hafız_32
Thu 7 October 2010, 09:49 am GMT +0200
YEDİNCİ BÖLÜM
(DAVETİN TAMAMLANMASI)
1- İslam Esaslarını Anlatmak İçin Resûlullah'ın Elçiler Salması
«Senetü'l-Vüfûd» yâni hey'etlerin ard arda gelip Besûlullah Cs. a.v.) 'a teslim olup müslümanlıklarmı ilân ettikleri senedir. O da sürekli, elçilerin; dört bir yana gönderiyor; özellikle de yarımada sathındaki (insan gruplarına) îslâm'ı tebliğ, esas ve hükümlerini ta'-lim programları uyguluyordu. Ve kısa zamanda İslâm tüm yarımadaya olduğu gibi, çevre ülkelere de yayıldı. Bu durumda ayrıca, bu insanlara islâm'ı açıklayıp öğretmek de gerekli oldu. Yâni tebliğ tamam olunca eğitim gerekti. İslâm gerçeğini herkese kavratmak şart İdi. îman kalblere iyice yerleşecekti böylece... Bu cümleden olarak Resûlullah (s.a.v.), Hâîid bin Velid'i Necrân'a, Hz. Ali (r.a.)'yi Ye-men'e gönderip, onlara islâm'ı tebliğ, prensip ve hükümleri ta'lim etmelerini emretti[1]. Aynı şekilde Ebû Mûsâ el-Eş'ari'yi ve Muâz îbn Cebel'i de Yemen'in değişik kesimlerine göndermişti. Onlara şu" ten-bihte bulunmuştu Resûlullah (s.a.v.) : «Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, ürkütmeyin, hizmet edin[2]». Ayrıca Muâz'a şunu söyledi: «Sen kitab ehlinden bir kavimle karşılaşırsın. Onlara rastladığında önce, Allah'ın birliği ve Muhammed'in, O'nun Resulü olduğunu kabule çağır. Bunu kabul ederlerse, hemen onlara, beş vakit namazın üzerlerine farz olduğunu, geceli gündüzlü kılınacağını bildir. Bunu da benimserlerse; bu sefer de, sadaka (zekât)'in farz olduğunu, zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılacağını bildir. Bunu da benimserlerse; o zaman artık onlara iyi davran, hoş muamele et. Mazlumun bedduasından da sakın ki, onunla Allah arasında perde yoktur[3]».
İmâm Aıhmed ise Müsned'inde; Resûlullah (s.a.v.) 'in Muâz ile birlikte Medine dışına çıktığı, Muâz binekte, O yerde olduğu halde ona direktiflerini bildirdiğini nakleder. O şöyle demiştir: «... Muâz! Belki de sen bugünden sonra beni göremezsin, bir daha. Kimbilir, sen mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin belkit..» Bunun üzerine Muâz, Resûlullah'tan ayrılışına ağladı.
Muâz Yemen'de, Resûlullah'ın vefatından sonra da biraz kaldı. Ve olay böylece O (s.a.v.)'nun haber verdiği gibi tecelli etmişti. [4]
İbretler Ve Öğütler
Şunu önemle ve dikkatle aklımıza yazmak zorundayız ki; Re-sûlullah (s.a.v.)'ın bu (ve benzeri) elçileri göndermesi, İslâm'a da'-vet ve onun esaslarını öğretmek için muallim hey'etlerini etrafa yayması; müslümana açıkça gösterir ki; îslâm'ı tebliğ, onu öğretme ve benimsetme, her yer ve her çağda, her müslümamn boynuna borçtur. Ve asla bundan muafiyet yoktur. Günümüz insanlarının çoğunun yanıldığı gibi bir gün olup bu vazifenin sakıt olacağı asla düşünülemez!..
Sonra, İslâm, sadece dille söylenip geçilir diye birşey de yok. Tıpkı hayatımızda bazı kolay yönlerini yapıp geçmekten ibaret olmadığı gibi... Bu din asil ve şerefli idi. Bizim hayatımızda taklit ve âdet haline dönüştü. Danasını söyleyeyim; din, sadece bizim ferdi uygulamamız, sonra da kapımızı kapatıp kimseyle ilgilenmememiz biçiminde bir anlayışı da asla benimsemez. Hâsılı, İslam'ın getirdiği sorumluluk, müslümandan asla sakıt olamaz. Aksine her halükârda onu yaymak, duyurmak, sevdirmek, yaptırmak için demirden çarık giyip köy köy, ülke-ülke dolaşıp bu yolda emek vermek zorundadır, müslüman.
Bu, bizim boynumuza Resûlullah fs.a.v.Vın astığı kutsal emânettir. Ve bu hiçbir asırda üstümüzden atamayacağımız, her yerde takibe mecbur olduğumuz ödevdir.
Bütün ulema, özellikle dört mezhebin imamları şunda ittifak etmiştir: islâm devletinin hakknı vermek için tslâm ülkesi içinde de, dışında da tebliğ her müslümamn üzerine farz-ı kifâyedir. Hiçbir imam da bu sorumluluğun düştüğü veya sınırlandığım söylemez. Ancak, belli bir teşkilât, elemanlarını çıkarıp belli programlarla memleketin her yerinde da'vet ve tebliği yürütüyor; deliller koyup dine yöneltilen şübhe ve fitneleri bertaraf ederek, İslâm'ı savunabiliyor-larsa; vazifeyi «kifâye» noktasında yerine getirdiği düşünülebilir. Ve artık öbür ferdlerin bu tür faaliyete girmemesi hoş görülebilir. Aksine aynı belde veya öbür İslâm ülkelerine kâfi hizmeti götüremi-yorsa; o zaman bütün ülke insanları mes'ul olur.
Cumhûr-u Eimme ve fukahânın sahih kanaati ise; bu sorumluluğun sadece erkeklerin boynunda değil, kadınların da erkekler gibi mes'ul oldukları yönündedir. Hattâ hür veya köle olmuş farkı yoktur. Yeter ki mükellefiyet şartlan üzere bulunsun. Ve da'vet ve tebliğ ödevini yapabilecek gücü bulunsun. Çeşitli yönleriyle kabiliyet ve vasıtalarla sahip olsun[5].
Resûlullah (s.a.v.)'m, Muâz ve Ebû Musa'ya yaptığı diriltici öğüde gelince; da'vetinin, da'vet ve tebliği ânında takınacağı tavır ve uyacağı âdâb-ı muaşeret ilkelerini sunmaktadır bize:
Bunlardan biri; daima kolaylığı tercih etmek, şiddetten sakınmaktır. Müjdeleyici olmayı, korkutuculuğu çok az denemeyi ilke almaktır. Yâni Resûlullah'ın «Tenfir» sözüyle belirttiği, ürkütücü olmamak.
Bunu Resûlullah (s.a.v.) uygulama ve örnekle de açıklıyor. Ve Muâz'a emrediyor: Önce halkı şehadeti kabule çağıracak. Buna kabul gösterirlerse, o zaman namaz kılmayı teklif edecek. Bunu da kabul ettiler mi, artık zekât vermeye da'vet edecek vs... Ancak tabii, kolaylaştırmak ve müjdelemek, hiçbir zaman şer'İ hududu aşıp, mubah göstermek anlamına gelmez. Kolaylaştırmaktan maksad, mat-lûb olan bazı hükümlerden fedakârlık yada ciddiyetsizlik demek olmaz. Halka kolaylık adıyla dine tasallut yapılamaz elbette... Yine bu kolaylık, ne olursa olsun günahı ikrar anlamına hiç gelmez. Ancak, meşru olan hâl çarelerinden halka kolay geleni sağlamak olabilir Vesileler arasında seçme imkânı varsa ona yol vermek olabilir Yoksa kişinin kendiliğinden durum icad etmesi değil. Allah'a çağrının âdabından biri de, (bu aynı zamanda emirliğin ve idareciliğin de gereğidir) kime olursa olsun zulmetmekten sakınmaktır. Özellikle de halkın elinden, haksız yere malını almak gibi... İşte bu en tehlikeli zulüm türündendır. Gerçek mes'uliyetten ve Allah tc.c.)'-m murakabesinden gafil olan her da'vetçinin düşebileceği hatâdır bu. Tıpkı idareci ve sultanların sık uğradıkları gibi.
Resûlullah (s.a.v.) kendisim Yemen'e gönderirken Muâz (r.a.) da, şu iki özelliği kendisine şiar edinmişti: Da'vet sıfatı, valilik ve emirlik sıfatı. Ve Resûlullah ts.a.v.) özellikle de, hangi suretle olursa olsun zulme düşmemesi üzerinde şiddetle duruyor.
«Mazlumun duasından sakın ki; onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur!» [6]
2- Veda Haccı Ve Hutbesi
İmâm Müslim, Câbir (r.a.)'den senediyle rivayet etti: «Resûlullah ts.a.v.î Medine'de tam dokuz sene kaldı, hacc etmedi. Nihayet onuncu yılda, halka Resûlullah'ın haccedeceği duyuruldu. Bunun üzerine halk akın akın Medine'ye geldi. Resûlullah'a uyup, onunla haccetmek istedi. Ve Resûlullah (s.a.v.) Zilkade'den beş gece kalmışken[7] Medine'den yola çıktı. Üevesi Beyda'da çökünce, onun önündeki binekli ve yaya yürüyenlere baktım gözümün erebildiği kadar... Sağı böyle, solu böyle, arkası böyle, ucu bucağı yoktu kalabalığın... Resûlullah ise aramızda, ona Kur'an inip durur.
Bu hususta râviler ihtilâf ettiler: Medine ehli Resûlullah (s.a.v.) -m Hacc-ı tfrad yaptığını, başkaları ise Hacc-ı Kıran yapıp hacla umreyi birleştirdiğini, bir başka grup ise Temettu'a niyetle umre için Mekke'ye girdiğini, haccı ona ilâve ettiğini söyler...
Resûlullah Mekke'ye üst yandan, Kedâ tarafından girdi: Bent Şeybe kapısına vardı. Beyt-i Haram'ı görünce; «Yâ Rab! Bu beyt'in şerefini, ta'zimini artır. Bereketlendir, heybetlendir. Onu ta'zim eden, Hac ve Umre ile ona gelip teşerrüf eden, ciddiyet ve takva ile saygı ve hürmet gösterenleri artır[8]» diye dua etti.
