- Comte´un Pozitivizmi

Adsense kodları


Comte´un Pozitivizmi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
ayten
Sun 19 September 2010, 12:38 am GMT +0200
Comte´un Pozitivizmi


Son asırlarda ateizme kapı aralayan ve bu nedenle din için en büyük tehlike oluşturan akımlardan birisi pozitivizm olmuştur. Bu akım pek çok insanın dinden kopmasına neden olduğu gibi taraftarlarını da dinle mücadele etmeye teşvik etmiştir. Nitekim bu zihniyeti benimseyen kişiler çoğunlukla inandıkları şeylerin doğru olup olmadığına bakmaksızın, insanlara pozitivizmi telkin etmiş (bir anlamda bilim adına dinsizliği önermiş) dinî inançları da ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.

Bu akımın uzun bir süre insanlar üzerinde çok etkili olduğu açıktır. Ancak etkisi ve gücü sadece şartlanmış ve bir şekilde dinden uzaklaşmış insanların ötesine geçmemiştir. Bütün iddiaların aksine günümüzde dinin ve Tanrı inancının bulunması, eskiden olduğunun aksine daha güçlü bir şekilde yaşaması bu akımın gündemden düştüğü, tarihteki yerini almaya yüz tuttuğunu göstermektedir. Çünkü bir fikrin değeri o fikrin tutarlı ve doğru olup olmadığıyla yakından alâkalıdır. Halbuki pozitivizmin dinle ilgili iddiaları yanlışlanmış, inançsızlıkla ilgili beklentileri de boşa çıkmıştır.

Pozitivizm sözcüğü sadece bir ekol olarak felsefede değil, bilim, sanat, edebiyat ve hukukta da belirli bir düşünce biçimini ifade etmek için kullanılmıştır.(65) Bu kavram bilimi tek geçerli bir bilgi türü olarak gören aynı zamanda mevcut olguları deney yoluyla bilinebilen ve üzerinde inceleme yapılabilecek tek obje olarak kabul eden bir anlayışın ismidir. Pozitivizm terimini ilk defa kullanan da Saint Simon (1760-1825) olmuştur. Saint Simon ve arkadaşları toplumu yeniden yapılandırmak için metafiziğin dışarıda kalacağı bilimsel bir bilgi ve bilimsel bir yöntem arayışına girmişlerdir.

Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), Simon'un fikirlerini devam ettirmiş, bilimde deneye önem vermiş, deneyle elde edilemeyen bilgileri de (metafiziği ve teolojiyi) hayal mahsulü olarak görmüştür. Comte evrimci bir yaklaşımla insan zihninin de üç aşamadan geçtiğini ve zaman içerisinde olgunlaştığını belirtmiştir. İnsanlık tarihini teolojik, metafiziksel ve pozitivist olmak üzere sırasıyla üç döneme ayırmıştır:

Comte´a göre birinci dönem olan teolojik evrede, insanlık doğada cereyan eden hadiseleri Tanrı ve ruh gibi doğa üstü nedenlerle açıklamıştır. İkinci dönem olan metafiziksel evrede ise insanlık doğada olup biten şeylerin arkasında Tanrı gibi doğa üstü güçler aramak yerine doğanın kendine yönelmiş olayların nedenlerini soyut bir biçimde de olsa yine doğada aramıştır. Hayal yerine aklını kullanmış, cevher ve arazlardan bahsetmeye başlamıştır. Üçüncü dönem olan pozitif evrede ise, Comte´a göre, insanlık teolojiyi ve metafiziksel muhakemeleri bir kenara bırakmış, deneyle doğayı anlamaya çalışmıştır. Olayların arkasındaki sebepler için doğa üstü ya da metafiziksel gerekçeler aramak yerine gözlemde bulunarak ya da deney yaparak dünyanın kanunlarını keşfetmeye koyulmuştur. Comte´a göre yetişkin insanın yapacağı ve pozitif (fiziksel) bilimin takip ettiği yol budur. Yine bu evre Tanrı inancının ortadan kalkacağı bir dönem olacaktır.(66)

Görüldüğü gibi Comte üç hal yasasıyla aynı zamanda bir tarih felsefesi kurmuş, insanlığın gelişimini de tarihi evrimin bir sonucu olarak görmüştür. Ancak Comte'un yanılmış olduğu ortadadır. Pek çok düşünür gibi O da içinde yaşadığı kültürdeki dinî krizleri, sosyal çalkantıları, kilisenin nüfuzunu kaybetmesini ve bilim karşısındaki yenilgisini polemik konusu yapmış, dinin ya da yaratıcı Tanrı fikrinin yok olacağını ümit etmiştir. Ne var ki aklı ve bilimi ön plana çıkardığını zanneden bu kişiler hayal dünyasında yaşamış ve duygularının esiri olmuşlardır. Her insan gibi bir süre sonra yüce yaratıcının koyduğu yasalar çerçevesinde ömürlerini tamamlamış ve ölüp gitmişlerdir. Ancak kâinatın ve canlılar dünyasının bütün ihtişamı ve güzelliği ile ayakta olduğu, doğan her çocuğun da yine bütün mâsumiyetiyle beraber Tanrı'ya yönelmeye devam ettiği herkesin mâlumudur.

