- Çanakkale yi ölümsüzleştiren ruh

Adsense kodları


Çanakkale yi ölümsüzleştiren ruh

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sat 30 October 2010, 01:23 pm GMT +0200
Çanakkale'yi Ölümsüzleştiren Ruh


Çanakkale Muharebesi günleriydi. Rumeli Mecidiye Bataryası düşman gemilerinden yapılan bombardımanlarla sukut etmişti. Raporu alan Müstahkem Mevkii Kumandanı Cevat Paşa, Çimenlik İskelesi'nden motoru ile bataryaya geçti. Durum vahimdi. Bir top hariç diğerleri kullanılmaz hâle gelmiş, personelin çoğu şehit olmuştu. Bunlardan kimisi canlı canlı toprak yığınları altında kalmıştı. Yaşayanlar da yaralıydı. Paşa, biraz ileride yere uzanmış, nefes alıp veren bir erin yanına yaklaştı, şefkatle:

"-Evlâdım yaralı mısın?" diye sordu.

O yiğit Mehmetçik, vakur bir şekilde:

"-Hayır kumandanım!" dedi.

Cevat Paşa, biraz daha dikkatle bakınca yaralı askerin gözlerinin görmediğini anladı ve:

"-Evlâdım, gözlerin!.." diye bir şeyler söyleyecek oldu, fakat o fedâkâr, mübarek vatan evlâdı, hâlinden memnun şekilde şöyle dedi:

"-Üzülmeyin kumandanım; gözlerimi, göreceklerimi gördükten sonra kaybettim..."

Bu sözlerdeki muazzez rûh ve şuur, Paşa'yı ağlattı. O yiğidin, göreceklerimi gördüm dediği, İngiliz zırhlısı Queen Elizabeth'e iki isabet kaydedilmesiydi.

İşte bu rûhtur ki, Çanakkale'yi ölümsüzleştirmiş ve 1914-1915 Çanakkale muharebelerinde Müslüman Türk milletine bir değil, iki zafer birden kazandırmıştır. Bunlardan biri, düşmana karşı zahiren kazanılan zafer; ikincisi de ruh ve mânâ, fazîlet ve fedâkârlık, dîn, îmân ve vatan sevgisi hususlarında gösterilen eşsiz zaferdir. Nitekim yukarıdaki misâlde o yiğit Mehmetçiğin düşman hücumları esnasında gözleri kör olmasına rağmen kendisini düşünmeyerek «Yaralı değilim!» demesi, onun gönlüne hâkim olan rûhu pek bariz bir şekilde aksettirmektedir. İstiklâl şairi merhum Âkif bu rûhu ne güzel anlatır:

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından,

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îmân?

Âsım'ın nesli.. diyordum ya.. nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi nâmûsunu çiğnetmeyecek!

Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar,

O rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...

Bu ifadelere ilham kaynağı olan Çanakkale'de yazılan destan, ediplerin ifadelerinde ve şairlerin şiirlerinde söylediklerinden daha ulvî ve büyüktür. Zîrâ orada maddî gücümüz, düşmanın gücüne nispetle çok az idi. Askerin, İstanbul'dan Çanakkale'ye gidinceye kadar ayağındaki postal dahi yok oluyordu. Zaman zaman atacak barutu da kalmadığı hâlde müşahhas bir can ve mal infakı yaşandığı için zafer müyesser oluyordu. Mehmetçik, silâh kifâyetsizliğini îmân gücü ile telâfî ediyor ve ne pahasına olursa olsun neticeyi kendi lehine çeviriyordu. İngiliz Ordu Kumandanı Orgeneral Hamilton'un:

"Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!.." şeklindeki itirafı da bu gerçeği sergilemektedir.

Hiç şüphesiz ki bu, askerin yüksek mâneviyatı karşısında Cenâb-ı Hakk'ın bir lutfu idi. Âyet-i kerîmede buyurulan:

"Attığın zaman sen atmadın, Allâh attı..." sırrının sayısız tecellîlerinden biriydi.