Böylece Resûlullah (s.a.v.) gitti, haccını yapıp halka hac menâ-sikini öğretti. Sünnetlerini yaparak açıklamış oldu[9]".
Ve Resûlullah Cs.a.v.) Arafat'ta, çevresine toplanmış muazzam müslüman cemaata, son derece şümullü hitabede bulundu. Metni şöyleydi:
-Ey insanlar! Sözümü dinleyin. Bilmem, ama belki de bu seneden sonra burada sizinle buluşamam... Ey insanlar! Kan ve malınız birbirinize haramdır. Tıpkı şu gün, şu ay, şu şehriniz gibi haram... Dikkat edin, câhiliye döneminden ne kaldıysa hepsi ayağımın altındadır. O dönemden kalan her türlü kan dâvaları da lağvedilmiştir, tik kaldırılan kan dâvası da, îbn Rebia bin Hâris'in kamdır. Câhiliye faizleri de iptal edilmiştir, ilk iptal edilip yok sayılan faiz de Abbas bin Abdülmuttalib'inkidir. Çünkü bunların hepsi mülgadır:
însanlar! Artık şeytan şu ülkenizde kendisine uyulmaktan ebediyen ümidini kesmiştir. Ama basit sanılan hususlarda olsun yaptıklarınızda ona itaat olunursa bundan memnun olur. O halde din konusunda ondan sakının... İnsanlar! Nesi' küfre bir ektir. İnkarcılar, insanları bununla azdırırlar: Yâni (haram ayları) bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar. Maksadlan Allah'ın haram kıldıklarına ilâve yapmak. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haramlaştırmış olurlar. Zaman döndü dolaştı Allah'ın yeri göğü yarattığı noktaya vardı:
Bir yıl on iki aydır. Bunun dördü haram aydır. Üçü ard arda gelir; Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb-i Mudar ise Cemâdi ve Şaban arasındadır.
Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Zira siz onları Allah'ın mâniyle aldınız. Allah adına da onların namusunu kendinize helâl kıldınız. Sizin onlar üstünde hakkınız olduğu kadar da, onların sizin üzerinizde hakları var. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, döşeğinizi sizden başkalarına çiğnetmemeleri; hoşlanmazsanız tabii bu halden[10]. Bunu yaparlarsa, yaralamıyacak şekilde dövebilirsiniz onları. Ama onların da sizin üzerinizde; mâruf şekilde yiyecek ve giyeceklerini te'min ödevi vardır.
Aklınızı çalıştırın insanlar, çünkü ben tebliğ ettim. Ve size öyle iki şey bıraktım ki; onlara tutunursamz sapmazsınız; Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'm Sünneti.
Ey Nâs! Dinleyin ve itaat edin. Hattâ, Allah'ın kitabını aranızda uyguladığı müddetçe; kıvırcık saçlı bir köle başınıza tâyin edilse bile...
Kölelerinize de dikkat edin!.. Onlara kendi yediğinizden yedi-rin, giydiğinizden giydirin. Hatâen suç işlerlerse onları bağışlayın. Ya da satın, ama eziyet etmeyin sakın[11].
Ey Nâs!. Sözümü iyi dinleyip, anlayın. Anlayın ki; her müslü-man birbirinin kardeşidir. Tüm müslümanlar kardeştir. O halde bir kişiye kardeşinin malı helâl olamaz. Ancak, gönül rızası ile verirse o ayrı... Siz nefsinize de zulm etmeyin. Yâ Rab! Tebliğ ettim mi?..
Yarın Rabbinizin huzuruna çıkacaksınız. Sakın benden sonra geri dönüp, birbirinizin boynunu vurmaya başlamayın tekrar...
Dikkat edin, burada bulunanlar bulunmayanlara duyursunlar bunları. Ne belli, belki de işitenden daha iyi kavrayacaktır duymayan biri... Bakın, size benden sorulsa ne diyeceksiniz?
Dediler ki: Şâhidlik edeceğiz ki; Sen bize tebliğ vazifeni edâ ettin ve bize güzel öğüt verdin. Şehadet parmağı yukarıda şöyle dedi, O da (üç kere): Şâhid ol yâ Rab!.[12]»
Burada hutbe bitince Resûlullah ancak güneş batmcaya kadar Arafat'da kaldı. Bundan sonra da halkı Müzdelife'ye sevk etti. O sağ eliyle işaret ederek şöyle diyordu: Sakin olun insanlar, daha sakin. Müzdelife'de akşam ile yatsıyı «cem-i te'hirle» kıldırdı ve geceyi burada geçirdi. Sonra da güneş doğmadan Minâ'ya geçildi. Orada ilkin Cemre-i Akabe'ye yedi taş attı. Her atışta Tekbir getiriyordu. Hemen kurbanı kesme yerine vardı. Altmış üç tane deve kesti. Sonra bu sayıyı yüze tamamlattırdı. Bu işler de bitince, bindi ve tavaf için Beyt'e doğru yöneldi, öğle namazını Mekke'de kıldı. Abdülmuttalib evlâdının yanına vardı. Onlar Zemzem'den halka su dağıtıyorlardı. Şöyle emir verdi: «Abdülmuttalib evlâdı! Su çekin kovalarla. Eğer halkın size müdahale etmeyeceğini aklım kesse, ben de sizinle birlikte su çekerdim'». Sonra bir kova zemzem alıp ondan içti.
Hac bitince de Resûlullah, Medine'ye doğru hareket etti. [13]
İbretler Ve Öğütler
1- Resûlullah (s.a.v.)'ın haclarının sayısı ve haccın meşru oluş zamanında ulema ihtilâf etti: Acaba Resûlullah bu haccdan başka hacc yapmış mıdır? Tirmızi ve îbn Mâce'nin rivayetine göre onun Medine'ye hicretinden önce üç kez haccı vardır. Hafız Ibn Hâcer, Fethü'l-Bârİ'sinde şunu söylüyor: Akabe'de Medineli hey'etlerle görüşmesi de bu haccı müteakip olmuştur. Çünkü onlar önce gelip sözleşmişlerdi. Arkasından yine gelmiş ilk bey'atı yapmışlardı. Tabiî üçüncü kere gelişte ise ikinci bey'at yapılmıştı[14]. Onlardan bazısı işte böylece hicret öncesi B-esûlullah'ın her yıl hacc ettiğini rivayet ediyor... Durum ne olursa olsun şurası şübhesiz ki hacc'ın vü-cûbu hicretin onuncu yılında meşru kılındı. Bundan önce vâcib olmadiği gibi Resûlullah da, Hicreti müteakip bundan başka hacc etmedi.
Onun için de sahabenin çoğu bu hacca »Haccetü'l-îslâm» adını vermişlerdi. Ya da «HaccetüY-Resûl»... îmam Müslim de bu haccı anlatan hadisi aynı adla anmıştır. Bu duruma işaret eden diğer hususlardan biri şudur: Abdülkays hey'etinin Resûlullah (s.a.v.)'a gelişini anlatan Buhârİ ve Müslim'in rivayetleri. Burada nakledildiğine göre o hey'et Resûlullah (s.a.v.)'a dediler ki: Bize öyle birşey emret ki-, biz de yapalım, bizden sonrakilere- de emredelim ve bu sayede de Cennet'e girelim. O da, öyleyse size dört şeyi emredip dört şeyi yasaklıyorum buyurdu. Ve bu dört emri saydı: Allah'a imanı emrediyorum size, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı ve ganimetin beşte birini vermenizi emrediyorum. Öyle görünüyor ki; İman ile ilgili emir ziyâdedir. Çünkü o daha önceden de vardır. Buradaki zikir onun herşeyin temeli olduğunu te'kiddir. Zaten bu hey'et Hicretin dokuzuncu senesinde gelmişti. Demek ki o âna kadar hacc farz olmuş olsa, onlara yönelttiği emirler arasında sayması gerekirdi.
2- Resûlullah (s.a.v.1 'in haccındaki büyük anlam:
Resûlullah'ın bu haccı son derece değişik bir mana taşır. Hem onun hayatı, hem İslâm'ın da'veti, hem de İslâm nizamının genel esaslarına ışık tutan bir mâna...
Bilindiği gibi müslümanlar namazını da, orucunu da, zekât ve öteki ibadet ve vazifelerini de hep Resûlullah (s.a.v.)'m uygulamalarından alarak öğrendiler. Artık öğrenmeleri gereken temellerden hacc ve onun menâsiki, yerine getirmede takip edilecek usûlü kalmıştı. Çünkü câhiliyyet dönemi bütünüyle ve onun babadan oğula intikal eden en çirkin miraslardan hacc adı altında işlenenleriyle toptan durulup atılıyordu. Meselâ hacc mevsiminde el çırpma, tavafı çıplak yapmak, ıslık çalmak gibi... İşte böylece, tıpkı putlara uygulanan temizlik uygulanmış, Beytullah her kirden arındırılmış oluyordu.
Böylece artık Allah'ın Beyt-i Haram'mı haccetmeye dair olan çağrı kıyamete kadar sürecektir. Bu çağrı ise, Peygamberlerin dedesi olan (Cenâb-ı Hakk'm emri gereği) Hz. İbrahim tarafından başlatılmıştır. Ama câhiliyyetin müdahalesi ve putçuluğun saptırması sonucu öyle ilâveler, öyle garip âdetler sokulmuş ki, şirk ve küfrün rengine boyanmış hacc, İslâm geldi ve bu değişmez şiân yeni temizledi. Saf ve berrak bir hâl alıp tevhid akidesine Ve sırf Allah'a kulluk hedefine göre düzenlendi...
İşte bu büyük inkılâp emeliyle Resûlullah (s.a.v.) halka Bey-tullah'ı ziyaret emri ve talimatı verdi. Yine bu maksadlanyla, halk her bucaktan toplanıp geliyor; yâni haccı gerçek ve noksansız şekil ile öğrenmek ve câhiliyye âdetlerinden korunmak istiyordu. Bir daha rezil hallere düşmemek istiyordu. Ve öyle görülüyor ki; Resû-lullah'in gönlünde artık dünyadaki işlerinin en önemlilerinin tamamlanıp sona yaklaştığı doğmaktaydı. Emâneti edâ etmiş, Yarımadaya ekilen tevhid meyve vermeye başlamış, İslâm kalblere ve kafalara yayılıp yer etmişti.