Yukarıda ifade edildiği gibi Comte´un fikirleri bazı çevrelerde etkili olmuş ancak çok ciddi eleştirilerle de karşılaşmıştır. Bu eleştirilere göre Comte´un fikirlerinin tarihen ne kadar doğru olup olmadığı bir tarafa, dünyanın ve insanlığın mevcut durumu dahi onun yanlışlığını ortaya koymuştur. Nitekim günümüzde din olgusu ve Tanrı inancı bütün çeşitliliği ve zenginliği ile yaşamını sürdürmekte ve milyarlarca insan inanmaya devam etmektedir. Ortadan kalkacağını söylediği din (Hıristiyanlık-Katoliklik) hâlâ hayatiyetini ve faaliyetlerini sürdürmektedir. Dolayısıyla günümüze kadar yaşamış olsaydı gördüğü manzara karşısında Comte´un dahi hayal kırıklığına uğrayacağı muhakkak idi. Aslında dinin ortadan kalkacağını söyleyen Comte daha kendi hayatında, bu düşüncesine aykırı şeyler yapmış ömrünün sonlarına doğru bir tür insanlık dini kurmayı denemiştir.

Comte bütün tutarsızlıklarına rağmen kendinde insanlık tarihini üç evreye ayırma hakkını görmüş ve bu tarihleri de insanlığın olgunlaşma seyri olarak ifade etmiştir. İnsanı ilk var olduğu günde olgun bir varlık olarak görmemiş, olgunlaşmasını da dinden uzaklaşmasına bağlamıştır. Ancak yüzyılımızdaki pek çok ateisti de etkileyen bu düşüncelerin ne kadar gerçeğe aykırı olduğu daha ilk bakışta anlaşılacaktır. Nitekim yüzyılımızda dinden uzaklaşan ya da bir şekilde onunla savaşan toplulukların ne duruma geldikleri ve neler yapabildikleri, dünyamızı ne şekilde cehenneme çevirdikleri gayet iyi bilinmektedir.

Comte teolojik, metafizik ve pozitivist evreler dediği şeylerin insanlığın ortak tecrübesi olduğunu görememiştir. Nitekim tarih kitaplarında belirtildiği gibi çok eski yıllarda dahi yüksek medeniyetler kurulmuş, bilimsel çalışmalar, felsefî eserler ortaya konmuştur. Bunların bir kısmı günümüze kadar gelebilmiş çoğunluğu ise maalesef kaybolup gitmiştir. Ancak ortada bir gerçek vardır. O da insanın yaratıldığı ilk günden beri şu anda bizlerin de sahip olduğu yeteneklere, özelliklere ve düşünce gücüne sahip olduğudur. Aynı şekilde bizden binlerce yıl sonra dünyaya gelecek olanların da bizden farklı olmayacağıdır. Böyle olmasaydı tarihi, tarihî eserleri, ziyaret edildiği eski tapınakları, sarayları, anıtları, piramitleri, arkeolojik kalıntıları, okuduğumuz yazıtları, kitâbeleri bulamayacaktık. Ayrıca insanlığın elde ettiği bilimsel seviyenin de temellerini yıkmış olacaktık. Çünkü yüzyılların birikimi olmasaydı son iki asırda hızlanan ve gittikçe ilerleyen bilimsel ilerlemeler de görülmeyecekti. Birazcık arkeoloji kültürü olan ve medeniyet tarihi okuyan bir kimse her halde Comte?un söz konusu iddiaları karşısında şaşkınlığını gizleyemeyecektir.

muhsin iyi
Sat 20 August 2011, 11:05 pm GMT +0200
Teizm, Deizm, Pozitivizm
Gerek Teizm gerekse Deizm yaratıcı olarak Allah’ı (c.c.) kabul etmekle ortak bir paydaya sahiptirler.
 
