- Cahiliye Dönemi ve Asrı Saadet Geldi Geçti mi?

Adsense kodları


Cahiliye Dönemi ve Asrı Saadet Geldi Geçti mi?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Thu 6 October 2011, 11:40 am GMT +0200
Cahiliye Dönemi ve Asr-ı Saadet Geldi Geçti mi?



Nisan 2006 88.SAYI


Ali YURTGEZEN kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.


Allah Tealâ Kur’an-ı Azimüşşan’da hayır ile şerri, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini izah buyurduktan başka, bir de bunların uygulamasını göstermek üzere bu iki zıt dönemi yan yana koymuştur.

Cahiliyye ile Asr-ı Saadet, Kur’an’ın amelî tefsiri, hayat halindeki tezahürüdür.

Şu halde müslümanlar olarak hem Cahiliyye Dönemi’ni hem Asr-ı Saadet’i iyi bilmek, doğru anlamak gibi bir yükümlülüğümüz bulunuyor.

Kur’an-ı Kerim’in bir çok suresinde geçmişte yaşamış insan topluluklarının ibret verici hikâyeleri nakledilir.

Anlatılan hadiseler “eski”dir, “geçmişte”dir ama nüzûl anından itibaren kıyamete kadar “yeni” ve “gelecek” olanı düzenler.

Demek ki “mazi” bir müslüman için tarihte kalmış, geçip gitmiş bir zaman dilimi değildir.

Kainattaki her şey gibi tarihî devirler ve hadiseler de Cenab-ı Hakk’ın bilhassa öyle takdir ve tanzim ettiği birer ayetidir. Doğru okuyup anlayabilenler için bunlarda ibretler vardır, bugüne dair mesajlar vardır.

Zamanla alakalı iki kavram olan Cahiliyye Dönemi ve Asr-ı Saadet’e bu gözle bakılmalıdır.

İki örnek tablo


Cahiliyye Dönemi ile onun hemen sonrasındaki Asr-ı Saadet, müslüman fert ve toplulukların “nasıl olmaması” yahut “nasıl olması” gerektiğini en net, en ideal ölçüleriyle veren iki “örnek” tarih kesitidir.

Peki, hakkında yüzlerce cilt kitap yazılmışken, bu dönemleri müslümanların bilmemesi, yahut doğru anlamaması gibi bir sıkıntı mı var?

“Müslümanım” diyenlerin büyük çoğunluğunun “çağdaş uygarlık seviyesi” sevdasına, Batılılaşma gayretine bakarsak, evet!..

Ama sıkıntı, söz konusu dönemler hakkında bize yanlış veya eksik bilgi verilmesinden değil, bizim idrâkimizden, değerlendirme tarzımızdan kaynaklanıyor.

Bu sebeple biz Cahiliyye Dönemi’ni yahut Asr-ı Saadet’i anlatmaktan çok, bugünkü müslümanların bakış ve değerlendirmelerini konu edeceğiz.

‘Dün’e ‘bugün’ün ölçüleriyle bakınca


Tarihteki hadiselerin “halihazırın değişmiş ölçüleri” ile kavranmaya çalışılması genel bir problemdir. Zaman içinde siz farkında olmasanız da tasavvurlarınız değişmiş, değer yargılarınız farklılaşmıştır.

Bugün bazı kavramlara sorgulamadan yüklediğiniz yaygın anlamlar, aynı kavramların tarihteki muhtevasına denk düşmeyebilir oysa.
Öyle ya, Asr-ı Saadet ifadesindeki saadet, “mutluluk” demek. Biz bugün “mutlu olmak”tan ne anlıyoruz mesela? Bizim kendimiz için tahayyül ettiğimiz “mutluluk” ile Asr-ı Saadet’teki müslümanların mutluluk anlayışı aynı mıydı?

Asr-ı Saadet müslümanlarının bir eli yağda bir eli balda, çağın her türlü konforuna sahip, her istediğini “tüketen” insanlar olduğunu düşünmüyorsak bile, kendilerini neden ve nasıl mutlu addettiklerini düşünüyor muyuz dersiniz?