Bu ilâhî yardımı hissedip dile getirenlerden biri de Churcill'dir. Churcill, muhârebe sonrası niçin mağlûb olduğu sebebiyle muhâkeme edilirken itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada mahkeme hey'etine şöyle haykırmıştır:

"Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale'de Türkler'le değil, Allâh ile harbettik!.. Tabiî ki yenildik..."

Bu da gösteriyor ki, Çanakkale'yi ölümsüzleştiren rûha sahip olan kahraman ordumuz, Allâh'ın yardımına mazhar olacak bir ilâhî gönül taşıyordu.

Kumandanından erine kadar bütün bir ordu, fedâkârlık toprağında ekilmiş tohumlar gibiydi ki, o tohumlar kanlarla sulanıyordu. Zira biliyorlardı ki, nihayetinde bu dünyanın da sonu gelecektir, bu dünyaya tapanların da... O âlemdekiler ise, ölümsüzdür. Bunun için onlar ölümsüz, yâni ebedî olanı seçtiler. Böylece Çanakkale'de sâdece kahramanlık ve cesâret destânı değil, aynı zamanda sâhip olunan yüksek mânevî seviyenin bereketiyle bir fazîlet destanı yazıldı. Kahraman erler daha muhârebeye girmeden, onun zafer müjdeleriyle dolu rüyalarını gördüler ve bunları gerçeğe inkılâp ettirdiler. Onlar o gün Allâh'ın lutfuna erdi ve ferahladılar. Tarih; din ve vatan uğrundaki fedâkârlığı onlardan öğrendi. Çünkü onlar, Hazret-i Mevlânâ'nın:

"Ey bülbül! Git de aşkı pervaneden öğren. Kendini alevin içine attı, yandı. Sevgilisi uğruna can verdi, sesi çıkmadı." diye tarif ettiği pervaneden daha fedâkâr idiler.

Zîrâ gönüllerinde canlarından daha aziz bir vatan sevgisi vardı. İşte bu sevgiyi aksettiren eşsiz bir tablo:

18 Mart 1915 Deniz Harekâtı'nda üstün başarılar gösteren Hasan-Mevkuf Batarya Kumandanı Yüzbaşı Hasan Bey'in kızı dünyaya gelmişti. İstanbul'dan Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığına telgraf çekildi. Bu telgrafı alan Cevat Paşa atı ile bataryaya geldi ve Yüzbaşı Hasan Bey'e:

"-Evlâdım Hasan, bir kızın dünyaya geldi; Allah bağışlasın, izinlisin." dedi.

Hasan Bey'in verdiği cevap erinden kumandanına kadar Çanakkale muhariplerinin gönül dünyalarını aksettirmeye kâfî bir fedâkârlık ve feragat ile doluydu:

"-Kumandanım! Vatan daha mukaddes, gidemem. Bildirebilirseniz, ismini Dîdar koysunlar!.."

O gece bütün batarya ile birlikte Yüzbaşı Hasan Bey de şehid olanlar arasındaydı. Gözlerini, yeni doğan kızını bir kere bile göremeden bu dünyaya yummuş, elini ona sallayamadan elvedâ demişti...

Zîrâ sevginin en tabiî neticesi fedâkârlıktır. Seven, sevdiğine karşı, sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapmayı zevk ve vazîfe olarak telâkkî eder. Bu, âşığın mâşûkuna can vermesine kadar dayanır. Can ve malın Allâh yolunda, vatan ve millet uğrunda fedâ edilebilmesi de, kulun Rabb'ine karşı muhabbetinin en güzel bir tezâhürüdür. Bunun içindir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

"Vatan sevgisi îmândandır..." buyurmuşlardır.

