da bulunan tartışmalardan dolayı bu adla anılmaktadır. İlk Müslüman filozof  olarak  anılan  Kindî  (ö.873)’den  çok  önceleri  kelam  ilminin  usul  ve  konuları sabitlenmişti ve hatta felsefî gelenekle farklı mecralarda gelişmiştir denilebilir. Henüz yabancı kültürlerle ve felsefî eserlerin Arapçaya kazandırılmasından önce gelişen Kelam ilminin diğer bir  ismi  de  Fıkhu’l-Ekber" tabiri  ise  inanç  esaslarının  anlaşılmasına  öncelik  veren  bir  ilim olduğu  anlamındadır.  Yine  “ilmu’n-nazar  ve’l-istidlâl”  adı  kelamın  yönteminin  akıl yürütmeye dayandığına işaret eder. İslam düşünce tarihinde hem felsefî yöntemi kullanan hem de dinî metinlere sadık  kalarak ilahiyat bahislerini ele alan filozoflar olduğu  gibi Gazali  ve Fahreddin Râzî de İslam düşünce tarihinde  kelamî meseleleri felsefî yöntemle değerlendiren alimler  vardır.  Yine  de  felsefe  ile  Kelam  arasında  önemli  bazı  farklar  olduğu  kesindir. Kelamın  konusu  dinî  akidelerdir  ve  bunların  doğruluğunu  akıl  yoluyla  ispat  etmek  kelamın  hedefidir.  Felsefenin  amacı ise hakikate ulaşmak için küllî ve evrensel önermelere dayanan kanıtlar bulmaktır. Mesela Tanrı’nın varlığını kanıtların gösterdiği sonuçlara göre ispatlamak esastır,  felsefe açısından  bu  sonuca  kişinin  inanıp  inanmadığına  göre  karar  verilemez.  Akıl yürütme ile ulaşılan sonuç önemlidir.

b.  Mutezile ve Felsefe
Akide ile ilgili konularda Kur'an ve hadis metinleri yanında akıl ve mantık ilkelerine başvurmaları Mutezilenin en dikkati çeken yönüdür. Dinî nassları akıl ile tevil  yolunu  seçen  Mutezilenin  kadim  Yunan  felsefesinden  etkilendiği  düşüncesinin  ehli sünnet  ulemasının  gösterdiği  muhalefetle  ne  kadar  alakası  olduğunu  tespit  etmek  zordur. Mutezile  kelam  âlimlerinin  felsefeye  ve  akli  yöntemlere  duydukları  alakayı  sadece  ilmî merakla açıklayamayız. Mutezile diğer dinlere mensup olanlara karşı İslam dinini savunmak amacıyla  muhataplarının  aşina  olduğu  yöntem  ve  kavramları  kullanmayı  tercih  etmiş olabilirler. Mutezilî düşünürlerin erken bir dönemde İslam haricindeki fikir akımlarına karşı mücadele amaçlı eserler yazdıkları bilinmektedir. Helenistik  felsefede  yaygın  olan  bazı  kavramların  farklı  Hristiyan  mezhepleri  arasındaki tartışmalarda sık sık kullanıldığı gibi, İslam’a yöneltilen polemiklere cevaben Mutezilenin de  felsefî kavram ve yöntemler kullanmasını “zarurî kılmaktaydı.” (Aydınlı, 2007: 17). Mutezile âlimlerinden  Ebu’l-Huzeyl  Allaf  (ö.841),  Nazzam  (ö.835)  ve  Câhız  (ö.868)  Yunan felsefesinden  eserlerin  çevirilerinin başladığı  dönemlerde  yaşamışlardır  ve  felsefî  dilden  en fazla etkilenen kimselerdir. Bu alimlerin Demokritos, Zenon, gibi Sokrat öncesi filozofların yanında Aristoteles ve hatta Epikür’den etkilenmişlerdir. Mutezilî âlimleri cevher, araz, atom, boşluk, hareket, sükûn ve insan tabiatı gibi felsefî kavramları eserlerinde kullanmaktadırlar. Nazzam, Allaf, Cahiz vb. isimler tarafından temsil edilen Mutezile kelam ekolu mensupları “ALLAH’ın birliğini ve adaletini” savunduklarını iddia ederler. Bu iddianın biri metafizik, diğeri siyasî olmak  üzere  iki boyutlu felsefî bir  yönelişe işaret eder.  