Yahut “cahiliyye”den ne anlıyoruz? Cahiliyye tezahürlerinden birini, mesela “kız çocuklarının öldürülmesi” barbarlığını zihnimizde dondurup cahiliyyeyi sadece bu tabloya indirgemiş, böyle bir cinayeti işlemediğimiz için kendimizi cahiliyye safından çıkarmış olmayalım sakın!

CAHİLİYE DÖNEMİ'Nİ NASIL ANLAYALIM?


İslâm; metodu, muhtevası, sürekliliği, tesir sahasının genişliği ve neticeleri ile tarihin kaydettiği en büyük inkılâbın yegane saikidir. Vahyin bu büyük gücünü kavrayabilmemiz, imanın bir çırpıda nasıl eskisinden farklı bir insan ve toplum inşa ettiğini görebilmemiz için, İslâm’ın, cahiliyyenin en tipik tezahürleriyle yaşandığı bir zaman ve coğrafyaya inmesi gerekiyordu; öyle oldu.

Nitekim dar ve özel anlamıyla, yani “Mekke çevresindeki putperest Arapların nübüvvetin hemen öncesindeki inanç, tutum ve davranışları” anlamıyla “cahiliyye”, hep mukayese unsuru olarak konu edilmiş bir dönemdir.

Bu çerçevede Sahabe-i Kiram Efendilerimizden bir kısmının, hidayet ve nübüvvet gelmeden önceki bazı tutumlarını pişmanlık sadedinde ifade edip bunları “cahiliyye” olarak nitelemeleri; Hz. Peygamber s.a.v.’in bazı yanlış davranışları cahiliyye adeti yahut kalıntısı diye adlandırıp yasaklaması, cahiliyyenin sadece bu tutum ve davranışlardan ibaret olduğu kanaatine yol açmamalıdır.

Cahiliyyenin belirtileri, cahiliyyenin kendisi değildir. Evet, ahlâksızlık, kadınların açılıp saçılması, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, asabiyye, kan davası, bedevî kabalığı, tefecilik, sömürü, kibir ve inat cahiliyyedendir. Ama bir kavram olarak cahiliyye bunlardan ibaret değildir. Peki nedir öyleyse?

‘Cahiliyye’ ne demektir?


“Cahiliyye(t)”, cehl kökünden türemiş “cahil” kelimesinden yapılma bir mastardır; “cahillik” demektir. “Nefsin ilimden mahrum ve hâlî (boş) olması” durumunu ifade eder.

Bu durumun tabii sonucu olarak “hakikatin dışında bir şeye inanmak (şirk)” ve “itikadı doğru olsa bile bunun aksine davranmak” gibi iki anlam daha taşır.

Hemen işaret edelim; şu son anlam, eğer günah işlemekte ısrarımız varsa, müslümanlığımıza rağmen bizi Cahiliyye’ye dahil ediyor.

Üstelik asıl ve ilk anlamın nefsimizde bulunduğunu da gösteriyor. Zira “ilim” yoksunluğu ya şirke düşürecektir insanı ya da kâmil bir imana imkan vermediğinden günah batağına...

“İlim” olmadan iman-ı kâmil olmuyor çünkü.

Bugün kime ‘cahil’ diyoruz?

Cahiliyye ile ilgili asıl problem, kavramın “ilimden yoksun olmak” şeklindeki temel anlamının Türkçe’de öteden beri “bilgisizlik” kelimesiyle karşılanmasından kaynaklanıyor.

Kur’an-ı Kerim meallerinde de mesela “bi-gayr-i ilmin” ifadesi, belki pratik olmak zaruretiyle, bazan “bilmeden/bilgisizce”, bazan da “cahillikle” şeklinde Türkçe’ye çevriliyor; neticede “cahillik” kavramı “bilgisizlik” olarak kafalara yerleşiyor.

Hele bir de “bilgi”ye yaşadığımız çağın şartlandırmalarıyla “cahil”lerin verdiği anlamı veriyorsak, iş iyice sarpa sarıyor.