Bir şeyin ne kadar sevildiği ise, gerektiğinde onun için yapılabilen fedâkârlık ve göze alınabilen risk ile ölçülür. Bu bakımdan Çanakkale'de yaşananlar, her yönüyle müstesnâ bir vatan sevgisinin en canlı tezâhürlerini sergilemiştir. Her yiğit:

Toprak, alın teriyle gülistan olur, civan,

Candır sonunda bağrına en makbul armağan!..

terennümüyle fedâ-yı cân eylemiş ve böylece "Çanakkale Geçilmez" yazısı, 250 bin îmanlı vatan evlâdının, şehâdet şerbetini içmesi netîcesinde gerçekleşmiştir.

Gerçekten her asker, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in mübarek lisanından dökülen:

"Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikrâm sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister." (Buhari, Cihad, 21)

"Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar." (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 26)

"Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nail olur." (Müslim, İmare 156)

müjdeleriyle yoğrulmuş olarak müstesnâ bir şehidlik aşkıyla doluydu. Şehid olabilmek büyük bir sevdâ hâlinde idi. Sedye ile götürülen yaralı bir askerin, kumandanın yanından geçerken üzüntüyle:

"Şehit olamadım paşam!" diyerek hüznünü dile getirmesi, bu sevdânın en müşahhas bir misâlidir.

Zîrâ şehidlik, Allâh'ın, kullara hitaben buyurduğu «gel» fermanının en güzelidir ve şehidler de, bu dâvete en önde koşmak kendilerine nasîb olan bahtiyarlardır. Bu dâvet ile alâkalı olarak Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

"Mademki Cenab-ı Hakk seni istiyor, başını ayak yap da koş! Onun gel demesi, insana yücelikler verir. Manevî sarhoşluk verir, neler neler bağışlar, yaygılar yayar, sofralar kurar."

Bu davete koşmuş olan şühedâya verilen ilk mükâfat, hiç şüphesiz ki şu âyet-i kerîmedir:

"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; hayır, onlar diridirler. Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar..." (Âl-i İmran 169)

Bu ilâhî hakîkat dolayısıyladır ki, Allâh yolunda öldürülenlere «ölü» denmemiş, «şehid» denmiştir. Şehid kelimesinin şâhid mânâsı da vardır. Bu sebeple müfessirler, onların şehid oldukları an ruhlarının cennete vardığı ve oradaki nimetleri gördüğünü de bayan ederler. Diğer mü'minlerin ruhları ise, cenneti kıyamette göreceklerdir.

Şehidlik yolunda ashâbın, evliyâullâhın, Fâtihlerin velhâsıl yüreği îmân dolu cengâverlerin hayatları, ümmete tam bir mücâhede örneğidir. Zîrâ onlar, din yolunda, vatan uğrunda fazilet duygusuyla canlarını ve mallarını fedâkarâne harcamaktan aslâ kaçınmamışlar ve şehidliği, "vuslat" olarak kabul etmişlerdir. O tâlihli kullar için âyet-i kerîmede:

"Allâh mü'minlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır..." (et-Tevbe, 111) buyurulmaktadır.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, «Hayırlı insan kimdir?" suâline şöyle cevap buyurmuşlardır:

"_Canını ve malını Allâh yolunda bezleden (cömertçe veren)!"

İşte cihan tarihinin en azametli harplerinden biri olan Çanakkale muhârebeleri de, düşmanın misilsiz maddî gücüne rağmen îmân gücünün, Hakk yolunda maldan ve candan fedâkarlığın, kâbına varılmaz zaferlerine sadece bir misâldir. Fuzûlî'nin dilinde:

Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil,

Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir, ne benim!..

şeklinde yer alan ifadeler, Çanakkale'de müşahhas bir surette sergileniyordu.

Kahraman Mehmetçiklerden Hasan'ın saçlarını kınalayarak Çanakkale'ye gönderen annesi, ona yazdığı mektubunda:

"Oğlum! Sen bu âilenin seçilmiş kurbanısın. Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır, ben de seni evlâtlarım arasından vatana kurban olarak adadım. Onun için saçlarını kınaladım. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır." diyordu.