Halka gelince (ki o gün sayıları hayli kabarıktı). Resûlullah'ı görmek, nasihat ve direktiflerini dinlemek için iştiyakla dolup taşmaktadır. O ise aynı şekilde onlarla karşılaşmanın ve kalabalıklarının şevki ile doludur. Zaten bu kalabalığın çoğu, Arap Yarımada-sı'nın muhtelif bölgelerinden toplanıp gelen ve henüz Resûlullah ile belki yüz yüze gelme imkânı bulamamış olan yeni müslümanlardır. Böyle bir fırsat ellerine geçmemişti. Beytullah'ı ziyaretle bu fırsatı da birlikte elde etmiş oluyorlardı. Beyt çevresinde, Arafat vadisinde İslâm'ın en büyük şiarlarından birisini edâ ederken Resulü ile ümmetinin karşılaşması, bir buluşma ki; orada, onun verâ ve tavsiyesi Allah'ın ilmi ve Revülünün ilhamiyle açıklanmış oluyordu.
Resûlullah, yirmi üç yıllık mücadelenin mahsulü olan bu muazzam kalabalıkla bulunmayı elbette candan arzulardı. Maksad ise, İslâm ve onun nizamını bütün incelikleriyle, ama toplu ve veciz bir şekilde hulâsa etmekti Bu ise gönlünde damla damla biriken o sevginin ümmetine tezahür ve tatmini olsa gerekti. Özellikle de onların şahsında; tarih sürüp dünya durdukça gelecek altın nesillerin, onları izleyecek kahraman milletlerin hakkı olan nasihat ve vasiyyetini çağların ardından duyurmaktı.
İşte bunlar Resûlullah (s.a.v.)'m haccının derin mânâlarından bazıları: Veda haccı. Ü. ResûIuÜah'ın Arefe günü Ürene vadisinde attığı adımlarla canlı varlık haline geldi.
3- Veda Hutbesi üstüne düşünceleri
Sözlerin gönüle en hoş işleyeni muhakkak ki Allah'ın kelâmıdır. O'nun ilhâmıyladır, Aarafat meydanında sarf edilenler... Bu hitabe, aynı zamanda yorulma ve usanma bilmeyen bir gayretle, Allah yolunda yirmi üç yıllık mücadelenin sonunda, emâneti edâ etmiş, ümmetini uyarmış bir Nebî'nin nesillere ve tarihlere yönelik, muazzam vasiyetidir. Zamanların da en çarpıcısı Allah'a mahsus. Şu an Resûlullah (s.a.v.)'in çevresinde toparlanan bu bütünleşmiş yüzbinler, onun çevresinde tam huşu ve iç teslimiyetiyle toplandı. Bundan önce nice kurgular olmuştu, bunlar gözetlenmiş ti. Bu binlerce insan kitlesinin akışına gözler hayran hayran bakıyordu, dört bir yandan. Diller de Cenâb-ı Hakk'ın şu kavlindeki mânâyı tekrarlıyordu : «Biz elbette Resulümüzü ve onunla birlikte olanları zafere erdireceğiz. Hem dünya hayatında, hem de âhirette şâhidler olarak kalkacaklar».
Ve o anda Resûlullah, asırlar sonra gelecek İslâm milletlerine, onların iki kaşı arasından bakıyor, şarkı, garbı dolduran büyük İslâm dünyasını seyrediyordu. Bu hâlet-i ruhiye içinde bu koca âlemin kulaklarına şu kelimeleri ulaştırıyordu:
«Ey nâs! Sözlerime kulak verin. Çünkü bilemem ama, bana Öyle geliyor ki; bu yıldan sonra bu yerde bir daha ebediyyen buluşa-mayacağız.» Bütün dünya o an dilini yutmuş gibi dinliyordu. Taşlar, ağaçlar, dağlar, ovalar susuyor, Resûlullah'ın sevgi dolu bu nutkuna yöneliyordu. Tam altmış üç yıl ona alışan ve bahtiyar olan dünya. Eh, işte şu anda o göçe hazırlanıyor. Rabbinin emrini ifâ edip yeryüzüne iman ağacım bir daha sökülmez şekilde diktikten sonra... İşte tebliğ ile yükümlü olduğu, uğrunda cihad ettiği dâvanın ana ilkelerini özetliyor. Şaşmaz ve evrensel ilkeleri dünyanın kulağına fısıldıyor. [15]
Bu Vasiyetin İlk Bendi Neydi?
(İlk sunulan ve üzerinde durulan prensip).
Sübhânallah! Ne müthiş, ne kadar gönül burkucu! Şu sebepten ki; Resûlullah daha o kutlu vasiyetlerini sunduğu an âdeta gün olup gelecek nesillerin, nasıl da bazı saptırıcıların ardından yürüyerek, (zamanın ve zeminin de ayak kaydıran etkisine mâruz kaT larak) şu an önlerine tuttuğu bu ışığı kaybedeceklerini görerek konuşuyordu :
İşte o ilk düstûr ve dikkat çekilen husus; «însanlar! Kanlarınız ve mallarınız birbirinize, tâ Rabbınıza kavuşuncaya kadar haramdır. Tıpkı bu günün, tıpkı bu ayın haram ve yasaklığı gibi». Ve bu tavsiyeyi hutbenin bitiminde bir daha tekrar edecek, buna son derece dikkat ve riâyet gerektiğini vurgulayacaktır.
«Bilirsiniz ki bütün müslümanlar birbirinin kardeşleridirler. Yani müslümanlar kardeştir. Bir kardeşin hiçbir şeyi de, gönül ması olmadan öbürüne helâl olmaz. Dikkat edin, kendi kendinize zulm etmeyin!.. Peki, tebliğ ettim mi?
Ve biz (asırlar sonra da) cevab veririz. Evet, vallahi tebliğ ettin, ey Efendimiz. Ve umarız ki, sana bu noktadan cevab vermek lüzumludur. «Tabii tebliğ ettin» diye. Ve ne yazık ki biz mes'ûliyetiml-zi senden tam olarak öğrendiğimiz halde, onun hakkını vermekte son derece kusurluyuz.
İkinci betide gelince Bu sırf bir tavsiye değil, bütün insanların huzurunda ilân edilen kesin bir karar ve emirnamedir. Hem o an çevreleyip dinleyenlere, hem de gelecek ümmetine toptan.
İşte o kararın ifadesi:
Dikkat edin! Câhiliyye (İslâm öncesi veya sonrası, insan uyduruğu) den kalan her âdet (inanış, davranış) mülgadır, tptâl edilmiş olup ayağımın altındadır!.. Kan dâvası olarak veya faiz olarak ne varsa iptal edilmiştir».
Bu kararda ifadesini bulan anlam nedir?
O anlatıyor, açıklıyor işte: Câhiliyyede benimsenen ve uyulan kavmiyetçilik ve kabilecilik; dil, renk ve ırk ayrımı; İnsanları öz kardeşinden ayıran zulüm ve faizcilik... Bütün bunlar iptal edilmiş, hükümsüz kalmıştır. Bugün artık kokuşmuş bir leştir ki, onun çekilip yok olması, dünyanın göbeğinde İslâm şeriatının zuhuru ile gerçekleşmiş ve tabiî yeri de islâm hayatı sürdükçe, onun ayaklarının altı olacak. Çünkü küfür ve câhiliyye necistir temizlenir, körlüktür giderilir, sapıklıktır yıkılır...
Peki şimdi, bütün bunlardan sonra, toprağa gömülü bu İaşeyi kim çıkarıp bağrına basar? Hangi normal akıl sahibi bunca arınıp durulduktan sonra tekrar bu pislikle boğuşmaya kalkar? Hangi boyun, kırılıp atılan bu boyunduruğa tekrar tâlib olur, kalkıp yeniden tamir eder, bugün de onunla işe koşulur?...
Bu câhiliyye, taklit ve pisliklerini, Resûlullah (s.a.v.) insandan uzaklaştırdı. İnsanın yolunu temizleyip, ona fikrî tekâmülün ve medeniyetin yolunu açtı. Ve tabiî, bunların ayağı altında ezilen bayağı ve zararlı şeyler olduğunu ilân etti. Böylece tüm dünya her asır ve çağ, her insan toplum ve soyu şunu kavrasın: tslâm'ın dışında, kim bir terâkki, fikrî tekâmül ve dayanak ararsa, muhakkak görülen bu çağ dışı ilkelere ve kokmuş leşlere varacaktır. Tarihin karanlıklarına gömülen o kadavralara, taş ve putlara çıkacakttır eller. Kim îslâm nizamı dışında yükseleceğini savunursa bu leş kuyularının dibine batar! [16]
Üçüncü Bend (Evrensel İlke):
Resûlullah (s.a.v.î, orada, ayların adlarının tanzimine göre zamanın mutabakatını ilân etti. Çünkü câhiliyye döneminde de, tslâm döneminin başlarında da Araplar hep bu aylarla oynayıp durmuşlardı. Mücâhid ve ötekilerinin naklettiğine göre, onlar haccı her sene kendi tâyin ettikleri bir ayda yapıyorlardı, tki yü Zilhicce'de haccederlerse meselâ, iki yıl da Muharrem ayında yaparlardı. Bu yıl Resûlullah (s.a.v.) haccedince - tam Zilhicce'ye rastlamıştı. O da ilân etti ki; Allah'ın, yeri-göğü yarattığı gün, zaman dilimleri nasıl idiyse, ona uygun hale dönüp vardı!.. Yâni, artık kimse ayların yerini değiştirmek gibi bir oyuna giremiyecek. Bundan böyle de artık sadece Zilhicce ayında hacc olabilecek başka değil.