Şöyle bir kendimizi yoklamaya ne dersiniz? “Cahil” deyince bugün çoğu müslümanın aklına “okula gitmeyen, okur-yazar olmayan, bu sebeple de bir takım malumattan yoksun” insanlar gelmiyor mu?

Hatta bir adım daha ileri gidip böyle insanların bulunduğu toplumları “geri kalmış, ilkel” ilan etmiyor muyuz?

Son teknolojiyle donanmış ofislerinde “bilgi çağı”nın bütün imkanlarından faydalanan, lüks içinde yaşayan, fert başına düşen milli geliri yüksek toplumların “uygar”lığını imrenerek kabul ederken, mesela hayat standardı düşük, fakir, çok çocuklu ailelerin “cehalet”ine hayıflanmıyor muyuz?

Cahiliyye toplumları bir yığın şey biliyordu


“Böyle değilse nedir?”in cevabına geçmeden, şu tasavvurumuzun “Cahiliyye Dönemi”ne denk düşüp düşmediğine bakalım:

Bir kere Cahiliyye Arapları bizim anladığımız gibi “bilgisiz” değildi; pek çok şeyi biliyorlardı.

“Muallakât”ı hatırlayın; eşsiz şiirler söyleyebiliyorlardı mesela. Ticarî konularda üzerlerine yoktu. Saatlerce irticalen “hatasız” konuşabiliyor, at üzerinde zihinden satranç oynayabiliyorlardı.

Cahiliyye’nin sembolü olduğu için Peygamberimiz s.a.v.’in “Ebu Cehil”, yani “cehaletin babası” künyesiyle andığı Amr ibni Hişam, o günün şartlarına göre lüks ve servet içinde yaşayan, müşriklerin danışma meclisi Dârü’n-Nedve’de sözü geçen, nüfuzlu biriydi. Okur yazardı ve bir peygamberin geleceğini bilenlerdendi. Ama o peygamberin kendi kabilesinden olmamasını kabullenmiyordu.

Neticede birçok şeyi “biliyordu” yani. Yine de Peygamberî niteleme ile Ebu Cehil’di işte.

Bakış açımızı biraz daha genişletelim:

“Cahiliyye” genel olarak sadece İslâm öncesindeki Arap toplumuna özgü bir sıfat değildir.

En azından “hakikatin dışında bir şeye inanmak” anlamıyla o devrin iki büyük uygarlığı Bizans ve Sâsânîler (İran) da cahiliyyenin ta kendisidir. Evet, “büyük uygarlık” olmalarına rağmen “cahiliyye”dir.

İslâm nurunun Mekke’de zuhuru esnasında Bizans, Ayasofya gibi mimarî şaheserler inşa eden bir teknolojiye sahipti. İslâm aleminden çok önce yüksek okullar açmış, buralarda okutulmak üzere kalın kalın kitaplar yazmışlardı. İran Kisraları en ince işçiliklerle bezenmiş saraylarında şaşaa içinde yaşıyordu bu devirde.

Ama yine de “cahiliyye” idi.

Her bilgiden ilim olmaz


Demek ki cahiliyye, yani nefsin “ilim”den yoksun olması, genel anlamda “bilgisizlik” değildir.

Sahip olunan bilgi ve malumatın, kaynağı, niteliği ve müeyyidesi (yaptırım gücü), onu ilmî veya gayr-i ilmî yapar. Yani her bilgi “ilim” olmaz.

Onun için Kur’an-ı Kerim’de “cahillik”, “bilgisiz olmak” tabiriyle değil “ilmin dışında olmak” (bi-gayr-i ilmin) tabiriyle karşılanmıştır.

Peki öyleyse “ilim” nedir?


İslâm’da ilim, “bir şeyin hakikatini idrak etmek”tir ve özel olarak “vahy”in karşılığıdır.

“İlim” denince, bir müslümanın aklına öncelikle vahiy ve vahyin anlaşılması çerçevesinde şekillenen “şer’î ilimler” gelmelidir. Müslümanın erkeğine de kadınına da farz olan ilim budur.