Kur’an nasslarını aklî  ya da  felsefî  bir  bakış  açısıyla  izah  eden  Mutezile  kelamcıları  ALLAH  inancı  ile  insanın  ahlakî  ve toplumsal  durum  arasında  bir  ilişki  kurar.  Bu  anlayışa  göre  ALLAH  akıl  ile  kavranabilir  bir varlıktır  ve  O’nun  bütün  işleri  de  akla  uygundur.  Bundan  dolayı  aynı  akıldan  pay  alan  bir varlık  olarak  insan  da,  akıl  sayesinde  ALLAH  hakkında  doğru  bilgilere  ulaşabilir  ve  iyi eylemlerde bulunabilir. Akıllı bir varlık olarak insan, Tanrı’nın yarattığı evrende mevcut olan ilahî amaçları kavrayarak bu amaçlara uygun eylemlerde bulunabilir. O halde evrende mevcut olan ilahî ve aklî bir düzen mevcuttur ve bu düzen içinde de, nedenlerle sonuçlar, araçlarla amaçlar  arasında  değişmeyen,  nesnel  ilişkiler  vardır.  Mutezile'ye  göre,  şeriat  tarafından belirlenmeden önce de nesnel bir iyi ve kötünün varlığı insan aklı tarafından kavranabilir. Herhangi bir şey Tanrı istediği için iyidir denilemez; bir şeyi iyi olduğu için Tanrı’nın istediği şeklinde anlaşılmalıdır. Buradan Mutezile’nin evrenin düzeninin ilahî bilgiden ayrı bir irade ve kudret ile açıklanamayacağını kabul ettiği sonucu çıkarılabilir. Tanrı adildir, adil olduğuna göre de kötüyü emretmez ve  yapmaz.  O halde kötüyü yapan ve kötülüğü yaratan insandır. İyi veya  kötü  bütün  eylemlerin  faili  olarak  sorumlu  sayılması  gereken  insanın,  aynı  zamanda irade özgürlüğünün de bulunması gerekir. Çünkü eylemlerinden ahlakî ve hukukî açıdan bu dünya  da,  uhrevî  açıdan  öbür  dünyada  sorumlu  sayılarak  cezalandırılması  veya mükâfatlandırılabilmesi  için  ceza  ya  da  mükafat  ile  eylemler  arasında  nesnel  bir  ilişkinin bulunması ve ayrıca failin bu fiilleri işlemekte tamamen özgür olması gerekir. Bundan dolayı Mutezile'ye  göre  iman  sadece  “kalp  ile  tasdik  ve  dil  ile  ikrardan”   ibaret  olamaz.  Kişinin inançları  ile  insan  eylemleri  arasında  sıkı  ilişkiler  vardır.  Mutezile’nin  insanın  irade özgürlüğünü  savunurken,  aynı  zamanda  Tanrı  ile  evren  arasındaki  ilişkinin  nedensel  olarak zorunlu sayılması, felasifenin zorunluluk anlayışına yaklaştığı söylenebilir. Aklın varlıklarda kavradığı  iyiliğin,  yaratılıştaki  ilahî  hikmetin  açığa  çıkması  olarak  anlaşılırsa,  Nazzam’ın “kumun ve füsuh” (gizli veya kuvve halindeki niteliklerin açığa çıkması) şeklindeki atomcu kuramı Tanrı’nın sıfatlarlarını ancak selbî yolla izah eder. Bu da evrenin manevi ilkesini soyut doğa yasalarının zorunluluğu olarak açıklayan Stoacılıkla düşünce bezerliğine kanıt olabilir.