Orada her nefer, ölümü dost edinmişti. Ve ölüm de onların karşısına bir dost olarak çıktı. Ölümleri, kendi gönüllerindeki güllerin renginde oldu, yâni şehadet gülünün renginde... Şu hâdise, ne kadar ibretlidir:

Çanakkale'de Anzak kolordu kuvvetlerine karşı koyan 27. Alay ile birliklerine takviye olarak gelen 57. Alay'ın iki taburu da şehit olmuş, ancak taarruz hâlinde olan Anzak kuvvetlerini durdurmuşlardı. Çarpışmalar, siper muharebelerine dönüşmüştü. Muharebe bu minvalde devam ederken gece bastırdı. Son kalan tabur ile ertesi sabah için hücum emrini alan 57. Alay kumandanı şu anda mezarının bulunduğu Bombasırtı güney eteklerinden aşağıya baktığında o sisli nisan sabahı arazide yayılmış küme küme beyazlıklar gördü ve tabur kumandanını çağırıp sordu:

"-Bunlar nedir, evlâdım?"

"-Kumandanım! Onlar fecre az bir zaman kala emriniz ile hücuma geçecek olan erlerimizin iç çamaşırlarıdır."

Her bir vatan evlâdı şehit olmak için yıkanmış, temiz çamaşırlarını giymişti... İşte şehidliğe böylesine hazırlanıp vatana fedâ olan bu temiz yiğitlerdir ki, Çanakkale Karma Kolordu İngiliz Kumandanı General William Birdword'a:

"Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş bir cesaretle fırtınalar estiren, yaralı düşmanını sırtında taşıyarak onu ölümden kurtaran bir asker yeryüzünde görülmemiştir." dedirtmişlerdir.

Türk askerinin oradaki başarısının sırrı buydu. Böylece her yiğit asker, ruhunu saran sevdâ hâlindeki şehidlik aşkı ile düşman karşısında aşılmaz bir sebâtkârlık duvarı oluşturuyordu. Bu hâl üzerine acze düşen Sir Coben Korbet diyor ki:

"Çanakkale'de bizim gemi ateşlerimizde büyük kayıplara uğrayan birlikler Türk olmasaydı yerlerinde kalamazlardı. Hâlbuki Türkler, bütün muharebe süresince yerlerinden ayrılmadılar. Gösterdiğimiz bütün itiyat ve basiretlere rağmen baş döndürücü bir muzafferiyet kazandılar."

Bu muzafferiyetin bir sırrı da, erden kumandana her gönlün, hattâ bütün bir milletin Çanakkale'de yekvücud olması, birlik, beraberlik hâlinde bölünmez bir bütün oluşturmasıydı. «Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!» rûhunun yaşanmasıydı. Yâni Çanakkale'de düşmanı, Mehmetçiğin şahsında bir milletin yüreği karşıladı. Zîrâ üzerlerine gelen sayısız ve muhtelif düşman ancak böyle bertaraf edilebilirdi. Karşılarında kimisi aldatılmış birçok milletten müteşekkil büyük bir kitle vardı.

Çarpışmaların yükünü Fransızlar, Senegallilere; İngilizler ise kendi emelleri uğruna aldattıkları dominyon askerlerine ve Hintlilere yüklemişlerdi. Bunun yanında rakip saflarda destek olarak yer alanlar da az değildi. Bunların içinde yer alan Yahudilerden Hamilton şöyle bahseder:

"Yahudi gazeteciler bizim davamıza renk katıyor, Yahudi bankerler de kesemize para yağdırıyordu."

Merhum Âkif, bu topyekun bir haçlı saldırısı hâlinde cereyan eden düşman hücûmu neticesinde yaşanan Çanakkale'deki manzarayı ne kadar canlı ve müşahhas bir şekilde tasvir eder:

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.

.......

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak...