Bazı nakillere göre müşrikler, bir yılı on iki ay ve on beş gün sayıyorlardı. Bu durumda hac, Ramazan'da da, Şevval'de de, Zll-kade'de de olabiliyordu. Yâni senenin her ayında. Bu aylarda devir ise, on beş günlük fazlalıktan geliyordu. Bu yüzden de, Hz. Ebû Bekir'in dokuzuncu yılda haccı Zilkade ayma rastlamıştı. Sonraki yıl gelince, Resûlullah hacca niyetlendi. Bu Zilhicce'nin onuna denk geldiği gibi hilâlin devreleri de tam denk gelmişti. Bunun üzerine Resûlullah /s.a.v.) eski takvimin ve zaman ayarının lâğvedildiğini ilân etti. Bir yıl da sadece on iki aydan ibaret sayıldı. Bu yıldan sonra artık hiç müdahale olmadı... Kurtubi der ki: Bu görüş, Resû-lullah'm şu sözünü andırır-. «Zaman devretti». Yâni hac vakti, aslî vaktine döndü, Allah'ın âlemi yaratırken koyduğu zaman ölçüsüne... yâni meşru olan haline ki, malûmatı yukarıda geçti.[17]
Dördüncü Bend
Resûlullah, kadınlara karşı hayır tavsiyede bulunuyor. Ve bunu özlü ama kuşatıcı ifadelerle te'kid ediyor. Câhiliyyede kadına zulmeden yöntemler uygulandığım bildiriyor. Kadının hak ve yetkilerini, insanlık alemindeki şerefli yerini şeriatın koyduğu ahkâm ile belirliyor. Halbuki o günün cemiyetlerinde, bunu bu derece açık ve icesin söylemek çok güçtü Ama o önemle üzerinde duruyordu. Çünkü, o günün müslümanı, henüz, kadına hiçbir insani hak tanımayan, meşakkatte ortak ama yetkide aşağı, üstelik zevk âleti bir metâ olarak telâkki eden bir toplum yapısından kopup gelmişlerdi. Bu vaslyyet ve titizlikte ikinci bir hikmet de şu olsa gerek: Müslümanlar hangi devirde ve durumda olursa olsun kadının şeref ve haysiyetiyle, ona îslâm şeriatının tanıdığı tabiî hak ve yetkileri çok iyi tâyin ve tefrik etmeliydiler. Kadından istifadeyi ve eğlenmeyi mubah sayanların, islâm'ın savaş açtığı tutumlarından ötürü, islâm'a savaş açtıklarım da bilmeliydiler. [18]
Beşinci Bend
Hayatlarına engel olan her müşkile karşı koyacak üçüncüsü olmayan iki kaynak koydu müslümanların önüne. Onlara tutunan için iman var. Sapıklıktan ve isyandan tam bir güvenlik. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün Sünnetiydi. Zaten biz de her devirde ve her toplumda, bütün hak ve sorumlulukların kaynak ve dayanağı cla-geldiklerini görüyoruz. Hiçbir asırda da farklı durum yoktur. Bu esaslara tutunmanın değiştiği veya geriledeği bir dönem yok. Artık, bu tavrı ve teamülü bozacak hiçbir yeni tedbir, bir medeniyet, örf-âdet ya da mütegallibe düşünülemez. [19]
Altıncı Bendi
Burada da, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz; hâkim ile mahkûm, Halife ile tebaası arasındaki alâkanın nasıl olmak gerektiğini açıklıyor: Halk için, dinleyip itaat etmek; reisin soyu, işi, rengi ve şekli ne olursa olsun. Allah'ın kitabı ve Resulünün sünneti ile hükmettikçe onlar önemsiz...
Onlar tecâvüz ettiği zaman ise, hâkim kim olursa olsun, itaat de, dinleme de yok! Demek, hükmü elde tutana itaat onun kitab ve sünnete itaat ve bağlılığına göredir. Aksi halde, kitabta ve sünnette dayanak bulamaz. Kendisi o iki düstura bağlı ise artık siyah köle olması v.s. hiçbir şey ifade etmez. Onun bu özellikleri başkalarından asla ayırmaz, Allah indinde...
Yine Resûlullah (s.a.v.) bununla bize şunu da anlatmış oluyor ki; Allah'ın Kitabı ve Nebİ'sinin sünnetinin sınırları ötesinde hiçbir hâkimin imtiyaz ve yetkisi yoktur. Ve aynı zamanda İslam usûlü ve hükmü üstünde görünmeye de hâkimlerin salâhiyeti olamaz. Zira gerçek anlamda kişiler asla hâkim değildir. O, yetkisini çıkarına da hiç kullanmaz. O ancak ve ancak, müslümanlara, Allah'ın hükmünü uygulamada güvenlik kişi telâkki edilmiştir, o kadar!..
Yine buradan anlaşılır ki, îslâm şeriatı asla, dokunulmazlık, ya da imtiyazlı sınıf veya müslümanlar arasında, hükümde, kanun koyma veya icra etme işlerinde ayırım veya tercih fikrini telkin etmez.
Ve nihayet; Resûlullah, İslâm'ı tebliğ ve ona da'vet sorumluluğunu hakkıyla ifâ ettiğinin şuûrundadır. îşte de İslâm yayılmıştır. İşte de câhiliyyet ve şirk bulutları dağılmıştır, işte de İslam'ın ilâhi şeriatı ve ahkâmı öğretilmiştir. Bunun isbatı da o anda Resulüne inen ilâhi kelâmdır. Ve bütün insanlığa fermandır.
«Bugün dininizi size tamlaştırdım, ni'metimi de bütünleştirdim, Din olarak da (Nizam ve hayat tarzı) İslâm'ı seçtim size[20]».
Fakat Resûlullah, yarın kıyamet günü kendilerine sorulunca ümmetinin Allah huzurunda bu konuda şehadet edeceklerinden de emin olmak istiyor, vasiyetinin sonunda. Nitekim sözcüsüne sorduruyor bu hususu:
«Size benden sorulacak. Peki ne diyeceksiniz?»
Çevresinden büyük kitlenin sesi yükseliyor tabiî: «Biz, senin tebliğ ettiğine ve vazifeni edâ edip, bize hakkı tavsiye ettiğine şâ-hidlik edeceğiz». Artık buna itminan getirince yüce Resul (s.a.v.) : Yarın Rabb-i Celil'ine takdim edeceği bu şehadeti tevsik etmek istiyordu. O yüce Resul buna emin olmuştu. Onun için de yüzünde ve gözlerinde memnuniyet parıldıyordu. Yücelere dikti gözlerini ve şehadet parmağını da göğe kaldırarak, insanlara da bakarak şöyle bağladı sözünü:
«Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!..»
O ne büyük saadetti! Bu, gençliğini geçirip, ömrünü ae sânı yüce Rabbinin şeriatını neşir uğruna bitiren Resûlullah (s.a.v.)'m saadetiydi... Ortaya koyduğu cehd ve gayret, feda ettiği Ömrün mahsûlünü gördüğü andı bu. Allah'ın birliğini terennüm için yükselen ve yankılanan ses, dini için yere konan ve secde izi taşıyan alın, Allah sevgisiyle çarpan ve çırpınan kalbin erdikleri, gördükleridir. Allah'ın sevgilisi için bu ne yüce saadettir. Çöllerdeki bitmez yol-culuklardaki muhacirin susuzluğu, en bayağı işkencelere katlanmış ve sonunda Allah'ın arzında bu iman çatısını kurmuş olmanın hâtırasından doğan saadet!.. Sevinç ve saadetle gözlerini sürmelemek, hakkındır. Artık şu an kalbinin hamd, neş'e ve sürürdür ödevi, Bu ödev mübarek olsun sana!.. '
Hayır, vallahi; sadece şu an seni çevreleyen yüzbinler değil, bu gerçeğin şahidi, ey efendim Resûlullah! Fakat her asırda, her dönemde süregelen ve yeryüzüne mirasçı olan ümmetinin bütün nesilleri lisân-ı hâl ile olsun buna şâhiddir. Şâhidlik ediyor: «Biz de şahidiz yâ Resûlâllah! Gerçekten en güzel tebliği yaptın. En üstün öğü-tü sen verdin. Allah ümmetinden yana en hayırlı, en ustun mükafatını versin...»
Ama, senden sonra bu ağır yük, da'vet sorumluluğu bizim boynumuza yüklendi. Halbuki şu gün biz bunun hakkını vermekten ne kadar uzağız!.. Yarın seninle yüzyüze gelince bu yüzden ne kadar mahcûb olacağız. Bizim hâlimiz, seni çevreleyen sahâbeninkiyle kıyas kabul etmez. Biz bu dünyanın aldatıcı renklerine ulaşmak için koşarken da'vetten gafil oluyor ve o derece ağır alıyoruz. Halbuki onlar, seni dinlerken, o mübarek insanlar bedenlerinde şehadet kanı dolaşıyor. Elleri, o yolda cihad ederken döktükleri kanla boyalı. Dünya ise onlar için; sadece senin şeriatının zaferi ve da'vetinin sürmesi, cihadın omuzlanması için çiğnenen bir topraktır!
Allah bizi ve bütün müslümanlan adam eyleye. Bizi dünya sarhoşluğu, heva ve heves budalalığından uyara. Bize lûtf u keremi ve cömertliği ile muamele ede. Âmin.
Resûlullah (s.a.v.î haccını tamamladı. Zemzem suyundan kona kana içti. Halka hareket tarzlarını öğretti. Ve artık çevresi ile birlikte Medine'ye döndü. Tekrar, Allah yolunda, bitişi olmayan cihad ödevinin başına, Allah yolunda sürekli mücadelenin başına... [21]
3- Resûlullah (s.a.v)’In Hastalığı Ve Refiki A'lâ'ya Ulaşması
Üsâlme Bin Zeyd'in Bülka Üzerine Gönderilmesi:
Resûlullah (s.a.v.) daha Medine'ye varır varmaz, müslümanla-ra, Rum üzerine sefer hazırlığı için emir verdi. Bu gazaya gidecek ordu komutanlığına da Üsâme bin Zeyd (r.a.)'i seçti. O zât-ı muhterem daha çok gençti. Resûlullah ona, babası Zeyd bin Hârise'nin şehid düştüğü yere varmasını, atlarına orasını çiğnetmesini emretti. «Bülka» ve Dâruma» denilen Filistin topraklarına yürüme emri vermişti. Bu olay, tam da Resûlullah'ın vefatı öncesi rahatsızlığının ilk belirdiği günlerdeydi.
Ama münafıklar hemen menfî tavır takındılar, bu sefer konusunda; «Genç bir çocuğu Ensâr ve Muhacirin en büyüklerinin başına kumandan yaptı[22]» diye...
