- Dâr'u'l-harpte müslümanın durumu

Adsense kodları


Dâr'u'l-harpte müslümanın durumu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 27 October 2010, 02:03 pm GMT +0200
DÂR'U'L-HARPTE MÜSLÜMANIN DURUMU


Tekfirde aşırılığın sonuçlarından biri de Daru'l-harpte yaşayan müslümanlara -İslam alameti görül­se bile- kafir gözüyle bakılmasıdır. İslam alimlerinin eserlerinde böyle bir yaklaşıma rastlamadığımız gibi tam tersi görüşler daha fazladır. Tekfirde aşırı giden­lerin bu konuda delil olarak ileri sürdükleri Fetih suresi 24-25. ayetlerinin de onlar tarafından nasıl yanlış yorumlandığını daha önce açıklamıştık. Sö­zün burasında Daru'1-harp meselesiyle ilgili olarak yazar Şerafeddin Argun'un söylediklerine bakalım:

"İslam dinini kabul etmemiş olan Darul-Harb'in sakinlerine harbî denir. Harbîler, Daru'l-İslam'la aralarında bir ahid veya sulh bulunmadığı sürece kanları ve malları mubahtır. Zira İslam Hukukunda masumiyet ancak iman ve emanla olabilir. Bir harbî Daru'l-İslam'a, İslam hükümetinden müsade almak­sızın dahil olsa kendisi ve malı ganimet olur. Harbî özel bir izinle yahut emanla veya sözleşmeye daya­narak Darul-İslam'a girecek olursa o "Müste'men" sayılır.

Bir düşmanın İslamiyeti kabul etmesi, kendisiy­le harbin devamına manidir. Şöyle ki: Müslümanlarca harbden, cihadden asıl gaye Kelimetullah-ı İ'ladır.

Bu gaye temin edildikten sonra artık savaşın deva­mına lüzum kalmaz. Binaenaleyh muharib bir düş­man, ilahî dîni kabul edince İslam camiasına girmiş nefsi de, malı da masuniyet kazanmış olur.

Bir şahsın veya zümrenin İslamı kabul etmiş ol­masına şu üç yolla hükmedilir.

1.  Sarahaten ikrar ve itiraf, etmesiyle,

2. Müslümanlar ile cemaatle namaz kılması,

3.  Bir çocuğun anasına, babasına veya bulundu­ğu Dar'a tebaen müslüman sayılması.

Bir harbî, Daru'l-Harbde İslamiyeti kabul edip de daha Daru'l-İslama hicret etmeden bulunduğu belde müslümanlar tarafından zaptedilecek olsa kendi elindeki menkul malları tamamen kendisine ait olur. Bunlar fey' olarak zapt edilemez.

Daru'l-Harb'de oturup da Daru'l-İslam'a hicret etmemiş bulunan Müslümanlar İmam Malik, Şafiî ve İmam Ahmed'in görüşüne göre, Daru'l-İslam'daki herhangi bir müslüman gibidirler. Müslüman ol­makla kanı ve malı masum olur. Daru'l-İslam'a git­mek isterse ondan men olunamaz.

İmamı Azam Daru'l-İslam'a hicret etmemiş ve Daru'l-Harb'de ikamet etmekte olan bir müslümanın sadece müslüman olmakla masum olamayacağı gö­rüşünü kabul etmektedir. Çünkü İmamı Azam'a gö­re sadece müslüman olmakla değil, müslümanların kuvvetinden ve topluluğundan güç alan Daru'1-İslam'ın korunmasıyla masum olabileceğini kabul et­mektedir. Daru'l-Harb'de yaşayan müslüman ise gü­cü ve kuvveti bulunmayacağı için masumiyeti de ol­maz. Ancak ne zaman isterse Daru'l-İslam'a girer, o zaman bu ismetten istifade edebilir.

