- Cömertlik- Gayret - Velayet

Adsense kodları


Cömertlik- Gayret - Velayet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 13 January 2010, 11:46 am GMT +0200
CÖMERTLİK-GAYRET-VELAYET

Ulu ve Yüce Allah: «Onlar ihtiyaçları bile olsa başkalarını kendilerine tercih ederler» (Haşr, 59/9), buyurmuştur.
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurdu: Cömert (Allah Taâlâ´ya yakındır, halka yakındır, Cennete yakındır, Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah Taâlâ´dan uzaktır, halktan uzaktır, Cennetten uzaktır, Cehenneme yakındır. Cahil fakat cömert olan kimse Allah katında âbid fakat cimri kimseden daha sevimlidir» (118).

Üstad Kuşeyri der ki: Süfilerin dilinde cûd ile sehâ arasında fark yoktur. Tevkif (nass) bulunmadığı için Hakk Taâlâ sehâ ve semahat ile tavsif edilemez. Cûdun hakikati, insana para ve mal harcamanın zor gelmemesidir (119).
Sûfîlere göre cömertliğin ilk derecesi sehâ dır, sonra cûd gelir,en son mertebesi ise îsârdır. Malının bir kısmını veren, bir Kısmını kendine bırakan sehavet sahibidir. Malının çoğunu harcayan ve kendine bir parça bırakan cûd sahibidir. Zarar ve sıkıntılara katlanarak kifayet derecede olan maişetine başkasını tercih eden isar sahibidir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r..a) in şöyle dediğini işittim: Esma b. bişr e, «İhtiyacını görmemi isteyen hiç bir kimseyi eli boş çevirmemi arzu etmem, çünkü bu durumdaki şahıs şayet mert ise haysiyetini korumuş, eğer nâmert ise kendi haysiyetimi ondan muhafaza etmiş olurum» demiştir.

Naklederler ki: Muvarrik îcli, muhtaç durumda olan dostlarına yardımda bulunurken çok hoş bir usul takibederdi. (Kalplerini) asla kırmazdı.
Cömertlik, cûd ve seha bahsini krş: Luma, s. 203; Keşfu´l-mahcûb, 324: Av&rifu´I-maarif, IV, 454; İhya, 117. Müslim, Birr, 24.

118. Tirmizî, Birr, 40; Aclûnl, I, 450.
119. Cûd: Sehâ, semahat, kerem, bezl, cömertlik mânasına gelir. Bu kelimeler arasında bir takım mâna farkları görenler de vardır. Cömert kişiye sahâ, cevad ve kerim denir. Cömertliğin zıttı cimrilik denilen buhldur. Buhul ve bahilliğin aşırı şekline de şuhh ve pintilik denir.

Cömertlik mal, beden, mevki, dünya ve âhiretle olur.
Bir kelamı kibarda: «Takdimüke gayreke alâ nefsike» (Başkasını kendine takdim etmek).
Derler ki: Menbec halkından bir adam Medineli bir şahsa: Nerelisin? diye sordu. Medineliyim, cevabını alınca-, Hakem b. Abdül-muttalib isminde bir zat bize geldi ve bizi âbâd ve zengin etti, dedi. Medineli: Hakem bize sırtında bir yün cübbe ile gelmişti. Başka bir şeyi yoktu, sizi nasıl zengin kıldı? diye sordu. Adam: Bizi mal ile zengin kılmadı, fakat keremi öğretti. Bunu öğrenen halkın zengin olanları fakir olanlarına ikram etmeye başladılar, neticede herkes zengin oldu, dedi. (Hakem; zenginlere ikram ve ianenin lüzumunu, fakirlere ise hakiki zenginliğin gönül zenginliği ve kanaat olduğunu öğretmişti).

Üstad Ebu Ali´nin şunu anlattığını duydum: Gulam Halil sûfileri Halife´ye gammazladığı zaman Halife bunların idamını emretmişti. Cüneyd ise fıkıh ile gizlenmişti. (Yani fıkıh perdesi altında tasavvufî telkinatta bulunuyordu). Ebu Sevr mezhebine göre fetva vermekte idi. (Onun için serbest bırakılmıştı). Şahham, Rakam, Nuri ve bunlardan başka bir cemaat ise yakalanarak idam mahalline getirilmişlerdi. Boyunlarının vurulması için sahtiyan döşek serilince Nuri derhal ileri atıldı. Cellâd sordu-. Neye teşebbüs ettiğinin farkında mısın? Nuri, «Evet!» dedi. Cellâd: O halde neden acele ediyorsun? diye sordu. Nuri, «Kısa bir müddet bile olsa dostlarımın benden çok yaşamalarını tercih ediyorum», dedi. Bunun üzerine cellâd hayrete düştü, durumu Halifeye ulaştırdı. Halife (durumlarının açıklığa kavuşması için) tekrar muhakeme için Kadının huzuruna çıkarılmalarını emretti.

Kadı, Ebu Hüseyin Nuri´ye birçok fıkhî meseleler sordu. Nuri bunların hepsini cevaplandırdıktan sonra dedi ki: «Bundan sonra şu hususu da arzetmek isterim-. Şüphe yok ki Allah´ın öyle kulları vardır ki, ayağa kalktıkları zaman (kendi kendilerine değil), Allah ile kalkarlar, konuştukları zaman Allah ile konuşurlar». Nuri bu minval üzere o kadar güzel sözler serdetti ki Kadıyı ağlattı. Kadı gönderdiği bir elçi vasıtasıyle Halifeye dedi ki: Eğer bunlar da zındık ise yeryüzünde müslüman diye bir kimse yoktur!

Hikâye ederler ki, Fudayl b. îyaz mahallesindeki satıcılardan, Cebeleye bir cariye göndermişti. Cariye geldiği zaman Cebele muhabbet ediyordu. Cebele yanındakilere, «Siz burada iken gelen cariyeyi şahsıma tahsis etmek çirkin bir şey olur, cariyeyi gönderenin, hepinizde hukuku ve hürmeti varken, cariyeyi birinize tahsis etmek de hoşuma gitmiyor, cariye taksim edilecek bir şey de değildir», dedi. Orada seksen kişi bulunmakta idi. Cebele herbirine bir cariye veya hizmetçi verilmesi için emir verdi.

Naklederler ki: Bir kere Ubeydullah b. Ebu Bekir, yolda giderken susamış, bir evdeki kadından su istemiş," kadın bir testi su çıkarmış, kapının arkasından: Ben bir Arap kadınıyım, onun için kapıdan uzaklaşınız, suyu hizmetçileriniz alsın, benim hizmetçim öleli çok oldu, diye seslenmişti. Ubeydullah, hizmetçisinin getirdiği suyu içtikten sonra, kadına onbin dirhem ver, diye emir verdi. Kadın verilen paranın fazlalığını görünce, Sübhanellah benimle dalga mı geçiyorsun? dedi. Bunun üzerine Ubeydullah hizmetçisine, yirmibin dirhem ver, diye emir verdi. Kadın tekrar: Dalga geçmeniz karşısında Allah Taâlâ´dan af ve afiyet dilerim, dedi. Ubeydullah kölesine: Otuz"bin dirhem ver, dedi. Bu durum karşısında kadın-. Yazık sana, dedi ve kapıyı yüzüne kapattı. Fakat otuzbin dirhem götürülüp kadına teslim edildi. Otuzbin dirhemi alan (ve böylece zenginleşen) kadının, daha akşam olmadan birçok talipleri ve dünürleri peyda oldu.