c.  Eşarî Kelamı ve Felsefe
Eşarî  (ö.936)  ve  İmam  Matüridî  (ö.  944)   tarafından  geliştirilen  Sünnî  kelâm  da  inanç meselelerinin  kavranmasında  aklın  işlevini  kabul  ederek  ve  aklî  yöntemleri  kullanarak Mutezile  kelamı  ile  başlayan  geleneği  devam  ettirmişlerdir. Eşarî felsefeciler  Aristocu,  Eflatuncu  ve  Dehrîler  (materyalistler)  olarak  üç  sınıfa  ayırır,  ancak felsefî  görüşlere  tam  vâkıf  olduğu  intibası  vermez. ElBakıllânî (ö. 1013) ve Gazali'nin hocası olan Cüveynî gibi Eşarî kelamcılara göre Tanrı’nın zati,  akıl  olarak  değil,  irade  olarak  anlaşılmalıdır.  O'nun  işlerinin  akla  uygun  olması beklenemez hatta gerekmez de. İyinin ve kötünün, doğru ve yanlışın ölçütü insan aklı değil, ilahi iradedir. Bir şey, özü itibariyle iyi veya kötü olamaz ya da aklı tarafından iyi veya kötü olarak kavrandığı için böyle nitelendirilmez; tersine, bir şeyin iyi veya kötü olması ancak İlahî irade tarafından belirlenebilir. Bakıllani  ile  birlikte  Kelam  hareketi  Eşarî‘nin  açtığı  çizgide  gelişecek  olan  bir  tabiat felsefesine sahip olur. Bu kurama göre, tabiat ALLAH’ın istediği  anda ve istediği şekilde yeni bir  biçime  girebilecek  esnek,  değişken,  sabit  olmayan  bir  varlıktır. evren  bir  defaya
mahsus  olmak  üzere  başlangıçta  Tanrı  tarafından  yaratılmış  değildir.  Evren  yoktan yaratılmaya  sürekli  devam  eder. Eşarî kelamcılarının savunduğu tabiat  felsefesine  göre,  tabiatta  olaylar  ve  varlıklar  arasında  bir  nedensel  ilişkiden  söz edemeyiz. Bu aynı zamanda tabiat varlıkları arasında hiçbir “iç münasebet” olmadığı şeklinde de anlaşılabilir. Cüveynî gibi önemli Eşarî kelamcılar, mantıkî ve aklî burhana  dayalı  bir  tabiat  felsefesinin  yaygınlaşmasını  İslam  inançları  açısından  tehlikeli buldukları  için  felsefe  eserlerini,  özellikle  de  İbn  Sina'nın  kitaplarını  inceleyerek  Aristo mantığının  burhanî  ispat  yönteminin kelamî  metafizikte  kullanılmasını  eleştirme  lüzumu duymuşlardır. Gazali’ye göre Kelam ilmî aklî ilimlerden biridir. Kelamı dinî ilimler arasında saymadığı ve onu da felsefe gibi aklî ilimler arasında gördüğü için Gazali  kelam ilmi ile gereğinden fazla meşgul  olmayı  tasvip  etmez.  Çünkü  ona  göre  Dini  akideyi  savunmak  için  gerektiği  kadar Kelam öğrenmek farzı kifayedir. İhyâ'da  Gazali  Kelamı  "ALLAH'ın varlığından, sıfatlarından ve  fiillerinden  bahseden bir ilim" olarak tanımlar. (I, 23) Peygamberlerin öğrettiklerinin aklî burhanlarla anlaşılacağını kabuleden Gazali’ye göre kelam ilminde başvurulan aklî delillerden faydalı olanları zaten Kur'an ve Hadislerde mevcuttur.  Kelam bu bakımdan, küllî bir ilim olan fıkıh da dahil olmak üzere diğer  dinî  ilimlerin  temelidir.  Gazali,  el-Mustesfa'da  fıkhın  kelama  tâbi   olduğunu  belirtir. Diğer  ilimlerin  esaslarının  kelamdan  çıkarılması  gerektiğini  savunan  Gazali’ye  göre,  bunun sebebi  Kur'an  ve  Sünnet’in  akaide  dair  ifadelerinin  doğru  anlaşılması  fıkhın  değil  kelamın konusudur. Akaid meselelerin doğrulaması mantık ve aklî burhanlarla yapılabilir. Bu sebeple Gazali’nin  kelamı  bir  tür  "genişletilmiş  metafizik"  olarak  gördüğü  söylenebilir.  