Müslüman Daru'l-Harb'de kalmak isterse müslümanlığı baki kıldığı sürece durumu değişmez. İs­lam'dan çıkacak olursa bu taktirde harbî grubuna dahil olur. Zimmî Daru'l-Harb'de süresiz olarak ka­lacak olursa o zaman harbî durumuna intikal eder." [98]

 

SEYYİD KUTUB VE TEKFİR
 

Bu kitabın çeşitli yerlerinde fikirlerinden bahset­tiğimiz, görüşlerinden alıntı yaptığımız merhum Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanı­yanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir alim olan Muhammed Kutub, Seyyid'in tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekat bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekat'ın görüşlerine bakalım:  [99]

 

Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
 

Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazar­ların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat faz­la olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söyledi­ğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü de­lillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürme­miş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.

1-Tekfîr edilen kim?

Merhum şöyle demektedir: "Fakat, bugün gerçek İslamî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Daru'1-İslam olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen bir takım kimselerin varlığında müşahhas olarak or­taya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir za­manların Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde yaşa­yan bu kimseler, gerçekte İslam'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuş­tur. Gerçekte bunlar, İslam'ın temel esaslarını, itikadda ve vakıada kabul etmeyip tanımamakta, bu­nunla birlikte itikaden İslam'a bağlı olduklarını san­makta bulunuyor."

"Bu gün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vak­tiyle İslam Yurdu olan bir takım vatanlar vardır. Fa­kat, bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."

2- 0nun kullandığı ifade ile tevhid şehadetini ge­tirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir?

Şöyle demektedir: "İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek ise, bu kainatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan bi­ricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibadet şe­killerini ve bütün faaliyetlerini ibadet olarak kendisi­ne sunacakları biricik varlığın, kulların şeri hükümleri kendisinden alacakları kendisine boyun eğecek­leri biricik varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğu­na itikad etmekte müşahhas ifadesini bulur. Her­hangi bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehadet etmeyecek olur­sa, gerçekte o şehadet getirmemiş ve henüz İslam'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa ol­sun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilah olmadığı şehadeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Al­lah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değil­dir." [100]

Müslümanların tanıyageldikleri kafirlerin çeşit­lerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir, öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı herbir kimse aynı şekilde kafir­dir. Böyle bir tanımı sınırlandıran., belirleyen aşağı­daki dikkat çekici hususlardır:

a- Yüce Allah'ın vahdaniyet, yaratıcılık, kainatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sı­fatlarına iman etmek gerekir.

b-  Namaz ve zikir gibi ibadet çeşitlerinin Al­lah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslü­man kimse, bu gibi ibadet çeşitlerini Allah'tan baş­kasına sunamaz. Helal ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğmez.

c-  Helal ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helal kıldığını helal ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifa­de edilen helal haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.

İşte bu üç husus "La ilahe illailah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.

Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o çoğu kimsenin kafir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kafir olduklarına dikkat çeki­yor, o kadar.

Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alı­nacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad et­mektir. Peki, teşrii ibadet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller ne­lerdir? [101]

 

3- Seyyid Kutub'un delilleri:
 

Burada onun kullanmış olduğu delillerin en önemlilerine kısaca işaret edecek ve konuyu uzatma­mak için de onun kullanmış olduğu delillerin tümün­den söz edemeyeceğiz.

Merhum Seyyid Kutub, Tevbe Sûresi'nde yer alan şu (mealdeki) ayete çokça dayanır:

"Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Allah'ı bırakıp rabler edindiler. Halbuki on­lar yalnızca bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmamışlardı.  Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onların ortak koşmalarından O yüce ve mü­nezzehtir." [102]

Ve aynı şekilde Merhum, Rasûlullah (s.)'ın hadis­lerine, istinad ettiği gibi, bazı müfessirlerin konu ile ilgili söylemiş oldukları sözleri de nakleder:

Seyyid Kutub der ki: "ed-Durru'1-Mensur'da su ifadeler yer alır: Tirmizî'nin hasen olduğunu belirte­rek rivayet ettiği İbnu'l-Münzir'in, İbn Ebî Hatem'in, İbn Merdeveyh'in, Sünen'inde Beyhaki'nin ve başka­larının Adiy b. Hatem (r)'in şöyle dediğini rivayet et­mişlerdir: Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna Tevbe Sûresin­den: "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'ı bıra­kıp rabler edindiler." ayetini okurken vardım. Şöyle buyurdu: "Onlar (haham ve rahiplerine) ibadet etmi­yorlardı, fakat kendilerine herhangi bir şeyi helal kıldıkları zaman helal kabul ediyor, haram kıldıkla­rı zaman da haram olarak kabul ediyorladı."