Madem ki ilim “hakikatin anlaşılması” ile ilgilidir, Mutlak İlim Sahibi’nin kendi hazinesinden bize bahşettiği, peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği bilgiler kadar hangi bilgi bize hakikati daha doğru gösterebilir?

Cenab-ı Hakk’ın rahmet sıfatının tecellisi olarak kendi ilminden bize ikram ettiği “hakikat bilgisi” yahut “hakiki bilgi”, müslümanın her konudaki ölçüsünün, hareket noktasının, bakış açısının, kavramlarının, değerlerinin ve tasavvurlarının yegane belirleyicisidir.

Alim, insan-ı kâmil’dir


Esasen kainat ve insanın niçin yaratıldığı, ahiret hayatı.. gibi temel meselelerin hakikatini, “vahy”in, yani “ilm”in haricinde bir bilgiyle, “beşer” donanımıyla idrak etmek mümkün de değildir.

İslâmî ilim “beşer”e değil “insan”a hitap eder. Bu sebeple ilmin kendisi kadar, bu ilme muhatap varlığın idraki de “ilim”dendir. Zira Cenab-ı Hak, “âdemiyyet”imize daha yaradılış aşamasında “ilâhî ilmi” idrak edebilecek bir kabiliyyet, bir fıtrat bahşetmiş; ancak “imtihan” gereği bunu “beşeriyyet”imizle perdelemiştir.

İlm-i İlâhî  “kalp” ile idrak edilebilir; ama, silinerek iyice temizlenmiş bir aynanın görüntüyü net olarak verebilmesi gibi, tezkiye edilmiş bir kalp ile...

Tasavvuf bunun için önemlidir, “ilm”in kapısıdır. Bunun için iman “kalp” ile tasdik edilebilir. Bunun için alim “insan-ı kamil”dir. Kalpte iman yoksa, kişi dünyalar kadar malumat kesbetsin, alim sayılamaz. İmanın kalp ile tasdikinin delili ise salih amel ve istikamettir.

Bu vesile ile “alim” tasavvurumuza da açıklık getirelim: Bir sürü şey biliyor olmak, bunları etkileyici cümlelerle yazıp söyleyebilmek “alim” sıfatını kazanmak için yetmez.

Bu bilgilerin “ilm”den olması gerekiyor, bir. İki; bu ilmin kalp ile tasdiki, yani iman şart. Üçüncüsü de bütün bunların delili olarak salih amel ve istikamet.

İşte bu sebepledir ki “Kulları arasında Allah’tan en çok korkanlar alimlerdir.”, “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” ve “Alim, âbidden üstündür.”

Bilgi, ‘zan’ ve ‘hevâ’dan kaynaklanınca


Hülasa, bir “bilgi”nin “ilim”den addedilebilmesi, insanı cehaletten kurtarabilmesi için “Allah’dan gelmesi, doğruluğuna iman edilmesi ve bu iman istikametinde davranmayı gerektirmesi” şartı vardır. Bu nitelikleri taşımayan bilgi ve malumat, ne olursa olsun, insanı “cahiliyye” kategorisinden çıkarmaz.

Nitekim insanoğlunun bugün sahip olduğu pek çok bilgi, onun zannının veya hevâsının eseridir. İşte cahiliyye tam olarak böyle bilgilerle davranmak demektir; İslâm olmanın tersi bir tutumu ifade eder.

Tasavvurlarınızı, değerlerinizi, davranışlarınızı vahiy mi belirliyor, hevâ ve hevesleriniz mi?