Cûd. İlk hâtıra icabet etmektir, denilmiştir. (însan, ilk defa içinde uyanan arzuya uyup derhal cömertlik yapmazsa niyeti ve iyi duyguları değişebilir).

Ebu Hasan Bûşenci´nin müritlerinden birinin şöyle dediğini işitmiştim. Ebu Hasan Bûşenci helada iken talebelerinden birini çağırmış ve kendisine: «Şu gömleğimi çıkar ve falana ver», diye emir vermişti. Heladan çıkana kadar sabretseydin olmaz mı idi? denilince: «Gömleğim hususunda içime doğan arzuyu infaz etme kararımdan cayma konusunda nefsime güvenemedim», dedi (ve derhal ilk hâtıra icabet etti).

Kays b. Sa´d b. Ubâde´ye, Senden daha cömert birini gördün mü? diye sorulunca: «Evet!» dedi ve anlattı: «Bir kere çölde bir kadına misafir olmuştuk. Biraz sonra kadının kocası gelmiş ve kadın ona: İki misafirin geldi, deyince adam hemen bir deve getirmiş kestirmiş ve misafire taze olmayan) et yedirmem, demişti. Şiddetli yağmurlar sebebiyle orada üç gün kalmış, her gün aynı muameleyi görmüştük. Adamın bulunmadığı bir sırada ayrılırken eve yüz dinar bırakmış ve kadına, bizim için kocandan özür dile, demiş ve yola çıkmıştık. Bir müddet gittikten ve epey yol aldıktan sonra arkamızdan bir adamın: Ey nâmert kervan sahipleri! durunuz; misafirperverliğimin fiyatını ve faturasını ödediniz! (keremimi satın alıp gittiniz) diye bağırdığını işittik, yavaşladık, adam bize yetişti ve şu parayı behemehal alacaksınız, aksi halde şu mızrağımı size saplarım, dedi. Parayı almaya mecbur olduk, adam şu şiiri söyleye söyleye geri döndü: İhsan ettiğim şeyin karşılığını alırsam, ihsana nail olanın bu yüzden duyacağı keder kâfidir!»

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin şunu anlattığını işit-miştim: «Ebu Abdullah Ruzbârî müritlerinden birinin evine gitti, müridin orada olmadığını, evin kapısının ise kilitli olduğunu görünce: Vay anasını, adam hem sûfî, hem de evinin kapısı kilitli!, diye acı acı söylendi, sonra müritlerine, kırın bakalım şu kilidi, dedi. Kilidi kırdılar. Emretti, evde ve ocakta ne var ne yok pazara döktüler ve sattılar, elde ettikleri para ile ihtiyaç duydukları bir takım şeyler satın alarak vakitlerini ve hallerini düzelttiler. Sonra gelip eve oturdular. Bir müddet sonra evin sahibi olan sûfî geldi, durumu gördü, fakat bir şey söylemeye imkân bulamadı. (Çünkü yapılan işe memnun olmuştu). Daha sonra sûfînin karısı, üzerinde bir çarşafla içeri girdi. Çarşafını bir tarafa attı ve: Dostlar, bu da eşyalarımızdandır. Bunu da satın, dedi. Kocası: Bunu neden arzunla teklif ediyorsun (nasıl olsa bunu alamadılar, elde bir bu kaldı) deyince kadın: Sus, böyle bir Şeyh bizi memnun etmek için evimize geliyor, malımızda tasarrufta bulunuyor, hal böyle iken biriktirdiğimiz bir şeyi nasıl yanımızda alıkoruz, dedi».

Bişr b. Haris Hâfî, «Cimriye bakmak kalbe kasvet verir», demiştir.

Derler ki: Bir kere Kays b. Sa´d b. Ubâde hastalanmış, fakat dostları kendisini ziyarette ağır davranmışlardı. Kays dostlarını soruşturmuş, fakat sana borçlu oldukları için utanıyorlar, cevabını almış, bunun üzerine: «Dostlarımın beni ziyaret etmelerine engel olan bütün alacaklarımdan vaz geçtim demişti.
Sufilerden birine (çok veriyorsun, az alıyorsun) denilince, «Malımı cömertçe, fakat (şerefimi ve) aklımı cimrice, harcıyorum, demişti.

Derler ki Abdullah b. Cafer çiftliğine giderken bir aşirete ait hurmalıkta konakladı, burada siyah bir işçi köleye rastladı. O sırada köleye azığı getirilmişti. O esnada bahçeye bir köpek geldi ve köleye yaklaştı. Hizmetçi somunun birini köpeğe attı, köpek bunu yeyince ikincisini, daha sonra da üçüncüsünü attı, köpek bunların hepsini yedi. Abdullah b. Cafer köleye baktı ve: «Bir günde sana ne kadar erzak gönderilir?» dedi. Köle: Gördüğün kadar, (yani üç somun), deyince: «Peki, neden bu köpeği kendine tercih ettin», dedi. Köle: Burası köpeklerin bulunduğu bir bölge değildir, bu köpek bir avcı topluluğunun peşine takılarak uzak bir yerden ve aç bir şekilde buraya, gelmiştir. Köpeği geri çevirmek hoşuma gitmedi, dedi. Abdullah: «Peki, bugün sen ne yapacaksın?» diye sordu. Köle: Bu gün acımdan kıvranacağım, dedi. Abdullah: «Doğrusu bu köle benden daha cömerttir. Durum budur, diye benim cömertliğim kusur ve tenim konusu mu olacak?» dedi ve köleyi, bahçeyi ve oradaki âlet ve edevatı satın. aldı. Köleyi âzad ederek bahçeyi ona hibe etti.

Derler ki: Adamın biri dostuna geldi. Kapısını çaldı, dostu kapıya çıktı ve ziyaretinin sebebini sordu. Adam: Dörtyüz dirhem borç altında olmam beni buraya getirmiştir, dedi. Ev sahibi içeri girdi, dörtyüz dirhemi tarttıktan sonra getirdi, adama teslim etti, sonra ağlıya ağlıya evine girdi, durumu gören karısı: Parayı vermek bu kadar zoruna gidiyordu ise mazeret beyan etseydin dedi.

Adam: Ben onun için ağlamıyorum. O bana başvurmadan evvel ben niye onun hâlini araştırmadım, diye ağlıyorum, dedi.