Böyle bir manzaraya sahne olan Çanakkale, İslâm'ın son karakolu idi. Onun için bütün bir millet o hudutta nöbet tutan erler hâlinde orada göğüslerini siper yaptı. Her neferi ayrı bir müjdenin kucakladığı Çanakkale, bilhassa:

"Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar dışında her ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı amellerin sevabı ise kıyamet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da emniyet içinde olur." (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 2) hadîs-i şerîfinin tecellî yeri oldu.

Muharebeler, çoğu kere hudutlarda cereyan ettiği için hudutları beklemek ve oralarda nöbet tutmak en mukaddes vazifelerden biri olup sulh zamanı da olsa askerlik vazifesi İslâm nazarında cihad sayılmıştır. Nitekim bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulur:

"Allâh yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak, dünyadan ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır." (Buhari, Cihad 6)

Vatan müdafaasından maksat, sadece sahip olunan toprakları korumak değildir. Bunun arka plânındaki asıl gâye, o topraklar üzerinde yaşayan insanların dinini, canını, malını, ırz ve namusunu korumak ve milletin fertlerini hürriyet içinde yaşatmaktır. Tabiî ki bu da bir vatan coğrafyası üzerinde mümkün olacağından bu gâye, vatan müdafaası olarak sembolize edilmiştir.

Onun için bir kimse askerlik vazifesi yaparken vazife başında ölürse, o şehid olarak Rabbine kavuşur. Şehidin amel defteri kapanmaz ve dünyada işlediği güzel ve hayırlı işlerin sevabı da kıyamete kadar devam eder. Şehid, kabirde meleklerin suallerinden ve kabir azabından muaf tutulur. Ancak bunda sıhhatli bir îmâna ve cihad şuuruna sahip olmak zarûreti vardır. Bu sebeple bütün hadîs-i şerîflerde "Allâh yolunda" kaydı vardır.

Bu itibarla Çanakkale, Türk çocuğuna îmân idealinin tâlimgâhı olmuştur. Gâzîlik ve şehidlik bu millet için ziyâfetti. Ölmek, şehidliğin seâdeti, yaşamak ise gâzîliğin şerefi idi.

*****
 

İngiliz Generali Aspinal Oglander diyor ki:

"Türk askerlerinin savaş içinde haiz olduğu yüksek niteliklerinin önceden lâyıkıyla bilinmemesi İngilizler için felâket olmuştur. Türk askerinin ne yaman bir muharip olduğunu İngilizler, kendileri ile dövüştükten sonra anlamışlardır."

İngiliz Generali Maude de şöyle der:

"Başka millet askerlerinin artık savaşı kaybettik, yenildik diye silâhını bırakıp savaştan vazgeçtiği hâllerde Türkler için ise savaş yeniden başlamıştır."

Çanakkale'de şanlı Mehmetçiğin fazîleti elbette bunlardan ibaret değildir. O, başkalarının normal zamanlarda bile gösteremediği şefkat ve merhameti harp sahasında düşmanına dahi gösterebilecek bir olgunluk içindeydi.

Ünlü Fransız yazarı Pierre Loti Çanakkale savaşıyla ilgili olarak kaydettiği ve bugün Fransız hükûmetinin herhâlde okumaya fırsat bulamadığı veya tarihteki nice yaptığımız iyilik ve yardımlarda olduğu gibi gerçeği görmezden geldiği şu hatıra pek calib-i dikkattir:

18 Mart'ta batan Fransız gemilerinden 20 kişilik bir denizci sâhile çıkmaya muvaffak oldular, ama karaya ayak bastıkları anda Türk askerlerini de karşılarında buldular. Ben bu gruptan Teğmen Andre Lemoine ile daha sonra Paris'te karşılaştım. Bana dikkat çekici şu hikâyesini anlattı:

"Sahile çıktığımız vakit bitkindik. Bir taraftan üzerimizden akıp geçen mermiler, diğer yandan mayınlar... Korkulmayacak gibi değildi. Üstelik şimdi kızgın düşmanla da karşılaşmıştık. Bizi aldılar, ilerideki tepenin hemen ardındaki bir kulübeye götürdüler... İçlerinde subay yoktu... Üzerimizdeki ıslak elbiseleri çıkardık. Bize kaputlarını verdiler... Sobanın başında ısındık. Az bir zaman sonra ekmek ve azık getirdiler. Kendilerinin tayınları olduğu belliydi. Karşılıklı yedik... Çorba ikram ettiler... Düşman değil, müşfik kurtarıcılar gibi davranıyorlardı. Daha sonra bizi aldılar ve Tekirdağ'a götürdüler. Türklerin bu büyüklüklerini unutamam."

Bu ifadeler, Mehmetçiğin, hadîs-i şerîfte buyurulan:

"İnsanların en üstünü Allâh yolunda canıyla ve malıyla cihâd eden kimsedir..." (Buhari, Cihad 2) şeklindeki peygamberî tarifi ne kadar güzel gerçekleştirdiklerinin bir nişanesidir.

Bu güzel ve ulvî davranışlar, düşmanlarımızı bile hayran bırakmış ve sonradan içlerinden Ömer nâmını alan Anzaklı gibi müslüman olanlar dahi olmuştur.

*****


Bütün bu hakîkatler çerçevesinde merhum Âkif de, Çanakkale'de her bakımdan şerefli ve asil bir muharebe sergileyen kahraman ordumuzda şehid düşen yiğitler hakkında şunları söylemekten kendini alamaz:

Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târihe" desem sığmazsın!

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan,
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem,

Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem,
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana..
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış, duruyor Peygamber...

İşte böyle bir iklîm içerisinde Çanakkale, cengâver ve yiğit askerimizin canları mukâbilinde bize sundukları müstesnâ bir mîrastır. Çanakkale'de şehîd olan babaların rûhu, sanki İstiklâl Harbi'nde şehîd olacak evladlarına mukaddes bir vasıyet bırakıyordu. İşte bugün biz, bu mîrâsın vârisleriyiz. Ancak bu mirasa sahip çıkarken bir yandan Âkif'in:

Zannetme ki ecdadın asırlarca uyurdu,
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt'ada yer yer kanayan izleri şâhid,
Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücâhid!..

mısralarına kulak vermeli, diğer yandan da Alman Profesör Neumark'ın şu sözlerine dikkat etmeliyiz:

"-Çok samimî itiraf edeyim ki, Avrupalılar, Türkleri sevmez. Kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı Hristiyanların hücrelerine sinmiştir. Çünkü sizler en az 400 sene sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki, Vahhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığının adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet'i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadet'i devam ettirdi. Onun için faraza lâiklik şöyle dursun, Hristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam ederler. Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir. Ve sizler gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa'nın refahı ve medeniyeti yıkılır. Bu bakımdan sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağlamaya çalışıyorlar..."

*****


Bilmelidir ki, mâzinin bittiği yerde, millet biter, insan biter, iz'an biter, nihâyet bulur. Millet, târihinden ibârettir. Onu târihinden sıyırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Mâzinin devrettiği unsurların zenginliği nisbetinde yeni eserler ve yeni nesiller canlı ve devamlı olur. Milletlerin bekâsı, hassas, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, Çanakkale destânını ninni yapan nesil, îmânının, milletinin ve bütün maddî ve mânevî değerlerin sâhibi olacaktır.

Nasıl ki Alparslan'ı Allâh'a kavuşturan bir Malazgirt, Kılıçarslan'ın binbir gazâsına ninni söyleyen Anadolu ovaları, ecdâdın kemikleri ile vatan hudutlarının çizildiği Çanakkale inkâr ve imhâ edilemezse, bu zaferleri bahşeden ve onlarla hayat bulan millî mukaddesât da yok edilemez. Millî vicdan, imhâ edilemez. Bu vicdânın sâhibi, hakkın sâhibidir. Muhâtaralar da onu güçlendirir.

*****



Osman Nuri Topbas