hafız_32
Wed 27 October 2010, 01:57 pm GMT +0200
Cahilî Toplum
Seyyid Kutub, bizim toplumumuzu Cahilî Toplum, olarak adlandırdığından dolayı da eleştirilmiş bulunuyor.
"Müslümanları tekfir etme ithamı" bölümünü okuyan bir kimse için bu konu anlaşılır birşeydir.
Merhum Seyyid Kutub, bu toplumları Cahilî Toplum olarak kabul ederken temel bir düşünceden harekete koyulur. Bu temel düşünce ise; "cahiliye"nin yalnızca İslam'dan önceki tarihi bir dönemin adı olmayıp, aksine zaman ve mekanı göz önünde bulundurmaksızın, şayet İslam'dan önceki tarihî döneme benzeyen bir durum ile karşı karşıya kalınacak olursa aynı adlandırma o dönem için de tümüyle söz konusu olabilir şeklindedir.
İşte onun herhangi bir toplumu Cahilî Toplum olmakla nitelendirmesindeki hareket noktası budur.
"Cahiliye"nin sınırlarının belirlenmesine gelince; o, İslam'dan önceki putperest Arap toplumunun üzerinde yükseldiği temel esası bilmemiz halinde, bu sınırların belirleneceği görüşündedir. Bu temel esas ise; kulların kullar üzerinde hükümranlık sahibi olup, Yüce Allah'ın kulları üzerindeki mutlak hakimiyetini reddetmektir. Yani hakimiyeti kabul edilen ilah şu veya bu şekli ile, "insanın hevası" olup, hakim kılınan da Allah'ın emirleri değildir.
"Cahiliyenin bu şekilde sınırlandırılması sonucunda İslam'ın tümüyle kabul görmediği herbir toplum, Cahili Toplum kapsamına girer:
a- Mesela komünist devletler gibi, ateist her toplum Cahili Toplum'un kapsamı içerisindedir.
b- Hind, orta Afrika, Japonya ve Filipin gibi putperest her toplum da onun kapsamı içerisindedir.
c- Genel olarak, kapitalist toplumların oluşturduğu vaktiyle Kitap Ehli olan veya halen Kitap Ehli sayılan her bir toplum.
d- Müslüman toplumların peşinden gelip de onların egemen oldukları topraklara, ülkeye ve isimlerine mirasçı olan her bir toplum."
Merhum Şehid şöyle söylemektedir: "Son olarak kendilerinin müslüman olduklarını delilsiz olarak ileri süren bu toplumlar dahi Cahili Toplum çerçevesinin içerisine girer.”
"Bu toplumlar Cahili Toplum'un bu çerçevesine Allah'tan başkasının ulûhiyetine inandığı için veya aynı şekilde Allah'tan başkasına ibadetlerini sunduğu için değil; fakat, hayat pratiğinde yalnızca Allah'a ubudiyet etmediğinden dolayı girmektedir. Bu toplumlar Allah'tan başkasının ulûhiyetine itikad etmemekle birlikte, ulühiyetin en belirgin özelliğini Allah'tan başkasına vererek, Allah'tan başkasına boyun eğmektedir. Yapısını, değerlerini, ölçülerini, gelenek ve göreneklerini, hemen hemen hayatının bütün esaslarını bu kaynaktan almaktadır. Şanı Yüce Allah ise, bu tür insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."
Yönetilenler hakkında ise şöyle demektedir; "Sana, indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürüp de ona kafir olmakla emrolundukları halde tağûtun hükmüne başvurmak isteyenleri görmez misin?" buyruğundan başlayıp; "Hayır, öyle değil, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonra da verdiğin hükümde kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar." [113] buyruğuna kadar ki ayetlerle yönetilenler hakkındaki hükmünü bildiriyor.
"Şanı Yüce Allah bundan önce Yahudi ve Hristiyanları şirkle, küfürle, Allah'tan başkasına ibadet etmekten yan çizmekle, Allah'ın dışında haham ve rahipleri rabbler edinmekle nitelendiriyor. Bunun biricik sebebi, onların haham ve rahipler hakkında kendilerini "Müslüman" diye adlandıran kimselerin kendileri gibi olan insanlara vermiş oldukları bir takım sıfatlar dolayısıyladır. İşte Şanı Yüce Allah böyle bir şeyi Yahudi ve Hristiyanların şirk koşması olarak nitelendirmiş ve onların Meryem oğlu İsa'ya ibadet ettikleri ve ilah olarak tanıyıp rab kabul ettikleri davranışları ile eşit olarak değerlendirmiştir. Yalnızca Allah'a kulluk etmek çerçevesinin dışına çıkmak konusunda bunun ile öteki arasında herhangi bir fark yoktur. Bu da Allah'ın dininden ve Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin çerçevesinin dışına çıkmaktır.