Mutarrif b. Şuhayr, dostlarına, «Birinizin bir ihtiyacı olursa, unu bir pusula ile bana bildirsin, çünkü ben ihtiyaç sahibini yüzünde ihtyaç zilleti olduğu halde karşımda görmekten hoşlanmam demişti.
Derler ki Adamın biri Abdullah b. Abbas´a zarar vermek ve itibarını silmek için şehrin âyân ve eşrafına gitmiş: îbn Abbas, bu gün yemeği bizde yiyelim, diyor, demiş. Bu zevatı alarak İbn Abbasın evine götürmüştü. İbn Abbas bunca insanı karşısında bulunca; elinden geldiği kadar ikramda bulunup «O halde şu zevat her gün yemeklerini bizde yesin», demişti. (Hasedçi maksadının zıttı bir netice almış, İbn Abbas´ın değerini küçültmek istemiş, fakat Allah onun derecesini yükseltmişti).

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin şöyle dediğini işitmiştim: «Her gün evinin avlusunda abdest almak üstad Ebu Sehl Su-lûkî´nin âdeti idi. Bir gün abdest alırken biri geldi ve bir miktar dünyalık istedi. Yanında verecek bir şeyi olmadığı için abdesti bitirinceye kadar sabret, dedi. Adam beklemeye başladı. Abdesti bitiren Ebu Sehl adama: Şu bakır ibriği al ve hemen savuş git, dedi. Adam ıbrıkı aldı ve oradan uzaklaştı. Ebu Sehl ibriği alıp giden adama artık yetişilmez, diye kanaat getirecek bir süre bekledikten sonra: Bir adam geldi, ibriği çalıp gitti, diye bağırdı. Bunun üzerine adamın arkasından koşanlar oldu, fakat yetişemediler. (Ebu Sehl´in) böyle yapmasının sebebi, çok ihsanda bulunuyorsun diye kendisini kınayan hanesi halkının tenkidinden kurtulmak idi».

Yine Sülemi´den dinlemiştim: «Üstad Ebu Sehl bir kış mevsiminde cübbesini adamın birine hibe etmişti. Bu sebeple, ders vermek için gittiği zaman kadınların cübbesini (hırkasını) giyiyordu. Çünkü başka bir cübbesi yoktu. Bir kere İran tarafından tanınmış kişilerin teşkil ettiği bir heyet gelmişti. İçlerinde fıkıh, kelâm ve nahiv âlimi olan imamlar vardı. Ordu komutanı Ebu Hasan, Ebu Sehl´e bir ata binip bu heyeti karşılamasını emretti. Ebu Sehl kadın cübbesi üzerine bir kaftan giydikten sonra ata süvari olup heyeti karşılamak istedi, fakat komutan, bölgemizin dini lideri kadın elbisesi ile ata binmek suretiyle beni hafife alıyor, diye söylenmişti. Heyet içinde her biri bir ilimde ihtisas yapmış âlimler vardı. Ebu Sehl bunlardan her biri ile ayrı ayrı ve mütehassısı bulundukları ilimler konusunda münazara yaptı, sözü hepsinin sözünden üstün geldi, hepsini mağlup etti». (Fazilet mal ve kıyafet ile veya kürk ile değil, ilim ve diyanetledir).

Yine Sülemî anlatmıştır: «Üstad Ebu Sehl eliyle hiç bir kimseye bir şey vermezdi, vermek istediği şeyi yere atar. alan kimse oradan alırdı, şöyle derdi: Dünya, elimi başka birinin elinden üstün görmem gerektirmiyecek kadar önemsizdir. Bilindiği gibi Resûlüllah (s.a.): ´Üstün el, aşağı elden, veren el alan elden hayırlıdır", buyurdu.
Bir gün Ebu Mirset şair bir adama beni götür, benden onbin dirhem alacaklı olduğunu iddia et, ben de bunu
İkrar edeyim, sonra beni hapsettir, hiç şüphe etme ki, ailem beni.

Bu şekilde hareket edildi ve daha akşam olmadan şaire on bin dirhem verildi, böylece Ebu Mırsed hapisten çıkarıldı.

Naklederler ki: Adamın biri Hz. Ali´nin oğlu Hz. Hasan (r.a.) dan bir şey istemiş, Hz. Hasan da ona ellibin dirhem ile beşyüz dinar vermiş, sonra, «Git bunları evine götürecek bir hammal getir», demiş. Adam gitmiş bir hammal getirmiş, Hz. Hasan kaftanını hammala verdikten sonra, «Hammalın ücreti de benden olsun», demişti.
Fakir bir kadın Leys b. Sa´d´dan bir bardak bal istemiş, fakat Leys ona bir kavanoz bal vermişti. Neden bu şekilde davrandın? diyenlere: «O ihtiyacı kadar istedi, biz ise elimizde bulunan nimete göre veririz», dedi.
Bir zat diyor ki: Borçlumu aramak için gittiğim Kûfe´de Eş´as Mescidi´nde sabah namazını kılmıştım, selâm verince namaz kılan her şahıs gibi benim önüme de bir hülle ve bir çift nalin konuldu. Bu nedir? diye sordum. Dediler ki: Eş´as Mekke´den döndü, mescidinde namaz kılanların her birine bunların verilmesini emretti. dediler. Dedim ki: Öyle ise ben borçlumu aramak için geldim, caminin cemaatından değilim, fakat burada bulunan herkese bu verilir cevabını aldım.

Naklederler ki: İmam Şafii (r.a.) nin vefatı yaklaşınca, cenazemi falanca şahıs yıkasın, diye vasiyet etti. Adam o sırada şehirde değildi, geldiği zaman durum kendisine bildirildi. Adam Şafiî´nin not defterini getirttirdi. Yetmişbin dirhem borcu olduğunu gördü borcu ödedi ve: Benim onu gasletmem budur, dedi. (Böylece adam Şafii´yi hem manen, hem de maddeten yıkamış oldu).

Derler ki: îmam Şafiî Sana´dan Mekke´ye geldiği zaman onbin dirhemi vardı. Bu para ile bir mal alsan da saklasan, denildi. O ise Mekke dışında bir çadır kurdu, paraları buraya yığdı. Çadırına her gelene avuç avuç para verdi, öğle namazı vakti gelince ayağa kalktı ve Para kesesini silkeledi. İçinde hiç bir şey kalmamıştı.
müsned olarak rivayet edilen bir hadiste: ´İki müslüman karşılaştıkları zaman yüz rahmet aralarında taksim edilir, bunlardan doksan rahmet daha fazla güler yüzlü olana verilir´, buyurulmuştur. İstedim ki daha çok o sevap alsın», diye cevap vermişti (121).

Hikâye ederler ki: Bir gün Emirülmüminin Hz. Ali (r.a.) nin ağladığı görülmüş, sebebi sorulunca; «Çünkü yedi gündür evime misafir gelmedi, Allah Taâlâ derecemi tenzil mi etti, diye korkuyorum», demişti.
Enes b. Mâlik (r.a.) in, «Evin zekâtı; içinde, misafir için bir oda bulundurmaktır», dediği rivayet edilir.
Hakk Taâlâ´nın «İbrahim (a.s.) in ikramına mazhar olan konukların haberi sana geldi mi?» (Zariyat, 51/24) kavli; «İbrahim (a.s.) in bunlara gösterdiği büyük ilgi», diye tefsir edilmiştir. Kerem sahibinin misafiri de kerem sahibi olur, denilmiştir.