Buna göre Rasûlullah (s.a.v) helal ve haram konula­rında -yani teşri'de- haham ve rahiplere tabi olmayı, onları Allah'ın dışında rabler edinmeleri anlamında değerlendirmiştir.

"İbn-i Kesir'in (aynı hadisin bir başka rivayeti ile ilgili) Adiy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasûlullah (s.a.v)'a;

Onlar haham ve rahiplerine ibadet etmediler deyince, şöyle buyurdu;

"Hayır, etti­ler, çünkü onlar kendilerine haramı helal kıldılar, helali da haram kıldılar. Onlar da haham ve rahiplerine uydular. İşte onların haham ve rahiplerine iba­detleri budur."

"Süddî şunları söyler: Onlar şahısların öğütlerini isteyip kabul ettiler, Allah'ın kitabını ise arkalarına atıverdiler. Bu bakımdan Yüce Allah: "'Onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmadılar." diye buyurmuştur. Yani O'nun haram kıldığı şey ha­ramdır ve O'nun helal kıldığı şey helaldir; O'nun koyduğu hükme uyulur, hüküm verdiği şey infaz edilir.

"Alûsî tefsirinde şunları söyler; müfessirlerin ço­ğu şunu söylemiştir: Burada "Rablerden" kasıt, onla­rın kainatın ilahları olduğuna inandıkları değildir; aksine bundan kasıt, onların emir ve nehiylerinde bu haham ve rahiplere itaat ettikleridir."

İşte, şimdiye kadar geçen bu ifadelerden aşağıda­ki meseleleri sonuç olarak çıkarmıştır:

a- "İbadet, Kur'ân nassı ve Rasûlullah (s.a.v)'in yo­rumu gereğince, sert hükümlerde tabi olmak demek­tir. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, haham ve rahip­lerini onların ilah olduklarına inanmak anlamında veyahut ibadet şekillerini onlara sunmak suretiyle rabler edinmiş değillerdir. Bununla birlikte şanı Yü­ce Allah, bu ayette ise küfür hükmünü vermiş bulu­nuyor. Bunun biricik sebebi ise, şeri hükümleri on­lardan alıp, bu hükümlere uyarak itaat etmeleridir. İşte yalnızca bu, itikad ve ibadet şekillerini sunmaksızın, böyle birşey yapanların Allah'a şirk koşmakta olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Buradaki şirk insanı mü'minlerin arasından çıkartıp, kafirlerin arasına sokan bir şirktir."

b- "Kur'an-ı Kerim'in nassı, şirk koşmak ve Al­lah'ın dışında rabler edinmek niteliği açısından kendi hahamlarından teşriî hükümlerini alıp, bunlara itaat eden ve tabi olan Yahudiler ile itikaden Hz. Me­sih'in ulûhiyetini söyleyip, kendisine ibadet şekille­rini takdim eden Hristiyanlar arasında herhangi bir fark gözetmemektedir. Bu ile berikini yapanı Allah'a şirk koşan kişi olarak kabul etmek açısından fark­sızdır. Söz konusu bu şirk, insanı mü'min olmaktan çıkartıp, kafirler arasına sokar."

c- "Allah'a şirk koşmak, teşri' hakkını Allah'tan alıp, O'nun kullarına vermek ile gerçekleşir. Bunun­la birlikte ulûhiyetine itikad etmek ve O'na ibadet şekillerini sunmak şeklindeki şirkin bulunmaması bile durumu değiştirmez."

"Bu mevzu ile ilgili önemli deliller arasında Yüce Allah'ın; "Kim, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir."[103] anlamındaki buyruğu da yer alır.