Resûlullah (s.a.v.) bunun üzerine halkın huzuruna çıktı. Başı sanlı olduğu halde onlara şöyle hitab etti:
«Siz Üsâme'nin kumandanlığına itiraz ediyormuşsunuz. Vaktiyle babası Zeyd'in kumandanlığına da itiraz etmiştiniz. Vallahi o kumandanlığa son derece lâyık ve benim yanımda da, insanların en sevgilisi idi. Babası nasıl bana sevgili idiyse, oğlu da öyle. Ve şimdi de bu öylece kumandanlığa en lâyıktır. Sizin için de babasından sonra en sevgililerden olduğu gibi, en sâlihlerinizdendir. Ve size, itaati tavsiye ediyorum[23]».
Bundan sonra halk hazırlandı. Ensâr ve Muhacirler Üsâme'ye tâbi olarak savaşa çıkmaya hazır oldu. Üsâme, ordusunu Medine dışına çıkarıp ordugâhını Cürüf'te (Medine'ye bir fersah yer) kurdu. [24]
Resûlullah'ın Hastalığı :
Bu sırada, Resûlullah'ın vefatının sebebi olan hastalığı şiddetlenmişti. Ordu burada bekliyor, Allah'ın son hükmünü gözlüyorlardı.
Resûlullah'ın mevlâsı Ebi Müveyhibe'den İbn îsfâk ve îbn Sa'd'-ın rivayetine göre; Resûlullah'ın ilk şikâyeti şöyle başladı. O zât diyor ki; Resûlullah beni gecenin ortasında gönderdi. Ve ey Ebû Müveyhibe! Şu Bakı' kabristanında yatanlara istiğfar etmekle emr olundum. Benimle gel, dedi, ben de birlikte yürüdüm. Onların başı ucuna dikildiğimizde; «Ey kabir sahipleri! Selâm üzerinize» diye seslendi. «İnsanların içinde bulunduğu hâle göre sizin bulunduğunuz hâl sizin için daha hayırlıdır. Fitneler karanlık gece kıt'aları gibi birbiri ardınca geliyor. Sonraki gelenleri ise hep öncekinden daha şerli». Sonra bana dönüp: -Bana dünya hazinelerinin anahtarı ile orada ebedî kalmak, bir de Rabbime kavuşup cennete girmek sunuldu ve muhayyer bırakıldım» buyurdu. Ben hemen, anam - babam sana feda olsun yâ Resûlâllah (s.a.v.î, sen dünya hazinelerini ve ebedi kalmayı tercih et, sonra da cenneti iste dedim. O da, «Hayır! Vallahi ey Ebâ Müveyhibe, ben Rabbime kavuşmayı, cenneti seçtim» buyurdu. Sonra da Baki' ehline istiğfarda bulundu ve döndü. îşte o sırada Resûlullah'ın ağrısı başladı ve vefatına kadar sürdü[25].
Resûlullah ilk rahatsızlığını, şiddetli bir başağrısı olarak hissetti. Hz. Aişe (r.a.)'den rivayete göre ise: «O Baki'den dönerken karşılamış, «Vay başım!» diye yakınırken, o da: «Tam aksine vallahi Aişe, esas benim başım![26]» diye cevab vermişti.
Daha sonra onun rahatsızlığı ağırlaştı. Onu bitkin bırakan bir hummaydı bu fateş nöbeti). Bunun başlangıcı Hicretin on birinci yılı, Sefer ayının son günleriydi. Bu esnada ise Hz. Aişe hep ona Kur'an'dan, «Muawezeteyn»i okuyup üflüyordu.
Buhâri ve Müslim'in Urve'den nakline göre Resûlullah (s.a.v.) ne zaman hastalansa, Muavvezeteyn'i okur, kendisine üfler ve vücudunu meshederdi. ölümüne tekaddüm eden bu hastalığında ise Hz- Âişe bu sûreleri okuyup üflemeye ve Resûlullah'ı kendi eliyle meshetmeye başlamıştı.
Resûlullah'ın bu hastalığı sırasında, hanımları onun hastalığını Hz. Aişe'ntn evinde geçirme meylini sezmişlerdi. Çünkü ona meylini ve onunla teskin oluşunu öğrenmiş durumdaydılar. Bunun için İzin verdiler. Bunun üzerine, Meymune'nin evinden çıktı, tki yanında Fazl bin Abbas ve Ali bin Ebi Tâlib vardı. Onlara dayanarak geldi. Hz. Âişe'nin evinde hastalığı şiddetlendi. Ama hep ashabının üzüntüde kalışının sıkıntılarını yaşıyordu. Ve buyurdu ki; «Bana ağzı açılmamış yedi kırba su getirin ve başımdan dökün de, belki halka yaklaşırım (yine çıkıp onlarla konuşabilirim). Hazret-i Âişe (r.a.) der ki, onu bİr tekneye oturttuk. Ve başladık su kırbalarının suyunu dökmeye... Nihayet artık yettiğini işaret etti eliyle. Sonra halka çıkıp onlarla namaz kıldı ve onlara hitabede bulundu[27]. Bu çıkışında başında bir sargı vardı. Minbere oturdu. İlk sözü de, Uhud şehidlerine ve gazilerine dua ve istiğfar etmek oldu. Ve şöyle dedi: «Bir kulu Allah kendisine dünya güzelliklerini vermekle, kendi in-dindekini verme hususunda serbest bıraktı da; kul o-ıun yanında! ni'meti seçti.» Bunun üzerine Ebû Bekir (ra) atdud.. (Cuiikj o. rıo sûlullah'ın ne kasdettiğini biliyordu). Ve şöylo seslendi ona: Bata lanmız, analarımız, sana feda olsun!.. Eesûlullah ise: «Sakin ol yâ Ebâ Bekirl» buyurdu.
Ey nâs! Bana, mal ve dostluğuyla en emin kimse Ebû Bekir'dir. Eğer sevgili edinmem gerekse, muhakkak ki Ebû Bekir'i edinirdim. Ama îslâm kardeşliğimiz var. Mescide açılan kapıların hepsi kapansın. Yalnız Ebû Bekir'in kapısı kalsın[28]. Ben hepinizden öndeyim ve sizi bekleyeceğim. Zaten şu an havuzumu görüyorum. Esasen bana yeryüzü hazinelerinin anahtarı verildi. Vallahi ben sizin, benden sonra müşrik olacağınızdan değil de, dünya için birbirinize düşmenizden korkuyorum[29].
Resûlullah evine döndü. Çünkü hastalığı iyice şiddetlenmişti. Ağırlığı çökmüştü üzerine. Hz. Âişe'nin rivayeti şöyle: «Resûlullah (s.a.v.) bana bu hastalığı anında; «Bana baban Ebü Bekir'i ve kardeşini çağır» dedi. Onlara bir yazı yazayım. Korkuyorum, çünkü, yarın biri kalkıp da, ben daha üstünüm (müstehakım) diyebilir. Halbuki Allah da, mü'minler de Ebû Bekir'den başkasına razı olmaz.[30]
İbn Abbas'ın rivayeti ise şöyle: Resûlullah'ı hastalık sıkıştırdıkça, evde o andaki bir zâta: «Bana bir kâğıt getirin, size öyle bir yazı yazayım ki, artık sapıtmayasmız.» Fakat bazıları, hastalık Resû-lullah'ı bunaltmıştır da böyle konuşuyor. Halbuki elimizde Kur'an var. Bize Allah'ın kitabı yeter. Bunun üzerine evdekiler arasında tartışma çıktı. Kimisi, getirin yazsın, böylece sapıklıktan korunuruz, kimi de buna ters beyanlarda bulununca, evde bir uğultu başladı. Bunun üzerine Resûlullah: «Hadi dışarı çıkın[31]» buyurdu.
Artık Resûlullah (s.a.v.) çıkıp halka namaz kıldıramayacak halde idi. Bunun üzerine : «Ebû Bekir'e söyleyin, halka namaz kıldırsın» buyurdu. Buna karşı da Hz. Âişe: «Yâ Resûlâllah! Ebû Bekir çok yufka yüreklidir. Senin makamına geçince dayanamayabilir ve sesini de kimseye duyuramaz» diye müdahale edince:
«Siz Hz. Yûsuf'un çevresindeki kadınların tıpkısısmızL Söyleyin Ebû Bekir namazı kıldırsın cemaate[32]» diye tekrarladı.
Bundan böyle de halka namaz kıldıran hep Ebû Bekir (r.a.) oldu. Bu günlerde, bir keresinde Resûlullah (s.a.v.) namaza çıktığında (hastalığın hafiflemesi anında) Hz. Ebû Bekir'in halka namaz kıldırdığım gördü. Ebû Bekir geri çekilmek istedi. Fakat Resûlullah devam etmesini işaret buyurdu. Ve kendisi de Ebû Bekir'in yanında oturdu. Ebû Bekir namazı kıldırırken o da oturduğu yerde kılıyordu. Halk da Ebû Bekir'le namaza devam ediyordu[33].
Bu esnada Resûlullah'ın böyle çıkışını hayra yoran cemaat birbirini müjdelediler fakat hemen de hastalık şiddetlenmişti. Ve zaten çıkıp cemaatle namaz kılışının sonuncusu olmuştu bu. îbn Mes'-ûd bu konuda şunları nakletti: Ben Resûlullah'ın yanına vardığımda ateşler içinde yanıyordu. Ellerimle dokundum ve yâ Resûlâllah (s. a.v.), senin çok fazla ateşin var dedim. O da, evet dedi. «Sizin iki kişinizin ateşi kadar ateşim var.» Bunun üzerine öyleyse bundan ötürü iki kat ecrin var dedim. Evet dedi, «Bir mü'mine Allah bir hastalık çilesi verdi mi, ona denk de mükâfat verir. Öyleyse ağacın yaprağını döktüğü gibi günahları dökülür o kimsenin Resûlullah bu esnada yüzüne bir perde tutuyordu. Sıkıntı gelip de acısı artınca onu açtı da: «Lanet olsun yahudi ve hristiyanlara. Nebilerinin kabirlerini mescid yaptılar (onları ilâhlaştırdılar)[34]» buyurdu!.. [35]
Resûluhah (s.a.v)’In Ölüm Dalgınlığı:
Bu Allah'ın her kulu için koyduğu değişmez kanundur. «Sen de öleceksin, onlar da[36]».