"Bu toplumların kimisi, açıktan açığa din ile kesinlikle hiçbir ilişkisi bulunmadığını iletmiş, bir kısmı da dine saygılı olduğunu açıklamakla birlikte kesinlikle dini hayatın realitenin dışına itmekte ve "gaybîliği" inkar ettiğini söyleyerek düzeninin "bilimsellik" üzerine kurduğunu söylemekte ve bilimselliğin gaybîlik ile çeliştiğini kabul etmektedir. Böyle bir iddia ise ancak, cahillerin söyleyebileceği cahilce bir iddiadan başkası olamaz. Bazıları ise dilediği şekilde kanunlar koyarak, bunlar hakkında: "İşte bu Allah'ın dinidir" diyebilmektedir. Bütün bunların yalnızca Allah'a ibadet etmek, kulluk etmek esası üzerinde yükselmemesi açısından aralarında hiçbir fark yoktur.
"Durum bu şekilde olduğuna göre, İslam'ın bu toplumlara karşı tutumu tek bir ifadede belirlenebilir: İslam, kendi açısından bu toplumların İslamî olduğunu ve şer’i olduğunu kabul etmemektedir."
İşte Seyyid Kutub'un bu konudaki delili budur ve hiç şüphesiz ki bu delil, tercih edilebilecek bir delildir.
Bazı basit kimselerin anlamış olduğu gibi onun bu sözleri ile bu toplumlarda bulunan her ferdin kafir olacağını kastetmediği açıktır. Çünkü o, her bir ferdi başlı başına ve bağımsız olarak akidesiyle ve bu akideye uygun yaşayışı ile ele alıp değerlendirmektedir.
Bu toprakları harp diyarı olarak kabul etmesine gelince, onun bu kabulü de geçen bölümde sözünü etmiş olduğumuz ve bu bölümde de az önce sunmuş olduğumuz bir takım mukaddimeler üzerinde yükselir.
Müslüman fakihler dünyayı temelde iki ayrı diyara ve bunlara bağlı olan bir takım diyarlara taksim etmişlerdir.
Asıl olan iki dar, Dâru'l-İslam ile Dâru'l-Harp'tir.
Bunlara bağlı olan diğer darlar ise: Dâru'l-Ridde, Dâru'1-Ahd ve Dâru'l-Bağiy'dir.
Dâru'l-İslâm, fukahânın icmâı ile İslam'ın egemen olduğu ülkedir. Dâru'1-Harb ise yine fukahanın icmaı ile İslâm'ın hükümran olmadığı ülkedir." [114]
Muhammed Berekat'ın geniş alıntılar yaparak ortaya koyduğu bu fikirlere göre -yani Seyyid Kutub'un fikirlerine göre- toplumda her ferdi tekfir etmek yanlış bir metottur.
Okuyucu kitabın bundan sonraki bölümlerinde aktarılan alıntılar ile bundan önceki alıntılar arasında farklılıklar bulunabileceğini anlayacaktır. Seyyid Kutub'un görüşleri ile bundan sonra bahsedeceğimiz İbn-i Hacer, İbn-i Cezvî, Kardavî... gibi alimlerin görüşleri arasında uyuşmayan noktaların bulunduğu gerçektir. Bizler okuyup anladığımız kadarıyla her iki grubun görüşlerinde de hakkın bulunduğuna inanıyoruz ve yapmak istediğimiz şey ile ulaşmak istediğimiz sonuç da öncekiler ve sonrakiler arasında bir bağlantı kurmaktır. Bu bağlamda Seyyid Kutub'un "küfür-fısk-zulüm" kavramlarının şeriattaki manaları konusunda selef ulemasından daha zayıf olduğuna selef ulemasınında "uluhiyet ve rububiyet" manaları konusunda S. Kutub'tan zayıf olduğuna inanıyoruz. İstiyoruz ki güvenilir bulduğumuz alimlerin doğru yanlarını birleştirerek emin bir yol oluşturalım. Bu birleştirmeyi tevhîd yolunda taviz vermeden yürümeyi şiar edinen alimler arasında yapmaya çalışıyoruz. Bu tavra örnek olarak S. Kutub'un "Allah'ın hükümlerini uygulamamadan dolayı oluşan küfür" konusundaki fikirleri ile İbn-i Kayyım'ın "Allah'ın hükümlerini inanmadan uygulamama ile oluşan küfür" konusundaki fikirleri arasında bir uzlaşmayı verebiliriz. [115]