Pek çok kimse bu açık nassı basit bir takım tevil­lerle askıya almıştır ki bunları kısaca şöylece topar­lamak mümkündür:

Yüce Allah; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hük­metmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir." buyur­duğu gibi; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmez­se, onlar zalimlerin ta kendileridir." ile; "Kim Al­lah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." diye de buyurmuştur. O halde kafirler Allah'ın hükmünü reddederek ve onun dı­şındaki hükümler üzerinde ısrar ederek hükmeden kimselerdir. Çünkü onlar İslam'ın  dışında kalan şeyleri İslam'dan üstün görmektedirler. İslam'ı inkar edip reddetmeyen bir kimse ise, duru­muna göre ve ayet-i kerimelerin zikrettikleri şekle uygun olarak ya zalim veya fasık olurlar. "Kafirler, zalimler, fasıklar" niteliklerinin çeşitliliği boşuna de­ğildir. Duruma göre uygun düşsün diyedir.

Gerçekte ise böyle bir söz oldukça gevşek kalır, özellikle de ayet-i kerimelerin akışına dikkat edecek olursak bunun böyle olduğunu rahatlıkla anlarız:

"Muhakkak Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hida­yet ve bir nûr vardır. İslam olmuş peygamberler onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabblerine vermiş zahidler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. İnsan­lardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetle­rimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezlerse işte onlar kafirlerin ta ken­dileridir. Biz onda (Tevrat'ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yarala­ra karşılıklı kısası yazdık (farz kıldık). Kim bunu ba­ğışlarsa o kendisi için keffaret olur ve kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onların ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde bir hidayet ve bir nûr bulunan, korunan­lar için de yol gösterici ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın indirdikleriyle hük­metmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık onların aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet..." [104]

İşte, ayetlerin bu akışı, aşağıdaki hususların açık delili olmaktadır:

a- "Kafirler ile zalimler" şeklindeki nitelikler, Al­lah'ın  Tevrat'ta  indirdikleriyle  hükmetmeyenlerin hakkındaki hükmün ne olduğunu açıklamak üzere varid olmuşlardır ki; bu da tek bir mesele ile ilgilidir ve bu mesele Allah'ın ahkamını uygulamak mesele­sidir.

b- "Fasıklar" lafzı ise, Allah'ın İncil'de indirdiği hükümler ile hükmetmeyenlerin hükmünü açıkla­mak üzere varid olmuştur.

c- Bu bakımdan bu üç lafız da eş anlamlıdır. Çün­kü, her üçü de Allah'ın indirdiklerini uygulamayan­ların hükmünü açıklamaktadırlar.

Her bir sözün özel bir duruma uygun düştüğü id­diası ise; kesinlikle delili olmayan bir iddiadır. Çün­kü, (ilgili eserlerdeki anlamıyla) fasıklık ve zulüm, daha sonra fukaha tarafından ortaya konulmuş iki ıstılahtır. Daha sonra anlamları belirlenmiş bu iki ıstılahın esas alınarak Kur'an-ı Kerim'in anlamları­nın ona göre yorumlanması asla caiz olamaz.

Bir takım ıstılahlar ortaya koymanın hiçbir zara­rı yoktur. Hatta bazan ilmî hassasiyet için zorunlu­luk bile olabilir. Fakat, mesela çağımızda bir ıstılah ortaya atıp, daha sonra bizim ıstılahımıza benzeyen herbir kelimeye bu ıstılahın anlamını vermek için Kur'an-ı Kerim'i ele alır ve Kur'an-ı Kerim nazil ol­duğu zaman bu anlam kastedilmiş idi diyecek olur­sak, oldukça büyük bir hata işlemiş oluruz.

Gerçek şu ki, çeşitli durumlara göre verilecek hü­küm arasında farklılık gözetmek, yalnızca bir du­rumda söz konusu olabilir ki, o durum da; böyle bir iddiayı ileri süren kimsenin sözüne delil olabilecek nassların varid olması halidir. O zaman bu nasslar, bu siyak ile (ifadelerin akışı) birlikte ayrı bir delil olurlar.