Ancak Gazali’nin kastettiği aklî deliller tabiat ilimlerinde başvurulan yöntemlerle aynı değildir. Onun kastettiği aklî delil daha ziyade fıkıhta kullanılan kıyas mantığına benzer. Yani nasslarda yer alan bir  akide  meselesini açıklamak için  yine nasslardaki başka ifadelere kıyas ederek delil getirilebilir. Felsefenin  ve  mantığın  sınırlı  şekilde  kelamda  kullanılmasını  talep  eden  Gazali’nin  aksine daha  sonraki  kelamcılar,  örneğin  Şehristâni  (ö.1153)  özellikle  Nihayetu'l-İkdâm  fi  İlmi'lKelâm  adlı  eserinde  felsefî  yönteme  sıklıkla  başvurmuş  ve  ALLAH'ın  varlığını  bu  yolla  ispat etmeye  çalışmıştır.  Kitapta  sık  sık  kadim  Yunan  filozofların  ve  Müslüman  filozofların görüşlerine  müracaat  edilir.  Onun  Kitâbu'l-Milel  ve'n-Nihal  adlı  eseri  ise  çeşitli  dinler, mezhepler ve felsefî ekollerle ilgili kapsamlı bilgiler vermektedir. Tüm dinleri ve mezhepleri, düşünce  akımları  İslam  inançları  açısından  değerlendirmekle  beraber,  Şehristâni  zaman zaman felsefî bir bakış açısını da benimseyen birçok yönlü bir düşünürdür. Zaten Şehristânî, İbn  Sina’nın  görüşlerini  eleştirmek  maksadıyla  yazdığı  Kitâbu'l-Musâra'a  adlı  eseriyle felsefeye karşı duyduğu yakın alakayı da göstermiştir. Şehristâni’nin eleştirmek maksadıyla dahi olsa felsefe ile bu kadar meşgul olmasından dolayı rahatsızlık duyan bazı  Sünnî alimler vardır.  Harezm  tarihi  hakkında  yazdığı  bir  eserde  Muhammed  b.  Abbas  b.  Arslan,  ilim nurundan yüz çevirerek felsefî meselelerle meşgul olmasının Şehristanî’nin “ilhâdına” sebep olduğunu  iddia  eder.  Beyhaki  de,  Şehristanî’ye  karşı  benzeri  bir  tenkit  yönelterek,  onun Kur’an’ı  felsefe  ile  yorumlamaya  çalıştığına  işaret  eder.  Sivânü  'l-Hikme  adıyla  Ebu Süleyman  es-Sicistânî'nin  meşhur  kitabına  yazdığı  Tetimme'de,  Zâhirüddin  Beyhakî, Şehristânî'nin  tefsir  ile  felsefeyi  ve  diğer  ilimleri  birbirine  karıştırdığını  ve  Kur'an'ın  ancak sağlam nakillere dayanarak yorumlanabileceğini söylemektedir. Kelam ve felsefe ilişkisi üzerinde duran diğer bir alim de İbn Haldun’dur (ö.1406).  Felsefî metafiziği  ya  da  ilahiyatı  aklî  ilimler  arasında  sayan  İbn  Haldun,  Gazali’den  farklı  olarak Kelamı  dinî  ilimlerden  birisi  olarak  görür. Kendi zamanında İslam dünyasında felsefî ilimlerin zayıfladığına işaret eden İbn Haldun, bunun temel sebebi olarak dinî ilimler ile aklî ilimlerin  birbirine  karıştırılması  veya  aklî  ilimlerin  yöntemlerinin  kelamî  konulara  da uygulanmasıdır.  İbn  Haldun  kelâm  ilminin,  kendi  dinî  hüviyetinden  uzaklaşarak  felsefeye
yaklaşmasından  dolayı  önemini  yitirdiğine  inanır.  Ona  göre  kelâmcılar  önce  metafizik konularla  meşgul  oldular,  sonra  tabiat  ilimlerine  yöneldiler;  böylece  ilmin  somuttan başlayarak  soyuta  doğru  ilerleme  yöntemini  terk  edip  tersine  çevirdiler  ve  bunun  sonucu olarak da felsefî ilimler zarar gördü. Kelâm aslî işlevini terk ederek felsefenin yerini almaya başladı. Filozofların hatası ise, matematik ve tabiat ilimlerinin yöntemlerini kelamî metafiziğe uygulamalarıdır. Felsefenin  dinî  metafiziği  kelama  terk  etmesi  gerekirken, kelamcılar da tabiat bilimlerini felsefeye bırakmalıydılar.

