- Cemil Meriç

Adsense kodları


Cemil Meriç

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 27 June 2012, 07:09 pm GMT +0200
Bu Ülkede, Arafta: Cemil Meriç
Celil CİVAN • 64. Sayı / EDEBİYAT GÜNDEMİ


13 Haziran 1987’de vefat eden Cemil Meriç, “ben kimim?” sorusuna şöyle cevap veriyordu: “Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Mütecessis bir aydındı Meriç; Balzac ve Hugo’nun eserlerini tercüme etmişti, Avrupa kültürünü, kendini “Batılı” sayan aydınlardan daha iyi tanıyordu. Hindistan üzerinden Doğu’yu tanımış; Doğu’nun irfanı, onu ülkesi üzerine düşünmeye sevk etmişti.

Cemil Meriç münzeviydi; ne sağda duruyordu ne solda. İzm’ler onun için “idraklere giydirilmiş deli gömlekleri”nden ibaretti. “Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman benimsemedim. Bunlar hakikati kapamaya yarayan uydurmaca mefhumlardır. Bilhassa sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı-solcu ne demek?” diye soruyordu. Batılılaşmayla gelen sağ-sol, ilerici-gerici gibi kavramlar ülkeyi ve aydını anlamak için yetersizdi: “Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.”

Meriç’in hayatı, düşünce hürriyeti ve namusunu korumakla geçti. “Bir çağın vicdanı olmak… idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek” istiyordu. Ona göre aydın, hakikati araştırmaktan, daha doğru ifadeyle “hakikate teslimiyet”ten başka bir işle meşgul olamazdı. Bu teslimiyet aydının sorumluluğu, haysiyeti ve namusuydu. Bunun için aydın her türlü “deli gömleği”nden uzak durmalıydı. Bu tavır, fildişi kuleye hapsolmayı değil ama münzevi ve mütecessis olmayı gerektiriyordu. Hakikate sadakat, Meriç’in ömrü boyunca hissettiği yalnızlığı artırdı ama onun hem özgür hem de özgün kalmasını sağladı:

“Evet, düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir, kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başlıca vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazan yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazan engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.”

Böylesi bir hakikate bağlılık dolayısıyla eserlerinde isimden isime, meseleden meseleye sıçrayabiliyordu Meriç: Kitaplarında Balzac, Proudhon, Dostoyevski de vardı; Kemal Tahir, Said-i Nursi, Ahmet Mithat da. Dil meseleleri üzerinde özellikle duruyordu. Kamus’u namus, kelam’ı haysiyet olarak nitelendiriyor, “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır” diyordu. Devrim adı altında dili değiştirmek namusa ve haysiyete dokunmak, hafızayı silmekten başka bir şey değildi. Bu dehşetli suçun sorumlusu ise aydınlardı: “Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yani aydınların.”

Meriç, aydına yol gösterirken, onun Tanzimat’tan bu yana yaşadığı dramı göz önünde tutuyordu. Cemil Meriç’e göre Tanzimat sonrası intelijansiya “müstağrip” ismini hak ediyordu: Bu kelime hem Batılılaşmaya hem de garipsemeye, şaşkınlığa atıf yapıyordu. Kısacası “müstağrip” kelimesi Türk aydınının dramını çok güzel anlatan bir remzdi:

“Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat: Müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebî nevi itibarda: Taklit, intihal ve tercüme. Ama zirvelerin hiçbirini tanımıyorduk. Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle temasımız yasaktı. Haşet Kitabevi’nden ibaretti Avrupamız, girdapları olmayan bir kıta, tezatsız ve tek boyutlu; bir kartpostal Avrupa’sı. Coğrafyamızda tek kıta vardı, kafamızda tek yarımküre. Türkçe konuşan birer Fransızdık.”

Yazar, bir yandan Batı’yı garipseyip bir yandan da Batılılaşmaya çalışan Türk aydınını eleştirirken şefkat göstermekten de geri durmuyordu: “Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı. Bu bahtsız kafilenin, bayrağını taşıyacağı içtimaî bir sınıf yok. Vatanında gariptir. Alkışlayıcısı: Ekalliyetler ve Avrupa.”

Cemil Meriç’e göre aydının tek büyük dramı, Batı karşısındaki hayran tavrı değil ama kendi “vatanında garip” kalmasıydı: “Avam anlayamaz bizi diyorduk; avam, yani kendi insanımız…”

Hindistan ile ilgili araştırmaları Meriç’i Avrupa’nın karşısındaki kutba yönlendirdi: Doğu’ya, yani irfana. Dramdan kurtuluşun çaresi, irfanın boy verdiği topraklara, başka bir ifadeyle “bu ülke”ye bakmaktan geçiyordu. Aydın, avam karşısındaki tavrını değiştirmeliydi. Avam intelijansiyayı değil ama intelijansiya avamı anlamak zorundaydı:
“Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: İnsanın kendisi. Tarihine vecitle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat.”

Hayatını Türk irfanına adayan Cemil Meriç’in serüveni, aydınlar kadar “kendini tanımak” isteyen bir ülkeye de yol göstermiyor mu? Zira Cemil Meriç herhangi bir ülkede değil, “bu ülke”de araftaydı; araftaki bu ülkede…