İbrahim b. Cüneyd anlatıyor: «Şeref ve haysiyet sahibi bir zat şu üç şeyi yapmaktan kaçınmaz-, başkomutan bile olsa bunları bizzat yapar: Babası meclise gelince ayağa kalkar, misafirine ve ilim tahsil ettiği hocasına bizzat hizmet eder, bilmediği şeyi sorar ve öğrenir».

«Toplu olarak veya ayrı ayrı yemenizde bir mahzur yoktur». (Nûr, 24/61) âyetinin tefsirinde İbn Abbas (r.a.), «Ashab, (misafir-siz), tek başlarına yemek yemeyi mahzurlu (günah) görmekte idi. Âyet onlara bu hususta ruhsat vermiştir» demiştir.

Derler ki Abdullah b. Amr b. Kureyz bir kişiyi misafir etmiş ve çok güzel ağırlamıştı. Fakat adam oradan ayrılırken, hizmetçilerini adama yardım için koşturmadı. Ağırladığın zata giderken neden ilgi göstermedin ?diyenlere Abdullah: «Hizmetçilerim evimizden ayrılanlara yardım etmezler», (misafir keşke gitmese, biraz daha kalsa diye) dedi.

Sûfi Abdullah b. Bekâveyh, «Şair Mütenebbî bize şu mealde bir şiir okudu», dedikten sonra aşağıdaki şiiri inşâd etti:
«Kendilerinden ayrılmamaya kadir olan (seni misafir edecek malî kuvvete sahip olan) bir kavimden göçüp gittin mi (bunlar ayrılışına o kadar üzülürler ki) hakikatte vatanlarını bırakıp göçenler olur».

Sufilerden biri anlatmıştır: Şiddetli soğukların hüküm sürdüğü kış gününde bir kere Bişr b. Haris Hâfî´nin evine gitmiştim. Elbisesinin içinde titrer bir halde gördüm. Ey Ebu Nasr, halk bu gibi illerde daha çok elbise giyer, sen ise daha az elbise giyiniyorsun, bunun sebebi nedir? dedim. Şöyle dedi: «Fakirleri ve içinde bulundukları
durumu hatırladım, fukaraya yardım olsun diye verecek bir şeye sahip olmadığım için hiç olmazsa soğuğun sıkıntîsını çekmede onlara arkadaş ve onlarla hemhal olayım» istedim.

Dakkak diyor ki: «Varlıklı kişinin yoksula vermesi sehâ değil sehâ yoksulun varlıklı kişiye vermesinden ibarettir» İsâr, yani kulun dilenmemesi verileni de kabul etmemesidir).

Gayret

Yüce Allah: «De ki: Rabbın fuhşun açık olanını da, gizli yapılanını da haram kılmıştır». (Araf, 7/33) buyurmuştur.
Resûlüllah (s.a.), «Hiç bir kimse Allah Taâlâ´dan daha gayretli değildir. Gayretli olduğu içindir ki, fuhşun açığını da, gizlisini de yasak kılnuştır», buyurmuştur (122).

Resûlüllah (s.a.),- «Şüphesiz ki Allah kıskanır, mümin de kıskanır.Allah Taâlâ´nın kıskanması (gayretullah) mümin kulun, üzerine haram kılınan şeyleri işlemesinden ileri gelir», buyurmuştur (123). Gayret (Kıskanma), Başkasının ortak olmasından hoşlanmamak, demektir. (Gayret, gayrın müşareketinden kerahettir). Allah Taâlâ ve Takaddes Hazretleri gayretle vasfedildiği zaman bunun manası şudur: Allah kulu üzerinde hakkı olan «Sadece kendisine ibadet edilmesini isteyen yaratıcıdır.

121. ibn Varrâk, Tenzih, II, 294.
Gayret bahsini krş: Ta´arrof, 115.

122. Gayret: Kıskanma, rekabet hissi, tahammülsüzlük, can darlığı, kalp sıkıntısı, bir malın, bir mevkiin ve bir şeyin kendine has olması arzusu ve ihtirası, istibdâd. Burada kıskanmaktan maksat gayret-i diniyedir. Allah´ın yasak kıldığı şeylerin yapılması, emrettiği şeylerin yapılmaması karşısında duyulan kıskanmadır. Kıskanmanın haram ve mubah olan nevileri vardır. Hasedden farklıdır.

123. Buharî, Tevhid, 20; Müslim, Uan, 17; İbn Hanbel, II, 326.
kapalı bir perde kılarız». (İsra, 17/45) âyeti okunmuştu. Serî arkadaşlarına, «Bu âyette geçen perde (hicab )den maksat nedir bilir misiniz? Maksat gayret hicabıdır. Allah Taâlâ´dan daha kıskanç (gayur) biri yoktur», dedi.
Kuşeyrî der ki: Buradaki gayret hicabından maksat, Allah´ın kâfirleri dinin doğruluğunu tanımaya ehil kılmamış olması (ve onları bu gerçeği idrâk etmekten uzaklaştırması) dır.

Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) der ki: «Allah Taâlâ´ya ibadet konusunda ´ihmal gösteren tenbel kimselerin ayaklarına Hakk Taâlâ hızlan bukağılarını bağlar, bunların kendisinden uzak kalmalarını tercih eder, kurb (Allah´a yakınlık) mahallinden ırak olmalarını ister. Bunun için onlar da ibadet ve hizmetten ırak kalırlar».

Şu şiir bu makamda okunur:
«Ben sevgilimin özlemi içindeyim ama efendilerimin kötü düşüncelerinden kurtuluş çaresi bulamıyorum». (Yani bana sahip ve mâlik olan hevâ ve heves, şehvet, nefis, şeytan ve ihtirastan kurtulamıyorum ki özlediğim sevgilime gidebileyim, şer kuvvetlerine köle olmuşum).

Yine bu mânada olmak üzere:
«İyi olması istenmiyen bir hasta! İstenmiyen bir isteyen!» beyti okunur. (Rabbına taatta bulunmadığı için hasta, fakat hastalıktan kurtulması arzu edilmiyor, yüksek makamlar istiyor ama bu makamların ona verilmesi istenmiyor).

Üstad Ebu Ali (r.a.) nin, Abbas Zûzeni´den şunu naklettiğini işit-miştim: «Benim güzel bir başlangıç hâlim vardı, şimdiki hâlimle, muradımı elde edip maksadıma vâsıl olma hâli arasında kaç yüksek makamın kaldığını bilmekte idim. Gecelerden bir gece bir rüya gördüm: Sanki zirvesine vâsıl olmak için uğraştığım bir dağın tepesinden aşağıya doğru yuvarlanıyordum, uyandım ve çok üzüldüm. Tekrar uykuya dalınca bir rüya daha gördüm. Biri bana diyordu ki: Ey Abbas, Hakk Taâlâ, vâsıl olmak istediğin yere ulaşmanı murad etmiyor, fakat şu anda dilini hikmetli sözlerle açmıştır. Abbas diyor ki: Sabah olunca Hakk Taâlâ´nın hikmet söylemeyi bana ilham ettiğini müşahede etmiştim». (İnsan kabiliyeti dışında kalan şeyleri ele geçirmek için zorlamamalı, Hakk´ın ikâmet ettirdiği makamda gönül hoşluğu ile ikâmet etmeli, yüce makamları tahsile haris olmamalıdır).