Küfür, fısk ve zulüm lafızlarının aynı anlamda varid olduklarına dair deliller arasında aşağıda su­nacağımız nasslar da yer almaktadır:

l- "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları veliler edinmeyiniz. Onların kimisi kimisinin velisidir. Sizden kim onları veli edinirse muhakkak o, on­lardandır. Hiç şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."[105]

2- "İmanlarından sonra ve muhakkak Rasûlün hak olduğuna şahitlik edip apaçık deliller kendileri­ne geldikten sonra küfre sapan bir topluluğa Allah, nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğuna hida­yet vermez."[106]

3-"İman edip de imanlarına zulüm karıştırma­yanlar var ya işte esenlik onlarındır ve onlar hidayet bulmuş olanların ta kendileridir."[107]

Zulmün ise anlamı şirktir. Nitekim Buhari, İbn Mes'ûd (r.)'dan şu rivayeti yapar: Sahabiler bu ayet nazil olduğunda dediler ki;

“Kendi kendisine zulmet­meyen kim var ki?” Peygamber (s.) şöyle buyurdu;

"Hayır, durum sizin dediğiniz gibi değildir. Sizler Allah'ın salih kulunun; ‘Muhakkak şirk çok büyük bir zulümdür.’ dediğini işitmediniz mi? Buradaki zulüm şirkten ibarettir."

4- "De ki, ey kitap ehli, sizler bizden, ancak Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilmiş olanlara iman ettik diye ve muhakkak sizin çoğunluğunuz fasık olmaktan başka bir sebepten dolayı mı hoşlanmı­yorsunuz?" [108]

5- "Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve Peygam­ber'e indirilene iman ediyor olsalardı, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onların pek çoğu fasıklardır."[109]

6- "Hani biz meleklere, Adem'e secde edin demiş­tik de İblis müstesna secde etmişlerdi. O cinlerden olup, Rabbinin emrinden çıkmış (fasık olmuş)'tu."[110]

7- "Böylece Rabbinin fasıklar hakkındaki: 'Mu­hakkak onlar iman etmezler’ sözü hak oldu."

8- Mesrûk (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) derki: Ben İbn Mes'ûd'dan;

“Suht; hüküm verirken rüşvet almak mıdır?” diye sordum, bana şöyle dedi;

“Hayır. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar ka­firlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridir. Fa­kat buradaki suht, herhangi bir kimsenin bir haksız­lık için senden yardım istemek üzere sana hediye sunmasıdır. Sen böyle birşeyi kabul etme.”

Burada, Allah'ın indirmedikleriyle hükmedenler ile Allah'ın hükmünden başkasına razı olanlar hak­kında bir şüphe söz konusu olabilir ki; bu da bilgisizliktir. Çoğu kimse şöyle der: Sizin bu söyledikleriniz doğrudur. Fakat, insanlar Allah'ın hükmüne başvur­mak gerektiğini ve onun dışında kalan bir dine razı olmanın küfür olduğunu bilmiyorlar.

Seyyid Kutub, bu noktayı da açıklamaksızın bı­rakmış değildir:

"Bir defa daha şunu görüşüyoruz ki, hükümran­lık konusunda Allah ile çekişmeye girmek, dinden ol­duğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm konusunda çekişmeye girdiğinden böyle kimseyi Allah'ın dinin­den çıkartır. Çünkü böyle bir çekişme onu yalnızca Allah'a ibadet etmek çerçevesinden dışarıya çıkartır. Böyle bir çekişmeye giren kimseleri kesinlikle Al­lah'ın dininden çıkartan şirk, işte budur. Bu çekiş­meyi yapan kimsenin iddiasını kabul eden, ona itaat eden ve Allah'ın hükümranlığını ve özelliklerini gasp etmesine karşı kalplerinde herhangi bir red bulun­mayarak itaat eden kimseler, onlar da berikiler de Allah'ın ölçüsünde birbirine eşittir.