Ben Teizm ile Deizm’i, müstakil birer din olarak görmüyorum; ilahi dinlerden uzaklaşmanın aşamaları olarak değerlendiriyorum. Aslında Ateizm’i (Tanrı tanımazcılığı) de işin  içine katarsak ilahi dinlerden uzaklaşmanın üç belirgin evreden oluştuğunu söyleyebiliriz.
 
Teistler, tek tanrılı dinlerde olduğu gibi Allah’ı (c.c.) bir yaratıcı olarak kabul ederler. Ama tek bir ilahı yaşamlarına gerektiği zaman sokarlar. Dini ibadetler belirli değildir ve dini emir ve yasakların yaşamlarında önemli bir yeri ve yaptırım gücü de yoktur. Allah’a (c.c.) akıl ve sevgi yolu ile yaklaşmayı bir ideal olarak görürler. Bu yolla Allah’ı (c.c.) iç dünyalarında bulacaklarını düşündükleri için ilahi dinlere karşı bir tavır alırlar. İlahi dinlerin dini kurallarla, emir ve yasaklarla kişi ile Allah (c.c.) arasına mesafe koyduğunu düşünürler. Dinin bir vicdan işi olduğuna inanırlar. Dinin kişinin vicdanı dışında kalan diğer yönlerini reddetmeseler de pek de önemsemezler. Sokrat’ın, Platon’un Teist olduğunu iddia ederler.
 
Büyük bir kısmı açıkça itiraf etmese de tarih boyunca pek çok filozofun Teist olduğu dikkati çeker.
 
Teistlerin Hıristiyan inancındaki teslis (üçleme:Tanrı, Hz. İsa ve Kutsal ruh) akidesine bir tepki olarak bu inancı savunduklarını düşündürecek pek çok kanıt vardır. Tanrı’ya ve bazı ibadetlere karşı olmamaları bunun en açık belirtisidir. Bu yönüyle Teizm, ilahi dinlerden uzaklaşmanın bir aşaması değil, hak dini arayışın bir çabasıdır.
 
Günümüzde pek çok Müslüman genç, dinini yeterince öğrenememesi nedeniyle ve yabancı din, felsefe ve kültürlerin etkisi ile farkında olmadan Teist bir inancı savunmakta ve bu tür inançla İslam dinini anlamlandırmaya, yorumlamaya, bağdaştırmaya çalışmaktadır. Elbette bu yönüyle Teizm ilahi dinlerden uzaklaşmanın bir aşamasıdır.           
 
Teizm, Batı’da insanların hak dinin arayışı içerisinde olduğunu gösterirken Müslüman ülkelerde insanların hak dinden uzaklaşmanın bir basamağı olmaktadır.
 
Aslında Ortaçağ’da Hıristiyanlık inancının kilise tarafından uygulanan baskıcı yönü o dönemdeki aydınları ya dinsizliğe (Ateizm’e) ya Deizm’e ya da Teizm’e zorlamıştı. Bunun doğal sonucu olarak aydın sınıfta bu insan doğasına bir zorba gibi hükmeden Hıristiyanlık dinine karşı kendilerini savunma ve koruma düşünceleri gelişti. Böylece Avrupa ülkelerinde laisizm (laiklik) önce bir düşünce olarak belirmiş, daha sonra da bir inanç özgürlüğü güvencesi olarak yasalara girmiştir. Fakat İslam dini uygulamada Hıristiyanlık gibi böyle bir yanlış yola tarih boyunca hiç sapmamıştır. “Dinde zorlama yoktur (Bakara suresi, ayet 256).”, “Senin dinin sana, benim dinim bana (Kâfirûn suresi, ayet 6).” ayetleri, farklı din ve mezhepte olanlar için inanç özgürlüğünün güvencesiydi. Osmanlı devleti örneğinde görüldüğü üzere farklı din ve mezhep mensuplarına verilen hak ve özgürlükler, gösterilen hoşgörü onların din, mezhep ve kültürlerinin zamanımıza değin bir değişme ve bozulma geçirmeden ulaşmasını sağlamıştır. İslam dininin özünde Hıristiyanlıkta olduğu gibi baskıcı bir yön mevcut değildir. Onun için de bir Müslüman’ın Teist olmasına hiç gerek yoktur. Zaten İslam dini tek tanrı inancıyla, diğer dinlerin mensuplarına sağladığı hak ve özgürlükler ve hoşgörü ile Teistlerin de aradığı bütün dini özellikleri bağrında fazlasıyla barındırmaktadır. Tabii bununla birlikte İslam dininde ibadetlere, emir ve yasaklara önem verilmediği, verilmeyeceği anlamı da çıkarılmamalıdır.
 