TARİHİN ÇEŞİTLİ DÖNEMLERİNDE VE GÜNÜMÜZDE YAŞAYAN BAZI ALİM VE
YAZARLARIN GÖRÜŞLERİ
Kitabın bu bölümünde daha önce bahsedilen konulardan belki tekrar bahsedeceğiz. Ancak önemli görünen mevzular hususunda tekrar yapmanın gereğine inanıyoruz. Kaldı ki bizim bu tekrarımız aynı konuları değişik alim ve yazarlardan alıntı yapmak şeklinde olacaktır. Ta ki tekfir konusunda aşırı gidenler veya onlara özenenler veya ifrat-tefrit arasında gidip gelenler kendileri gibi düşünmeyen ulema ve fukahanın ne kadar çok olduğunu görsünler. İşte bu ulemadan birisi bakınız kitabın başından beri konuştuğumuz mevzular hakkında neler söylemektedir: [116]
İslâm ve Müslüman
İslam; ALLAH'ın tevhididir, (La ilahe illallah)'tır. ALLAH kulunu bununla mükellef kılmıştır; "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."[117] ALLAH kuluna peygamberler göndererek bu hakikati onlara söylemektedir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermiş değiliz ki ancak O'na benden başka ilah yoktur ve bana ibadet ediniz diye vahyetmiş olmayalım."[118] (Lâilaheillallah) kelimesi İslam'ın tümünü içermektedir. Bu kelime ile İslama girildiği gibi bu kelimenin aksi ise İslamdan çıkarır. (Lâilahe) yani "hiçbir ilah yoktur" demekle tüm küfürden sıyrılıyor daha sonra (illallah ) kelimesiyle, dine girilip usûl ve teferruatı ispat edilmiş olunuyor.
Tevhid kelimesi, İslam'ın kemaline tam uymanın tek şartıdır. Yani tevhidin tek rüknüdür. Tevhid kelimesinin dışında kalan rükün ve erkanlar ise ameli esaslar olup o amelin zaman ve mekanıyla kayıtlı kılınmıştır. Mesela namaz ibadeti, vakti gelince farzdır. Hacc ibadeti, vakti gelince farzdır. Hacc ibadeti ise belirli bir zamanda ve belirli bir mekanda farz kılınmıştır. Oruç ise gücü yeten için ve ramazan ayında olması şartı vardır (Ramazan orucu). Şayet bu kelimenin mefhumu (ihtiva ettiği için anlam) İslam ile aynı ise bu kelimeyi söyleyen zaruri olarak müslümandır. Bu insan İslamın en edna (aşağı) sınırında olsa bile yine zahiri olarak müslümandır.
Bu konuda Ş. İbn-i Teymiyye söyle söylemektedir: "Resûlullah (A.S)'ın dininde ve ümmetin üzerinde ittifak ettiği bilinen birşey vardır ki o da: İslam’ın ilk aslı ve yaratıkların ilk emrolundukları şey: Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek ve Resûlullah (s.a.v)'ın O'nun peygamberi olduğuna şehadettir.
İşte bu kelimeyle kafir, müslüman olur. Düşman dost olur. Kanı ve malı mubah olanın malı ve kanı haram olur. Bu kimse bu şehadeti diliyle söylediği gibi bunu kalbiyle tasdik ederse bu kimse imana girmiş olur.
Şayet bunu diliyle söyleyip kalbiyle iman etmiyorsa bu kimse zahiri olarak müslüman olup, batında ise imandan yoksundur.
Teymiyye'nin sözünden şu anlaşılmaktadır. Madem ki tevhîd kelimesi İslamı içine almaktadır; o zaman tevhid kelimesini telaffuz eden kişiye İslam ile hüküm etmemiz vaciptir. Nasıl ki küfür kelimesini söyleyen bir insana "kafir" dememiz vacip olduğu gibi. Yani ilk şahsı doğruladık (tevhid kelimesini söylediğinden) ve İslamla ona hüküm verdik. İkinci şahsı da doğruladık (küfür söyleyen) ve ona da "kafir" "küfür" hükmünü verdik. İki sınıf arasında bir sınıf olmaz, aynısının aynısıyla hüküm verdik.