İşte böylece on birinci hicret yılı Rebiülevvel ayının on ikinci günü, pazartesi sabahına varıldı. Halk mescidde Hz. Ebû Bekir'in arkasında sabah namazını kılıyordu. Birden Hz. Âişe'nin odasının, (mescide açılan kapısındaki) perde açıldı, ardında Resûlullah (s.a. ve.) göründü. Onları saflarında seyretti ve gülümsedi onlara. Hz. Ebû Bekir geriye çekilip safa girmek istedi. Çünkü Resûlullah'ın çıkıp namaz kıldıracağını sanmıştı. Müslümanlar da Resûlullah'ın halinden sevindiler. Nerde ise namazlarından çıkacaklardı. O eliyle işaret edip, namaza devam etmelerini emretti. Sonra da odasına dönüp perdeyi kapattı[37].
Resûlullah (s.a.v.) döndü, tekrar Hz. Âişe'nin odasında yatağına yattı ve başını Hz. Âişe'nin göğsüne dayadı. Artık ölüm hâli onu sarmıştı. Yanındaki tasta bulunan suya ellerini batırıp yüzüne sürüyor ve «Lâ ilahe illallah, ölümün acıları varmış» diyordu. Hz. Fâ-tıma (r.a.) bu halleri görünce: «Vah babamın çektiği ıztıraba!..» diye feryada başladı. Resûlullah (s.a.v.) ise:
«Babanda bu günden sonra .sıkıntı kalmayacak[38]» diye mukabele etti.
Hz. Âişe der ki: «Benimle onun tükrüğünü ölümü halinde birleştirdi. O gün Abdurrahman yanıma gelmişti. Elinde bir misvak vardı. Resûlullah ise bana yaslanmış durumda idi. Baktım misvaka bakıyor. Misvakı arzuladığını anladım. Onu sana alayım mı dedim. Evet anlamına başını salladı. Aldım ve fakat sertti. Yumuşatayım mı dedim. Yine başıyla evet dedi. Ona göre yumuşattım (ağzında ıslatarak) ve kullandı. Yanında bir kabta su vardı. Ellerini ona batırıp yüzüne sürüyor ve: «Ölümün de acıları varmış, Lâ ilahe illallah» diyor. Sonra ellerini kaldırıp: «Refik-i A'lâ'ya yâ Rab dedi. O halde ruhu kabz cldu ve elleri yana düştü.[39]
Resûlullah'ın vefat haberi hemen halk araşma yayıldı. Hz. Ebû Bekir çıkıp geldi. O birez önce Sünüh semtindeki evine gitmişti. Çünkü Resûlullah'ın iyileştiğini sanmıştı. Şimdi ata binip gelmişti, tner inmez mescide girdi. Kimseyle konuşmadan doğruca Hz. Aişe'nin odasına geçti. Resûlullah'ın üzerine çizgili bir bez örtülmüştü. Üstünden örtüyü çekip yüzünü açtı, eğilip onu öptü ve ağladı. Anam-babam sana feda olsun, Allah sana iki ölümü cem etmez. Sen, sana yazılan ölümü tattın[40]. İkinci bir ölüm tatmıyacak-sın, dedi ve çıktı. Ömer hâlâ konuşmuyordu. Resûlullah'ın ölmediğini iddia ediyordu. «O sadece Hz. Musa'nın Rabbine gittiği gibi gitmiştir. O ölmez, ta münafıkları yok edinceye kadar» diyordu. Hz. Ebû Bekir ona döndü: «Sakin ol Ömer, sus!» diye seslendi. Ama Ömer sözüne devam etti. Ebû Bekir onun susmayacağım anlayınca halka hitaba başladı. Halk da ona yönelince Ömer'i yalnız bırakmış oldu. Ebû Bekir şöyle konuştu: «İmdi ey nâs! İçinizde Muhammed'e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki, O Hayy ve Lâyemût'tur». Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:'«Muhammed sadece peygamberdir. Ondan önce de çok peygamber geldi geçti. Peki, o ölüm veya öldürülürse siz tabanlarınız üzerine geri mi döneceksiniz?[41]
Bütün halk bu âyeti sanki Ebû Bekir okuyuncaya kadar hiç duymamışlardı. Bütün halk ona kulak verdi. Halbuki onu duyan herkes okumaya başladılar. Ömer (r.a.) der ki: «Vallahi bu âyeti ilk defa Ebû Bekir'den işitmiş gibiyim. O âyeti duy;.r duymaz anladım ve inandım ki, artık Resûlullah ölmüştür ve ayaklarımın bağı çözüldü, yere yığıldım.[42]
Hâviler ve siyer uleması, Resûlullah (s.a.v.)'ın altmış üç yaşında vefat ettiğinde ittifak ettiler. Kırk yılr bi'setten önce idi. On üç yılı ise Mekke'de da'vetle geçti. On yılı da hicret sonu ve Medine'de geçmiştir. Vefatı ise onbirinci yılın başlarında vuku bulmuştu.
Buhârî'nin Amr bin Hâris'ten rivayeti ise şöyle: «Resûlullah arkasında ne bir dinar veya dirhem para, ne köle, ne de carîye bıraktı. Sadece bindiği beyaz katırı, silâhı, bir de sadaka olarak vakf ettiği arazisi vardı».[43]
Dersler Ve İbretler
Mustafa (s.a.v.) efendimizi siyretinin bu son olayını anlatan kısım, bu vücudun en büyük ve gerçek hikâyesini parıldatmaktadır. Öyle vakıa ki; en ceberut zorbalar, en taşkın ve âsiler onun karşısında sinek gibi ezilir. Bu büyük vakıa varlığın her safhasında, her dalga aralığına uzanır. Her oluşu ve varlığı bitişe, bir yokluğa götürür. Böylece de yeri göğü kahreden kudretin önünde tüm beşer hayatını kulluk boyasıyla boyar ve zelil kılar, boyun eğdirir, îster istemez boyun eğilen gerçektir bu. ister âsi, ister muti herkes ona peki demek zorundadır. Reisler ve ilâhlık taslayanlar, resuller ve nebiler, seçkinler ve makbuller, fakirler ve zenginler, ilim ve keşif sahipleri, herkes herkes...
Zaman ve mekân durdukça sürekli çağrıda bulunan gerçek, her duyabilenin kulağında, her düşünebilenin aklında; «Ulûhiyyet (Ölmezlik, ebedîlik) yalnız Allah'a mahsustur». Hâkimiyet de tek başına baki olana mahsustur. O'dur işte, hükmüne ve icraatına karşı durulmayan. Saltanatı ve hâkimiyetinin sınırı yoktur. Hükmünden dışarı çıkmak, emrinin üstüne tırmanmak kimseye müyesser değil.
Bu işaretleri bize apaçık inkâr edilmez, eğilmez bükülmez biçimde veren ölüm acıları. Ölüm sarhoşluğundan başka, yâni ölümden başka ne verebilir? Çünkü yüce Rabbimiz onunla kahrediyor dünya sakinlerini, varlığın şafağından beri. Ve kahredecek hep, ta varlığın son güneşinin batışına kadar. Bu dünya agorasında kendisine bir kanşlık yer ve hürriyet tanınan nice mağrurlar batıp gitti. Ya da kendilerine bir nebze ilim verilip de onunla çevresini tanıyan, keşif edecek akıl verilen niceler hep böyle geçti. Daha da geçerler. Ama bu vakıa (ölüm) bu büyük gerçek, bir anda yakalar ve çarpar ki, kul olduğunu ve kimin emrine bağlı bulunduğunu o an, o yerin ve göğün sahibi, hepsini ayakta tutan kudreti önünde ne zelil varlık olduğunu sezdirip anlatır.
«Her nefis ölümü tadacaktır!»
Sınır yok, geneldir bu. Özel değil herkese şâmildir, sadece dünyaya âit de değildir.
Haydi gelsin modern ilmin tellâlları. Yeni gelişmelerin, fezayı fethetme gayretinin havarileri toplansın, bütün tedbirlerini alıp, hem imkânlarını biriktirsin, bütün makina ve elektronik aletleriyle .füzelerini hazırlayıp yığsınlar, bütün bunları çalıştırıp yararlansın da şu kendilerini kahr u perişan eden ölümü bertaraf etsinler. Ellerinden gelirse bu ilâhî tehditten nisbeten kurtulmayı denesinler: (Her nefis ölümü tadacaktır) bunu başarırlarsa, o zaman kendilerine bir yüksek kule yapıp da, isyan ve küfürlerinin, kibir ve putluk-lanmn belirtisi olarak orada yaşamaları yaraşır. Ama bunu başaramayacaklarına göre, o halde biraz dşünmeleri gerekir; çatısı altında kaybolacakları kabri, altında uzanıp kalacakları toprağı ve kendilerini yakalayıp kahredecek o pençeyi bir iyi düşünüp kavramaları...
Allah (c.c.) için Resulüne, ölümün elemsiz ve en hoşunu vermesi kolaydı elbette. Ama hikmet-i ilâhi bununla, elemin en şiddetlisini tattırmakla, insanlar arasında yakınlık - uzaklık farkını kaldırmak murad etmiştir. Kim olursa olsun, ilâhî icraat değişmez. Böylece insanlık tevhidinin mânâ ve hakikatini kavrar. Ve anlar ki, yerde ve gökte ne varsa hepsi de Allah'a kulluğa mahkûmdur. Artık anlaşılsın ki, Resûlullah bile yaşayıp da bir gün onun takdiri olan ölüm gelince, en itaatkâr bir kul olması bakımından baş eğip ölüme teslim olduktan sonra, kimsenin kullukta bir imtiyazı düşünülemez. Kulluğun ötesine tırmanamaz. Allah'ın sevgilisi ,o ölümün acı ve çilesine mâruz kaldıktan sonra, kimseye ölüm acısı, sekerât-ı mevtin hafifletilmesi diye bir imtiyaz yoktur.
Bu anlam, Kelâm-ı ilâhl'de apaçıktır. «Sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir». Yine: «Senden önce hiçbir kimseye ebedi yaşama imkânı tanımadık. Sen öleceksin de onlar baki mi kalacak? Her nefis ölümü tadacaktır. Hayırda ve serde sizi deneyeceğiz, fitne açısından. Ve sonra da hepinizi kendimize döndüreceğiz[44]».
Öyleyse biz Siyer-i Nebî (s,a.v.)'nin şu son bölümünde, dehşetli iki gerçeğin manzarası karşısındayız, tkisi de, Azız ve Celîl olan Allah'a iman ilkeleri direkleridir bunlar. Veya topyekûn mükevvena-tın temel dayanağı, varlığın özeti.