Üstad Ebu Ali (r.a.) mecliste ders verdiği esnada orada hazır bulunanların zihinlerini karıştıran bir hâl vâki oldu mu: «Bu Hakk subhanehu ve Taâlâ´nın gayretindendir, mecliste hazır bulunanların vakti vakti sonuna kadar (bulanıklıktan uzak ve) safa içinde geçirmelerini murad etmemektedir». (Onlar bu yüksek hâle ehil değillerdir, Onun için kıskanmaktadır), derdi. Şu şiir bu mânayı ifade eder:

«Sevgili bize gelmeyi arzu etti, ama aynada yüzünün güzelliğini görmesi onu bundan caydırdı». (Bizim buna lâyık olmadığımızı gösterdi, meclis ehlinin bu feyze ehil olmadığını ortaya koydu).

Âşıklardan birine soruldu: O´nu görmek ister misin? Hayır, dedi Neden? diye sorulunca: Güzelliğini, benim gibi birisinin seyretmesinden O´nu tenzih ederim. (O´nu kendimden ve gözümden bile kıskanırım), dedi.

Şu şiir de bu makamda okunmaktadır:
«Gözümü, Sana bakmaktan kıskanıyorum. Onun için Seni görünce bakışlarımı yere çeviriyorum. Beni fitneye düşüren şemailini güzel tecellilerini hatırladığını görünce (beni kendimden geçiren mâl ve celâl fiillerini hatırladığını görünce) Seni Senden bile kıskanıyorum». (Onun için tahammül edemiyeceğim şekilde bana tecelli etmeni istemiyorum).

Şibli´ye soruldu: Ne zaman rahata kavuşacaksın? Cevap verdi: O´nu (benden başkasının) hatırlamadığını ve zikretmediğini gördüğüm zaman!» (Benden başkasının O´nu hatırlaması beni kıskandırır, kıskanınca da rahatsız olurum. O´nu gafil olarak zikreden birini görmediğim zaman rahat edeceğim. Zira O´nun gafletle anılmasını kıskanırım.

Biat için gelen bir Arap süvarinin, Resûlüllah (s.a.) in (nübüvvetini) tanımaz bir şekilde konuşması ve Resûlüllah´ın da bu konuşma tarzını kabul eder tarzda mukabelede bulunması meselesi hakkındaki hadiste deniliyor ki: «Arabın biri Resûlüllah´a: Allah Taâlâ´ya yemin vererek soruyorum, sen kimdensin? demiş. Resûlüllah da (Ben peygamberim dememiş ve sadece) Kureyş´ten bir kişiyim, diye cevap vermiş. Bunun üzerine orada bulunan Ashabtan biri Araba: Peygamberini tanımaman cefa olarak sana yeter, demişti»

Cahil insanların onu tanımalarını kıskanmıştı). Sonra Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bu hususu bir sahabenin diline tarif ettirmiş, Bedeviye anlattırmış ve onun için bu sahabe: ´Peygamberini tanımaman cefa olarak sana yeter´, demiş (ve onu kıskanmıştı)».

Sûfîlerden bazılarına göre gayret, bidayet ehli olanların sıfatlarındandır, (tevhid makamında temkin sahibi olan) muvahhid, gayreti (başkalığı) görmez, irâde ile muttasıf olmaz, âlemde cereyan eden hususlarda hüküm vermek yetkisini kendinde bulmaz, (kendisi fâni olmuştur). Eşyada hüküm verdiği hususlarda ne şekilde hüküm verilmesi gerektiğini en iyi bilenin Hakk Taâlâ olduğuna inanır (124).

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) nin Ebu Osman Mağribî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Gayret müritlerin amelidir, hakikat ehlinin değil». (Çünkü arifler fena ve cem´ hâlinde bulunurlar, Allah´tan başkasını, gayrı görmezler, onun için kıskanma bahiskonusu olmaz).

Sülemî´nin Ebu Nasr Isbehâni´den, onun da Şiblî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «İki türlü gayret vardır: Beşeri-nefsanî gayret, bu nefse güç gelir-, ilâhi gayret, bu da kalbe.güç gelir».

Yine Şiblî demiştir ki: «Nefesler üzerindeki ilâhî gayret bu nefeslerin mâsivallah´da (Allah Taâlâ´nın irâdesi dışında) harcanması ve zayedilmesidir».

Kuşeyrî der ki: Doğru olan, gayretin iki nevi olduğunu kabul etmektir: Hakk Taâlâ´nın kuluna karşı gayreti, onu halka bırakmaması ve halktan kıskanmasıdır. (Hakk´ın, kulum hep benimle meşgul olsun diye istemesi, onun için de kulun halk ile olmasını kıskanmasıdır). Kulun Hakk için olan gayreti, hallerinden ve nefeslerinden hiç bir şeyi Allah Taâlâ´dan başkası için harcamamasıdır. (Hakk koruduğu ve kendisi için seçtiği kulunun kalbinin başkası ile meşgul olmasını kıskanır; kul, hâl ve amellerinin Hakk rızâsından başka bir mülâhaza ile olmasını kıskanır). Şu halde ben Allah Taâlâ-ya karşı kıskançlık duyuyorum, denilmez, fakat ben Hakk için kıskancım denilir. Bu duruma göre Allah Taâlâ´ya karşı gayret cahillikle olabilecek bir şey değildir.

124. Allah´ın gücüne gider, Allah´ın ağırına gider, Allah´ın zoruna gider Türkçe tabirler, gayretullah´ın karşılığı olarak kullanılmaktadır.

Biliniz ki Hakk Taâlâ evliyası ile muamelede bulunurken şu sünnet ve âdetine tâbi olur. Evliya Hakk´tan başkası ile sükûn ve huzur bulur veya ondan başkasını mülâhaza eder veyahut da gönülleri başka bir şeye yatar ve ona ısınırsa, Allah derhal bunların bu nevi hallerini teşviş (altüst) eder. Evliyasının kalbleri tekrar ve hâlis olarak kendisinin olana kadar bu kalpler sükûnet buldukları veya mülâhaza ettikleri veyahut ısındıkları şeyden tamamen ayrılana kadar evliyasını kıskanır. Âdem (a.s.) gibi ki, kendisinin Cennette ebedî olduğuna kanaat getirip sükûn bulunca (Hakk onu kıskanmış ve) Cennetten çıkarmıştı. İbrahim (a.s.) gibi ki: Oğlu İsmail (a.s.) hoşuna gidince (kıskanmış ve) onu boğazlamayı kendisine emretmiş, böylece İsmail´i İbrahim´in kalbinden çıkarmıştı. Bunun üzerine İbrahim ve İsmail Hakk´a teslim oldular. O´na boyun eğdiler, «İbrahim oğlunu boğazlamak için yanı üzerine yere yatırdı». (Saffat, 37/103) Böylece İbrahim (a.s.) in sırrı ve ruhu İsmail (a.s.) den temizlenip saf hâle gelince Allah oğlu yerine fidye vermesini emretti.