Teizm, Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin peygamberliğinden önce Arabistan’da Hz. İbrahim Aleyhisselâmın dininin bir çeşit devamı niteliğinde olan Hanif dinini andırmaktadır. Bilindiği üzere Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz,  peygamberliğinden önce Mekkeli Müşrikler gibi Putperest değildi. Hiçbir zaman da putlara tapmamıştı. O dönemde Hz. İbrahim’den (a.s) gelen Hanif dini gereğince tek Allah’a (c.c.) iman ve kendince ibadet ediyordu. Hatta o sıralarda Ramazan aylarında bu ibadetleri için Nur dağında Hira mağarasına çıkıp orada günlerce yalnız kalıp ibadet ettiğini konuyla ilgili bütün kaynaklar belirtmektedir. Kuran-ı Kerim’de peygamberimizin bu hakkı arayışı ve hidayete kavuşması şöyle belirtilmektedir: “Seni dalalette bulup hidayete erdirmedi mi? (Duhâ suresi, ayet 7).” Teizm de tıpkı Hanif dini gibi ilahi bir dinin gölgesinde olma özelliği ile dikkati çekmektedir. İlahi dinlerin değişmesinde, bozulmasında Teizm ilk aşama gibi görünmektedir.
 
On yedinci yüzyılda Avrupa’nın değişik ülkelerinde kendisini gösteren Deizm ise, aslında Aristo’nun Tanrı anlayışından esinlenmiş bir inanç biçimidir. Deizm’e göre, Allah (c.c.) vardır, ama onun tek görevi her şeyi yaratmaktır. Bunun dışında bizlerle hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Allah (c.c.) evreni, dünyayı ve içerisindekileri yarattıktan sonra bir kenara çekilmiştir. Artık insanlarla hiçbir alışverişi olmamıştır. Allah’ın (c.c.) peygamberler göndermesi, ilahi kitaplar indirmesi düşünülemez. O, insanların dünyasını kendi haline bırakmıştır. İnsanlar akılları sayesinde nasıl yaşayacaklarını kendileri belirleyebilirler. Bu nedenle Allah’a (c.c.) dua etmek de yararsız bir şeydir. İbadetler de gereksiz ve anlamsız şeylerdir.
 
Deizm’in Allah’ı (c.c.) sadece yaratıcı sıfatıyla tanıması, Allah’ı (c.c.) inkar etmenin bir başka yoludur. Evreni, içerisindekileri, yeryüzünü, canlı, cansız varlıkları  ve insanı yoktan yaratan Allah’ın (c.c.) varlığını kabul edip de O’nun insanı bu dünyada başı boş bıraktığını düşünmek büyük bir gaflettir, aldanıştır, iftiradır. İnsan bile bir aleti ve eşyayı bir amaç için yapar. Allah (c.c.) da insanları ve cinleri Kendi’sini tanıması, Kendi’sine ibadet etmesi için yaratmıştır (bk. Zâriyât suresi, ayet 56). Bizi yarattıktan sonra kendi halimize bırakmamış, gönderdiği peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla dinimizi (yaşam tarzımızı) tebliğ etmiştir: Peygamberler ve ilahi kitaplar aracılığı ile Allah (c.c.), bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu, ölümden sonraki yaşamda ebedi hayatımızın başlayacağını, ebedi yaşamda ödül ve cezanın bulunduğunu, Kendi gösterdiği yola uygun yaşam sürenlerin cennette ebedi mutluluğa ulaşacaklarını, O’nun dinine iltifat etmeyip karşı çıkanların da cehennemde  ceza göreceklerini belirtmiştir.
 
Deizm’de Allah’ı (c.c.), sadece yaratıcı sıfatıyla kabul edip de, O’nun emir ve yasaklarla insanın yaşamına müdahale etmesini kabul etmeme kendi içerisinde bir çelişki ve mantıksızlık da taşımaktadır. Şöyle ki: Yaratıcılık sadece yoktan var etmek, meydana getirmek değildir. Yaratıcılık çok daha geniş bir anlama sahiptir. İnsanın tüm maddi ve manevi ihtiyaçlarını da kapsar. Yaratıcının bunları da yaratması beklenir. Bu açıdan Allah’ın (c.c.) el-Hâlık güzel ismi pek çok güzel ismi de beraberinde taşır. Örneğin Allah (c.c.) insanı beslenmeye muhtaç yarattığına göre er-Rezzâk olmalıdır. Çaresiz bir yavru olarak şefkate muhtaç olarak dünyaya getirdiğine göre er-Raûf olmalıdır. Yine insanın içerisinde ebedi yaşam iştiyakını yarattığına göre el-Bâ’is olmalıdır. Tüm bunlardan öte nasıl bir anne-baba yavrusunu istediği gibi büyütme ve eğitme hakkına sahipse bunların da gerçek yaratıcısı olan Allah (c.c.) tüm insanların yaşam biçimlerini belirlemeye ve onları gönderdiği peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla terbiye etmeye, onlara yol göstermeye, doğru ile yanlışı açıklamaya  er- Rabb, el- Hakem, el-Hâdî, er-Reşîd güzel isimleri ile hak sahibi olmalıdır.
 