Bir kimseyi ne doğrulamak ne de yalanlamak yani ne İslamlığına ve ne de kafirliğine hüküm etmek "Açıklama Mezhebi" dediğimiz şu kavram içine girmektedir: [119]
Açıklama Mezhebi
Açıklama mezhebinden maksat; cahili bir toplumda yaşayan ve ondan beri (uzak) olmayan ve İslamın rükünlerini yerine getirmeye çalışan kişiye İslam ile hüküm vermekte durmaktır.
Söyleniyor ki: Bu durumda olan bir kimse cahiliye ile iltibas ettiğinden (karıştırdığından) dolayı buna İslam ismi verilmez ve aynı zamanda bu şahsa küfür de gerektirilmez. Bu görüş sahipleri her ne kadar bu şahsın durumunu küfre yakın görüyorlarsa da bunlar bu durumda olan bir şahıs için İslam ve küfür kapısını kapatmışlardır. Bu düşüncedekiler mezheplerini, iltibas hakikatine dayandırmış, bu binaya dayandırılacak esasları biribirinden ayırt etmediklerinden dolayı zor bir durumda kalmışlardır.
İltibas, yâni "biribirine karıştırmak" dediğimiz kavramı şu şekilde ayırt edebiliriz.
İltibasın bir kısmı vardır ki bu kısım iltibasın (yani karıştırmanın) insanı İslamdan çıkarttığına dair herkes ittifak halindedir. Yahut bu iltibas onun İslama girmesine engeldir.
Örneğin Tevhîd kelimesini söylemesine rağmen tağutlara boyun eğen yahut putlara secde eden kimse gibi. Bu iki şahsa gerekli olan şey önce tağut ve puttan uzaklaşıp sonra İslamlıklarını ilan etmeleridir. Bu (bahsedilen sadece) iltibasın birinci şekliydi.
İltibasın ikinci şekli ise hükmü mestur (yani hükmü kapalı) olandır. Cahili bir toplumda yaşayan insan gibi. Bu durumdaki iltibas zann üzerine kurulmuş şüpheden başka bir şey değildir. Ne bir hükmü sabit kılar ne de bir sıfatı nefy (olumsuz) eder.
Çünkü müslümanın vasfı yahut bir şahsa İslam ile hükmetmek o şahsın yaşadığı toplumun içinde var olmasıyla veya o toplumun bir ferdi olmasıyla ilgisi yoktur. Yine, insanlardan ayrılan tek yaşayan, kimseyle alakası olmadan yaşayan kişinin de (zahir olarak) İslam olduğuna karar (hükm) verilir.
Aslında bu işin gerçeği şudur: Bir şahsın zatının ne olduğuna dair karar vermek, o kimsenin fiillerinde zahir olan ve sözünden anlaşılan şeylere bağlıdır.
Bizler şer’i istilahlara bağlıyız. Bunun sebebi ise bu ıstılahlarda olan manaların himaye ve ihtiva ettiği delilleri korumak içindir.
Asıl büyük, ağır hata ve yüz kızartıcı ve abes olan şey şer’i olan bu ıstılahları zanna dayanarak silmek ve değiştirmektir. Zann ise ancak yalandan ibaret olup, açık olmayan bir şeydir.
İltibası iki kısma ayırmamızın sebebi, hükmü genelleştiren bir kavmin (fırkanın) hatasını beyan etmek içindir. Bu kısımlandırma ise "tebeyyün" (açıklama) dediğimiz şeyin makbul şer’î olan ile makbul ve şer’i olmayan açıklamayı bize bildirmektedir.
Açıklanması meşru olmayan şeyleri İslamı iddia edenden açıklamasını istemek, söz söyleyenden doğruluğunu açıklamasını beklemek, mechûlul hal (hali bilinmeyen) bir insandan ilmi açıklamalar beklemek, kötülükleri aramakta açıklama beklemek, istemek... Böyle yapmak büyük bir hatadır ve yeryüzünde fesattır.
Şer’i (yani şeriat kanunlarına uygun) ve makbul olan açıklama ise; küfre benzeyen birisinden açıklama istemek, aynı zamanda yalancı ve cahilden açıklama istemek, bu kimselerden açıklama (beyan) talep etmek makbul olup (yani kabul edilmiş olup) mutlak manada da meşru değildir. Bilakis birtakım şartları vardır. Aynı zamanda bu özelliğe sahip olanlardan açıklama istemek Veliyyü'l-emrin işidir herkese meşru değildir.