II. Felsefecilerin Kelama Bakışı
Sunî  kelamcılar  arasında  felsefe  hakkında  kesin  bir  karşıtlıktan  söz  edemeyiz. Kelam ilminin felsefî değeri hakkında da filozoflar farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Aristoteles felsefesinde olduğu gibi İslam felsefesinde de metafiziğin bir şubesi ilahiyat ilmi(teoloji)’dir.  Platon’un  Timaeus  diyalogu,  Aristoteles'in  Metafizik  kitabı,  Kindi’nin Felsefetu’l-  Ula’sı,  Farabi’nin  Medinetü’l  Fazıla  ve  diğer  bazı  eserleri  ve  İbn  Sina'nın Şifa’sının  el-İlahiyat  bölümü  felsefî  metafiziğe  ait  meseleler  üzerinde  duran  kitaplardır. Gerek  Aristoteles’in  gerekse  Kindi,  Farabi,  İbn  Sina’nın  ilimler  tasnifinde  konusu bakımından metafizik ilimler üçe ayrılır: Bunlar, varlık olmak bakımından varlığı inceleyen varlıkbilim (ilmu’l vücud ya da ontoloji); oluş ve yok oluş (kevn ve fesad ya da kozmoloji) ilmi ve Tanrı ile ilgili olan ilahiyat ilmi (teoloji)’dir. Nazari ilimlerden olan metafizik, somut varlıklarla  ilgili  tabiat  ilimlerinden  ve  cisimlere  ve  somut  nesnelere  uygulanabilen  soyut nicelikler  ilmi  olan  matematikten  farklı  olarak  bütün  varlıkların  ve  ilimlerin  ilk  ilkeleri  ve soyut varlıklar ilmidir. Felsefede  alemin  yaratılması,  Tanrı’nın  varlığı  ve  delilleri,  sıfatları,  ruhun  ölümsüzlüğü  ve ahiret  gibi  meselelerden  “metafizik  ilminin  bir  dalı  olan,  kozmoloji  ve  ilahiyat  ilmi” çerçevesinde bahsedilir; kelamda ise aynı meseleler, Kur’an ve Hadislere dayanarak ele alır. Evvela Kelam’ın konusu olan ALLAH’ın varlığının ispatı, felsefî metafiziğin ya da ilahiyatın da mevzuudur.  Kelamın  üzerinde  durduğu  ‘mebde  ve  mead’  -yaratılış  ve  öteki  dünya  ahvaligibi  konular  da  metafizik  kozmolojinin  ana  konuları arasındadır.  Ayrıca  filozoflar  İslam dininin temeli olan nübüvveti  inkar edenlere karşı peygamberliği aklî olarak da ispat etmek istiyorlardı. Farabi'den önce vefat eden Er-Râvendî (ö.910) Zekeriya er-Râzî (ö.932) müesses dinlere ve dolayısıyla da peygamberlere inanmadıkları bilinmektedir. Bunlara karşı reddiye mahiyetinde  eserler  yazan  filozoflardan  biri  de  Farabidir.  Vahiy  ve  peygamberliğin  inkarı Farabi’ye göre aynı zamanda felsefî hikmetin de inkarı manasına gelir. Nübüvvet hakkında aklî  deliller  getirmekle  aynı  zamanda  felsefenin  amaçları  açısından  din  ile  uyum  içerisinde olduğunu kanıtlamanın da bir yoludur. Kelamcılardan farklı olarak İslam filozoflarının dinî metafiziğe ait konuları felsefî  delillerle  ispata  yönelten  ve  dinî  kavramları  küllî  bir  tarzda  kullanmakta  ısrar etmelerinin  başlıca  sebeplerinden  birisi  de  aynı  zaman  da  kendilerinin  de  inandıkları değerleri,  doğrudan  dinî  delillere  dayanmaksızın,  evrensel  bir  dil  ile  ifade  etmekti.  