Muhammed b. Hassan anlatıyor: «Lübnan dağlarında dolaşırken karşıma sıcak havanın ve rüzgârın kasıp kavurduğu bir delikanlı çıktı. Beni görünce hemen döndü ve kaçmaya başladı, kendisini takip ettim ve: Ne olur bir kelime olsun bana nasihat et, dedim. Genç dedi ki: Çok dikkatli ol, çünkü O Gayyûrdur, pek kıskançtır, hiç bir kulunun kalbinde kendisinden başka birisinin olmasını arzu etmez».

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin Nasrabâzi´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Hakk Taâlâ Gayyûrdur. Gayretinin eseridir ki, O´na ulaşmaya, O´nun yolundan başka bir yol bırakmamıştır».

Rivayet edilir ki, Hakk Sübhanehu ve Taâlâ Peygamberlerinden birine şöyle vahyettî.«Falan kimsenin bana ihtiyacı var, benim de ona ihtiyacım var. O benim ihtiyacımı görürse, ben de onun ihtiyacını görürüm». Peygamber (s.a.) Rabb´ına münacaat etti ve; «İlâhî nasıl olur da senin ihtiyacın olur», dedi Allah Taâlâ, «Onun kalbi benden başkası ile sükûnet buldu. O kalbini bundan boşaltsın, ben de onun hacetini göreyim», buyurdu.
Derler ki bir kere Bayezid Bistami rüyasında ahu gözlü huriler topluluğu gördü ve onlara baktı. Bvnun üzerine (manevî) vakti ve huzuru ciddi zarar gördü.

Naklederler ki bir kere Rabiatü´l-Adeviyye hastalanmıştı. Hasta oluşunun sebebi nedir? diye sorulunca, «Kalbimle Cennete bakmış ve iltifat etmiştim, onun için beni edeplendirdi. Tabiî azar ve te´dip hakkıdır, bir daha hatamı tekrar etmiyeceğim», diye cevap vermişti.

Seri´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Bir kere uzun bir müddet bir dostumu aramıştım, bunun için bir dağdan geçerken kör, kötürüm ve hasta bir cemaata rastlamıştım. Durumlarını sordum. Burada bir adam var, senede bir kere çıkar, bu sakatlara dua eder, onlar da şifa bulurlar, dediler. Merak ettim, adam çıkana kadar sabırla bekledim. Adam (ormandan) çıktı, hastalara dua etti, hepsi de şifa buldu. Ben adamı takip ettim, yetiştim, eteğine sarıldım ve: Benim bâtıni ve gizli bir hastalığım var, bunun ilâcı nedir? dedim. Adam: Ey Serî yakamı bırak, Allah Taâlâ Gayyûrdur. O´ndan başkası ile sükûn bulduğunu görürse gözünden düşersin». (O halde bana değil, O´na yapış, O´ndan iste, aksi halde bu tutumun Allah´ın gayretine dokunur) dedi.
Üstad Kuşeyrî der ki: öyle sûfiler vardır ki, insanların Hakk Taâlâ´yı gaflet içinde zikrettiklerini görünce, bunu görmek onlar için mümkün olmaz, çok güçlerine gider.

Bir bedevi Resûlüllah (s.a.) in mescidine girmiş ve orada bevletmişti. Bedevinin mescide işediğini gören ashap onu camiden dışarıya atmaya teşebbüs etmişlerdi (125).

Üstad Ebu Ali Dakkak bu durumu bahiskonusu ederek dedi ki. «Edebe uymayan ve fena bir şekilde davranan bedevî idi. Fakat bu hareketten ashap mahcup olmuştu. Bu nevi saygısızca hareketi görmek onların gücüne gitmişti. Tıpkı bunun gibi bir kul, Hakk Taâlâ´nın şanının büyüklüğünü ve azametini idrâk ederse, gaflet içinde Allah´ı zikredenleri dinlemek ve ona hürmetle ibadet etmiyenlerin taatını görmek gücüne gider».

Hikâye ederler ki: Ebu Bekir Şiblî´nin Ebu´l-Hasan isminde bir oğlu vefat etmişti. Ölüm hadisesine üzülen ölünün annesi saçlarını yolmaya başlamıştı. Durumu gören Şiblî hamama gitti. Sakalını tıraş etti. Kendisine taziye için gelip: Bu hal ne böyle Şiblî? diyenlere: «Aileme muvafakat ettim», diyordu. Adamın biri: Ey Şiblî, beni taziye için gelenlerin gaflet içinde: «Allah sana ecir versin», diyerek Allah´ı zikretmelerinden bunu bırakıp, sakalına ne oldu? demeleri daha iyidir, Allah´ın gafil olarak zikredilmesine dayanamıyorum, gayretime dokunuyor) dedi.

Nuri bir adamın ezan okuduğunu işitti ve: «Allah belânı versin, Allah seni kahretsin», dedi. Sonra bir köpeğin havladığını işitti ve: «Lebbeyk ve Saddeyk» (emrine icabet ediyorum, dediğini yapmaya hazırım) dedi. Kendisine: Bu, dini terketmek, demektir. Çünkü şehadet getiren bir mümine, Allah senin belânı versin, seni kahretsin derrken köpek havlarken telbiye getiriyorsun, denilmiş ve neden böyle hareket ettin? diye sorulmuştu. Nuri, «Müezzin son derece gaflet içinde Allah´ı zikrediyordu, köpeğe gelince Allah onun hakkında: "Her şey Allah´ı teşbih ve tahmid eder´. (İsra, 17/44) buyurmuştur» dedi.

Şiblî bir kere ezan okumuş, şehadet cümlelerine gelince, «Bana emir vermemiş olsaydın seninle birlikte başka birisini zikretmezdim, (Sen emrettiğin için Muhammed (s.a.v) i zikrediyorum) demiştir.

Adamın biri bir şahsın Cellellah (Allah büyüktür), dediğini duymuş ve (adamın bu sözü gaflet içinde söylediğini anlayınca) «Allah büyüktür, demenizden de Allah büyüktür, bunu böyle kabul etmenizi arzu ederim», demiştir."
Dervişlerden biri Ebu´l-Hasan Hazefânî (r.a.) nin «Lâilâheillallah, kalbin içinden, Muhammedün Resûlüllah, kulaktaki küpenin arından (gayri ihtiyarî) gelir», dediğini duymuştu. Bu sözün zahirine bakanlar şeriatın küçümsendiğini vehmederler, fakat durum akla geldiği gibi değildir, çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın azametine ve yüce şanına nazaran kalbe gelen masivâya ait bir düşünce ve hatır hakikaten çok küçük görünür.

Velayet
 
Hakk Taâlâ:
«Dikkat edin, Allah´ın evliyası için ne korku var-

125. Buharî, Vudû", 58; îbn M&ce, Taharet, 28; tbn Hanbel, II, 502.

Velayet bahsini krş: Keşfu´l-mahcûb, s. 265.

Mümin bir kulum ibadetleri icra ederek de bana yaklaşır, o kadar çok yaklaşır ki, nihayet Ben de onu severim, faili olduğum hususların hiç birinde mümin bir kulumun ruhunu almak için tereddüt ettiğim kadar tereddüt etmedim. Çünkü o ölümü istememekte, Ben ise onu üzmek istememekteyim, oysa ortada yapılması şart olan bir iş bulunmaktadır. (127).