Deizm’de Allah’ı (c.c.), sadece yaratıcı sıfatıyla kabul edip de, O’nun emir ve yasaklarla insanın yaşamına müdahale etmesini kabul etmemenin elbete psikolojik bir nedeni bulunmaktadır. Allah’ın (c.c.) dininde helal dairesi hayli geniş iken bazı insanlar içgüdülerinin; basit, dünyevi ihtiraslarının esiri olarak yine de kötü yollara, günahlara sapmaktan geri durmazlar. Böyle birisi yaptığı kötü şeylerden ve günahlardan sonra  Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmenin verdiği bir parça imanla kendisinin affedileceğini düşünmekte, diğer yandan Allah’ı (c.c.) yaşamından uzaklaştırdığı için dinin yasakladığı kötülükleri ve günahları nisbi bir vicdani rahatlık ile işleyebilmektedir. Yani Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmek bunların suçluluk duygularını yok etmede yardımcı olurken bunlar Allah’ın (c.c.) birey ve toplum yaşamına müdahale etme hakkı olmadığı iddiasıyla da nefislerinin esiri olarak rahat bir biçimde dinin yasakladığı kötülükleri ve günahları işlemede bir düşünsel ve felsefi zemin bulabilmektedir.
 
Gerçekten, ne yazık ki, çağımızda pek çok Müslüman’ın Allah (c.c.) ile olan ilişkisi Deist bir karakter arz etmektedir.
 
Deistlerin Allah’ın (c.c.) sıfatlarını ve güzel isimlerini bilmedikleri, daha doğrusu bilmek istemedikleri düşünülebilir. Allah’ın (c.c.) güzel isimleri (esma-ül hüsna) arasında Deistlerin de inandığı yaratıcı (el-Hâlık) olma yanında O her şeye gücü yetendir (el-Kâdir, el-Muktedir). Ayrıca Deistler inanmasa da Allah (c.c.), peygamber gönderendir (el-Bâ’is). Ahirette bütün ölüleri diriltendir (el- Muhyi). Yine Allah (c.c.), Deistler inanmasa da gönderdiği peygamberlerle, indirdiği kitaplarla insanlara yol gösterendir (el-Hâdî). Mahşerde O’na bu sıfatları ve güzel isimleri ile inanmayanları hesaba çekip cezalandıracaktır (el-Hasîb, el-Kahhâr), Müminleri, affedecek ve esirgeyecektir (el-Gafûr, el-Gaffâr, el-Afüvv, el-Rahîm). Yine Allah (c.c.),  Deistlerin sandığı gibi bizi kendi halimize bırakmamıştır. Sıkıntıda olanların imdadına koşmakta, dualarına icabet etmektedir (el-Mucîb). Ayrıca indirdiği kitaplarla, gönderdiği peygamberle hüküm sahibidir (el-Hakem).
 
Evimize aldığımız basit bir teknolojik ürünün, örneğin bir bulaşık makinesinin bile bir “Kullanma Kılavuzu”  vardır. Onda ilgili ürünün kullanımı sırasında nelere dikkat edilmesi gerektiği açıkça belirtilir, maddeler halinde sıralanır.  İnsan da Allah’ın (c.c.) yoktan yarattığı bir üründür. Yüce Allah (c.c.) insanı belirli bir amaç için yaratmıştır. Dünyada rızası istikametinde yaşaması için insanlara ilahi kitaplar indirmiş ve peygamberler göndermiştir. Bir firma cansız bir teknolojik ürününü bilgilendirmelerle, teknik servislerle koruma ve gözetleme altına alırken yüce Allah’ın (c.c.) insan gibi dünyanın göz bebeği olan bir varlığı yarattıktan sonra  yalnız ve çaresiz bir biçimde bırakması, yaratılış amacı ve nasıl yaşayacağı konusunda bilgilendirmemesi olanaksızdır.
 
Deizm, Teizm’den daha ileri bir aşamada ilahi dinlerden uzaklaşma özelliği göstermektedir. Artık Deizm’den sonraki aşamada Ateizm gündeme gelmektedir.
 