Allah (c.c.)'ın birliği vakıası Allah'ın tanzim ve telkin ettiği külli olan kulluk ilkesi. Allah'ın bu hükmünde de asla bir değişiklik ve düzeltme görülemiyor.
Şimdi artık, bu bahsin bize öğrettikleri ve taşıdığı yüce hükümlerden bulabildiğimizi arzedelim:
1- İslâm Ahkâmında, Sâlih Amelden Başka Üstünlük Sebebi Yoktur:
Zeyd bin Harise çok hassas bir insandı. Ve o da işte Üsâme'-nin babasıydı. Aslı da kölelikten âzad edilmiş kişi. Üsâme ise, dediğimiz gibi, o an henüz 18-20 yaşlarında bir gençti. Ama zaten Resûlullah nezdinde küçüklüğün veya yaşlılığın bir önemi yoktu. Sahabenin ileri gelenlerinin başına emir yapmak da onca normaldi. Hem de en büyük savaşlarda bile. Varsın münafıklar bunu, mızıkçılık yapıp şaşkınlık doğurmak için bahane etsinler. îslâm şeriatı bunu garipsemez ve kerih görmez. Çünkü îslâm, insanları keyfi olarak alçaltan, yücelten câhiliyye mikyas ve kriterlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Muhtemel ki Resûlullah (s.a.v.) da, Üsâme1-de başkalarından daha büyük liyâkat görmüştür, bu gazvede kumandan olmak için... Eh bu durumda, başlarına habeşî bir köle de tâyin edilse, itaat edip emrine uymak müslümanlar için kaçınılmazdır. Bunun içindir ki, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in halife olur olmaz, ilk işi Üsâme ordusunu hedefine sevk etmek olmuştur.
Nitekim, Üsâme ordusunu bizzat uğurlamış. Uğurlarken Üsâme binek üstünde olduğu halde, kendisi yaya yürümüş. Üsâme ise: «Ey Resûlullah'm halifesi! Ya sen bin, yoksa ben ineyim atımdan» deyince, Ebû Bekir'in cevabı dehşet: «Vallahi, ne sen ineceksin, ne de ben bineceğim. Varsın, Allah yolunda benim de ayaklarım bir saatliğine tozlansın!..»
Hz. Üsâme bu gazadan zafer ve başarıyla dönmüş, müslüman-lara da birçok yönden fayda te'min etmişti bu yürüyüşle[45].
2- Okuyup Üflemenin Meşru Oluşu Ve Fazileti:
Bu esasen bir sığınmadır. Delili de Buhâri ve Müslim'den nakledilen hadistir. Buna göre Resûlullah (s.a.v.î rahatsızlanınca kendisi okuyup kendini üflüyor ve meshediyordu. Zaten Resûlullah Kur'-aîfda rukye yapardı. Ayrı duâ ve ezkârlar da yapardı. Müslim'in bu konuda Hz. Aişe'den rivayeti şöyledir: «Bizden herhangi biri hasta oldu mu, Resûlullah sağ eli ile onu mesheder ve şöyle dua ederdi: Bu sıkıntıyı al, ey insanların sahibi! Şifâ ver, sen şifâ vericisin, senin şifândan başka şifâ yoktur ve senin şifân hastalık bırakmaz».
Yine Buhâri ve Müslim'in Hz. Âişe (r.a.)'den rivayetine göre; Resûlullah fs.a.v.) rahatsız olunca Muavvezeteyn okur ve kendi üzerine üflerdi. Rahatsızlığı şiddetlenince de ben okuyor ve üzerine mesh ediyorum. îmdi «Rukye» (okuyup üfleme)'nin meşruiyetine dair en açık delil ise Kur'ân-ı Kerîm'deki şu kavl-i kerimdir: «Biz Kur'ân'ı (öyle âyetler) indirmişiz ki, mü'minlere şifâ ve rahmettir. Zâlimlere ise sadece felâketlerini artırır.[46]
Duâ ile «Rukye» arasında ise şu fark var: Rukye'de duâ okununca üflenir ve elle de mesh edilir. Bu ise sahih kavle göre tükürmek-sizin sadece üflemektir. Yine, Mâlik, Şafii, Ahmed, İshâk ve Ebû Sevr rukye'den bedel almanın caiz olduğu görüşündedirler. Ebû Ha-nîfe ise bunu meneder. Ama rukyeyi caiz görür[47].
Delili ise Buhârî'nin şu hadisidir: «Resûlullah'ın ashâbınd-an bazıları, bir seferde idiler, bir Arap mahallesinden geçerlerken misafir olmak istediler. Ama onlar misafir etmedi. Sonra, «Aranızda rukyeci var mı?» diye sordular. Çünkü kavmin reisi ısırılmış veya vurulmuş idi. Onlardan biri evet dedi. Onu getirdiler. O da ona Fatiha ile rukye yaptı. Adam iyileşti ve ona bir bölük koyun verdiyse de rukye yapan kabul etmedi. Dedi ki, ben Resûlullah (s,a.v.)'a haber vermeliyim. Gelip Resûlullah'a anlattı. Yâ Resûlâllah, ben sadece Fatiha ile rukye yaptım, dedi. Aleyhisselâm efendimiz gülümseyerek; bunun rukye olduğunu nasıl bildin? buyurdu. Ve sonra da alın onu da bir hisse de bana verin, dedi».
Nevevi ve Hafız îbn Hâcer de .ötekiler de rukyenin meşru olduğunda üç şartla icmâ vâki olduğunu naklettiler-. Allah kelâmı, esması ve sıfatıyla olması, Arap dilinde veya bildiği başka bir dilde olması, rukyenin de bizzat te'sir edemiyeceğine, ancak Allah'ın zâtı ile etki edebileceğine inanılması kaydıyla[48].
Bu şartlara ise Müslim'in Avf bin Mâlik el-Eşceî'den rivayet ettiği hadis gibi sahih hadisler delâlet etmektedir. Biz câhiliyye devrinde rukye yapardık. Sorduk: «Yâ Resûlâllah! Bu hususta görüşünüz nedir?» Buyurdu ki; «Rukyenizi bana arz edin. Rukyede beis yok. Yeter ki, şirke gitmesin...» [49]
Sihir Ve Sihire Karşı Muska Yapmak:
Resûlullah (s.a.v.) Muavvezat ile kendisine yaptığı en önemli rukye sihirden ötürü olmuştur. Lebid îbn A'sam ona sihir yapmıştı. Buhâri hadisinde nakledilmiştir.
Ulema, müslumanların cumhuru, sihir üzerinde düşünmüş, tıpkı obur olaylar gibi o da gerçekten olabilir demiş. Yâni sihir vardır, olmaktadır. Delili ise bu hadistir. Allahü Teâlâ da kitabında zikretmiştir. Öğrenilebiliyor da... Öyleyse bu da bir bilgidir, vardır. Âyet-i kerîme böyle beyân ediyor. «O ikisinden karı ile koca arasını açma san'atını öğrendiler[50]».
Karı - kocanın arasım açmak da bilindiği gibi olagelmektedir.
Aşağıdaki iki sebepten ötürü bunu bazı kimseler müşkil bulmaktadır :
a- Sihrin oluşu gerçek ve sabit olunca, bu (bazılarının vehmine göre) tevhid prensibine ters ve te'sirin sırf Allah'a âit olmasını ihlâl edici olur.
b- Aynı zamanda, Resûlullaha sihir yapıldı demek, (yine o vehme göre) peygamberlik makamı ile bağdaşmaz ve halkı bundan şüb-heye düşürür. Halbuki burada hiç de şübheye mahal yok, müşkil de değil.
Birinci endişeye cevab şudur: Sihrin hakikaten var ve sabit olması demek, bizzat müessir bir prensip demek değildir. Bu «Zehir etkili, gerçek ve sabittir, ilâcın da te'sir ve etkisi var ve gerçektir-, dememize benzer. Bu sözü inkâr kaabil mi? Üstelik burada gerçek te'sir işi Allah'a mahsustur. Nitekim sihirden söz ederken Rabb-i Teâlâ : «Onun bir kimseye zararı olamaz. Allah'ın izni olmadan» buyurur.
Böylece Allah, sihirden, doğrudan ve bizzat etkiyi nefyetmiştir. Ama O'nun izni dahilinde sinirin bir işlevi ve belli zamanda te'siri iptal edilmektedir.
İkinci şübheye cevab da şöyle: Resûlullah (s.a.v.)'in mâruz kaldığı sihir, sadece onun cismine ve zahirine müessir olmuştur, bilindiği gibi. Onun aklına, kalbine veya itikadına asla! Onun bundan müteessir olması ise tıpkı herhangi bir hastalığa yakalanıp ondan beşer olarak, cismen müteessir olması gibiydi. Bilindiği üzere Resulün masumiyeti, vücudunun beşeri hastalıklardan korunmuş olmasını da zarurî kılmaz.
Kaadî îyâz der ki; «ResûluILah'ın yapmadığı halde kendisine bir şeyi bu halinde yapmış gibi gelmesi mes'elesine gelince; O'hun şeriatı ve tebligatı açısından onun bir delili yoktur. Bu hâl, bir noksanlık ve ayıb da değildir.Çünkü onun ismeti üstüne deliller kesin ve icmâ vâki olmuştur. Yâni beşerî hayatındaki arızalar onun ri-sâletine dahil olmaz. Bu ise onun yüceltildiği ve ba's edildiği şeylerden olmayan dünyevi, vukuu caiz mes'ele olarak telâkki edilir. Tıpkı, beşere arız olan öteki âfetler gibi. Özü, hakikati olmayan bazı şeylerin ona var gibi gelmesi, sonra da açıklanması normaldir, akla uzak gelmez. Ben de derim ki, humma ve nâbet ânında bu tabiî arazların sonucu, ateşin şiddetinin eseri olarak hastayı aslı olmayan bazı hayâl ve vehimler kaplayabilir. Zihinde böyle yanılmalar olabilir. Bu tür tabii etkilere mâruz kalmak ise beşerî olup, enbiyâ ile öbür insanlar arasında fark olmasa gerektir.