Din  ile felsefe,  akıl  ile  iman,  tabiat  ilimleri  ile  dinî  ilimlerin  kadim  hikmet  geleneği  ile  de çelişmediğini göstermek gayesiyle kelamî meseleler üzerinde durmuşlardır. Gazali felsefî mantığın kabul  edilebilir  bir  yöntem  olduğunu  savunurken  aynı  zamanda  varlık,  insan  psikolojisi  ve ahlak  anlayışında  felasifeyi  takip  etmiştir.  Müteahhirûn  dönemi  olarak  adlandırılan  Gazalisonrası  kelâm  ilminin  felsefî  bir  karakter  kazanmasının  temel  sebebi  de  zaten  kendisinin kelam  konuları  felsefenin  kavramlarıyla  açıklama  teşebbüsüdür.  Bu  hususta  Gazali’nin  en önemli  takipçisi  Eşarî  kelamcısı  Fahreddîn  er-Râzî'dir.   İbn  Sina'yı  emsal  alan  Razî  bir taraftan felasifeyi ve İbn Sina’ya eleştiriler yöneltirken diğer yandan onun görüşlerini kendi kelamî düşüncesine dâhil etmiştir. Bunların dışında felasifenin, özellikle kıyas ve akıl yürütme biçimleri noktasında usûl-ü  fıkıh bilginlerini; evrene, insana, doğaya ve benzeri alanlara ilişkin  ayet ve hadislerin açıklanması bağlamında müfessirleri ve muhaddisleri ya da tefsir ve hadis literatürünü; dilin ortaya çıkışı, dil-düşünce ve varlık arasındaki ilişkiler, anlam teorisi ve benzeri konularda dil bilginlerini etkilediklerini görebilmekteyiz. Bu  bakımdan  felasifenin  ortaya  koyduğu  felsefenin  doğru  bir  biçimde anlaşılması,  diğer  disiplinlerde  ve  felsefe  sistemlerinde  ortaya  konulan  felsefelerin  ve görüşlerin gereği gibi anlaşılması için oldukça önem arz etmektedir. İman  esasları,  ALLAH'ın  isimleri  ve  sıfatları  gibi  sırf  akaide  ait  olup  nasslara  dayandırılan konular hariç, kelâmcıların üzerinde durdukları  ALLAH'ın varlığının ispatı, nübüvvet  meselesi, yaratılış  meselesi  gibi  hususlar  aynı  zamanda  İslâm  felsefesi  ve  hatta  genel  felsefenin  de konularıdır. Bu sebeple  Aristoteles’ten itibaren felsefî metafiziğe  ‘İlk  İlim’, ‘Yüce ilim’  ve ‘Teoloji’  adı  verilmiştir.  Diğer  yandan,  Fahreddin  Râzî  gibi  akla  fazla  önem  veren kelâmcıların  görüşlerini,  İbn  Teymiyye  gibi  bazı  alimler  zaten  felsefe  olarak  niteleyerek eleştirmişlerdir. Bazı temel dinî konularda kelâmcılar da, tıpkı filozoflar gibi nassların dışında aklî  ve  mantığa  dayalı  deliller  aramışlar,  hatta  tabiat  bilimlerinin  sonuçlarını  delil  olarak kullanarak felsefî yorumlar geliştirmişlerdir. Başta  Mutezile  kelâmcıları  olmak  üzere,  Sünnî kelâmcılar bazı  meselelerde, gerek İslâm filozofları aracılığı ile tanınan Aristo ve Eflatun'un görüşlerinden  etkilenmişlerdir.  Meselâ atomculuk gibi nazariyelere, meselâ cevher ve araz gibi kavramlara başvurmuşlar ve mantıkta cedel (diyalektik) olarak bilinen yöntemi kullanmışlardır.