Velînin iki mânası vardır, Velî «feil» vezninde ve ism-i mefûl mânasındadır. Velî, işlerini görmeyi Hakk Taâlâ´nın uhdesine aldığı kimsedir. Allah Taâlâ. «Salih insanların işlerini o deruhte etmiştir». (A´raf, 7/19.6) buyurmuştur. Allah velisini bir lâhza bile nefsi ile başbaşa bırakmaz, tersine velisinin işlerini görmeyi ve gözetmeyi bizzat üzerine alır.

Veli «feîl» vezninde ism-i failin mübalağa sığasıdır. Veli Allah´a ibadet ve taat işini uhdesine alan kimsedir. Velinin ibadeti, araya bir isyan hali girmeksizin fasılasız devam eder.

Bir kimsenin veli olması için her iki mânadaki velilik vasfına haiz olması icabeder. Velinin, en son haddine varıncaya kadar ve en mükemmel şekilde Allah Taâlâ´nın hukukuna riayet etmesi, Allah Taâlâ´nın ise gerek emniyette ve gerekse sıkıntıda velisini devamlı olarak muhafaza etmesi lâzım gelir.

(Hata ve günahtan) korunmak veli için şarttır. Nitekim Peygamberlerin de masum olmaları şarttır.
Şu halde, aleyhinde şeriatın itiraz ve şehadette bulunduğu bir kimse (veli değil şeytan ve nefis tarafından) aldatılmış ve kandırılmış kimsedir. (Hıfz, Allah´ın velisini hata ve günahta devam veya ısrar etmekten muhafaza etmesi, günah işleyince de tevbe nasip etmesidir. Enbiya için ismet ne ise, evliya için de hıfz odur. Enbiya masum, evliya mahfuzdur).

126. Veli-evliya: Dost, ahbab, yar, yakin, ermiş eren (vâsıl).

Vilâyet-Velayet : Dostluk. İki nevidir: Vilâyet-i amme, bu mânada her mümin v müslim velîdir. Vilâyeti hassa: Bu mânada sadece Allah tarafından sevilen, korunan ve yardım gören âbid, zâhid, sâlih. muttaki, âşık ve arif insanlar velidir. Manevî bir tesir gücüne (tasarruf, keramet) sahip olan bunlardır.

127. Buharı, Rekâik, 38; İbn Mâce, Fiten, 36.
Meşayihten birinin yanında birinden evliya diye bahsedilmişti. O kul nezdinde bile kendisine emniyet edilmiyen bir kişidir. Hakk´ın esrarı konusunda nasıl emin bir kişi olabilir, dedi».

Sûfiler, velinin veli olduğunu bilmesi caiz midir, değil midir? konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre bu caiz değildir. Çünkü veli, kendine küçük nazarla bakar, kendisinden bir keramet zuhur etse bunun bir mekr (oyun) olmasından endişe eder, daimi ve ebedi olarak korku hissi içinde yaşar. Zira içinde bulunduğu hâlden daha aşağıya düşmekten endişe eder. Akıbetinin, içinde bulunduğu halin hilâfına olacağından korkar. Bunlara göre vefâ-i meal (hüsn-ı hatime) veliliğin şartıdır. (Kime hüsn-i hatime nasip olacağını kimse bilmez, onun için veli, veli olduğunu bilmez).

Bu konuda şeyhlerden birçok menkıbeler nakledilir: Sûfîler taifesinden sayılmayacak kadar çok şeyhlerin teşkil ettiği bir cemaatın kanaati budur. Bu şeyhlerin bu konuda söylediklerini nakletmekle meşgul olsak, az ve öz anlatma esasından ayrılmış olurduk. Kendileri ile görüştüğümüz hocalardan İmam Ebu Bekir b. Furek (r.a.) de bu kanaatta idi.

Diğer bazılarına göre velinin veli olduğunu bilmesi caizdir. İçinde bulunulan zamanda veliliğin tahakkuk etmesi için vefâ-i meal ve hüsn-i hatime şart değildir. Bu husus şart bile olsa, Allah Taâlâ´nın velisine keramet yolu ile ve özel olarak «Âkibetin emindir» diye bildirmiş olması mümkündür. Çünkü evliyanın kerametine inanmak farzdır. Her ne kadar veli akıbetinin ne olacağı korkusu içinde bulunuyorsa da, içinde bulunduğu zamanda sahip olduğu heybet, tazım ve iclâl hâli daha tam ve daha şiddetli (tesirli) dir. Tazim ve heybet hissinin az bir parçası kalbi, korku hissinin çoğundan daha iyi şekilde huzur ve sükûna kavuşturur.

Resülüllah (s.a.): «Ashabımdan on kişi Cennetliktir», (128) buyurmuştur. Onun için bu on kişinin Resûlülah (s.a.) ı tasdik ettikleri ve akıbetlerinin selâmet olacağını bildikleri hususunda şüphe yoktur. Bu durum onlar için bir kusur da olmamıştır.

128. Buharî, 62. kitab, 5. bab; Müslim, 44. kitab, 28. hadis. bk. Mlftahu ku-nûzi´s-attnneh, s. 124 (Mısır, 1971).

işlerinde kerametler zuhur eden bir velinin bunlar ile diğer hâlleri ayırdedememesi imkânsızdır. O halde veli kendisinden böyle bir şeyin zuhur ettiğini gördü mü, o hal içinde hak üzere olduğunu bilir. Sonra, hatime anına kadar bu halin kendisinde kalacağı hususu Hakk tarafından ona bildirilmiş olması mümkündür. Bu bildirme (tarif) velinin (ayrı) bir kerameti olur. Evliyanın kerametlerine inanma sahih bir inançtır.
Sûfîlere ait olmak üzere nakledilen birçok menkıbeler bu görüşün doğru olduğunu gösterir. Nitekim Allah izin verirse bunlardan bir kısmını «Keramet» bahsinde anlatacağız.

Kendileri ile görüştüğümüz şeyhlerden üstad Ebu Ali Dakkak (ra.) ın görüşü böyle idi.
Naklederler ki: İbrahim b. Edhem adamın birine: «Allah dostu bir veli olmayı arzu eder misin?», diye sordu. Adam: Evet! deyince; İbrahim, «O halde dünya ve âhiretle ilgili hiç bir şeye rağbet etme, kendini sadece Allah Taâlâ´ya vakfet, sana teveccüh etmesi ve nimetine garketmesi için sen yüzünü ona tevcih et», demişti.