Herkes kendi hevâsına göre hüküm verirse o toplumda barış ve huzur değil “çatışma” olur. Çatışma rekabeti, güç kullanmayı, şiddeti ve tedhişi davet eder. Güçlülerin haklılığını, güçsüzlerin haksızlığını tabii sayan bir sistem oluşur zamanla. Sürekli güçlü kalabilmek için, “sömürü” bir yöntem haline gelir. İnsanlar hep almanın, sahip olmanın, biriktirmenin peşindedir. Giderek maddeye ve tutkularına köle olurlar. Kalpler kararmış, insanî duygular körelmiştir. Dünyalarını cennet kılma girişimleri, bazan bunu başarmış gibi görünseler de onları mutlu etmez. Hep bir huzursuzluk, tedirginlik, tatminsizlik, korku ve öfke içindedirler. En ileri teknolojilerine, lüks içindeki hayatlarına rağmen alkol ve uyuşturucu illeti yakalarından düşmez. Ahlâksızlık, boşanma ve intihar istatistikleri yukarılarda seyreder. En çok korktukları, varlığına tahammül edemedikleri insanlar, gerektiğinde dünyasını, dünyalığını ve canını  feda edebilen, dolayısıyla cahiliyyenin göz kamaştırıcı kudretinden korkmayan müminlerdir.   

Cahiliyye, insanların İslâm’a tabi olmayıp nefsanî arzularla hareket ettiği, zulüm ve sömürü ile beslenip ayakta duran rejimlerin hüküm sürdüğü her zaman ve mekanda varlığını sürdürüyor demektir. Gelip geçmiş bir devir değildir yani.

Hz. Peygamber s.a.v. de Cahiliyye’ye geçmişte kalan bir dönem olarak bakmamış, cahiliyyeyi her devirde hortlamaya hazır bir tehlike gibi görerek, bu yönde ikazlarda bulunmuştur.

Bugün ümmet içindeki cahilî tutumlar bir yana, Batı uygarlığının temelindeki “modernizm” denilen anlayış, tarihin kaydettiği en şedit ve tehlikeli bir “cahiliyye” örneğidir.

İlim, ilim bilmektir


Konunun bu kısmını geçmeden, akla takılabilecek bir soruya cevap arayalım:

İslâmî anlamda “ilim”, şer’î ilmlerden ibaretse, diğer ilimleri “ilim”den saymayacak mıyız?

Yahut “zann” ve “hevâ” ile değil, ama “yakîn” ile elde edilen, üstelik bugünkü gelişmiş toplumlara hayli avantaj sağlayan “bilgi”leri nereye koyacağız?

Özel anlamı dışında “ilim” kelimesinin her türlü bilgiyi kapsayacak şekilde kullanılması bizde de yaygındır. Böyle olduğu içindir ki Efendimiz s.a.v. “Faydasız ilimden Allah’a sığınmamızı” tavsiye buyurmuştur.

Hadis alimleri buradaki “faydasız ilm”in terim anlamında “ilim” olmadığı, zan ve hevâya dayalı bilgi olduğu hususunda müttefiktir.

Demek ki bugün genel olarak ilim kapsamına alınan bazı bilgiler “faydasız” olmaktan da öte “tehlikeli”dir. Naslarla çelişen, insanı asıl vazifesinden yani kulluğundan alıkoyan her türlü beşerî bilgi böyledir.

İslâmî literatürde daha ziyade “fen” kelimesiyle karşılanan “müsbet” veya “aklî” ilimler ise, bunları tahsil eden insanın bir ayağının hakikat noktasında sabit durması ve hep Rıza-yı İlâhî’yi gözetmesi kaydıyla teşvik edilmiştir.

Bu “duruş”, böyle bilgileri tahsile yönelen insanın “kendini bilmesi”dir. Onun için Yunus laf olsun diye “İlim, ilim bilmektir / İlim, kendin bilmektir.” dememiştir.

Birincisi, ilmin esası, olmazsa olmaz şartı, insanın kendi hakikatini, asıl kimliğini, bu dünyada bulunuş sebebini bilmesidir.

İkincisi, müsbet ilimlerin (bilim veya fennin) verileri başlıbaşına bir “değer”dir ama bunun kendini bilmeyen insanların elinde büyük bir felakete dönüşebileceği hesaba katılmalıdır.

Öte yandan mevcudatın da Allah Tealâ’nın “ayetler”inden olması ve yeryüzündeki her şeyin insana musahhar kılınması, fennî (bilimsel) çalışmaları zaten müslümanın vazife ve sorumlulukları arasına dahil etmektedir.

Şöyle bağlayalım: İslâm dünyevî bilgileri, hayatı kolaylaştıran teknoljiyi de teşvik eder. Ama putlaştırmamak ve asıl “ilm”i ihmal etmemek kaydıyla...