19. yüzyıl Avrupa’da bilimde önemli buluşların yapıldığı bir zaman dilimiydi. Bu buluşların verdiği coşkuyla bilimsel ilkeler, veriler,  kuramlar, bilgi elde etme yöntem ve teknikleri ile hayatın tüm sorunlarının da üstesinden gelineceği sanılmış ve bunların dinin yerine ikame edilebileceği düşünülmüştür. Bu yüzden gerek Teizm, gerek Deizm, gerekse Ateizm 19. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazanmış,  insanların önemli bir kısmı ilahi dinlerden koparak bu inançlardan birisine yaklaşmaya başlamışlardır. Bunda en büyük etken tabii ki pozitivizmdir.  Pozitivist felsefe bilime mutlak bir değer verir. Bilimi adeta ilahlaştırır. Hayatı bilime, bilimsel düşünceye uygun olarak yaşamayı amaçlar.
 
Teizm’de ilahi dinlerle pozitivizmin eşit oranda etkisi görünürken Deizm’de bu denge pozitivizm lehine bozulmuş, Ateizmde ise ilahi dinlerin etkisi tamamen ortadan kalkarak pozitivist felsefenin hakimiyeti söz konusu olmuştur.
 
Kuşkusuz İslamiyet bilime, bilimsel sonuçlara ve bilgi elde etme yöntem ve tekniklerine büyük değer verir. Çünkü bunlarla çelişen hiçbir ilkeye, kurala sahip değildir. Bilakis bunlarla Allah’ın (c.c.) kitabındaki ve yeryüzündeki ayetlerinin daha iyi anlaşılacağını, sırlarla gizlenmiş gerçeklerinin ve türlü hikmetlerinin ortaya çıkacağını savunur.
 
Pozitivist felsefe hiçbir zaman imanın esaslarının yerine konulamaz. Çünkü iman bu dünyayı aşan, maddenin üzerinde olan aşkın bir anlama sahiptir. Pozitivist felsefe ise bu dünyayı, maddeyi anlama, anlamlandırma çabasıdır. Tabii bu da beraberinde bu dünyaya ve maddeye saplanıp kalmayı getirmektedir.
 
İman sahibi bir insan kendisini yaratanın kim olduğunu düşünebilecek bir alana sahipken pozitivist birisi dünya ve madde alanının üzerine çıkamadığı için böyle bir soruya ulaşamamaktadır. Hiçbir pozitivist, felsefesine, daha doğrusu inancına bağlı kalarak “Beni kim yarattı?” sorusunu soramaz. Çünkü ona göre bu sorunun mahiyeti bilimsel değildir, bu soru dünyanın ve maddenin üzerinde olan bir yaratıcı varlığa işaret etmektedir. Dünyanın ve maddenin üzerinde yaratıcı bir varlık olmadığına, daha doğrusu dünya ve maddeyi aşan konular bilimin dışında kabul edildiğine göre bu soru ancak şu şekilde sorulursa mantıklı ve açık bir önermeye dönüşmüş olur: “Beni ne meydana getirdi?” Tabii bir pozitivist bu soruyu yanıtlamak için tüm dikkatini dünyaya ve içerisindekilere yöneltecektir. Kendisi gibi yaratılmış olan madde ve varlıklardan bilim adına medet umacaktır.
 
İman sahibi bir insan bu dünyadan ve yaratılanlardan hareketle yaratıcısını tanımaya çalışır, pozitivist felsefe sahibi biri ise kutsadığı bilimsel bilgiler, veriler, kuramlar, yöntem ve tekniklerle dünyanın ve maddenin ufkunun dışına çıkamaz. Pozitivist felsefenin tabii sonucu materyalizmdir. Materyalizm ise maddeyi kutsamak ve ona aşkın bir anlam vermektir. Bütün canlı varlıkların hayat sırrını maddede aramaktır. 
 
Ben Teistlerin, Deistlerin durumunun şu ayet-i kerimede en güzel şekilde betimlendiğini düşünmekteyim: “Bunların hali o kimsenin haline benzer ki, aydınlanmak için bir ateş yakar. Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların gözlerinin nurunu giderir. Onları karanlıklar içerisinde bırakır. Onlar da görmez olurlar (Bakara suresi, ayet 17).”
 
