Eslemnur
Fri 5 November 2010, 01:02 am GMT +0200
b. Cezaya Kesinlikle Karşı Olanlar
Genellikle İslâm Hukuku sahasındaki eserleriyle tanınan Mâverdî (v.364/974) yazmış olduğu pedagojik nitelikli "Edebu'd-Dünyâ ve'd-Dîn" adlı eserinde, [342] bugün bile geçerliliğini koruyan görüşler ileri sürmüştür. Konumuzla alâkalı ifadelerinde Mâverdî şöyle demektedir:
"Öğrencilere sert davranmamalı, gençleri hakir görmemeli, onlara değer vermelidir. Öğrenciliğe yeni başlayanları da küçük görmeyip kızmamak, ümitsizliğe düşürmemelidir. Onlara ilmi sevdirmek, şefkat göstermeli, ilim öğrenmeye teşvik etmelidir. "[343]
Bu ifadeleriyle Mâverdî, öğrencilere karşı sevgi ve şefkatin esas olduğuna, öğrenciyi derse teşvik ve ilgi ile motive etmenin gereğine işaret etmekteydi.
Tarih felsefesi ve sosyal-psikolojik görüşleriyle olduğu kadar, pedagoji alanındaki fikirleriyle de temayüz eden İbn Haldun (808/1405) İslâm Eğitim Tarihi'nde dayağa karşı kes’ tavrıyla dikkat çekmiştir. Ona göre öğrencisi konusunda öğretmene; evladı konusuda da babaya yaraşan, disiplin (te'dîb) hususunda onlara karşı sert ve haşin (müstebit) davranmamalarıdır.[344]
Bu tavsiyesiyle eğitim-öğretimde sevgi ve hoşgörüyü öncelikle telkin eden İbn Haldun, ünlü eseri Mukaddime'nin 32. Bülümü'nü, "Dayağın Öğrenci İçin Zararlı Olacağı" konusuna ayırmıştır. Bu bölümde İbn Haldun özetle şunları ifade etmektedir:
"Eğitim-öğretimde öğrencilere ve özellikle küçük çocuklara sert davranmak ve onları cezalandırmak son derece zararlıdır. Çünkü baskı altında yapılan eğitim, öğrencinin heves ve neşesini yok ettiği gibi, onu tembelliğe de sevkeder. Kendisini baskı altında hissettiği için, içindekileri açıklamaktan çekinerek riyaya ve ikiyüzlülüğe sürüklenir. Zamanla bu haller, onun için âdet ve karakter hüviyetine bürünür. Böylece ondaki insanî meziyetler bozulur ve sonuçta, güzel huy, üstün meziyet kazanma melekesi kaybolur; zira zulüm ve şiddet korkusu ile dürüstlük kazanmaya alıştırılan kişi, günün birinde baskıdan kurtulunca fazilet atmosferinden uzaklaşarak, çoğu kez rezilet yolunu tutar. "[345]
Aşırı baskı ve dayağın karakteri bozan bu özelliği yüzünden eğitimde buna karşı olan İbn Haldun, muhtesiblerin [346]görevlerini sıralarken bir görevlerinin de "mahalle mektebleri ve diğer eğitim müesseselerinde öğrencilerini döverken aşırılığa kaçan ve haddini aşan öğretmenlerin ellerine vurmak" olduğunu, yine aynı eserinde kaydetmektedir.[347]
Yaşadığı çağ itibariyle oldukça değerli görüşler ileri süren İbn Haldun, kendisinden sona gelen birçok ilim adamını da etkilenmiştir.
İbn Haldun'un çağdaşı olan Alâaddin Çelebi[348]856/1453'de yazdığı "Tarîku'l-Edeb" isimli eserinde, eğitim-öğretimde öncelikle, öğrencilerin fıtratının tanınması gerektiğini ifade etmiştir. Bu görüşüyle İbnu'l-Hâcc'ı hatırlatan Alâaddin Çelebi'ye göre, öğrenci eğer uyanık, zeki ve anlayışlı ise, dersini yavaş yavaş artırmalıdır. Verilen bir konu veya ders iyice öğrenilmeden diğer konuya geçilmemelidir. Bir harfi veya kelimeyi bilmediği için öğrenci dövülmemeli, kolaylık sağlanarak öğrenmesine imkan tanınmalıdır.[349]
Bu görüşleriyle Alâaddin Çelebi -kendinden önceki bazı eğitimcilerin de değindikleri gibi- öğrenciler arasındaki ferdî farklılıkların dikkate alınmasını öngörmektedir.