"Hz. Yûsuf (a.s), Yüce Allah'ın yalnız başına iba­dete layık olduğunu, ibadetin yalnızca O'na tahsis edilmesi gerektiğini tahkik etmek üzere hükümran­lığın da yalnızca Allah'a ait olduğunu belirtiyor ve dosdoğru dinin ancak bu olduğunu ifade ediyor: "İşte, dosdoğru din budur." Bu, dosdoğru dinin neden iba­ret olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Yani ibadetin yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştirmek için hükümranlık hakkının da yalnızca Allah'a mah­sus olduğunu gerçekleştiren bu dinin dışında dos­doğru bir dinin varlığı söz konusu değildir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onların çoğunluğu­nun bunu bilmeyişleri, onları Allah'ın dosdoğru dini üzerinde bırakmaz. Hiçbir şey bilmeyen bir kimse bilmediği bir şeye itikad edemediği gibi, onu gerçek­leştiremez de. Buna göre bu dinin hakikatini bilme­yen insanlar var olacak olursa, ne aklen ne de vakıa bakımından onların bu din üzerinde olduklarını ileri sürmek ve böyle nitelemek artık mümkün olmaz. Onların bu bilgisizlikleri, kendilerini İslam niteliği­ne sahip kılmak için kabul edilebilir bir özür sayıla­maz. Çünkü, bilgisizlik ilke olarak böyle bir niteliği kazanmanın engelidir. Birşey hakkında itikad sahibi olmak onu bilmenin bir sonucudur. Bilginin de vakıanın da mantığı, hatta bedahetin apaçık mantığı da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.

Merhum Seyyid Kutub, bu hükmünü apaçık bir mantık silsilesi üzerine kurmaktadır. Şöyle ki:

a- İslam'daki ibadet ıstılahı hiçbir zaman, yalnız­ca ibadet şekillerini sunmaya münhasır olmayıp, ak­sine hayatın her durumunu da kapsar. Buna göre ibadet niteliği, ancak ibadet şekillerini Allah'a sunan ve bütün yönleriyle hayatının yapısını Allah'tan alan kimseler için söz konusu olabilir.

b- Yüce Allah'ın ulûhiyet sıfatının tam anlamı ile gerçekleşmesi, O'nun aynı şekilde hükümran olması ile mümkündür. Çünkü hükümranlığın yalnızca Al­lah'ın hakkı olduğunu kabul etmek, yalnız başına O'nun ulûhiyetini kabul etmenin bir parçasıdır ve bu katıksız tevhidin bir gereğidir.

Hiçbir müslümamn bu iki noktayı kabul etmeme­si mümkün değildir.

Bu iki noktayı bilmemek, dinden zarurî olarak bi­linen bir hususu bilmemek demektir ve böyle bir bil­gisizlik hiçbir zaman özür olamaz. Çünkü dinden za­rurî olarak bilinen hususların bilinmemesi asla özür kabul edilmez. Bu iki noktanın tam tersine bilmek­sizin düşen bir kimse, bilerek düşen bir kimsenin du­rumundadır. Hem, usûlde ve hemde İslam akidesin­de sabit ve kabul edilen bir husustur bu.

Bu tür insanların kafir olduğunu açıklamak, İs­lam'daki ibadet ve hükümranlık anlamlarına itikad etmenin bir parçası olduğundan dolayıdır ki Seyyid Kutub, bu konuya açıklık getirmenin gereği konu­sunda özellikle ısrar eder ve bunların yalnızca Rabbani hareketin pratik zorunluluğu olması ile yetin­mez:

l- "Böyle bir hakikati açığa çıkarmak, düzenlerin üzerindeki ve onları destekleyenleri örten perdeyi kaldırır. Böyle bir durum ise Rabbani hareketin, ha­reket noktası için zorunlu bir husustur, çünkü müc­rimlerin izledikleri yolların açıklığa kavuşturulması Kur'an'ın benimsediği hedefler arasındadır; "Böylelikle, ayetleri uzun uzun açıklıyor ve ta ki mücrimle­rin izledikleri yollar da açıkça ortaya çıksın." [111]

"Çalışmaya doğru büyük itici güç, yalnızca kişinin kendisinin hak üzere olduğunu bilmesi ile ger­çekleşmez. Fakat, bununla birlikte kendisine düş­man olanların batıl ve küfür üzere olduklarını da bil­mesi gerekir."

2- Böyle bir gerçeği açıkça ortaya koymak belki de, Allah'ın dininden çıktıkları halde kendilerinin hi­dayet üzere olduklarını sanarak, -Allah'ın dini ile aralarında meydana gelen büyük uçurumu görecek­lerinde- gaflette bulunan pekçok kişiyi belki de doğ­ru yola getirebilecektir.