Avrupa’da Ortaçağın karanlığında aydınlar gerçeği bulmak istediler. Kilisenin halkı sömürmek için yutturduğu batıl din anlayışı yerine hak dinin arayışı içerisine girdiler. İyi bir niyet içerindeydiler. Çünkü aydınlanmak istiyorlardı. Bu durum yukarıdaki ayette “Bunların hali o kimsenin haline benzer ki aydınlanmak için ateş yakar.” ifadesine uygun düşmektedir. Yakılan ateş bilimdir. Gerçekten 19. yüzyıl böyle gözleri alan bir bilim ateşine sahne olmuştur. İnsanlar bilimsel keşiflerle ve buluşlarla adeta büyülenmişler, bilimle her şeyin üstesinden geleceklerini sanmışlardır. Adeta bilime tapma diye sapkın bir din ortaya çıkmıştır. İlahi dinlerin sonlarının geldiğine inanmışlardır. Tabii bu düşünceler genellikle aydınlar arasında taraftar bulmuş ama bunların geniş akisleri de halka doğru yayılmaya başlamıştır. İşte tam bu noktada dalalete sapılmıştır. İnsanlar maddi ateşle (bilimle) aydınlanacaklarını sanırken manevi nurla (imanla) gören gönül gözleri kör olmuştur. İnsanlar imansızlığın karanlık cehennemine yuvarlanmışlardır. Bu durum da ayetin diğer kalan kısmında açık olarak şöyle ifade edilmektedir: “Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların gözlerinin nurunu giderir. Onları karanlıklar içerisinde bırakır. Onlar da görmez olurlar”
 
Ateş (bilim) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah’ın onların gözlerindeki nuru (imanı) alması gerçekten dikkat çekicidir. Halbuki biraz önce onların iyi niyetlerini okumuştuk. Aydınlanmak için ateş yakmışlardı. Kötü bir niyetle hareket etmemişlerdi. Ama mutlaka bir yanlışları vardı. Her ne kadar kötü niyetle hareket etmeseler de bir yerde büyük bir yanlışlık yapmışlardı. Burada gerçekleşen olayı biraz daha yakından incelediğimizde “aydınlatır aydınlatmaz” ifadesi ile adeta bir sihrin, irade dışı bir gücün etkisi altına girme olayının anlatıldığı anlaşılmış olur. Bununla bilimin insanların akıllarını başından alan, imanlarını yok eden gücü anlatılmak istenmiştir. Öyleyse bilimin aydınlatan ışığına gözlerini dikmeleri onların büyük yanlışları olmuştur.
 
Bilimin ışığına göz dikme ile yapılan yanlışlığı biraz açmak gerekiyor. Yoksa bununla, bilimsel düşünceye sırt çevirmek gerekir, gibi karşıt bir tezi savunduğumuz sanılabilir. Göz dikmek bilindiği üzere bir şeye hırsla sarılmak, hiçbir kural gözetmeksizin elde etmeye çalışmak demektir. Örneğin böyle bir göz dikmek kavramıyla para insanın hayatında amaç haline gelirse bir sapkınlık ortaya çıkar. İnsan para kazanmak, biriktirmek için çalışır durur. Para böyle birisi için putlaştırılmış olur. Ama para hayatı daha güzel ve anlamlı yaşamaya, başkalarını mutlu etmeye araç olarak görülürse farklı bir tanıma ulaşılır.  Para burada amaç değil güzel şeyleri gerçekleştirmeye yarayan bir araç olur. Bunun gibi bilim de kendisine gözlerini dikip kendisini amaç olarak gören insanların imanlarını bir çırpıda almakta, onları imansızlığın karanlığına sokmaktadır. Ama bilim Allah’ın (c.c.) kitabındaki ve yeryüzündeki ayetlerini anlamaya ve anlamlandırmaya hizmet ettiğinde imanın aydınlanmasına vesile olmaktadır.
 
Teistler ve Deistler her ne kadar yaratıcı olarak Allah’ı (c.c.) kabul etme gibi bir iyi niyet taşısalar da tıpkı yukarıdaki ayette gözlerini ateşe diken kişi gibi bilimin ışığından gelen kamaşmayla kalplerindeki imanı yitirmişlerdir. Tabii bu yitirme olgusu Teistlere göre Deistlerde daha ileri derecede gerçekleşmiştir.
 