Zira bizim ölçülerimize göre “kendini bilmeyen”, hakikatinden ve dünyadaki kulluk vazifesinden habersiz bir insan, dünyanın bütün fenlerini bilse dahi “cahil”dir.

Kendini bilen, dolayısıyla Allah’ı bilen de, velev okur yazar olmasın, cahil addedilemez.

ASR-I SAADET'İN SAADET'İ

Asr-ı Saadet bir kere bütün insanlığın, bütün ümmetin mutluluğuna vesile olduğu için Asr-ı Saadet’tir.

İnsanlığın hidayet kaynağı Kur’an bu devirde nazil olmuş, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber s.a.v. bu devirde dünyayı teşrif etmiş, peygamberlerden sonra insanların en büyükleri Sahabe-i Kiram bu devirde yaşamıştır.

İslâm’ın en ideal pratiğinin yaşandığı, Ashab’ın eşsiz bir iftihar tablosu sergileyerek dünya imtihanının nasıl verileceğini örneklediği altın bir çağdır Asr-ı Saadet.

Ve şüphesiz en çok da bu asrı idrak eden müminler için bir bahtiyarlık zamanıdır. Rasullah s.a.v.’in tedris ve terbiyesinden geçmekten, O’nun iltifatına mazhar olmaktan, Kur’an’da isimlerinin zikredilmesinden, yaşarken Cennetle müjdelenmekten daha büyük bir mutluluk olabilir mi?

Fakat Ashab’ın bu mazhariyyeti imanlarının, ahlâk ve faziletlerinin, fedâkarlıklarının, Efendimiz s.a.v.’e sadakatlerinin, ilk olup önde gitme iştiyaklarının, İbni Mes’ud r.a.’ın dediği gibi “dünyanın umurlarında olmamasının” bir semeresidir.

Madem bizim için sadece övünme vesilesi yapılacak bir dönem değildir, madem örnek almak ve öyle olmaya çalışmak bizim için bir vecibedir, Ashab’ın “saadetine” biraz yakından bakalım öyleyse...

‘Bir ip ver ve çarşının yolunu göster.’

Hicret’ten sonra evine sığındığı Ensar’dan sahabînin “Neyim varsa seninle paylaşmaya hazırım” âlicenaplığı karşısında Muhacir’den Abdurrahman ibni Avf r.a.’ın söylediği sözler bunlar...

Kardeşine yük olmak istemiyor ve “Bana bir ip ver, Medine çarşısının yolunu göster!” diyerek hamallık yapmaya koyuluyor.

Peki kim bu Abdurrahman ibni Avf? Mekke’nin en zengin, en itibarlı tüccarlarından; servetinin hesabı yapılamayan biri... Müslüman olmuş, Mekke’yi, bütün işini, düzenini, servetini, rahatını terkederek Medine’ye hicrete mecbur kalmış. Hamallığa soyunuyor ve “mutlu”!

Yahut Bilâl-ı Habeşî...


Müslüman olduktan sonra en ağır hakaretlere, işkencelere maruz kalıyor ama yine de en çok bu sırada “mutlu”!

Böyle yüzlerce örnek var. Bu “mutluluk” anlayışı bizim mutluluk tasavvurumuza benziyor mu dersiniz?

“Cahiliyye’ye mi yoksa Asr-ı Saadete mi mensubuz?” sorusunun ilk cevabı burada. Tasavvurlarımız hangisine uygun düşüyor?

Zira Cahiliyye ile Asr-ı Saadet arasındaki temel farklardan biri “kavram” farkıdır. Daha doğrusu İslâm, kavramları “yeniden” ve elbette kendi ölçülerine göre oluşturuyor. Kelime-i tevhid’deki gibi önce “lâ” diyor, her şeyi siliyor; sonra kendi tasavvurunu kuruyor.

Din, hayata müdahale etmeyen teorik bir fantezi değildir. “Öyle kal ama İslâm’ı da bir din olarak kabûl et..” deseydi Hz. Peygamber, Kureyş’in müşrik kalantorlarıyla hiçbir meselesi olmazdı.