İslam düşmanları bu iki noktaya dikkat etmiş ve bu bakımdan her zaman için Allah'ın dinine muhalif olan şart ve durumlara İslamî yaftalar ve kılıklar giydirmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatta onlar Arap ülkelerindeki İslam düşmanı olan pekçok hareket ve devrime "İslamî Yenilikçi Hareket" adını takmışlar­dır. Halbuki onlar daha önce bu  son derece kötü maksatlı hareketlerin İslam'ın varlığına son vermiş olmasını ümid edip duruyorlardı.

Seyyid Kutub'un dikkatli olduğunu vurgulayan hususlar arasında, akide ile ilgili olarak yazılmış olan eserlerin bu meseleden özellikle bahsetmiş ol­ması gerçeği de vardır. Mesela Dr. Said Ramazan el-Bûti'nin söyledikleri bu konunun delilleri arasında­dır: "... Buna göre, hükümranlık yalnızca Allah'ındır. Dünya ve ahiretleri ile ilgili, çeşitli durum ve halle­riyle ilgili, kulları için teşride bulunan O'dur. Bunu inkar eden kimse Allah'a ve Rasûlü'ne kafir olur. İs­terse diliyle Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettiğini ileri sürsün, namaz kılsın, hacc etsin, oruç tutsun. Bu ko­nuda aklî ve Allah'ın kitabı ile Rasûlü'nün sünnetin­den naklî pekçok deliller vardır ve bu konu üzerinde bütün müslümanların icmaı vardır."

Bu bakımdan Seyyid Kutub şöyle derdi:

"Yeryüzünde, bu dine davet edenlerin birinci gö­revi, şu cahili yapılar üzerindeki aldatıcı yaftaları ve bu dinin bütün yeryüzündeki köklerini kazımak iste­yen düzenlerini koruyan bu yaftaları indirmektir. Herhangi bir İslamî Hareketin başlangıç noktası, cahiliyeyi şu sahte kılığından uzaklaştırmak ve onu; şirk ve küfür bakımından gerçek şekliyle ortaya çı­karıp, insanları da vakıalarının müşahhas ifadesi olan nitelikleriyle nitelemektir."

Yine, Merhum Seyyid Kutub, şunları söylerdi: "Bu (İslamî) hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, bir taraftan la ilahe illallah'ın ifade et­tiği anlamın, öbür taraftan da İslam'ın anlamının et­rafını çerçeveleyen daha başka bir yönden de şirkin ve cahiliyenin anlamını çerçeveleyen şu üstü kapalı­lık, şu örtülülük ve bu karmaşadır.

"Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, salih müslümanlar ile günahkar müşriklerin yolunun netlik kazanmaması, işaret ve unvanların birbirine karışması, isim ve niteliklerin içice girmesi ve yol ayırımının net olarak belli olmadığı bu şaşkın­lıktır.

"İşte Rabbani hareketin düşmanları bu gediği çok iyi bildiklerinden bütün güçleriyle bu gediği ala­bildiğine genişletmek, sulandırmak, karıştırmak, karışıklığı daha bir artırmak için çalışırlar. Ta ki ayırıcı hak sözü açıklamak kişinin elinden, ayağın­dan yakalanmasına neden olsun; yani müslümanları küfür ile itham etmek ithamı ile yakalanmasına neden olsun ve İslam ile küfür hususunda hüküm vermek konusunda, Allah'ın buyruklarına ve Rasûlü'nün sözlerine değil de, insanların örflerine ve ıstı­lahlarına baş vurulsun." [112]



[98] Şerafeddin Argun, İslam Hukunda Dâru'l-İslâm Daru'l-Harb. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 154-156.

[99] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 157.

[100] Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 230-231

[101] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 157-160.

[102] Tevbe: 9/31.

[103] Maide: 5/44-45-47.

[104] Maide: 5/44-48.

[105] Maide: 5/51.

[106] Al-i İmran: 3/86.

[107] En'am: 6/82.

[108] Maide: 5/59.

[109] Maide: 5/81.

[110] Kehf: 18/50.

[111] En'âm: 6/55.

[112] a.g.e., s. 231-244. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 160-172