Çünkü Resûlullah'a yapılan sihirle ilgili haber, Resûlullah (s. a.v.)'a Allah'ın verdiği hârikalardandır. Ona bir noksan ve ayıp değil, hattâ ona ilâhi ikramların en yenisidir, onu koruduğunun ispatıdır. Nitekim Resûlullah duâ etti, cismine arız olan bu halin esas ve hiylesinin kendisine bildirilmesi için. Öyle duâ ki, belki başka hiçbir şeye bu kadar çok duâ etmemiştir. Lebid İbn A'sam'ın yaptığı bu gizli işlemin bütün kapalı formül ve vasıtaları Resûlullah'a bildirildi, yerine varılıp çıkarıldı, iptal edildi. İşte bunu bildiren hadis:
Müslim, Hz. Aişe'den naklettiler. O der ki: Benî Züreyk'ten Lebid İbn A'sâm diye bir adam Resûlullah (s.a.v.)'a sihir yaptı. Öyle ki Resûlullah, birşeyi olmadığı halde, kendisine birşeyler olduğunu hayâl ediyordu. Bir gün veya bir gece idi, ben yanında idim. Hep duâ ediyordu. Sonra şöyle dedi: «Ey Âişe, Allah benim ettiğim duayı kabul etti. Biliyor musun? Bana meleklerden iki kişi geldi. Biri başucumda, biri ayakucumda oturdu. Biri sordu, bunun hastalığı nedir? Öbürü, sihir yapılmış dedi. îlki, kim yapmış sihiri diye sordu. Öteki de Lebid İbn A'sam yapmış dedi. Peki ne ile, nasıl yapmış dedi. Öteki, erkek hurmanın kurumuş, çiçek tarhı ile saç ve sakalın taranmasından olan artıklar, dedi. Peki şimdi nerede bu sihir, dedi. Öbürü de, Zervan kuyusunda diye cevab verdi. Resûlullah, ashabından birini gönderip onu getirtti. O geldi ve dedi ki: Ey Aişe,
kuyunun suyu kınaya boyanmıştı. Çevresindeki hurma tepeleri ise şeytan başı gibiydi. Dedim ki, yâ Resülâllah! Sen onu istihraç etmedin mi? (Kimin yaptığını öğrenmedin mi? Şöyle cevab verdi: Allah bana af jyet verdi, ben artık burada, halka bu yüzden zarar vermeyi hoş görmem. Ve emretti o kuyu kapatıldı.
Görüyoruz ki, bu hadis yine Resûlullah'ın, Cenâb-ı Hak tarafından nasıl korunup kollandığım gösteriyor. Ona yapılanın yüzünden terettüb eden ezâ ve belâ bu ikramın yanında bir hiçtir. Ve sadece cismine ve beşeri yönüne etkili olmuştur. Nihayet bir kimsenin şöyle bir müşkil ileri sürmesinden başka birşey kalmadı: Sihir bir gerçek ise peki mucize ileri siniri nasıl ayırdedeceğiz?
Buna da cevabımız şu olur: Peygamber elinde gerçekleşen mucize bir iddiaya bağlı olarak meydana gelir. Dâvanın doğruluğunu ispat için bir meydan okumadır mucize. Halbuki sihir, sihirbazın Nebi olduğunu ispata yönelik değildir.[51] Bu demektir ki, sihrin etki ve sultası mahduttur. Dediğimiz gibi o bir gerçek olsa da, bu böyledir. Hattâ onun belli bir sınırı aşamadığı, ilmin dibine varamadığı, gerçeğin temeline inemediği ve nihayet eşyanın önünde, bir değişiklik yapamadığı da ortadadır. Bunun için Cenâb-ı Hak, Fir'avun nâmına sihir yapan sihirbazları şöyle tarif ediyor: «Onlar iplerini ve sopalarını yere attılar. Fir'avun'a onların sihri icabı onlar yürüyor gibi geldi». Hz. Mûsâ da gördüklerini şöyle adlandırdı: «Hayâli olarak uydurdukları... yâni onların ip ve ağları gerçekten, sihirlerinin sonucu olarak, yılana dönüşmemişti. Sadece seyredenlerin gözlerini yanıltmış, bağlamıştı. Ne sopalara, ne de iplere bir etki yoktur. Yine bunu da başka bir âyet açıklıyor: «Halkın gözünü yanılttılar. Halkı korkuttular, böylece de en büyük sihri yapmış oldular». Şimdi bu nakledilenleri iyi bir düşünüp terkib edersek, görürüz ki; sihrin var oluşu gerçek oluşuyla, şu görünüşüyle ilâhi kelâm çatışmaz: «Onlara, sanki ona vuruyormuş gibi geldi, öyle zannetti». Çünkü ipleri yılana döndürmüş olması bir hayâl ve yanılgıdır. Ama gözün etkilenmesi, bu olaydan ve bu etki ile onu öyle görmesi gerçektir, olmaktadır. Bu da sihirbazın göze olan işlem ve etkisidir, doğrudur. Şunu da anlıyoruz ki, sihir gerçekten insanın cismine ve hislerine etkili oluyor. Özünde, temel hakikatında olmamakla birlikte, görülen ve hissedilen bazı sebeıblerle ve muamelelerle tezahür ediyor.
3- Hz. Ebû Bekir (r.a.) 'İn Faziletlerinden Örnekler
Biz yukarıda Resûlullah (s.a.v.)'ın hastalığını anlatırken, Ebû Bekir (r.a.)'in, Resûlullah'ın nezdindeki itibar ve üstünlüğüne dair dört tane delil tespit ettik.
a) Resûlullah o son hutbesinde; «Bir kul ki, Allah onu dünya ni'metleriyle kendi cânibindeki ni'm etler arasında muhayyer kıldı. Kul da onun yanındakini tercih etti» diye söz edince bununla Resûlullah (s.a.v.)'ın ne demek istediğini sezmiş ve yüksek sesle, ağlayarak «Anam, babam sana feda olsun» demişti. Ondan başkası bunu anlayamamıştı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) ecelini anlatmak istemişti. Nitekim bu hadis bazı başka yollarla, Ebû Said el-HudiT-den de nakledilir. O zat der ki, «Ebû Bekir ağlayınca ben kendi -kendime dedim ki; Resûlullah'ın bize bir kulun serbest bırakılması ve onun da birşeyi tercih etmesini anlatmasından ne anlıyor da bu ihtiyar böyle ağlıyor?» Halbuki Resûlullah imiş o tercihi yapan. Bize öğreten Ebû Bekir oldu.
b) Resûlullah (s.a.v.), «Benim için malıyla ve dostluğuyla insanların en güveniliri Ebû Bekir'dir» diye buyurmuştur. îşte bunlar, Ebû Bekir'den başkasına verilmeyen, tescil edilen tanımlardır.
cî Yine yukarıda kaydetmiştik. Hz. Aişe'den Müslim'in rivayet ettiğine göre; Resûlullah ona; «Bana, Ebû Bekir'i, babanı ve kardeşini çağır. Gelsinler bir sened yazacağım. Çünkü endîşe ediyorum. Yarın biri kalkıp ben daha üstün ve müstehaktım», diyebilir. Hal-bu ki Allah da, mü'minler de Ebü Bekir'den başkasına itibar etmez» buyurdu. îşte bu hadis, bir bakıma, Resûlullah (s.a.v.)'in kendinden sonra Hz. Ebû Bekir'i halife tâyin ettiğini anlatır. İlâhî hikmet, Resûlullah (s.a.v.) böyle bir ahdi sahabesinden alması ve bunu yazıya geçirmesini önlemişse, bütün bunlar, ondan sonra hilâfetin veraset ile veya elden ele geçmesini önlemek içindir. Tabii öyle endişesiz tek kişiye uyulması sonucu, onun vereceği kararlarla ahkâmın salâhı yerine, uygulamanın ifsadına götürecekti.
d) Bu zât-ı muhteremin (r.a.) daha sağlığında Resûlullah tarafından, halka namaz kıldırmaya vekil kılınması da onun büyüklüğünü apaçık gösterir: Nitekim Resûlullah'ın bunda nasıl ısrar ettiğini ve şiddet gösterdiğini, hattâ bu yüzden Hz. Âişe'yi azarladığı, yukarıda nakillerde görülmüştü. (Söyleyin namazı Ebû Bekir kıldırsın sözüne karşı beyanda bulunduğu için...)
Hz. Ebû Bekir hakkındaki bu tesbit ettiğimiz meziyetler bütün sahih hadis kitablannda mevcuttur. Ve diyoruz ki; işte bunlardan ötürü, müslümanlar ona bey'at etmeyi tercih ettiler, onu Resûlul-lah'a vekil tâyin ettiler. Ve tabii bunlar asla, öbür sahabenin ve halifelerin fazilet ve meziyetlerini yok etmez. Özellikle de Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)'in. Çünkü gördük ki, Hayber gazasında Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: «Bu sancağı yarın öyle bir adama vereceğim ki; onu Allah da sever, Allah'ın Resulü de...» O zaman halk başlamıştı gece boyunca, acaba bu sancak kime verilecek diye düşünüp konuşmaya. Sonunda o sancağa Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) sahip olmuştu.
Böylece, vefatı müteakip (müslümanlarm en mübrem ihtiyacı olan) «Hilafet» mes'elesi sona ermiş; müslümanlar kesin karar vermiş, kaçınılmaz görülen münakaşa ve müzakere sonunda aralarında kavga ve tefrika çıkmamıştı. Ali ile Ebû Bekir arasında ise, birbirlerinin fazilet ve meziyetlerini anlatmaktan başka hiçbir tartışma olmamıştır. Durum bu olunca ve mes'elenin bizzat kend.lerini ilgilendirdiği zâtlar arasında münakaşa veya düşmanlık yerine, tek kalb gibi birbirlerine dost ve birbirini hayırla yâd eden tavır hâkim olunca, artık bize ne düşer? Ondört asır sonra kalkıp, falan üstündü, hilâfete o daha lâyıktı gibi bayağı sözlerle vakit kaybetmemiz, buğz ve düşmanlığı artırmaktan başka neye yarar?
4- Kabirleri Mescid Hâline Getirmenin Önlenmesi:
Yukarıda geçen hâdisenin akışından da rahatça anlaşılıyor bu husustaki ikazın şiddeti. Bu tutumdan müslümanlar en açık şekilde sakındırılıyor. Ve üzerinde ısrarla duruluyor.
Ulema der ki; Resûlullah'ın kendi kabrini veya başkasının kabrini mescid edinmeyi nehyetmesi, aşırı gidilmesinden ve aşırı ta'zim ile fitneye düşülmesinden endişe ettiği içindi