Naklederler ki: İbrahim b. Edhem adamın birine: «Allah dostu bir veli olmayı arzu eder misin?», diye sordu. Adam: Evet! deyince; İbrahim, «O halde dünya ve âhiretle ilgili hiç bir şeye rağbet etme, kendini sadece Allah Taâlâ´ya vakfet, sana teveccüh etmesi ve nimetine garketmesi için sen yüzünü ona tevcih et», demişti.
Yahya b. Muaz evliyanın sıfatını anlatırken, «Bunlar öyle kullardır ki, sıkı bir riyazetten sonra Allah Taâlâ ile üns elbisesini giymişler, mücâhededen sonra velilik makamına vâsıl olmak suretiyle rahata kavuşmuşlardır», demiştir.
Bayezid Bistâmi der ki: «Allah Taâlâ´nın velileri Allah´ın gelinleridir (Arâis). Bu gelinleri, onlara mahrem olanlardan başkası göremez. Bu gelinler Allah nezdinde üns perdesi arkasında örtülmüş bir halde bulunurlar. Gerek dünya, gerekse âhirette hiç bir kimse bunları görmez». (Velilerimden her biri özel kubbelerimin altındadır, başkalarının bunları bilmeleri ve görmeleri gayretime dokunur).

Salih bir zat olan Ebu Bekir Saydalanî´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Birçok defa Ebu Bekir Tamıstîni´nin Hire´deki mezarının taşını düzeltmiş, üzerine ismini yazmıştım. Fakat her defasında bu taş sökülüyor ve çalınıyordu, diğer mezar taşlarında bu hâl görülmemişti. Onun için bu hadiseye şaşıyordum. Bir gün bu hususu üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) a açtım ve sebebini sordum. Şöyle dedi: Bu şeyh dünyada iken gizli kalmayı tercih etmişti. Sen ise düzeltmeye uğraştığın taşlarla mezarını meşhur etmek istiyorsun. Hakk Teala onun yine gizli kalmasını murad etmiştir.

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin Nasrabâzi´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Evliya için (ekseriya Allah´tan lisan ile dileme ve) talep yoktur, onlar solma ve sönme halinde bulunurlar» (kaderine razı olur, hacetlerini kâl dili ile değil, hâl dili ile tezellül içinde bârigâh-i izzete arzederler) demiştir.

Sülemi, Nasrabâzî´nin, (Keramet bahsinde) «Evliyanın nihayeti, enbiyanın bidayetidir», dediğini nakletmiştir. (Taş ve ağaçların peygamberimize selâm vermeleri nübüvvetin başlangıcında vaki olmuştu. Veliler için bu haller nihayette hâsıl olur).

Sehl b. Abdullah, «Veli devamlı surette kendisinden Allah´ın irâdesine muvafık fiiller sâdır olan zattır», der.
Yahya b. Muaz, «Veli riyakârlık ve münafıklık yapmaz, huyu böyle olan ne kadar az dost var» (veli çok az bulunur) demiştir.

Ebu Ali Cürcâni şöyle der: «Veli kendi halinden fâni olan, Hakk´ın müşahedesinde baki olan, işleri Allah Taâlâ tarafından görüldüğü ve idare edildiği için daimi surette üzerine tevelli (dostluk ve sevgi) nurları gelen, kendinden haber vermeyen (ilhamla konuşan) ve Allah´tan başkası ile beraber olmaya katlanamayan kimsedir».
Bayezid şöyle der: «Birbirine zıt olmakla beraber evliyanın haz ve nasiplerinin kaynağı (Allah´ın) şu dört ismidir. Sûfiler taifesinden her bir zümre bu isimlerden biri ile kâimdir. Bunlar, Evvel, Âhir, Zahir ve Bâtın isimleridir».
Veli, bu isimlerle ilgili muameleleri ikmâl ettikten sonra bunlardan fâni olursa, o zaman tam mânasiyle kâmil bir veli olur. Allah Taâlâ´nın zahir isminden haz alan bir veli ilâhi kudretin acaip yönlerini mülâhaza eder. Bâtın isminden haz alan bir veli sırlar aleminde tecelli eden nurları mülâhaza eder. Allah´ın Evvel isminden haz alan bir veli mazi ile meşgul olur. Allah´ın Âhir isminden nasip alan bir veli istikbalde karşılaşacağı hususlarla mukayyet olur. Bunlardan her birine takat getireceği kadar keşif (kalp gözü açılması) ihsan edilir. Ancak Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın lütfü ile idaresini deruhte ettiği ve işlerini bizzat üzerine aldığı kimseler bu mertebeye ulaşabilirler.
Onların zahirinde olağanüstü hâl bulunmaz. Hakikat sahibi olan veliler de böyledir. «Onları uyanık zannedersin, halbuki onlar uyumuşlardır». (Kehf, 18/ 18) âyetinde ifade edildiği üzere bunlar mahlukata ait vasıflardan mahvolmuşlardır.

Yahya b. Muaz, «Veli, Allah Taâlâ´nın arz üzerindeki kokusu (reyhan) dır. Sıddik olan kullar bu kokuyu koklar, koku kalplerine vâsıl olur, bu sayede Mevlâlarına iştiyak duyarlar, huyları değişik (seciyeleri muhtelif) olduğu halde yine bu sayede Râblarına ibadet etmeleri ziyadeleşir». (Evliyayı görmek, insanın ibadet ve taatının artmasına sebep olur), demiştir.

Vâsıti´ye, veli veliliğinde nasıl beslenir, nasıl terbiye görür? diye sorulmuş. O da: «Allah velisini başlangıç halinde ibadeti ile, olgunluğunda lütufları ile örterek (setr ile) terbiye eder. Sonra onu kendisi için takdir edilen ilâhî vasıf ve sıfatlara nakleder, daha sonra vakitlerini Allah için geçirmenin zevkini tattırır», demiştir.

Velinin alâmeti üçtür: Meşguliyeti Allah iledir, firarı Allah´adır, dert ve düşüncesi Allah´tır, denilmiştir.
Harraz der ki: «Allah Taâlâ kullarından birini kendine dost ve veli kılmak istediği zaman üzerine zikir kapısını açar, zikirden zevk aldı mı kurb (yakınlık) kapısını açar, sonra onu bu sayede üns meclislerine yükseltir, sonra tevhid kürsüsüne oturtur. Daha sonra aradaki perdeleri kaldırarak ferdâniyet evine sokar. Celâl ve azametini temaşa ettirir, velinin gözü Celâl ve azamet üzerine düşünce benliğini kaybeder, (bila hüve, Allah ile baki kalır). O zaman kul kötürüm ve fâni hale gelir, hareketsiz kalır, Hakk Taâlâ´nın hıfzına intikal eder, nefsine ait davalardan uzaklaşır».

Ebu Türab Nahşebi, «Bir kalp Allah´tan yüz çevirme hâli ile ülfet etti mi, Hakk Taâlâ´nın evliyasını tenkit musibetine tutulur», demiştir.

Derler ki: Korkusuz olmak velinin sıfatındandır. Çünkü korku istikbalde başa gelecek hoş olmayan bir durumu gözetlemek veya ilerde elden kaçırılacak hoş bir şeyi beklemek, demektir. Veli ise ibni vaktdır. Onun istikbali yoktur ki, bir şeyden korksun, velide korku olmadığı gibi, ümit (recâ) de yoktur. Çünkü recâ, ya hasıl olacak hoş bir şeyi veya defedilecek hoş olmayan bir şeyi beklemektir.

Onlar için ne korku vardır, ne de hüzün(Yunus, 10/62) buyurulmuştur.