III. Tasavvuf ve Felsefe İlişkisi
Diğer  İslamî  ilimler  gibi  tasavvufun  menşe'i  de  Kur’an’a  dayanır. Tasavvuf  için  de  müsteşriklerin büyük  bir  kısmı  tasavvufun  menşeini  muhtelif kaynaklarda aramaktadırlar.  Nasıl ki Gazali  tasavvufun İslamî ilimler arasında meşruiyetinin kabulünü  sağladıysa,  tasavvufun  felsefî  ve  aklî  ilimler  arasında  meşruiyetini  de  İbn  Arabî sağlamıştır. İbn Arabî bu açıdan bir  tasavvuf felsefesine öncülük etmiştir ve bunu yaparken de felasifenin kavram ve görüşlerinden geniş ölçüde yararlanmıştır. tasavvufî öğretilerin doğrudan  kadim  felsefe  geleneklerinin  etkisinde  kaldığı  iddia  edilemez. Tasavvuf ve kelâmın birbirinden ayrılarak iki farklı ilim haline gelmesi Haris b. Muhasibî (ö. 857) ile başlar. O ilmin hedefinin insanın kendi nefsini sorgulaması olarak gördüğü için zaten Muhasibî adını almıştır. Muhasibî, Riaye, Vesaya  ve  Adabü’n-Nüfus  gibi eserlerinde kendi zamanındaki kelamî ve tasavvufî ıstılahları, ahlakî gelişimi ve nefs muhasebesinin yollarını açıklamaya çalışır. Tasavvufi görüşleri açık ve aklî ilkelere göre açıklar. İrade, niyet vb. gibi insan  düşüncesinin  dahilî  unsurlarını  tarif  eder.  Nefsin  derunî  bir  dönüşüm  (istihale)  usulü olarak, kalbin sürekli ALLAH’ı anması ve bu sayede ahlakî bir olgunlaşmaya ulaşmayı tavsiye eder. Akıl ile ilmi birbirinden ayıran Muhasibî’ye göre her nazarî bilgi, insanı amelî olarak makul olana ulaştırmaz, tersine bir şeyi akıl ile kavrayabilmek için devamlı olarak muayyen bir tarzda amelde bulunmak lâzımdır. Muhasibî'ye  göre  akıl,  iyilikle  kötülük  arasında  tarafsız  bir  hakem  değildir.  Hem  Mutezile kelamcılara  karşı,  hem  de  felsefî  ahlak  kuramlarına  karşı,  aklın  iki  iyilikten  birini seçmeyeceğini,  ahlakî  kemale  ancak  daha  önce  zorluğu  tecrübe  edilen  bir  amelî  ve  veya ALLAH’ın emrine uygun olanı tercih etmekle ulaşılabilir. Felsefe  ile  tasavvufun karşılıklı  olarak  etkileşiminden  söz  etmek  mümkündür.  Bu  eserler  arasında  en  dikkati çekenler  Hucvirî'nin  Keşfü’l-Mahcub,  Kuşeyri'nin  Risale,  Kaşanî'nin  Istılahâhatu  Sufiye  ve Seyid Şerif Cürcanî’nin  Tarifat’ıdır. Özellikle bu son eserde, felsefî  ve tasavvufi kavramlar birlikte  tarif  edilir.  Hem  filozoflara  atfedilen  hem  de  sufîlere  ait  bir  “hikmetin  özüne” (füsusu’l-hikem) ulaşmayı hedefleyen birçok eser vardır. III/IX.  yüzyılın  sonlarında  yetişmiş  ve  nazarî  tasavvufun  öncülerinden  bir  olan  Türk mutasavvıf  Hakim  et-Tirmizi  (ö.  295/907)’nin  eserlerinde  Türk  kozmolojisinin  bazı unsurlarının tasavvufa girdiğini görüyoruz. Velayet anlayışı çerçevesinde sufîleri (görünenler ve görünmeyenler) olarak ikiye ayırarak