Günde kırk defa din değiştirebilen, neye inandıklarını kendileri de bilmeyen Kureyş mütegallibesi için İslâm pekâlâ kırk birinci din olabilirdi.

Ama hayır... İslâm onlara Habeşli Bilâl ile eşit ve kardeş olacaksınız diyordu, “hazzı” değil “hayr”ı talep edeceksiniz diyordu, “alarak” değil “vererek” mutlu olacaksınız diyordu; doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü ve tabii “mutluluğu” yeniden tanımlıyordu ve bu onların işine gelmiyordu.

Mekkeli müşriklere “İslâm’ı kabul ettik deyin ama bildiğinizi de yapın.” teklifinde bulunulsaydı problem çıkarırlar mıydı acaba?

Değilse, bugün biz elhamdülillah müslümanız dedikten sonra, alarak mı vererek mi mutlu oluyoruz? Hayır için hangi haz ve konforumuzdan mahrum bırakıyoruz kendimizi?

Sahabe: Ümmetin en hayırlısı


“Asr-ı Saadet” adlandırması Hz. Peygamber s.a.v.’in şu hadisine dayandırılır: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenler, sonra da bunları takip edenlerdir.”

“Selef” veya “mütekaddimûn” diye bilinen bu üç nesil, Ashab, Tabiîn ve Etbâü’t-tabiîn’dir ki, takvaları, dine bağlılıkları, fedâkarlıkları, hizmetleri, din dışı etkilerden uzak olmaları gibi vasıflarıyla ümmetin en büyükleridir.

Dikkat çeken husus, metninde “saadet” kelimesi geçmemesine rağmen bu hadis-i şerifin Asr-ı Saadet tabirine mesnet yapılmasıdır.

Yani “en hayırlıları” ifadesi “en mesut olanlar” şeklinde anlaşılmıştır ki, yukarda da işaret edildiği gibi İslâm’ın mutluluk tasavvurunun “hayr”a dayandığına, “hayırlı insan” sayılabilmenin gerekleriyle anlam kazandığına delalettir. 

Sahabe başkasının maddi varlığına yahut kazandığına göz dikmez, onun kendine yönelmesini istemez; belki kardeşlik sorumluluğu gereği başkasının ne kazanmadığıyla, neyinin eksik olduğuyla ilgilenir.

Şüphesi, dikkati ve tecessüsü kendi eline geçen üzerindedir. Kılı kırk yararak, başkasının  hakkının geçip geçmediğine, haramın veya şüpheli şeylerin karışıp karışmadığına dikkat eder.

Vermek, infak etmek, diğer müslümanlara imkan hazırlamak için kazanır. Parasının veya malının bizatihi bir değer taşımadığını, ancak hizmete vesile yapıldığı oranda değer kazandığını bilir; onun için de hiç yüksünmeden fî-sebilillah, nesi var nesi yok infak eder.

Rızkın Allah’tan olduğuna iman etmiştir. Bu iman ve teslimiyetin mükafatından emindir, çünkü iman ve teslimiyetinden emindir.

“Gelecek kaygısı” taşır ama bu gelecek de bizim anladığımız “gelecek” değildir. Hesap günüdür, Mizan’dır, “öldükten sonra gelecek olan”dır.

Sahabe-i Kiram’ın en değerli varlığı ana-babalarıydı. Bu sebeple Rasullah’a hitap ederken hep “Anam babam sana feda olsun” diye söze başlarlardı.

Kuru bir laf değildi bu. Hakikaten ana babalarını fedâ ettiler. Evlatlarından geçtiler. Mallarının, servetlerinin tamamını verdiler. Yeri geldi, canlarını verdiler. Verilebilecek her şeylerini verdiler ve bu dünyada tadılabilecek en büyük bahtiyarlığa böylece nail oldular. Asr-ı Saadetin “saadeti” bir yanıyla böyledir.