Yaklaşık bir yüzyıl sonra yaşayan Taşköprîzâde (v.960/ 1552) eğitim-öğretimde öğretmenin sözünün, işine ve hareketlerine uygun olması gerektiğini ilk şart olarak zikrettikten sonra, öğrencinin aleyhine olan hususlarda yasaklar konulması gerektiğinde, bunların sertçe ve açıktan yapılmayıp, imâ ile ve söylemekle yetinilmesinin daha doğru olacağını ifade etmektedir. Ona göre imâ etmenin tesiri daha büyük olacaktır. Çünkü sertçe konulan yasaklar insanı daha çok teşvik eder. Taşköprîzâde bu düşüncesini aşağıdaki ifadesiyle daha da pekiştirmektedir: "Kişi yasaklanan şeye karşı hırslıdır."[350]
Birçok ilim dalıyla ilgilenmesinin yanı sıra, [351] eğitimcilik yönü de olan İbrahim Hakkı Erzurûmî (v. 1194/1780) ise, çocuk eğitiminde disiplini sağlama, mükâfat ve ceza konularında önceki İslâm eğitimcilerinin de izlerini taşıyan, ancak daha sistematik nitelikli görüşler ileri sürmektedir. İbrahim Hakkı öncelikle ailede, aşırı hoşgörü, aşırı koruma ve aşırı baskıya varmayan, müsamahakâr bir ortamın varlığını gerekli görmektedir.[352]
Çocuğun disipline edilmesinde başarı sağlanabilmesi için, onun temel eğitim döneminde-ihmal edilmeden eğitilmesine dikkat çeken İbrahim Hakkı, [353] bu eğitimde temel prensibin söz ve nasihat olması gerektiğini, çocuğun gönlüne yüklenmenin ve fazla sitem etmenin ise doğru olmadığını vurgulayarak merhametli olunması gerektiğini ifade etmiştir.[354]
Mükâfat ve disiplin konularında ise adeta İbn Miskeveyh ve Gazali'nin görüşlerini tekrarlayan İbrahim Hakkı bir eserinde şöyle demektedir.
"Yaptığı iyi işlerden dolayı insanlar arasında onu mükâfatlandırmak ve kötü bir durumunu da gizlemek güzel bir davranıştır. Özellikle çocuk onu gizler ve bütün benliğiyle de onun gizlenmesine çalışırsa... Çünkü onu bir defa açığa vurmak, daha sonrakileri açıktan yapma cesaretini çocuğa verecektir. Fakat o kötü durumu ikinci defa tekrar ederse, onu gizlice kınamak gerekir, "[355]
İbrahim Hakkı'nın disiplini sağlama konusundaki görüşlerinin değerlendirildiği şu ifadelerle konuyu tamamlamak istiyoruz:
"İbrahim Hakkı, çocuğu disipline ederken, baskı, şiddet, hatta sert davranışa yer vermemektedir. Onun disiplin anlayışının temelinde sevgi yatmaktadır. Fakat bu sevgi hiçbir zaman aşırı koruma veya aşırı hoşgörü seviyesine ulaşarak çocuğun sevgide boğulmasına yol açmamaktadır. (...) Onun disiplin anlayışının, sevgiye dayalı otorite ile idare etmekten, akılla idare etmeye geçişi sağlayan bir anlayış olduğu söylenebilir."[356]
İbrahim Hakkı'nın sevgiye dayalı otorite anlayışının savunduğu görüşleriyle tamamlamaya çalıştığımız İslâm eğitimcilerinin disiplin, mükâfat ve ceza konularındaki görüşleri konusunun sonunda denilebilir ki, İslâm eğitimcileri, Kur'ân ve hadislerin ışığında bazen kendilerine has (İbn Sina gibi), bazen de birbirinin görüşlerinden etkilenen kanaatler ortaya koymuşlardır.
Buraya kadar aktarılan bütün bu bilgilerden sonra, İslâm eğitim sistemine sonradan girdiğine şüphe olmayan falaka konusuna değinilecektir.
Kur'ân, Sünnet ve İslâm Hukuku ilkelerine tamamen ters düşen bu uygulamanın, İslâm kültürüne nasıl girdiği konusunda Canan, bu uygulamanın, "Kabisî'nin bulûğ çağına yaklaşan haşarı ve yaramaz çocukların, babalarının izniyle dövülebileceğini, ancak bu konuda en emniyetli yer olan ayakların altının tercih edilmesi"[357] şeklindeki görüşten kaynaklanabileceğini ifade etmektedir. [358]
Durum böyle olunca, sık sık üzerinde çeşitli spekülasyonların yapıldığı Osmanlı Eğitim Sistemindeki falaka olayının, izahının yapılması mümkündür. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı Eğitim Sisteminin en yüksek ilim ve eğitim seviyesine ulaştığı XV.-XVI. asırlarda, eğitim kurumlarında falakaya yer verilmediği, ancak devletin XVIII. yüzyıldan itibaren topyekün bir bozulmayla karşı karşıya kaldığı ve bu arada eğitim sisteminin de bundan nasibini aldığı dönemlerde [359] falakaya başvurulduğu ihtimali gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim XIV-XVI. yüzyıllar üzerinde yapılan arşiv araştırmalarında bu konuda tek bir kayda rastlanılmadığı ifade edilmektedir.[360] Öte yandan Ahmed Rasim ve çağdaşı edebiyatçıların konuyla ilgili eserlerinde ise [361] XVIII. ve XIX. yüzyıl Osmanlı eğitim kurumlarını tasvir ettikleri söylenebilir. Bunun yanında falaka uygulamasının var olduğu söylenebilecek bu yüzyıllarda bile, bu uygulamaya sadece ilköğretim kurumlan olan bazı sıbyan mekteplerinde başvurulmuş olabileceği, fakat medreseler ve daha üst eğitim birimlerinde ise bu uygulamaya yer verilmediği ifade edilebilir. Bu itibarla, falaka konusunun dinin özünden kaynaklanan bir uygulama olmadığı, bu uygulamaya, bozulmaya yüz tutan sistemin getirdiği hatalı bir tatbikat olarak bakmanın daha doğru olacağı inancındayız