hiyerarşik bir silsile içinde gökleri ve yeri idare eden kimseler  olarak  izah  etmesinde  eski  Türk  kozmolojisinin  tasavvufî  kavramlarla açıklanmasının izleri görülebilir. IV/X.  yüzyıldan  itibaren  tasavvufun  nazariyatı  iyice  gelişerek,  bilgi  nazariyesi,  metafiziği, ahlaki görüşleri olan adeta bir felsefî düşünce sistemine dönüştü. Özellikle  varlık  konusunda,  metafizik  alanında  akılcılığa  karşı görünmesine  rağmen,  bazı mutasavvıflar filozoflarda bile rastlanmayan sıkı bir mantık silsilesi ile fikirler inşa ederler. Bu yönüyle tasavvuf ile İslâm felsefesi arasında yakın bir ilişki vardır. IX. yüzyıldan itibaren bilhassa Hallaç ve Cüneyd Bağdadî ile başlayıp İbn Arabî ve  Mevlana gibi mutasavvıflarla zirveye ulaşan tasavvufun konusu artık  varlık ve  bilgi nazariyesi haline gelir.   İbn  Arabi,  (ö.  1240)  kendi  zamanının  büyük  mutasavvıflarından  İbn  Meserre’den olduğu  kadar  tasavvufa  İşrakî  felsefeye  meyleden  filozof  İbn  Tufeyl’in  tesirinde  kalmıştır. Vahdetü’l-Vücud  olarak  bilinen  anlayış  tasavvufî  bir  metafizik  veya  ontolojiyi  temsil  eder. Tasavvufla edebî hikmeti birleştirerek tasavvufî hikmet ya da felsefeye mükemmel bir şekli kazandıran Mevlâna da bunlara ilave edilebilir. Tasavvuf  psikolojisi  olarak  gelişen  ruh  telâkkisinin  gelişimi,  felsefi  ekollerin  nefsin mahiyetine dair görüşlerine uygun olarak zamanla değişmiştir.  Erken dönem mutasavvıfları ruhî faaliyeti sadece kalbe atfederler. Daha sonra gelişen ve Platoncu felsefeyi takip edenler arasında gittikçe yükselen maneviyatçı bir ruh bir anlayışı Nazzam, Ferideddin Attâr, Gazali, Râgıb el-Isfehanî Fahreddin Râzî gibi kelâmcılarda ve  mutasavvıflarda görülür. Bunlara göre insanın mahiyeti sırf maddî olmayan bir akıldır. Fakat erken dönemlerde tasavvuf bir tür psikolojik hallerin ve ahlakî ve dinî bir  yaşantının amelî  bilgisi  olarak  felsefeden  ayrılır.  Bu  farkı  büyük  mutasavvıf  Ebû  Saîd  İbn  Ebi'l-Hayr (967-1049)'ın  bir  filozof  hakkında  söylediği  söze  karşılık  verilen  cevap  özetler:  Filozof hakkında Ebu Said: "Benim gördüğümü o bilir." Ebu Said hakkında filozof: "Benim bildiğimi o  görür."  şeklinde  naklettiği  söz  güzel  ifade  etmektedir. Tasavvuf ile felsefenin en yüksek düzeyde bütünleştiği yazılar İbn Arabî gibi sufilere aittir. Ancak İbn Sina, İbn Tufeyl gibi filozoflar da tasavvufî bir zaviyeden Hayy bin Yakzan gibi edebî  eserler  yazmışlardır. İslâm medeniyeti içinde felsefî değerde  eserler  verenler  sadece  felâsifeden  ibaret  değildir;  aynı  zamanda  kelâmcılar, mutasavvıflar,  usûl  ilimleri  alimleri,  nahiv  ya  da  dilbilimciler,  tarihçiler,  müfessirler  ve benzerlerini  de  görmek  gerekir.