Kisraya yol gösteren çoban


Asr-ı Saadet’teki “saadet”in öbür yanı, bütün imkansızlıklarına, zorluklarına, meşakkatine, aleyhte gibi görünen şartlarına rağmen, Ashab’ın kendi durumunun üstünlüğüne inanması, kendinden emin olması, akamete uğramaktan endişe duymaması, ne kadar göz alıcı olursa olsun cahiliyye yaşayışına imrenmemesidir.

Buna “sekînet” derler. Vakar, sebat, güven ve gönül rahatlığının huzuru anlamınadır. Korku, alttan alma, taklide çalışma, halinden memnun olmama gibi tavırlara sebebiyet veren küçüklük kompleksinin zıddıdır. Peygamber’e sadakat ve iman halinde Cenab-ı Hakk’ın müminlerin kalplerine indireceğini vadettiği bir cemiledir.

Hz. Peygamber s.a.v. İran hükümdarını İslâm’a davet eden bir mektup yazar ve bunu Abdullah ibni Huzâfe r.a. ile gönderir.

Abdullah ibni Huzâfe, müslüman oluncaya kadar kardeşi Kays ile birlikte deve çobanlığı yapmıştır. Bir deve çobanı ne kadar bilgi, lüks ve imkâna sahip olabilirse o kadarına sahiptir.

Alır Rasulullah’ın mektubunu, Sâsânîlerin o  ihtişamı dillere destan sarayına varır; süslü kapılardan, altın avizeli salonlardan geçer, mücevherlerle donanmış tahtındaki Kisra’nın karşısına dikilir ve der ki: “Ey Kisra! Seni Allah’a kul olmaya davet ediyorum!”

Çulsuz bir müslümanın koca bir Kisraya yol göstermesi olacak iş midir? Hiddetinden köpürür İran hükümdarı ve Rasullah s.a.v.’in mektubunu okumadan yırtar.

Abdullah İbni Huzâfe, Kisra’nın zavallılığına acımış; deve çobanlığını dert etmeden, Kisra’nın yerinde olmadığına samimiyetle şükretmiştir.

Müslümanlar olarak modernizm denilen cahiliyyenin lüks, ihtişam ve teknolojisine imrenerek bakıyor, kendimizi onlardan aşağı görüyorsak, bu, “sekînet” nimetinden mahrumiyete işarettir.

Rasullah s.a.v.’e sadakat ve ittiba olmadan “sekînet” gelmez. Rasullah s.a.v..’e sadakat ve ittibada noksanımız varsa, Asr-ı Saadet özlemimiz sahte bir duygu olmaktan öteye geçmez.

İmkanları ne olursa olsun, “cahiliyye”ye imrenmek, bırakın Asr-ı Saadet’teki “saadet”i bulmayı, dalâlete düşürür bizi.

Zirâ Kur’an ve hadislerde cahiliyyenin, yani ehl-i ehvâ’nın “kendi dalâletleri”nden ziyade, “dalâlete düşürmeleri”ne özellikle dikkat çekilir; müslümanlar, bunlara uymamak konusunda ikaz edilir. 

‘Onlar bir ümmetti geldi, geçti.’

Hz. İbrahim a.s. ile Hz. Yakub a.s.’a tabi olanları kastederek İsrailoğulları’na böyle sesleniyor Kur’an ve ekliyor:

“Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız...” (Bakara, 134)

Yani, elbette onlar örnek bir ümmetti; ama sizler “Biz onların çocuklarıyız, onların devamıyız.” diye övünüp kuru bir mensubiyet iddiasıyla kurtulamazsınız, mesajını veriyor.

Cahiliyye ve Asr-ı Saadet ibret ve örnek alınmak içindir. Cahiliyyeyi zemmetmek, Asr-ı Saadet’i övmek bizi kurtarmaz.

Sadece sözümüzün değil, özümüzün veya halimizin de bu iki dönemden hangisine uyduğu önemlidir.

Adı üstünde: Cahiliyye de Asr-ı Saadet de bir “devir” veya “dönem”... Devredip yahut dönüp duruyor işte. Ve dünyaya gelen her nesil kâl ile değil, hâl ile bu dönemlerdeki yerini kendisi seçiyor.