Ayakların kaymasından ve fasit anlayışlardan Allah'a sığınırız. [120]
Sakınılması Gereken Şeyler
1- Eşya ve şahıslar için fıtratta karar kılmış esaslara muhalefet etmekten sakınmak, örneğin, sözde (konuşmada) asıl olan şey sözün doğru ve hak olmasıdır. Ta ki o sözün yalanlığı ve batıl olduğu ortaya çıkıncaya kadar. Aynı zamanda kişide (şahıslarda) asıl olan şey kişinin emin ve kötülüklerden uzak olmasıdır. Ancak o kişide kötülük ve hıyanet sabit (kesin) olursa durum değişir.Ve bu gerçeğe dayanarak İslamı iddia eden birisinde asıl olan bu iddiasını ve çağrısını İslama muhalif bir şey ispat edilmeyinceye kadar kabul etmektir. Yahut iddia ettiği gibi İslam'ın batıl olduğunu zahir olana kadar İslamını ispat etmek gerekir.
2- Bundan dolayıdır ki Allah'ın bütün Resulleri -ki Kur’an’ı Kerim buna delildir- insanlardan tevhid kelimesini getirmelerini mükellef kılmışlardır. Hiç bir peygamber beyanı (açıklamayı) ne İslamın bir rüknü ne tarzını ne de şartını kılmış değildir.
3- Allahu Teala son peygamberinden, Arapların (Bedevi Arapların) İslamını kabul etmesini istemiştir. Oysa ki o bedevilerin yalancı ve cahil olmaları da söz konusu idi.
4- Yine bu gerçeklerden birisi de Allah'ın Resûlü'nün Medineli münafıkların tevhid kelimesini kabul etmiş olması ve onları ashabından olarak isimlendirmesidir.
Durum bundan ibaret iken, kim dilini yahut elini fıtrat kalbine uzatabilir? Bilakis kim Allah'ın emirleriyle şarta girer ve kim Allah Resulünün hükümleştirdiği bir şeyde onunla iddiaya girer?
"Ey inananlar Allah'ın resulünün huzurunda öne geçmeyin Allah'tan korkun." [121]
Gelin beraber Allah'ın kitabıyla hüküm verelim (görüş kaynağımız O olsun). Şayet bir şey (bir doğru) üzerinde olduğunuzu söylüyorsanız delillerinizi getirin. Ama taşıdığınız deliller de sizin lehinize değil aleyhinizedir. Maksadı ve muradı sadece hayır dilemek olan kişileri de dinleyin. Başarı ancak Allah'tandır.
Bu özelliklere sahip olan fırkanın delillendirmeye çalıştıkları başka bir mesele ise şudur: Cahili bir toplumda iş yapmak. Bu konuda delil getirerek gerekli açıklamalara giderek cahili toplumda çalışan birisinin İslam’dan çıktığına hüküm veriyorlar.
Onlara bu konuda şöyle cevap verebiliriz; ibret işin kendisinde (durumunda) veya işvereninin durumundan ibaret değildir (yani mesele kimin işveren olduğu değildir). Asıl ibret (asıl mesele) işin, çalışmanın ne tür bir iş olduğudur. Çalışılan iş haram ise o haramlık daima vardır. Şayet haram değilse o zaman ne o iş, ne de o işte çalışma haram değildir. Küfür de böyledir. Bunların iddiaları akıl ve nakilden uzaktır.
Bizim ve onların elinde bulunan Kur'an-ı Kerim bize Yusuf (A.S) ve onun kıssasını uzunca anlatıyor. Yusuf (A.S) firavunun veziriydi. Yahut Mısır'ın aziziydi. Yahut Ş. İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi Mısır firavunu ve kavmi (Mısır halkı) müşrik idiler. Yusuf (A.S) böyle bir toplum içinde hayra ve adalete çağırdı ve onları imkanları dahilinde imana çağırdı (İ. Teymiyye). Şimdi, Mısır'da yürürlükte olan hükümlerin cahili bir hüküm olduğundan hiç şüphe yoktur. Ve hatta oradaki hükmün çok açık bir küfür olduğu yürürlükteydi ki nitekim Yusuf (A.S) kardeşini ancak Mısır krallığının resmileşmiş olan cahili hükümleriyle alabildi. Yani Mısır melikinin dinine göre hüküm ederek kardeşini geri alabildi. Şimdi bunlar da bu durumda Allah'ın kendisinden razı olduğu Yusuf (A.S) için nasıl bir hüküm, nasıl bir karar verirler?