Bilim hiçbir zaman peygamberlerin, ilahi kitapların yerini tutamaz. Gerçi bilimin de bir aydınlatıcı ve yol gösterici özelliği vardır. Bilimle evrenin, yeryüzünün, varlıkların, maddenin yasalarına ulaşılır. Bunların maddeye uygulanması sonucu teknolojik ürün elde edilir. Bunlarla insanın hayatında pek çok sorun çözülür veya kolaylaşır. Ama asla bu dünyada bilimle insanın yaratılış amacına ulaşılamaz. “İnsan niçin yaratılmıştır?” sorusu bilimsel bir bakış açısıyla yanıtlanamaz. Çünkü böyle bir soru hem yaratıcıyı hem de peygamberleri ve ilahi kitapları gündeme getirecektir. Bilimin yüzü yaratıcıya değil yaratılmış olan şeylere dönük olduğu için bu soruyu saçma olarak değerlendirecektir. Buna bağlı olarak bilimsel bakış açısıyla bu dünyada nasıl yaşanacağı sorusu da nefsin sınırları, eğilimleri doğrultusunda yanıtlanır. İnsanlar yaratılış amacını ve bu dünyada nasıl yaşanacağını dosdoğru olarak ancak Allah’ın (c.c.) gönderdiği peygamberlerden ve indirdiği ilahi kitaplardan öğrenebilir.
 
Bugün Müslümanların da Teist ve Deist türü inançlara yönelmelerinde pozitivist felsefenin büyük bir etkisi görülmektedir.
 
Pozitivist felsefenin savunuculardan birisi olan A. Comte’un onu ilahi dinler karşısında yeni bir inanç sistemi olarak kabul etmesi, Rus çarlığına ve Osmanlı imparatorluğuna bu yeni dine girmeleri için mektupla teklifte bulunması tesadüfi değildir.
 
Pozitivist felsefe adeta Müslümanlar arasında beklenen ve kıyamet alametlerinden birisi olan Deccal gibi bir güce ve etkiye sahip olmuştur. Bilindiği üzere Deccal taraftarlarıyla birlikte Müslümanların imanını ellerinden almak için mücadele edecektir. Hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere insanları yalancı cennetlerle kandıracaktır. Teknolojinin sunduğu ürünler o kadar hayatımızı kolaylaştırmıştır ki bu sayede bundan mahrum olan önceki yüzyıllardaki insanlara göre gerçekten bir çeşit cennet hayatı yaşamaktayız. Bu nimetlerle şımarmakta, hayatımızda Allah’a (c.c.) ve O’nun dinine gereken önemi vermemekteyiz.
 
Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul edip de O’nun hayatına müdahale etmesini istemeyen Teistlerin ve Deistlerin yaşamlarının amacı, bu teknolojik ürünlerle yaratılan yalancı cennetten haram helal demeden en üst düzeyde yararlanmak ve nefislerinin arzu ettiği her şeyi yine aynı anlayışla özgürce yaşamaktır.
 
Dindar insanlar nedense Teistleri kendilerine çok yakın bulurlar. Deistlere karşı da biraz soğuk davranırlar. Bazıları da Teistleri gafil Müslümanlarla Deistleri ise münafıklarla eşleştirir. Bazı kimseler ise her iki kesime de münafık gözüyle bakmaktadırlar.
 
Bir insana münafık demek doğru değildir. Peygamberimiz de münafıkları bildiği halde onlara karşı hoşgörülü olmuştur. Muamelede Müslümanlarla münafıklara eşit davranmıştır. Bu konudaki bilgisini de açığa vurmamıştır.  Bizler de kendilerini  Teist veya Deist kabul edenlere münafık damgasını vurmamalıyız, onlara karşı uyanık olmakla beraber peygamberimiz (s.a.s) gibi sabırlı ve anlayışlı olmalıyız. Medine dönemindeki münafıklar içlerindeki küfrü İslam devletinin gücünden çekindikleri için gizlemekteydiler. Onlar genellikle kendilerinin de birer münafık olduklarını biliyorlardı. Ama günümüzdeki Teistlerin ve Deistlerin peygamberimiz (s.a.s.) dönemindeki münafıkların İslam devletinin gücünden ötürü duydukları türünden öyle bir kaygıları, korkuları bulunmamaktadır. Demek ki Teistlerdeki ve Deistlerdeki İslam dinine karşı olan inkar hastalığı biraz farklı bir durum arz etmektedir. Onlar Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul ettikleri halde diğer sıfatlarına ve güzel isimlerine inanmadıkları için küfre düşmektedirler, böylelikle farkına varmadan Allah’ı (c.c.) inkar etmektedirler.
 
Kuşkusuz nefis kafir ve münafıkların bütün sıfatlarına ve özelliklerine sahiptir. Müslüman da olsa insan nefsine biraz uyduğunda Allah’ın (c.c.) pek çok sıfat ve güzel ismini inkar edebilir. Böylelikle insan farkında olmadan Teist veya Deist türü bir inanışı savunuyor olabilir. Her günahta insanı küfre götüren bir yol vardır. Bu, nefsin o günahı vicdan azabı duymaksızın işlemek için Allah’ın (c.c.) bir sıfatını yada güzel ismini inkar etmesiyle gerçekleşir.