Soru sormakla açıklamayı isteyen bu fırkanın bazen de fasit (yanlık) delillerle ve batıl delillerle açıklamasını gerekli olduğunu söylediklerini görüyoruz, örneğin Hz. Ömer'in, bir kişinin ölümü olayında Huzeyfe'yi takip etmesi şayet Huzeyfe cenaze namazına iştirak ederse onun da iştirak etmesi, iştirak etmiyorsa onun da etmemesi konusu. Çünkü Huzeyfe vahiy katibi olup münafıkların adını biliyordu. Bu olay ve konuyla ilgili olarak onlara şöyle cevap veriyoruz: Şayet, açıklama (tebeyyün) dinden olmuş olsaydı bu yalnızca Huzeyfe'ye has kılınmazdı. Ve Huzeyfe'nin bunu Ömer ve Ömer'den daha düşük tabakadakilerden saklaması caiz olmazdı. Ömer'in bu fiilinde onlara herhangi bir delil yoktur. Çünkü Ömer'den daha hayırlı olan Hz. Peygamber namaz kılıyordu ve müminlere "arkadaşımızın üzerine namaz kılın" diyordu.
Yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlara varabiliriz.
1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.
2- Tevhîd kelimesi kulun zatına olan ikrarıdır (yani kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbına olan imanının, teslimiyetinin ve Rabbıyla olan ilişkisinin bildirgesidir.
3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatlığı gerektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehadet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söyleyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisinden ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).
4- Şeri hükümlerin delalet ettiği mana ve ihtiva ettiği manaları muhafaza etmek gerekir.
5- Zaruri olarak bilinmiş olan şeylerden korunmak. Örneğin; müslüman birisinin İslam’ında durmak ve kafir birisininde küfründe durmak gibi.
6- Zatın beratlığı ve zahirin kabul edilmesinde kesinlikle belli olan usulleri yok etmekten kaçınmak.
7- Söylenilen söz, batıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.
8- ALLAH'ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olmasına sebep olmaktadır.
9-Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yükümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, davada güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tabi olunsun diye hakkı açıklamak ve batıldan uzaklaşmak için de batılı açıklamak gerekir." [122]
Tekfirde aşırı gidenlerin ellerinden bırakmadıkları kitapların birinde, Allah'ın hükümlerine uyma meselesinden bahisle, Allah'ın hükümlerine uymanın namaz kılma meselesine benzediği söylenmektedir. Yazar şöyle diyor: "Bir insandan, namazı Allah'tan başkası için kılması istendiğinde o insan bunu reddeder. Ancak aynı insan hüküm konusunda kulları Allah'ı tercih etmektedir, işte bu insan ve -bunlar- Allah'ın hükümlerinin, namaz gibi aynı değerde olduğunu anlamıyorlar." [123]
Yazarın, Allah'ın tüm hükümlerini, namaz hükmü değerinde görmesi doğru bir düşüncedir. Ancak bu yazarın Allah'ın hükümlerine bağlanma durumunu yani Allah'ın hükümlerine iman edip de uygulayamama durumunu neden söz konusu etmediğini anlamak zordur. Çünkü daha önce onlarca kaynaktan, Kitap ve Sünnet'ten yaptığımız iktibas ve delillere dayanarak kesinlikle şunu söyleyebiliriz: Allah'ın hükümlerini inkar ederek uygulamamak ayrı bir durumdur. Bunun yanında Allah'ın her hükmüne iman edip de zaman zaman bunları uygulamamak da ayrı bir durumdur. Çünkü böyle olmasaydı İslam alimleri devlet başkanı olduğu halde Allah'ın bazı hükümlerini ayaklar altına alıp kendi hükümlerini uygulayan kişileri müslüman saymazlardı (Muaviye, Yezid, Haccac v.s bu devlet başkanlarına örnek verilebilir).
Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken "İtikadı küfür, ameli küfür" gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir gerçektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kafir yapmayabilir. Şimdi İbn-i Kayyım El-Cezvî'den yaptığımız alıntıyı dikkatle takip edelim:[124]
[113] Nisa: 4/60-65.
[114] a.g.e. s. 244-249
[115] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 173-178.
[116] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 179.
[117] Zariyat: 56/?.
[118] Fatır: 35/?.
[119] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 179-181.
[120] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 181-183.
[121] Hucurât: 49/1.
[122] Muhammed Salih Ebu Ali, Mefâhim.
[123] 2. el-Kudsî, İşte Müslüman, Hak Yay.
[124] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 184-189.